Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Ömer Öngüt - Ömer Öngüt Kimdir Nerelidir Hayatı Ailesi Silsilesi Cemaati Eserleri Kitapları Yazıları Sohbetleri Sözleri Görüşleri Düşünceleri
  • Ömer Öngüt Kimdir - Hayatı Saadetleri

     

    Hayat-ı Saadetleri

    Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri, 1927 senesinde Yugoslavya'nın -bugünkü Sancak'ın- Yenipazar şehrinde dünyaya gelmişlerdir. Aslen Medine-i münevvere'li olup, soyları oraya dayanmaktadır.

    Babaları Muharrem Efendi, anneleri Çelebiye Hanım'dır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in neslinden olan Medine-i münevvere'li Şeyh Ahmed-kuddise sırruh- Hazretleri'nin torunudurlar.

    Şeyh Ahmed Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bir sebeple geçici olarak Yugoslavya'nın Yenipazar şehrine geldiğinde vefat etmiş, çocukları ise orada kalmışlar, daha sonra torunları Medine-i münevvere'ye değil de 1936 yılında Yugoslavya'dan Türkiye'ye gelmişler, Zonguldak'ta altı ay ikâmet ettikten sonra Düzce'ye yerleşmişlerdir.

    Doğduğu memleket olan Yugoslavya şimdiki Sancak'ın Yenipazar şehrinde babasını 6 yaşında kaybettikten sonra sıkıntılı günler başlamış, Zât-ı âlileri 9 yaşına geldikleri zaman annesi ve kardeşleriyle beraber Türkiye'ye hicret etmişlerdir.

    Bu zamandan sonrasını kendileri şöyle anlatmışlardı:

    "Fakat babamız orada vefat etti, takdir öyleymiş, orada kaldı. Yabancı bir devletin içinde küçücük çocuklarız.

    Sonra Rabb'imizin lütfuyla, Yugoslavya'dan Türkiye'ye geldik.

    Babamız zengindi, tüccardı, ona göre bir hayatımız vardı. Buraya gelince bu zenginlik bitti. Biz çok küçük yaşta hayata atıldık. 16 yaşındayken esnaf olduk. Dolayısıyla hayatın her yolunu biliyoruz. Zenginliği de, fakirliği de, yoksulluğunu da, yetimliğini de biliyoruz."

    Annesine ve kardeşlerine bakabilmek için küçük yaşta ayakkabıcılık mesleğine başlar. O zamanki Türkiye ve dünya şartları bir hayli zordur.

    18-19 yaşlarına geldiklerinde mânevi tahsile başlamışlar, zamanın kutbu Şeyh Muhammed Es'ad Erbilî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hulefasından Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisap edip bağlanmışlardır. Bu büyük Zât-ı âli'nin hizmetlerinde olmakla kemâl bulmuşlardır.

    Genç yaşta kardeşi Yusuf Efendi'yi, Bir yıl sonra şeyhi Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'ni, hemen sonra da vâlidesi Çelebiye Hanım Efendi'yi kaybettiler.

    Arka arkaya gelen bu acılar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in hayât-ı saadetlerinde geçen ve müslümanların "Hüzün Yılı" diyerek isimlendirdiği o yılları anımsatır.

    Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri'nin 1950 senesinde ahirete intikallerinden sonra ise irşada başlamışlardır.

    Mânen yetişmeleri hususunda şöyle buyurmaktadırlar:

    "Tarikat-ı aliyye'ye alındığımızda Şeyh Muhammed Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'e karşı sonsuz bir muhabbet uyandı. Alındığımızın haftasında tecelli ettiler ve bir daha da bırakmadılar. Geceleri hep onlar meşgul olurlardı. Gündüzleri ise zaten Efendi Hazretleri'nin huzur-u saâdetlerinde idik. Bu suretle her iki pîrin himmet ve tasarruflarında bulunduk. Bugün dahi her ikisinin himmetleriyle yürüyoruz. Ve gelenleri de onlara havâle ediyoruz."

    Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin hayât-ı saadetleri tetkik edildiğinde görülecektir ki ömrü; Allah yolunda hizmetle, çekmiş oldukları birçok ibtilâlara, ezâ ve cefâlara rağmen Allah ve Resulü'nün hükmünü neşretmekle, "Kalemle cihad" ile geçmiştir. Hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ten konuşurdu. Allah yolunda "Hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden" cihad etti.

    Daima Hazret-i Allah'ı, Resulullah Aleyhisselâm'ı duyurmaya, ilâhî beyanları, İslâm hakikatlerini neşretmeye gayret ederlerdi. Ve bunlara değer verirlerdi.

    Zât-ı devletleri'ne Hayat-ı saadetlerinin yazılması, not alınması sorulduğunda şöyle buyurmuşlardı:

    "Bunlar ayrı bir mevzu olduğu için, bu gibi şeyleri hiç yazmasanız da olabilir. Bunlar bizim hususi hayatımıza âit şeyler. Bunlara hiç değer vermeyiz. Mânevî cihetteki noktalara değer veririz.

    Siz arzu ettiğiniz için bunları ilâve ediyoruz. Yoksa bizim için bunlar basit gelir. Bizim için mühim olan, Hakk'tan gelen feyzi nakildir. Yani sohbet esnasında geçecek olan sözler Hakk'tan geldiği için, feyz-i ilâhiye olur. Biz onlara değer veririz ve onların kayıtlı bulunmasını isteriz. Ki o sözlerden kendim dahi ileride istifâde edebileyim. Ve keşke zamanında tutulsaydı da, bugün talebeliğini yapabilseydim. Bir zamanlar her akşam sohbet yapardık. O zamanki feyz bambaşka idi. O zamanlar tutulsaydı şimdi mükemmel istifade ederdik."

    "Allah-u Teâlâ yirmi iki yaşında sahneye koydu. Eskiden her gece sohbet yapardık. Her gece bir saat, iki saat, üç saat, dört saat sürdüğü olurdu. Artık ses telleri de bitmiş, dimağ yorulmuş, vücud bu duruma düşmüş, fakat Sahib'im ayakta tutuyor elhamdülillâh."

    Hakikat Vakfı'nın kurucu başkanı, Hakikat Yayıncılık'ın ve Hakikat Aylık İslâm Dergisi'nin kurucusu ve sahibi Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri, 60 yıl irşadla, Allah yolunda hizmetle geçen bir ömürden sonra; 16 Recep 1431, 28 Haziran 2010 Pazartesi sabah namazı vakti bitmez tükenmez mihnet ve meşakkatlerle dolu ibtilâ ve çile yurdu olan dünyadan; tasavvurun fevkinde mükâfat ve nimetlerle dolu ahiret yurduna irtihâl-i dar-i bekâ etmişlerdir. Kabr-i şerifleri Adapazarı Erenler Mezarlığı'ndadır.

    Ömrünü Allah-u Teâlâ'ya adamıştı. Allah-u Teâlâ'ya, O'nun hükümlerine, İslâm dini'ne tam bir teslimiyet ile bağlı idi. Hayatı boyunca İslâm ahkâmını hakkıyla korumaya çalıştı. Allah-u Teâlâ'nın emaneti din-i mübin-i İslâm'ı muhafaza ve müdafaa etmekte herhangi bir beşerin tahayyül dahi edemeyeceği büyük bir azim, büyük bir kararlılık ve vazife sahibi idi. Dalâlet fırkalarının ve âhir zaman ulemâsının saptırıcı telkinlerini Ümmet-i Muhammed'den uzaklaştırmak için mücadele ve mücahede etti. Onun tek hedefi Kur'an-ı kerim'i ve Sünnet-i seniyye'yi tahriften korumak, müminlerin imânını kurtarmaktı. Bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda harcadı.

    Bu ümmete en büyük hizmetlerinden biri de Kur'an-ı kerim'in tefsiri mahiyetinde olan ve tüm Âyet-i kerime'lerin içine dercedildiği "Kalblerin Anahtarı" külliyatını Ümmet-i Muhammed'e hediye etmesidir.

    "De ki: Hamd olsun Allah'a, Selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına!.." (Neml: 59)

     

     

    Muhterem Ömer Öngüt -Kuddise Sırruh-Efendi Hazretleri'nin,

    Ailesi Hakkındaki Beyanları

     

    Babaları Muharrem Efendi:

    Babam büyük bir tüccardı. Yugoslavya'nın diğer şehirlerine ve hariç devletlere peynir, elma-armut gibi şeyler ve hayvan sevkederdi. Vefat ettiğinde biz altı yaşında idik. Ramazan-ı şerif'in galiba ortalarında, on beşinde vefat etti.

    Allah-u âlem, Tarikât-ı âliye ile bir ilgisi yoktu, fakat ahkâma çok bağlı idi. Namazını geciktirmemek için at üzerinde kılar, yine kılarmış.

    Çok da merhametli imiş. Annem bir gün odaya girdiğinde onu ağlarken görmüş, niçin ağladığını sorduğunda şöyle demiş:

    "Şu kadar sene tüccarlık yaptım. Bazı memleketlere vapurla hayvan götürürdük. Vinçlerle vapura yüklediğimiz durumlar da olurdu. Tabii ki hayvan sıkıntı çekerdi. Onu hatırladım, huzur-u İlâhî'de ne cevap vereceğimi düşündüm de ona ağladım."

    Annem anlatmıştı:

    "Rahmetli baban hasta idi, yatıyordu. Bir Cuma günüydü, camın hemen karşısındaki camide salâ veriliyordu.

    "Ben haftaya bu zaman, bu salâ verilirken gideceğim." dedi."

    Annem çok sakin, akıllı. "Hiç sesimi çıkarmadım! "diyor. Bir hafta sonra Cuma günü yine salâ verilirken anneme dönmüş:

    "Ben şimdi ölsem, ahirete irtihal etsem, Cuma namazına beni yetiştirebilirler mi?" diye sormuş.

    Halbuki hiç de bir şeyi yokmuş. Bu sözü söyledikten sonra, annemle helâlleşmiş ve âniden değişmiş. Annem; "Helâlleşti, hemen değişti, değişti, değişti, ben işi ciddiye aldım. Yanından ayrılmıyorum, takip ediyorum! En son kelâmı ne olacağına dikkat etmeye başladım, en son sözü de: "Yâ Rabb'i! Çoluk-çocuğumu sana emanet ediyorum." dedi ve gitti!" diyor.

    Vefat etmesi böyle olmuş. Onun için ona bir hafta evvel haber vermişler.

    Cenâb-ı Hakk ona o duâyı nasip etmiş. Hakikaten Allah'ımız öyle rahmet etti ki, o harbi-darbı görmeden Türkiye'ye geldik ve hiç sıkıntı çekmedik. Nice zengin ve varlıklı insanlar vardı, onlar da dahil olmak üzere oranın halkı dille tarif edilmez çok sıkıntılar çektiler. Çünkü birkaç devlet girdi çıktı, nihayet komünizm geldi.

    Buraya gelmeyi çok istermiş. Teyzemin kocasına: "Sen Türkiye'ye gidiyorsun. Böyle idim, şöyle idim diye buradaki durumu düşünme. Bir gün aç bir gün tok olsan bile hâline şükret." demiş.

    İşte Cenâb-ı Hakk onu seçmiş. Halim, selim, dedikodusu yok. Allah'ım nur etsin. Ve her gün anne ve babamı anarım. "Rabb'im sana sonsuz şükürler olsun! Beni ne güzel terbiye ettin. Ve bana ne güzel de terbiyeci bir baba verdin." diyorum. Çok küçük yaşta öldü ama o küçük yaşta bana verdiğini hâlâ yürütüyorum. O küçük yaşta bana verdiği terbiye hiç aklımdan çıkmaz. Ve o düsturdan böyle gidiyorum. İnsan yetiştirmek murad, adam yetiştirmek değil... Allah'ım râzı olsun.

    1954 yılında Yugoslavya'ya bir kış gününde gittim. Geldiğimi karakola bildirmem lâzımmış. Teyzemin evinden çıkınca hemen çarşı var. Babamın arkadaşları bir yerde mangal başında oturuyormuş. Biz orada görününce birisi dedi ki: "Kim bu yabancı?"

    Başka birisi de:

    "Bu filâncanın çocuğu olsa gerek, çünkü geleceğini duydum." dedi.

    İçlerinden birisi ağlamaya başladı. Arkadaşları diyorlar ki; "Bunda ağlanacak ne var?"

    "Gördünüz mü helâl lokma yedireni." diyor.

    Yediremediğinden ağlamış. Nereyi tutturuyor, akıllı insanlar neler düşünüyor.

    Yugoslavya'ya gittiğimizde bize çok rağbet ederlerdi, izzet-i ikram ederlerdi. Sabahleyin buradaysam, öğlen de buradayım, akşam da buradayım. Halkımız misafirperver.

    Babamın bir ahbabı dedi ki;

    "Bundan sonra, yapılan bütün bu istikbal babana değer."

    "Ne yaptı?" dedim.

    "Bunun yaptığı tarif edilmez. Halk seni tanımaz ki... Onun yaptığını, ektiğini sen topluyorsun." dedi.

    Bir akrabam Yunus Efendi'nin anlattığı bir olayı anlatayım:

    "Çocuktum, babam öldüğünde bir kimsenin yanında çıraklığa başladım. Bu meyanda ustam hastalandı. Kış geldi. Gideceğimiz yer uzak, meğer tren gece yarısı varıyormuş oraya. Gece yarısı vardık, herkes trenden çıktı. Ustam hasta ben çocuk, garip kaldık. O meyanda baktım, bütün kapılar açılıp kapanıyor, karşımda baban duruyor. Hemen bizi aldı. Beni bir yere bıraktı. Ustamı gece yarısı hastaneye kaldırdı. Beni sonra aldı, gittiği otele götürdü. Birkaç gün usta hastanede kaldı ve sonra iyileşti. Senin baban bu idi. Bununla tanıdılar. Ustamı gece yarısı hastaneye kaldırdı, bütün tedavisini karşıladı. Allah'ım nur etsin."

    Babamın odasında bir duvar vardı gömme dolap. Burada ne var diye dolabı açtım, banknotlar yığılmış. Demek oradan bir devlet girmiş, onun parası batmış, orada kalmış. "Haa!" Dedim, "Kâğıt paranın hükmü yok." O zihnimde kalmış, belki 3-4 yaşındayım. Ve bir daha kâğıda değer vermedim.

    Biz mütemadiyen altına değer veririz. Çünkü kâğıt yangın olsa kül olur, altın külçe olur. Hangi devlet mağlup olursa onun parası hükümsüz. Bir daha ben kâğıda değer vermedim.

     

    Anneleri Çelebiye Hanımefendi:

    Annem çok iyiydi, nurdu. Dört kardeşti amma o seçilmişti. Sade, sessiz, dedikodusuz bir hayatı vardı. Çocuklarını selâmete çıkarmak için her zorluğa katlandı. Çok akıllı ve ciddi idi. Az konuşan, çok düşünen bir hanımdı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sülalesinden annemden geliyorum.

    Annem Yugoslavya'da iken peçe ile gezerdi. Bir zamanlar Medine-i münevvere'den sonra bu memleketi sayarlarmış. Ramazan-ı şerif'te yedi yaşındaki çocuk oruç tutardı, çünkü tutmayan hiç kimse yoktu. Zaten dükkânlar da ancak akşamüstü açılırdı.

    Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki fakiri annemize karşı itaatkâr kılmıştı. Olmayacak bir şeyi bile emretse hep "Peki!" derdik. Ahkâm haricinde bir şey emretmedikçe anne hiçbir zaman haksız olmaz. Sen her dediğine peki dersen, Hazret-i Allah da senin günahlarına peki deyip geçiriverir. Daha doğrusu her iş Allah için olacak.

    Annem çok iyi bir kadındı. Bir gün odadan odaya geçiyordum; "Beni karşıla!" dedi, bana bir şey veriyordu. Anne dedim elim kirli. Bir an bile tereddüt etmeden; "Oğlum! Dikkat et! Alnın kirlenmesin... Elin kirini sabun yıkar, alnın kirlenirse hiçbir şey yıkamaz." dedi. Bunu bir an düşünmedi bana söyledi, çocuklarını böyle yetiştirdiler.

    Annem de çok hassastı. 18-19 yaşlarındaydım. Yatıyordum, annemin yaptıklarını aklımdan geçirdim. Yataktan kalktım, "Allah'ım böyle bir anne ve babadan beni dünyaya getirdiğinden Zât'ına sonsuz şükürler olsun." dedim.

    Bir gün de dedi ki: "Oğlum, bakıyorum, çok ibtilâ geliyor başına. Allah'ım ihtiyarlıkta sana rahatlık versin." Nimet içinde yüzdürüyor. Elhamdülillâh. Böyle bir anneydi. Duâsı makbul.

    Bir tek elması olsa onu yemezdi, misafire saklardı.

    Ona elimden gelirse kız gibi hizmet etmeye çalışırdım, üzmemeye, darıltmamaya. Çok çalışıyorduk. Zira; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

    "Cennet anaların ayağı altındadır." buyuruyorlar.

    Bizim mesleğimiz çok ağır. Eve geliyorum, Cuma banyosunu yapıyorum, yemeğimi yiyorum, Cuma namazımı kılıyorum, işe gidiyorum. Bir cuma günü geldim. Banyomu yapacağım, yemeğimi yiyeceğim, namaza gideceğim.

    Annem dedi ki:

    "Oğlum misafirler yeni kalktılar, gittiler. Şuraya otur. Ben senin suyunu ısıtırım, yemeğini yersin, namaza yetişirsin."

    İyi, güzel, ama nefis beni dürttü. Anneme hayır demedim. Ben gideyim az sonra gelirim. Gittim. Dükkânda çalışırken sayayı tuttum olduğu yerde deri koptu. Sübhanallah. Bu vaki değil. Hemen olduğu gibi bıraktım. Onun otur dediği yere gittim oturdum. Banyomu yaptım, yemeğimi yedim, cemaatle namazıma yetiştim.

    Ona derdim ki:

    "Anne! Hazret-i Allah Azrail Aleyhisselâm'ı senin en sevdiğin kimsenin suretinde gönderecek, ruhunu o alacak."

    O Yusuf'u çok severdi.

    Vefatına üç gün kala bir rüyâ görüyoruz.

    Masa şeklinde bir toprak var. Yağmur yağdı yağdı yağdı ve o toprak eridi kayboldu. Rüyânın çok mühim olduğunu hissediyoruz, fakat tabir edemiyoruz. Cenâb-ı Hakk'a sığındığımızda:

    "O toprak annendir, yağmur da rahmet-i İlâhiye'dir. Rahmet-i İlâhiye onu eritecek ve götürecek." buyuruldu.

    Mânevî durumu çok yüksekti, veli idi amma kendisi bilmezdi. Allah rahmet eylesin, çok güzel gitti.

    Vefatında evdeydim, başka kimse yoktu. Ramazan-ı şerif'in birinci günü vefat ettiler.

    Annem ahirete gitmek üzere son anlarını yaşıyor. İntikal edeceği sırada yanına çağırdı, bana dönerek dedi ki;

    "Oğlum! Sana duâ edeceğim ama nasıl duâ edeceğimi bilemiyorum. Allah'ım bütün iyiliklerini sana versin. Allah senden râzı olsun!"

    Şöyle bir düşündüm! Evet, bir annedir duâ yapar. Amma böyle duâ etmek akla gelmez. Bunun üzerine dedim ki;

    "Yâ Rabb'i! Sana şükürler olsun. Sen annemi tuttun, bunu söylettin sana sonsuz şükürler olsun."

    Hazret-i Allah hoşnut kalmış ki, yapacağı duâdan onu âciz düşürdü ve ona bu duâyı yaptırdı. Allah'ıma sonsuz şükürler olsun. Bu lütfun O'ndan olduğu apaşikâr meydanda. Çünkü bir insan birkaç noktayı sayar, fakat bütün iyilikleri saymasına imkân yok.

    Çünkü; "Hazret-i Allah bütün iyiliklerini ihsan buyursun!" deyince bunun ötesinde, üstünde bir şey olmaz. Bütün iyilikler O'nun kudret elindedir. O bütün iyilikleri sana verirse halka muhtaç değilsin.

    Annem ve babam bana büyük iyilikte bulundular. Beni Rabb'ime havale ettiler. Elhamdülillâh. Rabb'im de onların duâsını kabul etmiş olacak ki, hiçbir sıkıntı hayatta göstermedi.

    Onun için; "Allah'ım indinde kabul olunmuş zerre kadar ibadetim varsa bana lütufta bulunduğunun hepsi annemin ve babamın olsun. Allah bana yeter." diyorum. Yeter ki onlar zengin olsun.

    Yeni intisap ettiğimiz günlerde idi. Halk Hazret-i Allah'a yönelişimizi tuhaf karşıladı. Çevredeki insanlar nihayetinde anneme gittiler ve dediler ki: "Bu çocuk deli olacak, bunu bu yoldan al!"

    Fakat Hazret-i Allah'ın tuttuğunu kul koparamıyor. Annem'e rica ettim. Efendi Hazretleri'ne; "Gidiver, bakıver, ziyaret ediver, dönüver!" demiştim. Ablamı yanına alıp, elinde reçel kavanozu olduğu halde gitti.

    Efendi Hazretleri'nin yanına girmeden reçel kavanozunu dışarıda kapının önüne koymuşlar ve öylece huzura girmişler, anneme kardeşim Yusuf'u ve bizi kastederek şöyle buyurmuş;

    "Allah-u Teâlâ sana hediye olarak iki çocuk verdi, onların ikisi de bir dükkânda çalışıyor."

    Tam çıkarlarken de; "Kapının arkasındaki reçel kavanozunu unutma!" buyurmuşlar.

    Efendi Hazretleri, annemi hiç görmemişti, fakat Allah-u Teâlâ'nın bildirdiğini bildirmek istiyordu. Levh-i mahfuz'a bakardı da konuşurlardı.

    Cenâb-ı Hakk'a sonsuz şükürler olsun.

    Bazen diyorum; Allah'ım sana şükürler olsun, böyle bir anne, böyle bir baba verdin. Sana sonsuz şükürler olsun!

    Allah'ım nur etsin, nurûn alâ nur etsin.

     

    Ticarî Hayatları:

    Teyzem çok evvel Düzce'ye gelmişti. Biz de onun dâveti üzerine geldik. Hemşiremiz Zonguldak'ta idi. Onun yanına gittim, bir müddet orada çalıştım. Düzce'de her ne kadar çalıştıysam da tekâmül etmiş değildi, sanatı Zonguldak'ta öğrendim. Orada sanatı tekâmül ettirince, kısa bir sıkıntıdan sonra Cenâb-ı Hakk nasip etti, 16 yaşında Düzce'de dükkân açtım. 17 yaşında İstanbul'a ticaret için giderdik.

    Düzce'de her ne kadar iyi ayakkabı yapılıyorsa da daha iyisi yapılmaya başlayınca rağbet bulduk. O rağbet bana şöhret getiriyordu. Kadın ayakkabısı yapardık, çizme yapardık. Uzak uzak yerlerden gelirlerdi, körüklü çizme yaptırırlardı.

    İntisaptan sonra Efendi Hazretleri hâli bir lisanla; "İşini küçült!" dediler. Çok kalfa çalışıyordu. Ankara'dan, İstanbul'dan kalfalar toplardık. Onlar çalışırdı. Çok parlak işimiz vardı, çok büyük teşkilatımız vardı, dükkânda değil, evde dahi tezgâhlar vardı. O büyük işi dağıttık. Yavaş yavaş hepsini söndürdük. Yetecek kadar çalışıyorduk, son noktaya kadar azalttık, bir tek çırak kaldı.

    Eğer Cenâb-ı Hakk beni muhafaza etmeseydi apartmanlarım olurdu. Niçin? Öyle bir zaman geldi ki 5 kuruşluk basma 5 liraya çıktı. Bizden sonra açanlar çok zengin oldu.

    Bolu'dan bir arkadaş geldi; "Buraya bir kavafiye açalım" dedi, "Mehmet! Ben emir almadan bir şey yapmam!" dedim. Sonra izin isteyince "Hayır!" dediler.

    Allah'ıma şükürler olsun ki beni zenginlikten korudu. Zengin yapmadı. O'nun zenginliği hepsinden üstün. O'nun koruması ile kurtulduk. O zamanlar para çok kıymetliydi, çok kıttı. Bir abaza; "Bizim köyde bir kişi bir ayakkabı aldımı bütün köy onu giyerdi" demişti. Herkesin yamalı pantolonu vardı. Bir elbise 25 lira, giyen çok azdı. Ayakkabı 4-5-6 lira idi. Yoktu.

     

    Dedeleri:

    Dedemizi tanımıyoruz. Annem onun hakkında:

    "Keramet sahibi bir veli idi." demişti.

    Babamın da veli olduğunu, babamın babasının da veli olduğunu şöyle anlatayım.

    Bir bina yapılıyormuş, ustalara su lâzım olmuş bulamamışlar. Allah-u Teâlâ'ya sığınarak: "Ak!" demiş, merdiven gibi bir yerin arkasından su çatlamış ve akmaya başlamış. Su akmış amma, o da vefat etmiş. Keramet izhar edince vefat etmişler.

    Kendisine kıyametin ne zaman kopacağı ile ilgili bir soru sorulduğunda da:

    "Çocuklara daha siyah önlük giydirmediler!" buyurmuşlar.

    Tâ o zaman, bu zamanda yapılacak olan, işlenecek olan hadiseyi haber vermişler...

    Allah'a sonsuz şükürler olsun! Gerek anadan, gerek babadan iyi bir soydan meydana getirdi.

     

    Anne Tarafından Dedeleri:

    Annemizin babası Said Efendi idi. Kendisini hayal-meyal hatırlarız. Uzun boylu ve âlim, fâzıl bir zât idi. Aynı benim gibi ayağı sakattı.

     

    Şeyh Ahmed Efendi-Kuddise Sırruh- Hazretleri:

    Anne tarafından dedemizin babası idi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in neslinden olan Şeyh Ahmed Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri, Medine-i münevvere'nin hem şeyhi, hem de şâhı idi. Oranın en büyük ulemâsındandır. Medine'nin yarısı onunmuş. Bir kabile ile Türklerden izin almadan harp ettiği için onu iki seneliğine Yugoslavya'nın Taşlıca şehrine tayin etmişler.

    Her gittiği memlekette bütün dükkânlar kapanır, iştirak ederler, uğurlarlar, ondan sonra dükkânlar açılırmış. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in aslından olduğu için herkesin derin bir sevgi ve saygısını kazanmıştı.

    Günü bitmiş, Medine-i münevvere'ye dönerken Yenipazar'da hastalanmış ve orada vefat etmiş. Onun orada gömülmesi halk arasında büyük bir memnuniyet uyandırmış. Yıkama esnasında yabancı kişilerin gelip yıkadığı ve güzelce kefenledikleri söylenir. Bu meyanda iki çocuğu orada kalmış.

    Şeyh Ahmet Efendi, Medine-i Münevvere'ye dönüş yolculuğunda Yenipazar'a geldiğinde Amir Ağa'nın hanında konaklamışlar. Burada hastalanıyorlar. Burnundan kan geliyor. O esnada bayılmamak için duvara tutunuyor ve orada vefat ediyorlar.

    Tutunduğu duvar kan olmuş. Daha sonra o kanı yıkamışlar çıkmamış, boyamışlar, sabah baktıklarında kan lekesi tekrar duruyormuş. Halk bunu bilir, tâ ki duvar yıkılana kadar o iz kalmış.

    Hatta Medine-i münevvere'nin yarısı; "Gelin bu çocukların hakkını alın!" demişler, hanımı çocukları elinden alınır diye gitmemiş ve "Ben bir şey istemiyorum bu çocukları da vermem!" demiş.

    Çanakçı Emin Efendi ondan şöyle bahsetmişti:

    "Uzun boylu bir zâttı, kerameti de âşikârdı. Nerede bulunursa bulunsun, sara tutan çocukları ona getirirlerdi. O cüsse ile iki ayağıyla çocuğun karnına basardı ve bir Ezân-ı Muhammedî okurdu. Çocuğu kaldırır götürürlerdi. Bir daha o çocuğu sara nöbeti tutmazdı. Onun için o zât, çok âli bir zâttı."

    Teyzem anlatırdı, hanımı onun kalbindeki zikrullahı gece duyuyormuş. Arapların en asil soyundandı. Biz de onun torunu oluyoruz, soyum buradan geliyor. Fakat bu ilâhi veriş, kime ne verdiyse.

    Muhyiddîn İbn'ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü'l- Mekkiyye"nin 18. Bâb'ında yer alan bir ifşaatında, Hâtem-i velâyet'in Araplar arasından seçilecek en şerefli bir kimse ile gerçekleşeceğini haber verdiği sülâle, bu sülâledir.

    Buyururlar ki:

    "Velâyet-i Muhammedî'nin Hâtem'i bu Arap soyundan bir kişidedir ki, o bu milletin en asillerinden bir zâttır." (s.214)

    "İşte bu sona getirecek ve bizim beklediğimiz Mehdi değildir. Bu ancak kendi ehl-i beytinden olacak birisidir." (s.216)

    Muhyiddin-i İbn'ül Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh-Hazretleri'nin "Hatm'ül-Evliyâ" kitabında sorduğu sorulardan onüçüncüsü olan "Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Hâtem'ün Nübüvvet'e hak kazandığı gibi, Hâtem'ül Evliyâ olmaya kim hak kazanmıştır?" sorusuna şu cevabı vermiştir:

    "Buna hak kazanan, ceddine (yani Muhammed Aleyhisselâm'a) çok benzeyen bir kimsedir. O Arapça'yı pek iyi konuşamaz, fakat ahlâkı hususunda ondan farklı da olmaz. O, orta boylu erlerdendir. Mülkün dönemi onunla biter ve velâyet onunla hatme erer." (El-Cevab'ül Müstakim)

     

    Kardeşleri Yusuf Efendi:

    Biraderimin mânevî durumu çok yüksekti, onun hâli bambaşka idi. Yaratılıştan dervişti, çok sakindi, sâlimdi. Ahlâkı çok güzel ve çok merhametliydi.

    Yola çıkardı, meselâ İstanbul'a giderdi, hep oruç tutardı. Tarif edilemeyecek bir durumu vardı.

    Rahmetli Mühürcü Hakkı ona:

    "Senin abin derviş amma, senin yaratılışın derviş!" dermiş.

    Mühürcü Hakkı çok eski bir derviş idi, Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in zamanında bulunmuştu, Efendi Hazretleri'nin kerimesi Rukiye Hanım ile evli idi.

    Kardeşimin o kadar hoş hâli vardı ki; tüccarlık yapardı, malını çalarlardı, görürdü; "Abi ben görüyorum amma nasıl söyleyeyim?" derdi.

    On altı yaşlarında iken en yakın arkadaşı bıçakladı. Eceli de o sebeple imiş. Yaralandıktan sonra biraz yaşadı amma soğuk aldı ve vefat etti. Şehâdet rütbesinin en yükseğini Cenâb-ı Hakk ihsan etti. Cenâb-ı Hakk çok sevmiş.

    Vefatından sonra ilk gece âlem-i mânâda hiç biçilmemiş siyah bir kumaş gördük.

    "Allah-u Teâlâ bunu Yusuf'a otopsi olduğu için hediye etti." denildi.

    Kürtzâde Müftü Efendi vardı, her rüyâyı değil de bazı rüyâları tabir ederdi.

    "Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en yüksek makama çıkarken siyah sarık sarardı. Allah-u Teâlâ'nın şehâdetin en yükseğini ihraz ettirdiğine delâlettir. Siyah kumaş şehâdet mertebesinin en yükseğine alâmet." dedi. Hazret-i Allah şehâdet makamını lütfedip ihraz ettirdi. Onun durumu çok yüksekti.

    Onun için makamı çok âli, babamdan da üstün. Annemin de makamı çok üstün amma tahmin ediyorum kardeşimin makamı daha üstün. Amma annemin de makamı çok üstün, çok üstün. Ne zaman görürsem ya Efendi Hazretleri'nin bahçesinde ya evinde görüyorum. Bunun makamını Allah-u Teâlâ çok âli kılmış, bambaşka.

    Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri onu çok severdi."Cenâb-ı Allah'ın bir hediyesi" olarak vasıflandırırdı.

    Kardeşimin Efendi Hazretleri'ne çok ilgisi, bağlılığı ve sevgisi vardı. Soğuk aldıktan sonra hastaneye kaldırdık. Yanında bulunurken, Efendi Hazretleri'ni ziyaretine gideceğimi söyledim.

    "Aman abi! Efendi Hazretleri'nin yanına gidiyorsun, seni onun için bir öpeyim!" dedi.

    Efendi Hazretleri mânen onunla çok ilgilenirdi. Bir gün huzuruna gittim. "Nasıl?" diye sordu. İyi olduğunu söyledim. Vefat etmeden bir gün evvel anneme: "Ben yarın gidiyorum!" demiş.

    Hastanede daima yanında oturuyorduk. Bütün akrabalarla, tanıdık komşularla bir bir görüşüyor, bir taraftan da bizimle râbıta kuruyordu. Hem onlarla konuşuyor, hem de bizimle ilgileniyordu. O meyanda tamamen kendinden geçti, gözlerini kapattı. Sonra ellerini kaldırdı, duâ etti. Amma o anda hiç kendinde değildi. O kadar zayıflamıştı ki, kendinde olsaydı ellerini kaldıracak durumda değildi.

    Duâ etti amma, ne duâ ettiğini bilmiyoruz. Gözlerini kapadı. Ellerini yüzüne sürdü ve gayet kuvvetli bir şekilde: "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve rasûlühu... Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resulullah" dedi. Arkasından "Allah... Allah..." dedi.

    Üçüncü olarak "Allah" diyeceği sırada bize mânen suâl sordular:

    "Döndürelim mi?" O anda:

    "Hayır!" dedik, ellerimizi de gayr-i ihtiyârî kaldırmış olduk.

    Etrafın nazar-ı dikkatini çekti mi diye de baktık, fakat kimse farkında değildi. Üçüncü olarak "Allah!" derken ruhunu teslim etti. Onun o anda gitmesini istedik ki, bu an belki bir daha gelmez. O ana kadar irtibatını kesmedi.

    Allah-u Teâlâ murad ettiğini dilediği gibi yapıyor. Kabirde de böyledir, mahşerde de böyledir. Yürüttüğü kimseler, O'nun lütfu ile yürüyor. O zaman insan kendinden sıyrılıyor.

    O an beni de imtihan ediyorlar. Görüyorum gidiyor; "Döndürelim mi?"

    "Hayır!" dedim, bir daha bu saadeti nereden bulacak? En sevdiğim dahi olsa hayır!

    Kabre koymak için indiğimde hiç ömrümde görmediğim parlak sinekler gördüm. Hayatta hiç görmediğim pırıl pırıl yeşil sineklerle tüm kabir doluydu. O kadar çoktu ki kabri doldurmuştu. Onlar gayb âleminden gelenlerdi. Allah'u âlem meleklerdi.

    Onun ahiretteki durumunu arz edeyim:

    Bir gün onun yatış şeklini gösterdiler. "Tül" dediler fakat dünya tülü değildi. Baktık tül içine gömülmüş görünmüyor, yüksek bir tül içinde yatıyor. Çocuk karyolası gibi, onun büyüğü, yüksek, Cennet-i alâ'nın tülünün içinde yatıyordu. Dünya tülü o tülün yanında paçavra bile olamaz.

    Onun durumu bambaşka idi. Onun rütbesi çok âli, Cenâb-ı Hakk şehâdetin en yüksek derecesini ihsan etmiş. Allah rahmet eylesin.

     

    Hemşiresi Remziye Hanım:

    Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin ablası Remziye Hanım, kendi halinde, halim, selim, ihlâslı, iffetli bir insandı. Kimseyle çekişmezdi, dedikodusu yoktu.

    Efendi Hazretlerimiz'in bilhassa Hacc tavafı esnasında okunmasını tavsiye buyurdukları;

    "Allahümme hâlisan halisâ, muhlisan sıddîkan Muhammedü'r-Resulullah velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil âzim."

    Salâvât-ı şerif'esi hakkında;

    "Hemşireme sabah namazları geldiler ve bunu öğrettiler." buyurmuşlar, "Allah'u âlem öğretenler melekti!" demişlerdi.

    Zât-ı âlilerine ablasının hastalandığı haberi verildiğinde, Remziye Hanım'ı vefatından kısa bir süre önce Efendi Hazretlerimiz ziyaretine gitmişlerdi. Bu hususu şöyle nakletmişlerdi:

    Bir gün dediler ki; "Ablan hastalandı." Düzce'ye gittim. Ona lâzım gelen sözü söyledim. Sonra oturdum. Bana mütemadiyen "Kardeşim! Duâ et! İmanla gideyim. Duâ et! İmanla gideyim. Nurundan seni göremiyorum" diyormuş. Fakat benim kulağım ağır işitiyor, duyamıyorum. Oradakilere demiş ki; "Ben bakacağım ama nurundan onu göremiyorum. Fakat hiç olmazsa sesimi duyurayım."

    Sonra bana dediler ki, bunu niyaz ediyor: "Kardeşim duâ et, imanla gideyim. Fakat ben onu nurundan göremiyorum."

    Nur Allah'tan gelir. O nurlandırırsa nur olur. Mahlûkun hükmü yoktur.

    Rahmetli ablası Remziye Hanım, anneleri Çelebiye Hanımefendi'den duyduğu bir hatırayı şöyle anlatmıştı:

    "Annem, Hacı Efendi'nin çocukluğundan bahsederken;

    'Geceleri uyanıp kalktığımda ne zaman Ömer'in yanına gidip baksam Ömer'i yatağında secde eder vaziyette uyurken bulurdum. Bütün çocukluğu böyleydi!' dedi."

     

    "Selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullarına."
    (Neml: 59)

     

    "Selâm olsun hidayete tâbi olanlara!"
    (Tâhâ: 47)