Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - Ömer Öngüt Görüşleri Sözleri Kitapları Düşünceleri Yazıları Eserleri
Kalblerin Anahtarı Külliyatı
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Tasavvuf, insanın süflî hayattan ulvî hayata ve yüksek kemâlâta ulaşabilmesini; nefsini kötü duygu ve huylardan, hayvânî sıfatlardan arındırarak ahlâkını düzeltmesini, zâhirini ve bâtınını nurlandırmasını sağlayan mânevî bir disiplindir. Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir.

Peygamberlerin İmtihanı

PEYGAMBERLERİN İMTİHANI


Hiçbir peygamber yoktur ki imtihandan geçmemiş olsun. Allah-u Teâlâ o sevdiği seçtiği peygamber kullarından her birini çeşitli şekillerde imtihanlara tâbi tutmuştur. Kimisi kavmi tarafından hüsn-ü kabul görmeyip yalanlanmış, alay edilmiş, hakaret ve işkencelere mâruz kalmış; Davut ve Süleyman peygamberler gibi kimisine bol nimetler verilmiş; Eyyub Aleyhisselâm gibi kimisini de sıkıntı ve ıstıraplarla imtihan etmiştir.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler, sizin başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?

Başlarına öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi, öyle sarsıldılar ki, nihayet peygamber ve beraberindeki müminler: ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ demişlerdi. Biliniz ki Allah’ın yardımı çok yakındır.” (Bakara: 214)

Onlara verdiği bu ibtilâ ve mihnetleri onlara gazap ettiği için değil, bir iyilik ve bir mükâfat olarak bahşetmiştir. Onlar ise o ibtilânın içine ne gibi bir cevher yerleştirildiğini çok iyi bildikleri için, bir ibtilâ ile karşılaştıklarında hiç şikâyet etmemişler, son derece haz duymuşlardır.

Allah-u Teâlâ bir peygamberi gönderirken birçok hediye-i ilâhî ile gönderir. Havsalanın dahi alamayacağı nimetlerle, rızıklarla, feyiz ve bereketlerle gönderir. Bütün insanların rızıklanmasına vesile olurlar. Fakat insanlar bunu bilmez.

O emanet-i ilâhî’yi taşıyan her peygamber, o yükün altında inler, ibtilâların her çeşidine maruz kalır, her türlü hakarete uğrar.

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Resulüm! Senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler. Nihayet yardımımız onlara yetişti.” (En’am: 34)

Ona bütün bunlar revâ görülmesine rağmen, o ise ilâhi hediyeleri ile geldiği için hediye-i ilâhi’yi nasipdar olanlara ulaştırmayı arzu eder. Bütün güçlüklere, ezâ ve cefalara katlanır.

Âyet-i kerime’de şöyle söyledikleri beyan buyurulmaktadır:

“Bize yollarımızı gösteren Allah’a niçin güvenmeyelim? Sizin bize ettiğiniz eziyete elbette katlanacağız.” (İbrahim: 12)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir.” (Tirmizi)

Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:

“Mükâfatın büyüklüğü, ibtilânın büyüklüğü nisbetindedir.” (Tirmizi)

Ashâb-ı kiram’dan Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh- der ki:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- humma hastalığından yatakta iken yanına girdim. Elimi onun üzerine koyunca, hararetini örtünün üstünde ellerimle hissettim ve:

‘Yâ Resulellah! Ateşinin hararetine hayret ederim.’ deyince:

‘Biz (peygamberler) böyleyiz. Bizim için ibtilâ kat kat fazla olur ve sevabı da bizim için (bu derecede) kat kat fazla olur.’ buyurdu.

‘Yâ Resulellah! Hangi insanlar en şiddetli ibtilâya uğrarlar?’ diye sordum.

‘Peygamberler.’ buyurdu.

‘Onlardan sonra kimlerdir?’ diye sordum.

‘Sonra sâlih insanlardır. Onlardan herhangi biri fakirliğe cidden öyle mübtelâ olur ki, büründüğü abadan başka hiçbir şey bulamaz ve biriniz mutlulukla sevindiği gibi onlardan herhangi birisi ibtilâya uğramakla cidden sevinir.’ buyurdu.” (İbn-i Mâce: 4024)

 

Resulullah Aleyhisselâm Ve Tâif Yolculuğu:

Kureyşliler Resulullah Aleyhisselâm ve müslümanlar üzerindeki zulüm ve baskılarını kat kat artırdılar. Bunun üzerine yanına evlâtlığı Zeyd bin Hârise -radiyallahu anh-i alarak Mekke devrinin onuncu yılında Şevval ayında, Mekke’ye iki günlük mesafe olan Tâif şehrine gitti. İslâmiyet’i oralarda yaymayı düşünüyordu.

Tâiflilerle Mekke halkının büyük dedeleri Mudar olduğu için bir sülâleden idiler. Fakat aralarında rekabet vardı. Bu rekabet Resulullah Aleyhisselâm’a ümit veriyordu.

Tâif, bağlık bahçelik bir yerdi. Orada bulunan Sakîf kabilesi putlara tapıyorlardı. Onları İslâm’a çağırmak ölüme gitmek demekti. Fakat o tebliğ görevini yerine getirmek istiyordu. Tâif’de on gün kaldı, oranın ileri gelen eşrâfını çağırtarak onlarla konuştu. Kendisinin Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu arzederek Allah’a imana dâvet etti. Fakat hiçbiri müslüman olmadıkları gibi, kaba ve ters sözlerle teklifi reddettiler. Gençlerin müslüman olmalarından korktular. “Allah peygamber göndermek için senden başka kimse bulamadı mı?” dediler. “Kavmin senden nefret etti, onlar sözlerini kabul etmeyince bize geldin. Vallahi biz de kavmin gibi senden kaçınır, seni reddederiz!” dediler. “Memleketimizden çık git, nereye gidersen git!” dediler. En çirkin bir red ile ilâhî dâveti reddettiler.

Alay etmekle başladılar, işi çirkin hakaretlere kadar vardırdılar. Onu Tâif’ten çıkarmaya mecbur etmekle kalmadılar, içlerinden bir takım ipsiz, ayak takımından kimseleri kışkırtıp musallat ettiler. Onlar da yolun iki yanına sıralanıp taş ve sopalarla saldırdılar. Bağırıp çağırıyorlar, küfürler yağdırıyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm’ın mübarek ayakları ve topukları kan içinde kalmıştı. Dermansız düşüp oturdukça zorla kaldırıp yürüttüler, taşlamaya devam ederek gülüşüp eğlendiler. Evlatlığı Zeyd bin Hârise -radiyallahu anh- de kendisini korumak için çaresizlik içinde vücudunu ona siper ediyordu. Onun da başı yarılmış, ayaklarından kanlar akıyordu.

Resulullah Aleyhisselâm nihayet yorgun ve bitkin bir halde Rebiâ’nın oğulları Utbe ve Şeybe’nin yol üstündeki bağına sığınarak tâkiplerinden kurtuldu. Onlar da çekip gittiler.

Üzgün ve bitkin bir halde bir asmanın gölgesinde biraz dinlenip sükûnet bulduktan sonra ellerini semâya kaldırdı, şöyle ilticâ ve niyazda bulundu:

“Ey Allah’ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halkın nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arz ve şikâyet ederim.

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği biçârelerin Rabbi sensin, benim Rabbim sensin. Sen beni kötü huylu yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğin akrabamdan bir dosta bırakmayacak kadar bana merhametlisin.

Ey Allah’ım! Senin gadabına uğramayayım da, çektiğim belâ ve sıkıntılara hiç aldırmam. Fakat senin af ve merhametin bana bunları göstermeyecek kadar geniştir.

Ey Allah’ım! Senin gadabına uğramaktan, rızândan mahrum kalmaktan, sana senin o karanlıkları aydınlatan dünyâ ve âhiret işlerini yoluna koyan ilâhî nuruna sığınıyorum.

Ey Allah’ım! Sen hoşnud oluncaya kadar affını dilerim.

Ey Allah’ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir.”

Rebia’nın oğulları Utbe ve Şeybe, Sakiflilerin yaptıklarını görmüşlerdi, ona revâ görülen bu kötü muameleye üzüldüler. Aradaki akrabalık ilişkisi, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gayrete getirdi. Hıristiyan köleleri Addas ile bir salkım üzüm gönderdiler. Resulullah Aleyhisselâm, kendisine üzüm getiren köleye İslâmiyet’i anlatarak müslüman olmasını sağladı.

Daha sonraları buraya bir mescid yapılmıştır.

 

İbrahim Aleyhisselâm’ın Oğlu İle İmtihanı:

Allah-u Teâlâ’nın halili İbrahim Aleyhisselâm’ın dillere destan olan imtihanını hiç düşündün mü?

Hadis-i şerif’te bildirildiğine göre İbrahim Aleyhisselâm Burak ile bir günde Şam’dan Mekke’ye gelip giderdi. (Buhari)

Bu ziyaretlerin birinde Mekke’de iken bir rüyâ gördü. O gün Zilhicce’nin sekizinci günü idi. Rüyâsında Allah-u Teâlâ ona ilk ve tek oğlu olan İsmail’i kurban etmesini emrediyordu. Önce bu rüyânın Rahmâni olup olmadığında tereddüt etti. O güne bundan dolayı “Terviye günü” denilmiştir. Zilhiccenin dokuzuncu günü aynı rüyâyı tekrar görünce, rüyânın rahmâni olduğuna dair, yavaş yavaş kendisinde bir kanaat hasıl olmaya başladı. Bunun içindir ki bu güne “Arefe günü” denilmiştir. Onuncu günü tekrar aynı rüyâyı görünce, artık bunun kat’i bir emir olduğunu anladı. Oğlunu kurban etmeye karar verdiği için de o güne, kurban günü mânâsına gelen “Yevm-i Nahir” denilmiştir.

Allah-u Teâlâ Halil’inin tam bir teveccüh ve teslimiyet içinde olduğunu, onun Allah için her türlü fedâkârlığa katlanabilen numune bir insan olduğunu göstermek için çok ağır bir imtihana tâbi tutuyordu. Şu kadar var ki büyük bir imtihan olduğu için bu emri bir defada ve kesin bir şekilde indirmemiş, arka arkaya rüyada göstermek suretiyle tedrici olarak beyan buyurmuştur.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Çocuk kendisiyle beraber yürüyüp gezecek çağa erişince ‘Ey oğulcuğum! Rüyada ben seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin?’ dedi.” (Saffat: 102)

İsmail Aleyhisselâm babasının bu teklifine hiç tereddüt etmeden teslimiyet içinde cevap verdi:

“Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (Saffat: 102)

Oğlunun bu derece metin olduğunu ve en kıymetli sermayesi olan canını bile Allah için seve seve verebilecek bir durumda olduğunu gören İbrahim Aleyhisselâm son derece memnun olmuştu.

“Her ikisi de Allah’ın emrine ram oldular.” (Saffat: 103)

Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, sıra emrin icrasına gelmişti.

Beraberce Minâ denilen mevkiye vardılar.

Ciğerparesini bağrına bastı, öptü öptü, yüzükoyun yatırarak Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmeye hazırlandı. Bu şekilde yatırmasının sebebi, oğlunun yüz ifadesini görüp şefkatinin ağır basması dolayısıyla Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirememe korkusuydu.

Nihayet vedâlaştı ve bıçağı boğazına çalmaya başladı. Birkaç kere çaldı ise de bıçak kesmedi. Tekrar tekrar çaldı, fakat yine kesmedi. Her defasında bıçağın ağzı geri dönüyordu.

Nefeslerin kesildiği bir anda emr-i ilâhi geldi.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Babası oğlunu alnı üzerine yatırınca biz ona: ‘Yâ İbrahim!’ diye seslendik. Rüyâna sadâkat gösterdin, işte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız.” (Saffat: 103-104-105)

Baba ve oğul tarafından kulluğun en mükemmel numunesi ortaya konulmuş oluyordu.

İnsan havsalasının alamayacağı, kelimelerle ifade etmeye gücü yetmeyeceği bu hadise hakkında Âyet-i kerime’de:

“Bu gerçekten apaçık bir imtihandı.” buyuruluyor. (Saffat: 106)

Öyle bir imtihan ve ibtilâ ki, büyüklüğü apaçık meydandadır.

İbrahim Aleyhisselâm bu ilâhi nidâyı işitince etrafına baktı. Bir de ne görsün! Gözleri sürmeli, boynuzlu bir koçla Cebrail Aleyhisselâm semâdan doğru geliyor.

Âyet-i kerime’de:

“Biz oğluna bedel olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.” buyuruluyor. (Saffat: 107)

İbrahim Aleyhisselâm koçu kurban ederek Allah-u Teâlâ’ya hamd ve senâsını, şükranlarını arzetmiştir.

Allah-u Teâlâ o zamanda İbrahim Aleyhisselâm’a yaptığı in’am ve ihsanla kalmamış, kıyamete kadar nesiller ve çağlar boyunca hatırasının anılacağını Âyet-i kerime’sinde haber vermiştir:

“Sonra gelenler arasında ona iyi bir ün bıraktık.” (Saffat: 108)

Müminlerin, hayvanlarını Allah için kurban etmeleri bu teslimiyet hadisesini kıyamete kadar canlı tutmaktadır.

Teslimiyet imtihanını lâyıkıyla veren İbrahim Aleyhisselâm:

“Bizden selâm olsun İbrahim’e!” (Saffat: 109)

İltifât-ı ilâhi’sine mazhar olmuştur.

Böylesi bir imtihanı başarı ile verdikleri için, her ikisi hakkında da:

“İşte biz muhsinleri böyle mükâfatlandırırız.” buyurulmuştur. (Saffat: 110)

İbrahim Aleyhisselâm çok büyük olduğu için çok büyük imtihanlara çekildi. Bütün imtihanları başarı ile kazandı ve Allah-u Teâlâ’nın çok büyük ihsanlarına nâil oldu.

Bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Bir zamanlar Rabbi İbrahim’i bir takım kelimelerle (emirlerle) imtihan etmiş, o ise bunları tamamen yerine getirmişti.” (Bakara: 124)

İbrahim Aleyhisselâm kendisine emredilenlerin hepsini yapmıştı. Onun ulaşmış olduğu bu makam gerçekten ulu bir makamdır.

Geçmişi de geleceği de en ince teferruatına kadar hakkıyla bilen Allah-u Teâlâ, Halil’ini imtihana tâbi tutmakla; kendisinin bildiği, fakat başkaları için meçhul olan bir hususu açığa çıkarmış, onun ilâhi tekliflere ne kadar riâyetkâr olduğunu beşeriyete ilân etmiştir.

 

Sabır Sembolü Eyyub Aleyhisselâm:

Eyyub Aleyhisselâm geniş servete sahip bulunuyordu. Evlatları, pek çok malı-mülkü, arazisi, bağ ve bahçeleri, her türlü hayvanlardan sürüleri vardı. Allah-u Teâlâ önce onu bu bol lütuflarla, zenginlik ve rahatlıkla, sıhhat ve âfiyetle imtihan etti. O ise bunların hiçbirine aldanmadı, bir an bile gaflete dalmadı, zikrine ve şükrüne bütün ihlâsı ile devam etti. Dünyalık onu şaşırtmıyor, kulluğunu yapmaya, insanları Allah yoluna dâvet etmeye mâni olmuyordu.

Daha sonra Allah-u Teâlâ onu ibtilâ ve musibetlere karşı sabır ve teslimiyette insanlara numune olarak göstermek üzere, büyük bir imtihana tâbi tuttu. Ona bahşettiği maddi imkânların hepsini geri aldı. Bütün serveti, malı-mülkü sonuncusuna varıncaya kadar elinden çıktı, çocukları öldü. Kendisi de şiddetli bir hastalığa yakalandı, vücud-u nebevîlerini ıstırap verici bir hastalık sardı.

Şu muhakkak ki onun bu hastalığı insanlara nefret verecek, çirkin görünüş verecek bir hastalık değildi. Zira peygamberler o gibi nefret verici hastalıklardan korunmuşlardır.

İlahî takdirin bir cilvesi olarak bir takım musibetler ardarda gelmeye devam ediyordu. Hanımının dışında akraba ve dostları kendisinden yüz çevirdi, yanına kimse uğramaz oldu. Vaktiyle bir ev halkı gibi geçindirdiği kimseler, kendisini tanımaz oldu, bütün hakları inkâr edildi.

Aradan seneler geçmiş, hastalığı uzadıkça uzamıştı. O ise Allah için sabrediyor, sabah-akşam, gece-gündüz Mevlâ’yı zikrediyor, O’na hamd-ü senâda bulunmaktan ayrılmıyor, ibadetlerini hiç aksatmıyordu. Bu durumu gören şeytan, onu bu kulluk makamından düşürmek ve imtihanı kaybettirmek için var gücü ile musallat oldu.

Derdin de devânın da aynı kaynaktan geldiğini çok iyi bilen Eyyub Aleyhisselâm ise; Allah-u Teâlâ’nın kendisini yalnız bırakmayacağına, güzel bir sabır bahşedeceğine dair bir inançla Zât-ı Bâri’ye sığındı, şeytanı şikâyette bir mahzur görmedi.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Resulüm! Kulumuz Eyyub’u da an!

O Rabbine ‘Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi.’ diye nidâ etmişti.” (Sâd: 41)

Eyyub Aleyhisselâm mal ve servetini kaybetmiş olmaktan, bütün yakınlarının kendisinden yüz çevirmesinden, böyle acılı bir hastalığa yakalanmış olmaktan daha çok, şeytanın kendisine durmadan vesvese yoluyla eziyet etmesinden ve yorgun düşürmesinden yakınıyordu.

Hanımı da dahil olmak üzere, kendisine vefâkârlığını devam ettiren dostlarına da şeytan türlü türlü vesveseler vermekten geri kalmıyordu. Şeytanın tahriklerine aldanan bazı kimseler: “Eğer Allah Eyyub’u sevseydi onu mihnetlere mübtelâ etmezdi.” diyorlardı. Bazıları ise: “Allah Eyyub’da bir hayır görseydi, bu musibet ona erişmezdi.” diyordu. “Bu kadar senedir sıkıntı içinde yaşıyor, Allah ona acımıyor, kimbilir ne günah işledi ki kendisinden bu ibtilâyı kaldırmıyor?” diyenler de vardı. O ise bütün bunları işitiyor, işittiklerini içine atıyor, hiçbir zaman ümidini kesmiyor, halkı yine vahdaniyete çağırmaya devam ediyordu.

Allah-u Teâlâ onun iyi bir kul oluşu, Hakk’a yönelip boyun eğmesi sebebiyle Âyet-i kerime’sinde meth-ü senâ etmiştir:

“Doğrusu biz onu çok sabırlı bulmuştuk. O ne iyi kul idi! Daima Allah’a yönelirdi.” (Sâd: 44)

Sabır çağlayanı Eyyub Aleyhisselâm, başına gelen bütün bu musibetlere biiznillâh-i Teâlâ sabır ve tahammül gösterdi, ibtilâları görmüyordu bile, çok ıstıraplı günler geçirmesine rağmen, halinden hiçbir zaman şikâyet etmedi. İtimadını hiçbir zaman sarsmadı. Takdirine rızâ ile boyun eğdi. Sabrını Mevlâ’sına sığınmakta buldu, “Allah’ım! Sen aldın sen verdin!”buyururdu. Bütün olanlar sadece sabrını, ümidini, hamdini ve şükrünü artırdı. Hiçbir ibtilâ ve sıkıntı onu bir an bile Mevlâ’sından alıkoymadığı gibi, bilhassa yaklaştırdı.

Nihayet takdir edilen süre tamamlanınca, tam bir teslimiyet ve merbudiyetle ilk ve son olarak naz ile niyaz etti:

“Bana bir dert gelip çattı. Sen merhametlilerin en merhametlisisin!” (Enbiyâ: 83)

Bunun ötesinde hiçbir şeyden söz etmedi. Edep ve hayâsının kemâlinden ötürü hiçbir istekte bulunmadı. İtimadını hiçbir zaman sarsmadı. Her şeyi Mevlâ’sına bıraktı.

Böyle bir itimat, böyle bir yöneliş içinde iken, merhametlilerin en merhametlisi olan Cenâb-ı Hakk Eyyub’unun duâsına icabet buyurdu, çilesine son verdi, imtihanını nihayete erdirdi.

Ona kendi katından şifâların en güzeli ile şifa vermeyi murad edince, önce zâhiri sebepleri harekete geçirdi ve:

“Ayağını yere vur!” buyurdu. (Sâd: 42)

Artık vaktin saatin geldiğini anlayan Eyyub Aleyhisselâm, kemâl-i teeddüble ayağını yere vurdu, yerden su kaynayıp akmaya başladı.

Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:

“İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su!” (Sâd: 42)

Yerden fışkıran bu şifalı soğuk su ile hem yıkandı hem de kana kana içti. Bir mucize olarak iç ve dış hastalıklarının hepsinden derhal şifâya ve âfiyete kavuştu, yorgunluğu dinlendi, yüreği soğudu, sapasağlam olarak ayağa kalktı. Eskisinden daha sıhhatli ve kuvvetli, önce olduğundan daha güzel ve daha üstün oldu. İlk anda karısı bile neredeyse onu tanıyamayacaktı, gülümseyince ancak tanıyabildi.

Sabrın ne güzel neticelere vesile olduğuna dair Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Biz de onun bu niyazını kabul etmiş, uğradığı sıkıntıyı kaldırmış, tarafımızdan bir rahmet ve KULLUK EDENLER için bir hatıra olmak üzere ona hem ailesini hem de kaybettikleriyle beraber bir mislini daha vermiştik.” (Enbiyâ: 84)

Hakk’a gönülden bağlı olanların mükâfatı budur.

Onun bu imtihan karşısında sabır ve metanet göstermesi kıyamete kadar beşeriyete bir ibret numunesi olmuştur. Şayet onlar zamanının en faziletli kulu olduğu halde Eyyub Aleyhisselâm’ın başına gelenleri hatırlarlarsa, dünya sıkıntılarına karşı teselli bulmuş olurlar. Bir insanın, ne kadar büyük olursa olsun, bir musibete uğradığı zaman sabretmesi ve sadece Allah-u Teâlâ’ya sığınıp O’ndan yardım dilemesi gerekmektedir.


  Önceki Sonraki