Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Hazret-i Allah'ın sevdiği, seçtiği, irşad ile vazifelendirdiği, her hâl ve ahvali ile numune büyük bir Zât-ı âli idi.
Daima hakikati beyan ederler, Allah ve Resul'ünün hükmünden zerre taviz vermezlerdi.
Hiçbir kimsenin kınamasından çekinmeden yalnız ve yalnız doğru olanı, bildirileni, mânevî olarak işaret edilenleri duyurmaya gayret göstermişlerdir. Din-i İslâm'ın ilk tazeliğini, Asr-ı saadet gibi bir devri yaşamaya ve yaşatmaya çalışmışlar ve etraflarına Ahkâm-ı ilâhi'ye, Sünnet-i seniyye hususunda numune olmuşlardır. Sevenlerinin gönüllerine yalnız Allah ve Resul'ünün sevgisini doldurmaya, gerçek bir mümin, örnek bir müslüman, numune bir insan olmalarına gayret etmişlerdir. Beşeriyetin istifadesi için mübarek dillerinden dökülen sohbetleriyle gönüllere ışık saçıp yol göstermişler, eserler neşrederek Ümmet-i Muhammed'i tenvir etmişlerdir.
Maddeye, menfaate zerre kadar tenezzül etmezlerdi.
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar." (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime'sini düstur edinmişlerdi.
Kimseden bir şey istemezler, kimseden bir şey beklemezler, verdikleri bir şeyi de aslâ geri almazlardı.
Yazdıkları kendi kitabını dahi, bir dergiyi bile kendi paraları ile alırlardı. Vakfa hizmet ettikleri halde, bir kuruş almadıkları gibi, yemeğini dahi kendisi yapardı.
Çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezlerdi. Kimseye yük olmamayı tavsiye ederlerdi.
Helâl lokma üzerinde çok dururlar, helâl lokmaya çok dikkat edilmesini tembihler, şüpheli şeylerden dahi kaçınılmasını ısrarla tavsiye buyururlardı. Halkın helâle harama bakmadığını, herkesin zevk ve safada, yaşayayım derdinde olduğunu söyler ve çok üzülürler, "Ebedi hayatın hesabını kimse yapmıyor" derlerdi.
Ticarette de numune idiler, az kârda çok bereket olduğunu söylerler; "Bankadan uzak durun!" derlerdi.
Hayatı hep Allah ile ve Allah için idi, hep O'nunla oldu, hep O'ndan bahsetti. Her konuşması, kelimesi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif idi. Daima huzur-u ilâhî'de idiler. Asla boş bir söz konuşmazlardı. Yanlarında bulunanlar bu mehabeti, bu vakariyeti iliklerine kadar hissederlerdi.
Hem vakur, hem de son derece mütevazi ve alçak gönüllü idiler. Yıllar yılı kendi hizmetlerini kendileri yapmışlardı, gelen misafirlerinin de hizmetlerini bizâtihi kendileri yaparlardı.
Adapazarı Vakıf binasına geçtiklerinde dahi vakfın çorbasını içmediler. Halbuki aşçılar vardı. Bu konuda şöyle buyurmuşlardı:
"Kalemle mücadele etmeye vazifeliyim. Benim için can ve mal, böyle bir şey düşünülmez. Bu yol Allah yoludur.
Her zaman arzettiğim gibi, vakıfta oturuyorum, vakfın yemeğini bile yemiyorum. Buranın yemeği helâldir. Bütün masrafımı kendim yaparım. Kendi çamaşırımı kendim yıkarım. Kendi ütümü kendim yaparım. Kendi yemeğimi kendim yaparım. Aşağıda aşçı var. Hayır! Ben iyi bir numune olmaya çalışıyorum. Ve şöyle niyazım var; Allah'ım bana kuru ekmeği sevdir, fakat kitaplardan 40 parayı nasip etme... Emrolunduğum vazifeyi yapmak zorundayım."
Kötülerden ve kötülüklerden değil, iyilerden ve iyiliklerden misaller verirlerdi. İhvanda ciddiyet ve resmiyet ararlardı, lâubaliliği hiç sevmezlerdi.
Lâtif konuşurlardı. Konuşmalarındaki fesahat ve belâgati tarif edilemez; son derece fasih söz söyler, gayet açık, latif ve külfetsiz konuşurlar, herkesin seviyesine göre hitap ederlerdi. Lüzumsuz yere konuşmaz, konuştuğu zaman sözün en güzelini söyler, az kelimeyle çok şey anlatırlardı.
Her haliyle tam bir numune idi, çok kibar ve çok nazik çok asil bir Zât-ı alî idi.
"Bizim tuttuğumuz yol, mahviyyet üzerine, hiçlik üzerinedir. Ben hayatım boyunca halı üstünde yattım. Ta ki doktorlar zorlayıncaya kadar. Onun için bizim yolumuz, mahviyyet, hiçlik yoludur. Varlık, benlik yolu değil!" buyurmuşlardır.
Geceleri 2-3 saat uyurlar, bütün gecelerini ibadetle ve taatle geçirirlerdi. Teheccüd ve Tesbih namazlarını yolculuk ve şiddetli hastalık hariç hiç bırakmamışlardı. Zât-ı âlileri'nin misafir oldukları yerlerdeki kardeşlerimizin hepsi; "Bize misafirliğe geldiği zaman yatağını hiç açılmamış, bozulmamış halde bulurduk!" demişlerdir. Zât-ı âlileri'ne misafir olanlar da; "Bize yatak açarlardı fakat kendileri hiç uyumazlardı. Çünkü biz yatarken arada bir kalkıp odasına baktığımızda devamlı namaz kılar halde bulurduk!" diyorlardı.
Nafile olan; İşrak, Duha, Evvabin namazlarını mutlaka kılarlar ve tavsiye ederlerdi. Kur'an-ı kerim okumayı ve dinlemeyi çok severlerdi. Az yer, az uyurlardı.
Bütün işlerini tam bir intizam içinde yapar, vaktini hiç israf etmezlerdi. Namaz vakitleri, zikrullah, tesbih ve tehlil zamanları, istirahat zamanları, misafirlerini ve ziyaretçilerini kabul zamanları hep belirli idi.
Bütün iş ve icraatlarda, ibadet ve taatlerde numune idiler.
Gelenlerle engin bir hoşgörü içerisinde ayrı ayrı ilgilenir, dertlerini dinler, sıkıntılarını giderir, dünyevî ve uhrevî meselelerde yol gösterirlerdi.
"Herkesi hoş, kendimi boş bilirim." buyururlar, kimsenin ayıbını yüzüne vurmazlardı.
"Ben hayatta kendimden küçüğünü bilmiyorum ki küçümseyeyim. Kendimden daha ayıbını görmüyorum ki ayıplayayım." buyurmuşlardı.
Misafirlerine gösterdiği ilgi ve alâka samimi, verdiği değer ve itibar yüksek idi.
Almanya'dan iki misafir ziyaret ettikten sonra şöyle demişlerdi:
"Biz bu yaşa geldik sevgi nedir, şefkat nedir görmedik. Her şeyi burada gördük."
Arz edildiğinde; "Elhamdülillâh! Gönül herkese sevgi, saygı göstermek ister; çocuk olsun, büyük olsun, kadın olsun herkese... Şükürler olsun ki o hâli bahşetmiş." buyurmuşlardı.
Çocukları ve çiçekleri çok severlerdi. Mecbur kalmadıkça kadınlarla fazla görüşmezlerdi.
Son derece sehavetli ve cömert idiler.
Her şeyde sadeliği tercih ederlerdi, süsten ve lüksten hoşlanmazlardı.
"Sadelik en güzel nezafettir, tevâzuya meyletmektir, süs ise kibre vesile olur."
"İnsanın; içi, dışı, işi, dişi temiz olacak." buyururlardı.
Temizliği, nezafeti severlerdi. Elbisesine ve temizliğine son derece itina gösterirlerdi. Sakallarını tarar, güzel kokular kullanırlardı.
Çok tertipli idi, güzel giyinirdi. Müslümanın numune olması gerektiğini söylerdi. "Nezih ve temiz olan İslâm dini'ni kimsenin pis göstermeye hakkı yok" derdi. Bu nedenle giyime kuşama çok önem gösterirler, bir müslümanın buna çok dikkat etmesi gerektiğini vurgular, hatta sakallı bir müslüman ise daha fazla dikkat etmesi gerektiğini her zaman söylerlerdi. Kendileri de bu konuda eşsiz bir numune idi. Dışarı giderken takım elbise giyerdi, üzerine pardösü alırdı. Cemaat içine çıkarken beyaz veya krem renkli cübbelerini giyerlerdi. Sünnet-i seniyye'ye son derece bağlıydılar.
"Çorabınızdan başınızdaki takkeye kadar giyiminize çok dikkat edeceksiniz. Elbise, gömlek, kazak, çorap... Ya renkleri birbirine mutabık olacak veya zıt olacak. Giyeceği elbisenin rengi, deseni mevsime uygun olacak.
İhvan her hâl ve hareketi ile numune olacak. Attığı her adımda, yediği yemekte, giydiği elbisede, her hususta..."
"Bu takke tertemiz değil mi? Fakat hayır diyorum, biraz kirlenmiş diyorum, bunu değiştirirsem daha iyi olur diyorum.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"(Resul'üm)! Elbiseni temiz tut!" buyuruyor. (Müddessir: 4)
Çok ince bir husus. Elbisesini temiz tutmakla emrolunmasında; içi temizlemekten, dışı temizlemeye geçiş vardır. Çünkü içini temizleyen kişi, pisliklerden kaçınır. Din temizlik üzerine kurulmuştur." buyururlardı.
Bir kimseye darılırsa Kur'an darıldığı için darılır, beğenirse Kur'an beğendiği için beğenirdi.
Riyâ ve gösterişi hiç sevmezlerdi."Nefis gıdayı; şöhretten, varlıktan, namdan ve menfaatten alır." buyururdu.
Kalbin takvâsına çok dikkat eder, bunu tembihlerdi.
"Nazargâh-ı İlâhi olan kalpte Allah ve Resulullah olacak." beyanıyla kalbi masivâdan temizlemek gerektiğine işaret etmişler, "Kalpte Hakk olacak, gönülde ihlâs olacak. Bu, nazik ve hassas yolda ancak "Kalb-i selim" olanlar kurtulur." buyurmuşlardı.
"İnsanın dört büyük düşmanı var. Şeytan, nefis, şehvet, şeytanlaşmış arkadaş. Bu dört düşman insanın imanını yok eder." buyururlardı.
Emir yerine ricâ kullanırlardı.
"Bu yol gönül yoludur, hâl ile terbiye olunur. Söz olursa ricâ ile olur, emir olursa kaba kalır. Çünkü yolumuz nezafet yolu, mahviyet yoludur. Allah yolunda emir ancak ricâ ile olur. Emrin yapamayacağını ricâ yapar." buyururlardı.
Yolun Hazret-i Allah'ın ve Hazret-i Resulullah'ın yolu olduğunu söyler, yola ve yolun düsturlarına azâmi dikkat eder ve ihvanının da öyle yetişmesini isterdi.
"Yol Hazret-i Allah'ın yoludur. Hazret-i Allah'ın yolu deyince buranın özünü size tarif edeyim.
Allah-u Teâlâ, Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
İslâm budur, terazi budur. Bunun haricindeki hareketler yanlıştır."
"Yolumuz; varlık, benlik yolu değildir, makam, mevki, menfaat bu yolda yoktur."
"Yol var adama muhtaç, adam var o yola muhtaç. Biz adama muhtaç olan yollardan değiliz. Bize Allah gerek." buyururlardı.
Her hâl ve ahvalde ihlâs, istikamet ve mahviyet üzere olmuşlar ve hep bunu tavsiye etmişlerdir. Keramete hiç değer vermemişler, bilâkis varlıktan yokluğa, yokluktan hiçliğe, hiçlikten fenâya inmek ve fâni olmak gerektiğini arz etmişlerdir.
"Her zaman söyleriz, sakın siz keramet ehli olayım demeyin. Çünkü birçok kimseler bu vâdide soyulmuştur. Bu yoldaki keramet istikamettir.
Biz Hazret-i Allah'a sığınacağız, âcizliğimizi itiraf edeceğiz, O'nun lütuf tecellîsine bakacağız. Hiçbir zaman kast-ı mahsusa olmayacak. O dilerse lütfu ile tecellî eder ve bize yardım eder."
Tevâzu ve mahviyet halleri o kadar ileri idi ki: "Elimizden gelse, ismimizi kitaplardan kazımak isteriz." buyurmuşlardı.
Kitaplar ilk çıktığı zaman kendi isimlerinin kitaplara konulmamasını istemişlerdi. Bunun bir zorunluluk olduğunun, karışır ihtimalinin izâhı ve yapılan ricalar üzerine "Peki" demişlerdi.
Her zaman kendilerini gizlemişler, şöhretten kaçmışlardır. Nam için, makam için değil; Hazret-i Allah ve Hazret-i Resulullah için çalışmışlardır.
"Kitapların; gazetelere, dergilere reklamını verelim!" denildiğinde;
"Bizim kitaplarımızın reklamını Hazret-i Allah yapıyor, gerek yok!" buyurmuşlardı.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; "İbtilâ Peygamber Aleyhimüsselâm'ın sünnetidir. Peygamberlerin mirasıdır." buyurarak yaşadıkları ibtilâ ve musibetlere; sabır, sükût, tevekkül ile mukabele etmişler, her zaman; azim, cesaret, tedbir ve rızâ halinde bulunmuşlar ve şöyle buyurmuşlardır:
"Benim gayet rahat ve müsterih bir halim var. Rahatım, memnunum. O'ndan geldiği için gayet memnunum. En küçük bir şikâyetim, sıkıntım yok. Hiç hasta gibi durmuyorum. Bu Cenâb-ı Hakk'ın verdiği azametten geliyor. Bunun için hasta olduğuma kimse inanmıyor. Dışarıdan öyle görünüyor. Ne büyük lütuf elhamdülillâh. O karışıyor işe..."
"Takdir böyleymiş diyorum, üzülmüyorum. Memnunum, müteessir değilim. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, ibtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, sonsuz şükür...
Buna rütbe-i bâlâ denir. Yani Hakk'tan gelen rütbe denir. Hazret-i Allah'ın rütbesi bu şekildedir. Kimse görmez. O, rütbeyi takar, o rütbeyle O'na gidersin. Allah-u Teâlâ'nın rütbesidir."
Bir ömür ki hep ibtilâ ile, imtihan ile, çile ile geçti.
Bir ömür ki hep iman ile, cihad ile, hizmet ile geçti.
Hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'le konuşurlardı. Allah-u Teâlâ'nın ahkâmına son derece riâyet ederlerdi. Gönüllerin, kalplerin gizliliklerini Allah-u Teâlâ'nın bildirdiği kadar bilirlerdi. Hep huzurdaydılar. Hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden hakikati neşreder, ümmet-i Muhammed'i tenvir eder, fitne ve fesadın sönmesi için canı pahasına çalışır; "Allah uğrunda, Allah yolunda bir değil, bin canım olsa fedadır!" buyururlardı.
Hayat-ı saadetleri; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a, "İlâhi Görüş Birliği"ne dâvetle geçmiştir. Gaye ve hedefleri; Allah ve Resul'ünü sevdirmek, müslümanları Allah ve Resul'ünde birleştirmek, Nûr-i Muhammedî' nin yayılması, kalpleri Hakk'tan gayrı her şeyden kurtarmak ve arındırmaya çalışmaktı. Bu uğurda hiç kimseden bir şey istemedi, canıyla malıyla cihat etti. Bir keresinde; "İtimad edin, dünyada kalmak için tek bir arzum Allah yolunda bu cihat içindir. Beni tek tutan cihattır. Gitmeye çok meyyalim, bu cihat olmasa yaşamanın âlemi ne!.." buyurmuştu.
Bu cihada "İman kurtarma cihadı" derlerdi. Zira imanlar yanıyor, ebedî hayatlar gidiyor. Bu duruma çok üzülürler, hak ve hakikati duyurmak için beşer takatinin kaldıramayacağı büyük bir azim ve gayret gösterirlerdi.
Bu sebeple, insanların ebedî hayatının kurtulması için; dünyevî maksatlarla ortaya çıkan, din istismarı yapanlarla bu uğurda hep mücadele etmişler ve şöyle buyurmuşlardı:
"Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz.
Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffârın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
"Biz öteden beri hem dinde hem vatanda bölücülüğü yok etmeye çalışıyoruz. Bunu; İslâm dini böyle emrettiği için yapıyoruz. Bizim iki gayemiz var: İman ve vatan."
"Sahib'imin ne takdir ettiğini bilmiyorum. Bana ne takdir ettiğini O bilir. Çekiniyor muyum? Çekinmiyorum. Ve O'na bu lütfu bahşettiğinden ötürü bu yolu açtığından ötürü şükrediyorum. Gideceğim. Kalacak değilim zaten.
Fakat hamd olsun Rabb'im cesaret vermiş, ürkeklik vermemiş. Allah'ıma yemin ederim ki; kimseye garazım yok. Ben herkese kardeş gözüyle bakarım amma kimsenin de küfrüne rızâ gösteremem. Yani yazacağımı, yapacağımı yaparım, bunu bilin! Sırf Allah için, Allah korkusundan yapıyorum. Bir gayem, bir maksadım, bir menfaatim var mı? Büyük mücadele, mücahede yapılıyor. Milyonlara karşı çıkmış, tek tek tek küfür damgası vuruyoruz. Bugün insana bir kişi, bir düşman yetiyor. Bizim karşımızda milyonlar var, deli miyim? Hayır ben deli değilim. Ben Allah rızâsı için bu yola çıktım, yapacağımı ölünceye kadar da yapacağım.
Hatta bu bölücüler gelip haklarındaki yazıları önlemek için; "Biz sizi seviyoruz, hürmetimiz var!" dediler. Fakat biz emirle hareket ederiz. "Biç! "derlerse, hiç bakmayız biçeriz, hiç korkmayız. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz müşrikler darılacak diye Kur'an-ı kerim'i tebliğden mi kalıyordu? Kâfir olmayana kâfir demenin cezası seksen değnektir. Fakat kâfire ahkâmı bildirmeyen dilsiz şeytandır, zâlimdir. Ahkâmı bilin, bilerek söyleyin.
Ben kendime iman etmedim. Ben Allah'ıma iman ettim. Siz de bunları anlamak için kendinizi zorlayın, tefekkür edin. Bu da üç şeyle olur. İbadet, muhabbet, rahmet-i İlâhi'yi kalbe akıtmakla, râbıta ile olur.
Hatta niyazım var; Allah'ım lütfundan ayaklarımı rızânda sabit kıl. Lütfunla destekle, alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da mücadeleme devam ettir. Neyle? Kitaplarla. Ölünceye kadar da değil. Bunu Allah-u Teâlâ'dan niyaz ediyorum. Bu nuru O veriyor ve böyle bu nur gidecek. Onun için benim ölümümle iş bitmiyor!"
"Fakiri çığır açmak için göndermiş. Hazret-i Mehdi'yi nur saçmak için. İsa Aleyhisselâm'ı da Deccâli öldürmek ve kötülüğü bütünüyle kaldırmak için gönderecek."
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Hazret-i Allah'ın gönderdiği, vazifelendirdiği büyük bir Zât-ı âli idi.
Asırlar boyunca Evliyâullah Hazerâtı'nın zuhurunu müjdelediği, mücadelesini, vasıflarını haber verdikleri "Hatm'ül-Evliyâ" olan zât idi.
Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
"Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem'ül-velâye'den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah'ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ'nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü'n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur." ("Hatmü'l-velâye"; Fâtih no.: 5322, 168b yaprağı)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri âhir zamanda zuhur edecek bu büyük veli hakkında "Hatmü'l-evliyâ" isimli müstakil bir eser neşretmiş, Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh-, İmam-ı Rabbanî -kuddise sırruh-, Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh-, Mevlânâ Celâleddin Rûmî -kuddise sırruh-, İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh-, Dâvud bin Mahmud el-Kayserî -kuddise sırruh- ve daha nice Evliyâullah Hâzerâtı bu büyük zât hakkında beyanda bulunmuşlar, onu tanıtmaya çalışmışlardır.
"Buna hak kazanan, ceddine (yani Muhammed Aleyhisselâm'a) çok benzeyen bir kimsedir. O Arapça'yı pek iyi konuşamaz, fakat ahlâkı hususunda ondan farklı da olmaz." (Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh-, "el-Cevâbü'l-Müstakîm ammâ Se'ele anhü et-Tirmizî el-Hakîm", Beyazıt Devlet Ktp. nr.: 3750 vr. 242b)
"Onun 'Hâtemü'l-evliyâ'lığının tasdik edici alâmeti, Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in halifelerinden biri olarak gönderilmesi ve onun zikrini tâlim ve telkin etmesidir." (Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh-, "Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-Evliyâ", s.48)
"Şer'î nübüvvet (peygamberlik) makamı böylelikle kapanmış, fakat velâyet (velilik) makamı durmaktadır. Bu sebeple bunu da, yani velâyet makamını da bir sona bağlamak hakkını kazanmıştır. Ki bu kendi seviyesine göre bir son olsun ve kendi sonuna benzesin.
İşte bu sona getirecek ve bizim beklediğimiz Mehdi değildir. Bu ancak kendi ehl-i beyt'inden olacak birisidir." (Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh-, "Fütûhâtü'l-Mekkiyye", s. 216, trc. S. Alpay)
"Dağ gibi akıllar bile vehim denizine ve hayal girdabına gark olup batmıştır. Bu kötülük tufanı dağları bile aşarken; Nuh'un gemisine binenlerden başka kim aman bulur, kurtulur?
Yakîn yolunu kesen bu hayal yüzünden din ehli (müslümanlar), tam yetmiş iki fırka oldu. Yalnız yakîn eri, vehim ve hayalden kurtulur. Kaşının kılını hilâl (yeni ay) sanmaz.
Fakat bir kimseye ÖMER'in nuru (ışığı) dayanak olmadıkça, yolunu kaşının eğri kılı keser. Yüz binlerce büyük ve dehşetli gemi, vehim denizinde paramparça olmuştur." (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî -kuddise sırruh-, Mesnevî, c. 5 s. 156 - 2655. beyit)
"'Nûrun alâ Nûr'; yâni 'Nûr üstüne Nûr' ve 'Sırlar üstüne gelen sırlar' onun olur." (Muhyiddîn İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh-,"Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ"; s.15, Bas.: Mısır, 1954)
"Hatmü'l-evliyâ üzerine inkârın çok ve fazla oluşu, tam mazhar oluşundandır." (İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh-, "Kitabu'n-Netice")
Binaenaleyh bu zatların her birisi Hatm'ül-Evliyâ olan bu Zât-ı âli'nin ahir zamanda zuhur edeceğini, mücadelesini, vasıflarını, alâmetlerini haber verip müjdelemişlerdir.
Evliyâullah Hâzeratı'nın bu husustaki eserlerini ve yüzlerce beyanlarını Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "Hatmü'l-evliyâ", "Cevâhirullah-1" ve "Cevâhirullah-2" isimli eserlerinden tetkik edilebilir.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Hatmü'l-evliyâ" isimli kitabını şu temennileri ile bitirmektedir:
"Hatmü'l-evliyâ" kitabı burada sona erdi. Allah'a hamdolsun; Allah'ın salât ve selâmı ve çokça teslimiyet, kendisinden sonra peygamber gelmeyecek olan, "Makâm-ı mahmûd"un bir tek kendisine has kılındığı Hâtemü'l-enbiyâ olan Muhammed'e, âlinin ve ashâbının üzerine olsun.
Allah-u Teâlâ'dan dilerim ki; tamamlanan kelimelerin rûhu olan Hatm-i evliyâ olan zâtın düsturlarını tâkip edebilme hususunda, kendisine karşı bizi küçültsün ve tevâzu sahibi kılsın. Bizi onunla bir araya getirip, onun hakkında bir delil ve şâhit olan beyanlarımızın tahkikiyle; onu görüp de, onun izinde yürümeye eriştiren vuslat sebebiyle bizleri de vâsıl eylesin. Şüphe yok ki O lütuf, kerem ve ihsan sahibidir. Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a âittir."