Allah-u Teâlâ’ya iman eden ve fakat zâhirde olanların üç derecesi vardır:
1. Derece; İman eder, şehâdet getirir.
2. Derece; “Allah var, yukarıda, göklerdedir.” der.
3. Derece; “Allah var, Arş’tadır, oradan mülkünü ve yaratıklarını yönetiyor.” der. Onların kafası oraya saplandı, ötesini göremiyor. Onların Allah-u Teâlâ’dan bu kadar uzak olduklarının derece ve alâmetidir bu.
Bu derece, zâhirî ilim erbâbının anlayacağı bir tâbirdir ve zâhirî ilmin son merhalesidir.
Zâhirî ilmin bu son merhalesi, mârifetullah ilminin ilk basamağıdır.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki: “Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” (K. Hafâ: 2/130)
Ancak ona duyurduğu kadarını bilir. Hakk’ı bilenler bunlardır.
Zira;
“Evvel O, Âhir O, Zâhir O, Bâtın O...” (Hadid: 3)
O’ndan başka bir mevcut yok ki... Vücud O, mevcud O...
Bu Âyet-i kerime’yi okuyabilen bir kimse, hem “O” olduğunu, hem her şeyin “O’ndan” olduğunu ilmel-yakîn de olsa, gayet rahat bilmiş olur.
Bütün yaratıkları;
“Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, sözümüz ona ancak: ‘Ol!’ dememizden ibarettir. O da derhal oluverir.” (Nahl: 40)
Âyet-i kerime’si mucibince “Ol!” emrinden ibarettir, o da hemen oluverir.
Allah-u Teâlâ’nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi bir tek andır.” (Kamer: 50)
O; bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. “Ol!”dediği şey kaçınılmaz olarak var olur. Az da, çok da O’nun kudreti yönünden birdir.
Bir insan İhlâs sûre-i şerif’ini okuyabilirse;
“De ki: Allah bir tektir. Allah Samed’dir.” (İhlâs: 1-2)
Dediği zaman başka bir şey görmez. O Ehad’dır, başka bir şey yok. Olanlara “Ol!” diyor oluyor, “Öl!” diyor ölüyor, hiçbir şey kalmıyor. Yine O var.
O Ehad’dır, yarattığı her şey O’na muhtaçtır. Bunun hakikatı bilinmediği için kelimeden ibaret kalıyor. Kelime biliniyor, O bilinmiyor. Var olan yalnız O’dur, Ehad yalnız O’dur, başka Ehad yok. Bütün varlıklara “Ol!” demekle bir sûret, bir şekil vermiş ve var etmiştir. Yer görülüyor, gök görülüyor, insan görülüyor. Murad ettiği gibi tecelli etmiş, bir suretle görülüyor. Amma O’ndan başka Ehad yok. Olanlar O’nunla var olmuştur.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara: 255 - Âl-i imran: 2)
O öyle bir Allah ki, Allah’tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcud vardır. Her şeye hayat veren O’dur, her şey O’nunla kâimdir.
Arşırahman da böyledir. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’yı bu mülkün içinde aramak veya arşta zannetmek zan ilminden ibarettir.
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu ve bildirdiği kimseler, bu gerçekleri göre göre bilirler. Ve fakat bu gerçekleri bildirmeleri mümkün değildir. Zira gerek ilim gerek akıl o noktada olmadığı için kavranması mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ hem yaratıyor, hem donatıyor. Her şey O’nunla kâimdir. Yaratmayı ve donatmayı O’ndan başka yarattıkları yapabilir mi? Hayır yapamaz! O halde vücud O, mevcud O...
Yaratılanları “Ol!” emriyle yarattı, herşey O’nun varlığı ile kâimdir. Her görünen şey maskedir, insan da böyledir, kâinat da böyledir. “Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fâtiha: 1)
O, bütün âlemlerin Rabbidir. Âlemleri yoktan yarattığı için O’na “Rabbül-âlemîn” denilmiştir. Bütün âlemleri yaratan, terbiye eden, her şeye şekil veren Allah’tır.
“Mânevî arş” mı büyük, “Arşırahman” mı büyük? Bunu ancak Yaratan bilir.
“Allah-u Teâlâ Arş’tadır.” diyenlerin bu sözü söylemeleri, Allah-u Teâlâ’dan ne kadar uzak olduklarını gösterir.
Zâhirde kaldıkları ve içe nüfuz edemedikleri için böyle söylemektedirler.
“Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır.” isimli kitabımızda şöyle geçmişti:
“Zâhirî âlimler kalp kapısında nakış yapar, caminin kapısındadırlar. Zâhirde kaldığı için kendisinin allâme olduğunu zanneder.
Hakikata alınanlar kalbin içine nüfuz etmiştir, caminin avlusundadır.
Mârifetullah ehline gelince, onlar camiye alınmışlardır. O Hakk’ı bulmuştur. Hakk iledir.” (sh: 536)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” buyuruyor. (Kaf: 16)
O Allah-u Teâlâ’nın lütuf tecelliyatına mazhar olmuş, içinde olduğunu, ona ondan yakın olduğunu gözü ile görüyor. Niçin? Allah-u Teâlâ ile baktığı için.
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Her zerrede Fâil-i mutlak’ın fiilleri vardır, yani her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Onun için her şeyden her şeye yakın, insan göremiyor. Bunu bilen Allah-u Teâlâ bildirdiği için bilir, gösterdiği için görür.
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
İşte gören yalnız bunlardır.
Bu da üç ayrı tecelliyat ile bilinir:
“İlmel yakîn” olanlar okur, bilir. “Aynel-yakîn” olanlar, böyle olduğunu hissederler. Bunlar avluya girenlerdir.
“Mukarreb olan sıddıklar” ise Allah-u Teâlâ’yı hem görürler, hem bilirler.
Mârifetullah ehli olanlar Hakk’ta fâni oldular, Fenafillâh’a erdiler.
Hakk’ı gören kendini görmez. Kendini görmediği gibi, bütün yaratıkları da görmez.
Nitekim Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Hazretleri:
“Ben Allah’ımı gördüm, başka bir şey görmedim.” buyurmuşlardır.
Sıddıklar neden enbiyâdan sonra geliyor? Zira onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın mirasçısıdırlar, vekilidirler. Hem mukarreb sıddık, hem de şehittirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir kimse âşık olursa, ölürken şehitler zümresine karışır.” (Münâvi)
Aynı zamanda ilmi Hakk’tan aldıkları için en doğruyu, en güzeli bilirler. Hakikat ile dalâletin arasını da onlar bilir ve bilerek berzah koyar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhârî)
Resulullah Aleyhisselâm’ın vekili olduğu için, onun nâmına, onun yerine kâimdir.
Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu ve olmadığı şeyleri en iyi bilen onlardır. Allah-u Teâlâ’ya ulaşabilmek için onlar onun rehberidirler. Bilirler ve bildirirler. Rehber-i sâdık’tırlar.
Zâhirî âlimler zan üzerindedirler. “Bu mu doğru, bu mu doğru?” Onlar, ilmi halktan alırlar.
Mukarreb sıddık olanlar hak üzeredirler, bunlar ilmi doğrudan doğruya Hakk’tan alırlar.