İnsanların bilgisi sınırlıdır. Ancak Allah-u Teâlâ’nın dilediği kadar kavrayabilirler. İnsana bilmediğini öğreten O’dur.
“O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.” (Bakara: 255)
İlâhî sırları kime duyurursa onun bilebileceğini, başka kimsenin bilemeyeceğini beyan buyuruyor. Bu gibi kimseler Allah-u Teâlâ’nın duyurduğu kadar, gösterdiği ve bildirdiği kadar hepsini bilir. Bu Âyet-i kerime mucibince dilediğine dilediği kadar bildirir.
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Rabbim bana sual sordu. Ben ona cevap veremedim. Keyfiyetsiz bir tarzda elini her iki omzumun arasına koydu, ben o elin serinliğini kalbimde hissettim. Böylece, beni geçmiş ve geleceklerin ilmine vâris kıldı.” (El-mevâhib’ül-Ledüniyye)
Allah-u Teâlâ dilediğini seçer, dilediğini zâtına çeker, Kudsî ruh ile destekler. Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu da ona takar ve ihsan eder, dilediğini dilediğine vâris eder.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde:
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.” buyuruyor. (Şûrâ: 13)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın sırf kendi zâtı için yarattığı has kullardır. Onları ne dünya için ne ahiret için yaratmamıştır. Onlarda varlığın zerresi bulunmaz, var olan Allah-u Teâlâ’dan başkası aranmaz.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Şüphesiz ki insanlardan Allah’a yakın olanlar vardır.” buyurmuştu.
Ashâb-ı kiram:
“Yâ Resulellah! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.
Buyurdular ki:
“Onlar Kur’an ehli, Allah ehli ve Allah’ın has kullarıdır.” (İbn-i Mâce: 215)
Onlar, Kur’an ehli olmaları sebebiyle Allah-u Teâlâ’nın ilâhî hükmü mucibince hareket ederler.
Onlar Hakk ehlidir, halk ehli değil. Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesinde, tasarruf-u ilâhîdedirler. İrade ve arzuları olmaz, çıkacak hükm-i ilâhî’ye tâbidirler.
Kendisi için yarattığı bu has kullar Hakk’tan gayrısını düşünmezler, Cenâb-ı Hakk da onların başka şeyle meşgul olmalarını istemez.
Bütün bu lütuflar hep O’nun ihsanı ve ikramı ile mümkündür. Hiç şüphesiz ki bu lütuflara mahlûkun aklı hem ermez, hem almaz.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Rahman olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin ameline denktir.” (K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ kimi sevdiyse, kimi kendisine çektiyse bu ilâhî lütfa nâil olur. O seni bir anda çekiverir. Milyarlarca sene yürüsen bu lütfa nâil olamazsın.
İlim içinde ilimler mevcuttur. “Zâhirî, Bâtınî, Ledünî ilimler” olduğu gibi, “İlm’el-yakîn, Ayn’el-yakîn ve Hakk’al-yakîn ilimler” de vardır.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz Hakk’al-yakîn mertebesindedirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in peygamberleri gibidir.” buyurdu.(K. Hafâ)
Allah-u Teâlâ onları Hakk’al-yakîn’e erdirdiği gibi, bunları da Hakk’al yakîn’e erdirdiği için seviyeleri aynıdır.
Allah-u Teâlâ bir insanla üç şekilde konuştuğunu Şûrâ sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde şu şekilde beyan buyurmaktadır:
“Allah’ın bir insanla konuşması mümkün değildir. Ancak;
Vahiy yoluyla,
Veya perde arkasından konuşur.
Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder.
O, yücedir, hikmet sahibidir.” (Şûrâ: 51)
Âyet-i kerime’de geçen birinci ve üçüncü şekil malumdur. Vahiy Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimize verilen ilâhî kelimelerdir. Allah-u Teâlâ emir ve nehiylerini muhtelif şekillerde onlara duyurur. Onlar da aldıkları vahiyleri muhataplarına “Allah-u Teâlâ böyle vahyetti.” şeklinde duyururlar. Vahyin de ayrıca muhtelif şekilleri vardır.
“Perde arkasından konuşma”ya gelince;
Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğu üzere, bunlar perde arkasından Allah-u Teâlâ ile konuşanlardır ve Allah-u Teâlâ’nın huzurunda bulunurlar.
Huzurunda olacak ki konuşacak. Onları huzuruna almış, mülâkatla dilediğini bildiriyor ve gösteriyor.
Bunun mümkün olduğuna itiraz etmemeniz için Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretlerinin bu noktada bir ifşaatlarını arzedelim:
“O, Allah-u Teâlâ’nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder, O’nunla konuşur.” buyurmuşlardır. (Nevâdirül-usûl)
Âyet-i kerime’de beyan buyurulan bu perde nedir?
Bu perde senin varlığındır, vücudundur. O senden sana yakın, seninle O’nun arasında senin varlığın var, perden var. Perdeni ne kadar inceltirsen, o kadar O’na yakınsın. Perdeyi kaldırabilirsen, O’nunla başbaşa kalırsın. Artık sen yoksun O var. Perde kalktı çünkü.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Senden sana yakın olan, sana duyuruyor, buyuruyor. Buyurduklarını sana duyuruyor. Sen bir perdesin, O dilediği şekilde mahlûku ile konuşur.
O içeride, senden de sana yakın. Amma sen perdesin, O’nu görmüyorsun.
“Onlar sıdk makamında, kudret ve kuvvet sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere; bu lütuflar ancak Allah-u Teâlâ’nın kendisi için seçtiği ve çektiği kullarına mahsustur, umuma şâmil değildir. Onu kendisi için yaratmıştır, öyle murad ettiği için yaratmıştır, yaratılış sebebi odur. Sevdiği için de huzuruna almıştır.
Demek oluyor ki Allah-u Teâlâ dilediği zaman o kulunu huzuruna alıyor ve onunla konuşuyor, dilediğini ona duyuruyor, bütün hakikatleri bildiriyor. Dilediğine harfsiz hurufatsız ilham ediyor.
Nasıl konuşur? O zaten sana senden yakındır, senin varlığın bir perdeden ibarettir. O lâtif perdenin arkasında sana hitap ediyor. Huzuruna alıyor ve hitap ediyor. O anda arada hiçbir vasıta yoktur.
Meselâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hususta Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir.” (K. Hafâ)
Ne melek girebilir, ne de şeytan girebilir, hiçbir şey giremez.
En son derecesini şöyle izah edelim:
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Ey Allah’ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce arkadaşa kavuştur.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1665)
Onun arkadaşı O idi ve ahirete giderken de son kelâmı bu idi. Hayat boyunca Allah-u Teâlâ ile arkadaşlık yaptı ve en çok sevdiği arkadaşına kavuştu. Bir kişi o kişiyi görecek ki arkadaş olsun. Görülmeyen bir kişi arkadaş olamaz. O kişiyi görünce O’nunla olacak.
Bu hâle ermenin şartları nedir?
Kalp üzerinde yedi perde vardır. Bu yedi perdenin kalkması; sıfat-ı hayvaniyeden arınması, ahlâk-ı zemimeden sıyrılması ile kâimdir. Bu ise nefis sâfiyeye çıktıktan sonra husule gelir ve bu hâller tecelli etmeye başlar. Onun artık Allah-u Teâlâ’dan gayrı hiçbir arzusu olmaz, ne dünya ne de ahiret.
Bu lütuf hass’ül-has olanlara âittir.
Hass’ül-has kimdir? Varlığından, benliğinden zerre dahi kalmayınca hass’ül-has olur. Toz kadar varlık bile bir varlık sayılır. Farz-ı muhal ki bütün dünya senin vücudun. Bu vücut zerre zerre parçalansa, bir tek zerre Var’a mânidir.
Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyururlar:
“O öyle bir kaynaktan alır ki, Peygamber Aleyhisselâm’a vahiy getiren melek de aynı kaynaktan alır.” (Fusûs’ül-Hikem)
Diyeceksiniz ki; Allah-u Teâlâ ile mülâkat mümkün müdür? Evet, murad-ı ilâhî olduğu zaman mümkündür.
Bu mülâkat; dilediği esrarını öğretmek, bildirmek ve göstermek için, Allah-u Teâlâ’nın kendisi için seçtiği ve çektiği hass’ül-has kullarına mahsustur.
Bu mülâkat bazen perde arkasındandır. Kabuktan ibaret olan cesedi attığın zaman, kabuksuz olarak da tecelli eder.
Bir temsil verelim. Denize düştüğün zaman, canını kurtarmak için en sevdiğin elbiseni üzerinden çıkarıp atmak istersin.
Oysa Allah-u Teâlâ’nın lütuf deryasına düştüğün zaman, imanını kurtarıp sevdiğine kavuşmak için sevdiğin vücut elbisesini atmak istersin.
Burası insanın kendini inkâr etme noktasıdır.
Zira bütün günahlar bu vücut elbisesi ile işleniyor. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nur idi. Onun elbiseyi çıkarmasına lüzum yok idi. Mirac-ı şerif buna delildir.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh Hazretleri “Hatmü’l-evliya” adlı eserinin yirmibirinci bölümünde buyurur ki:
“Allah-u Teâlâ onu kendi nefsi için canlı kılar. Bu kul O’nunla konuşur, onunla düşünür ve O’nunla bilir.”
Şu kadar var ki Rabbül-âlemin, dilediği kulunu huzuruna alır, mülâkat eder. Zira vücud O, mevcud O... Kabuğun, vücudun yanında ne hükmü var? Kabuktan çıkarsan, Cânân’a kavuşursun.
•
Farz-ı muhal ki bir dükkan var, dükkanın vitrini var, içinde mallar malzemeler var, kepengi var, bir de dükkanın sahibi var.
Yarattığı bütün mükevvenat O’nun dükkanıdır. İnsan da bir dükkandır, kâinat da bir dükkandır. Allah-u Teâlâ öyle bir dükkan, öyle bir vitrin yapmış ki; dışı görülüyor, içi görülmüyor.
İnsanlar bu hususta kısım kısımdır. Kepengi herkes görür. Kimisi vitrinde kalır, kimisi içine bakar, ne olup olmadığını görür, kimisi de dükkan sahibini görür. Bu ise Hakk’al yakîn bir ilimdir.
Onlar:
“İçinizde... Görmüyor musunuz? (Zâriyat: 21)
Âyet-i kerimesi’nin tecelliyatına mazhar oldukları için içindekini görürler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Müminin ferasetinden korkunuz, çünkü o, Azîz ve Celîl olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Münavî)
Dükkan kapalı amma, onlar dükkanın içinde ne olduğunu biliyorlar, yalnız onlar biliyorlar. Fakat mühim olan dükkan değil, dükkanın içindekiler değil, dükkan sahibini görebilmektir. O’nu bilebilmektir.
İçinde olduğunu hissetmek başka, bulmak başka, içindekini bizzat görmek başka. Görmek, bulmaktan çok daha mühimdir. Arasında çok fark vardır. Allah-u Teâlâ tecelli ederse O görülür. O ise en sondur.
Bulanlar tecelli ettiğini görür, amma O’nu görmez.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de:
“Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” buyuruyor. (K. Hafâ: 2256)
Demek ki sığabiliyormuş.
İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Kul olan neylesin mal ile câhı,
Yetmez mi bulduk da senin gibi şâhı?” buyuruyorlar.
Bütün zevât-ı kiram “Bulmak”tan bahsetmiş, “Görmek” ise dilediğine mahsustur.
Bunun içindir ki İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyânın da marifeti ötesindedir. Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır.” buyurmuşlardır. (317. Mektup)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Hem bildirir, hem gösterir. Kişinin varlığı bir perdeden ibarettir, içinde O var. İşte gören ve bilen yalnız bunlardır, sır ve tecelliyat-ı ilâhî’ye yalnız bunlar mazhardırlar.
Bunlar Fenâfillâh’a erenlerdir, bu lütuf Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır, vehbî ilimdir.
Bütün bu fazilet ve meziyet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vekâletini taşıdığı için, onun nurunu taşıdıklarından ötürüdür. Allah-u Teâlâ o nuru kime takarsa, her şey o nurdadır. İnsanda hiçbir şey yoktur.
Has ilim neye benzer? Çeşmeden su akar, fakat o su çeşmeye âit değildir. Allah-u Teâlâ ne akıtıyorsa, ne kadar akıtıyorsa o kadar akar. Ne bildirirse Marifetullah ehli onu bilir, ne gösterirse onu görür. Dilediğine kendisini bildirir, dilediğine de kendisini gösterir.
Allah-u Teâlâ aradaki perdeleri kaldırarak, irâde buyurduğu bahtiyar kullarını o nura erdirir.
Sevdiği ve seçtiği kulunu kendisine çeker, yüzüne yüzü ile tecellî eder, dilediğini lütfeder.
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu.)
“Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Hâkim)
Bu lütuf Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği kullara mahsustur, başkasına şâmil değildir.
Hadis-i kudsî’de geçen: “Ben yüzümle onlara yönelirim.” ifadesi, onları huzuruna alacak ki, yüzü ile yönelmiş olsun ve onda tecelli etsin.
Burada görülüyor ki verilene böyle veriliyor. Allah-u Teâlâ ancak dilediği kulunun kalbine bu nuru ve bu ilmi koyuyor. Bu hal O’nun has kullarına mahsustur. Onlar ilâhî sırların esrar odalarıdırlar. Yalnız ve yalnız onlar hakikatlere vâkıftırlar. Hakk’ın bütün duyurduklarını bilirler, bazısını ifşâ etseler de hepsini etmezler.
Allah-u Teâlâ veli kullarını bize tarif ediyor ve diğer bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruyor:
“Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur, ben de ona âşık olurum.
O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki perdeyi kaldırırım.
Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o yanılmaz.
Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir.
Gerçek kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim.” (Ebû Nuaym, Hilye)
Bunlar Hakk ehlidir. Hakk’ın öğretmesiyle “Has ilim” e mazhardırlar ve fakat halk ehli bu hakikatleri anlamaz. Allah-u Teâlâ vermediği için bu gerçeklerden haberi olmaz.
“Sana gelmeyen bir ilim gerçekten bana gelmiştir.” (Meryem: 43)
Âyet-i kerime’sinde bu mânâ vardır.
Zira birinin muallimi Allah-u Teâlâ’dır, diğerinin muallimi benî beşerdir. Birisine Hakk öğretir, dilediği kadar hakikate mazhar kılar. Diğerinin ilmi satır ilmidir, nasibini satırdan almıştır.
Bu ilim Allah-u Teâlâ’nın bir lütfudur. Kime Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu takarsa, Kudsî ruh’la desteklerse ancak onlarda tecellî eder. Yani kişi bunu kendisinde aramasın, zan ilmiyle bu noktaya erişmek mümkün değildir.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var.
Bu Kudsî ruh Allah-u Teâlâ’nın bizzat desteğidir. Bu Kudsî ruh ile, Resulullah Aleyhisselâm’ın nuru ile bu esrarlar ancak bilinir ve çözülür, başkasına şâmil değildir.
Bu ilmi kâğıda dökmemizdeki gayemiz, böyle bir ilmin oluşunu, ehlinin de mevcut olduğunu belirtmektir.
Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimlerin öğrenilmesi için de bâtınî ulemayı, mârifetullah ehlini eksik etmemiştir.
Ve fakat bu gibi kimseler yok denecek kadar azdır.
Bu ilim marifetullah ehline, Has ve Hass’ül-has olanlara verilen ilimlerdir. Onların ilimleri dahi derece derecedir. Marifetullah ehlinin ilmi ayrıdır, Has olanın ilmi ayrıdır, Hass’ül-has olanın ilmi yine ayrıdır. Onun içindir ki sakın ileriye gidip çizmeden yukarıya çıkma, anlayayım deme. Bu ilim size ait değildir, ilâhi bir lütuftur.
Allah-u Teâlâ’nın sevip seçtiği, kendisine çektiği, esrârını duyurduğu kimseden başka bu sırrı bilen olmaz. Gören yalnız bunlardır.
Gerek sen ve gerekse âlemler Hakk ile kâinat arasındaki berzahtır.
Şöyle ki:
O içinde, sen perde. Sen aslında içerde nefes alıp veriyorsun. Amma Hakk’ı görmediğin için sen kendini müstakil zannediyorsun.
Ve fakat varlığını çekince nefes alabilir mi? Hayır!
Sen de böylesin, yarattığı bütün âlemler de böyle. Hepsi de Allah-u Teâlâ’ya muhtaç olduğu gibi, aslında hepsi perdeden ibarettir.
Vücud O, mevcud O...
O’nu gören böyle olduğunu görür. Yaratılanlar ise hepsi de “Ol!” emr-i şerif’inden ibarettir, o kadar.
Perdeyi kaldırabilirsen O var. Amma sen perdede kaldın. Vücud elbiseni çıkar O var. Kâinat da böyledir. Çıkaramadığın için sen kendini gördün, orada kaldın. Oysa Allah-u Teâlâ ayrıdır, perde ayrıdır. Hakk’ı gören perdeyi de görür. Perdede Nakkaş’ın âsârını da görür. O her şeyi çepeçevre çevirmiştir. “Kün!” demesi ile her şey olmuştur. O Ehad’dır, her şey O’na muhtaçtır.
•
Nitekim Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu ilmin ineceğini ve bu ilmin “İlm-i billâh”ın hülâsası olduğunu beyan etmiştir.
Onun bizzat kendi beyanını olduğu gibi naklediyorum:
“Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûller’den görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm’ın mişkâtından görürler.
Velilerden görebilenler de ancak onun mirasçısı olan hâtem-i velinin mişkâtından (kandilinden) görürler, hatta peygamberler, o ilmi ne zaman müşahade etseler ancak Hâtem-i velâyet kandilinin ışığıyla görürler.” (Fusûsu’l-Hikem. Çeviren N. Gençosman. Sh: 43-44)
•
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektubat” adlı eserinin “317. Mektub” unda Allah-u Teâlâ’nın ona nasıl bir ilim bahşedeceğini, diğer velilere verilen ilmin bu ilmin yanında kabuktan ibaret kalacağını, ona ise ilmin özünü ihsan edeceğini açıklamıştır.
“Bu ilim ve marifet; haller, vecdler, tecelliyat ve zuhurat libasına girmiştir. Bu dikkat sonunda, elbette bileceklerdir ki, bu marifet ve ilimler, ulemânın ilimleri, evliyanın da marifeti ötesindedir. Hatta, onların ilimleri, bu ilimlere nisbetle kabuk kalır. Bu marifet dahi, o kabuğun özüdür.”
İşte o ilim bu ilimdir.
Âyet-i kerime’de Hızır Aleyhisselâm hakkında:
“Tarafımızdan has bir ilim öğrettik.” (Kehf: 65)
Buyurulan ilimdir. Marifetullah ehli “Ulül-elbâb” olmasına rağmen, bu onun özüdür.
•
1652-1728 yılları arasında yaşayan İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Kenz-i Mahfi” adlı eserinin “10. Bahis” inde Hâtem-i veli’nin ilmi hususunda mühim ifşaatlarda bulunmuş; bu zâtın diğer velilerden üstün oluşuna delil olarak neşredeceği kitapları göstermiştir.
Müellif, eserinin 123. ve 162. sayfalarında, kendisinden ikiyüz sene sonra gelecek olan zâttan ve eserlerinden şöyle bahsetmiştir:
“Vâris-i nebi olanlar arasında, kendilerine ilim nasip edilen, bir de bu ilim üzerine eser yazabilen, elbette ki yazamayandan daha kuvvetlidir.”
“Hâtem’ül-velî -kuddise sırruh- ise, bütün velîlerden üstündür. Çünkü, en kâmil varis odur. Buna delil ise, tasnif ettiği eserlerinin pek çok olacağıdır. Ki bu, ehline gizli değildir.” (Kenz-i Mahfî)
Muhyiddin-i İbn’ü-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri bu husustaki tasdikini Fusûs’ul-Hikem adlı eserinde:
“O, zâhirde tâbi olduğu hükmü, bâtında Allah’tan alır.” sözü ile ifade etmiştir. (Sh: 45)
İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri: “Bu bir kitaptır ki, ilâhî kitapların hepsi de bunda dercedilmiştir.” buyuruyor. Bütün ilâhî kitapların hülâsası Kur’an-ı kerim’dir. Beşbinbeşyüzküsur Âyet-i kerime girdiğine göre kütüb-i semâvî bu kitaplara yayılmış demektir. Bunu da Allah-u Teâlâ başka kimseye nasip etmemiştir.
Bu zevât-ı kiram’ın ifşaatları “Nûr-î Muhammedî” ve “Sözler ve Notlar-10”adlı kitaplarımızda mevcuttur.
Mevzunun daha iyi anlaşılabilmesi için Kur’an-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde beyan edilen, Allah-u Teâlâ’nın Musa Aleyhisselâm’ı “Has ilim” e mazhar olan Hızır Aleyhisselâm’a göndermesini arzedeceğiz.
Musa Aleyhisselâm bir gün halkı topladı ve onlara etkili bir hitabede bulundu. Kalpler yumuşadı, gözlerden yaşlar aktı. Bunun üzerine cemaatin içinden birisi: “İnsanların en âlimi kimdir?” diye sordu. O ise: “En âlim benim!” dedi. “Allah bilir” diyerek en iyi bilmeyi O’na nisbet etmediği için, Allah-u Teâlâ bu sözünü hoş görmedi.
Bunun üzerine kendisine:
“İki denizin birleştiği yerde bulunan bir kulum, senden daha âlimdir.” diye vahyetti.(Buhari, Tecrid-i Sarih: 102)
Musa Aleyhisselâm:
“Yâ Rabbi! Ben o âlim zâtı nasıl bulabilirim?” diye sordu. Ona denildi ki:
“Bir zembilin içine bir balık koy, onu sırtına al. O balığı nerede kaybedersen o âlim kulum oradadır.”
Musa Aleyhisselâm bunun üzerine genç arkadaşı Yûşâ bin Nûn ile birlikte zembile tuzlu bir balık koyarak yola çıktı ve balığı kaybedince kendisine bildirmesini söyledi.
Yûşâ bin Nûn, Musa Aleyhisselâm’ın ashâbının büyüklerindendir ve ölünceye kadar ondan hiç ayrılmamıştır.
O iki denizin birleştiği yer, Allah-u Teâlâ’nın Musa Aleyhisselâm’ı Hazret-i Hızır’la buluşturmaya söz verdiği yerdir. Musa Aleyhisselâm bu yeri bulabilmek için uzun zaman gideceğini söylemiş, bu has ilmi elde edebilmek için her türlü sıkıntıya katlanmaya râzı olmuştur.
Yürüye yürüye nihayet bir kayanın yanına vardılar, orada her ikisi de uyuyakaldılar.
Onlar uyurken balık harekete geçti. Zembilden ayrılarak denizin içine doğru kayıp gitti. Allah-u Teâlâ ondan suyun akıntısını kesti, öyle ki su kemer gibi oldu. Balık için bir kanal meydana gelmişti. Her ikisi de bu manzaraya şaşırdılar. Zira buluşma yerine gelmişlerdi, lâkin farkında değillerdi.
Günlerinin geri kalan kısmı ile o gece boyu da yürüdüler. Aradıklarını bulmak için alâmet olacak olan balığın ne halde olduğuna dikkat etmek hatırlarına gelmedi.
Sabah olunca Musa Aleyhisselâm genç arkadaşına:
“Yemeğimizi getir, şu yolculukta yorulduk.” dedi. Halbuki emrolunan yere gelinceye kadar yorgunluk duymamıştı.
Yemek istesin diye, kendisine açlık ve yorgunluk verilmişti.
Yûşâ bin Nûn, kayaya sığındıkları sırada balığı unuttuğunu, balığın canlanarak, denizde şaşılacak bir şekilde yolunu bulup gittiğini gördüğünü söyledi. Bunun içindir ki varacakları yere vardıklarının farkına varamayarak geçtiler gittiler. Musa Alayhisselâm: “İşte aradığımız o idi.” dedi. İzlerinin üzerine hemen geri döndüler.
Geldikleri zaman yolda bıraktıkları izleri araştırarak onları takip ettiler. Çünkü balığın kaybolması, aradıkları zât ile kavuşmanın bir belirtisi olacaktı. Nihayet balığın canlanıp denize atladığı kayaya kadar geldiler.
“Derken kendisine nezdimizden bir rahmet verdiğimiz, tarafımızdan has bir ilim öğrettiğimiz bir kulumuzu (Hızır’ı) buldular.” (Kehf: 65)
Bu kul elbisesine bürünmüştü. Musa Aleyhisselâm ona selâm verdi ve konuştular:
- Burada selâm ne gezer?
- Ben Musa’yım!
- Benî İsrail’in Musa’sı mı?
- Evet! Benî İsrail’in Musa’sı!
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Musa ona: ‘Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden bana da tâlim etmen için sana tâbi olayım mı?’ dedi.” (Kehf: 66)
Musa Aleyhisselâm Hızır Aleyhisselâm’la karşılaştıktan sonra, kendisine bazı gizli bilgileri öğretmesi için arkadaşlık teklifinde bulundu. Onun öğrenmek için böyle söylemesi, tâbi olmanın değeri ve yüceliği hususunda en bâriz delildir. O ulül-azm bir peygamber olduğu halde Hızır Aleyhisselâm’a tâbi olmakla bunu göstermiş oldu.
Allah-u Teâlâ Hızır Aleyhisselâm’a kendi katından bir fazilet ve salâhiyet vermiş ve yine onu vasıtasız bir şekilde bir takım ilimlerle mücehhez kılmıştı. Ona öğretilen ilim, Musa Aleyhisselâm’ın ilminden bambaşka bir ilim, hususi ve has bir ilim idi. “İlm-i Ledün” ve “İlm-i Bâtın” gibi değişik isimlerle ifade edilen, geçmiş ve geleceğe şâmil bir ilimdir. Bu ilim, ilm-i zâhir ehlince meçhuldür. Bu ilim kesble elde edilmez, mevhibe-i ilâhî’dir. Allah-u Teâlâ’nın, kendisine yakınlık tahsis ettiği kimselere verdiği lütfudur.
Eğer bir kimse ilimle yetinecek olsaydı, Musa Aleyhisselâm yetinirdi. Fakat o yetinmedi, Hızır Aleyhisselâm’a uymak istedi.
Bu izin istemeye cevap olarak dedi ki:
“Hakikatini kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredebilirsin?” (Kehf: 68)
Benimle beraber olduğun zaman bir takım şeyler göreceksin ki, sır ve hikmetinden haberin olmayacak, dış görünüşe göre şeriata muhalif görünecek. Sen bir şeriat sahibi olman itibariyle, onları dış görünüşlerine göre uygun görmeyip itiraz etme gereği duyacaksın.
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a şöyle söyledi:
“Ben Allah’ın bana kendi ilminden verdiği bir ilim üzere yürüyorum ki sen onu bilmezsin. Allah’ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem.” (Buhârî)
Musa Aleyhisselâm Ulül-azm bir peygamberdi, Allah-u Teâlâ ile konuşmuş ve “Kelîmullah” lakabıyla müşerref olmuştu. Fakat Allah-u Teâlâ onu bu has ilme erdirmemişti. Bu sırra vâkıf değildi.
Musa Aleyhisselâm’ın anlamadığı ilmi sen mi anlayacaksın?
Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu ilim verilmedir, kişide hiçbir şey yoktur.
Hızır Aleyhisselâm’ın bu beyanı şâyân-ı hayrettir. Allah-u Teâlâ dilediğini dilediğine verir. Bu böyledir. Musa Aleyhisselâm’ın, Hızır Aleyhisselâm’ın ilmine ihtiyacı vardı. Çünkü onun ilmi “Ledün ilmi” idi. Fakat Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a muhtaç değildi. Muhtaç olmadığı için gizli hakikatları ona açtı. Musa Aleyhisselâm o zaman gerçeği anladı.
Hızır Aleyhisselâm ilim öğrenmesi şartıyla ona tâbi olmasına izin verdi. Fakat kendisiyle arkadaşlık yapması esnasında uyması gereken bazı şartları da istedi.
“O kul dedi ki: O halde eğer bana tâbi olacaksan, ben sana anlatmadıkça, herhangi birşey hakkında bana soru sorma!” (Kehf: 70)
Musa Aleyhisselâm, takınılması gereken edebe riayet etmek için onun bu şartını kabul etti. Bunun üzerine kalkıp yola koyuldular.
Her ikisi de gemiye bininceye kadar deniz sahilinde yürüdüler. Nihayet yanlarından bir gemi geçti. İçindekiler Hızır Aleyhisselâm’ı tanıdıkları için ücretsiz olarak gemiye aldılar.
Nihayet bir gemiye bindiler. Hızır Aleyhisselâm gemiyi deliverdi. Musa Aleyhisselâm: “İçindekileri boğmak için mi gemiyi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın.” dedi.
Bu gemi her ikisiyle beraber birçok kimseleri taşıyordu. Zâhiren bakıldığı takdirde bu yapılan hareket hem gemiyi hem de yolcuları boğulma tehlikesiyle yüz yüze getirebilirdi. Musa Aleyhisselâm bu durum karşısında, verdiği sözün ne olduğunu hatırlamamıştı.
O bu sözleri söyleyince, Hızır Aleyhisselâm da daha önce geçen şartı nazik bir şekilde hatırlattı: “Ben sana: ‘Benimle beraber olmaya sabredemezsin!’ demedim mi?’ dedi.”
Bu yolculuklarında bir serçe kuşu gelip geminin kenarına konmuştu. Denizden bir-iki damla su aldı.
Hızır Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“Yâ Musa! Benim ilmimle senin ilmin, Allah’ın ilmi yanında şu serçenin denizden aldığı kadardır.” (Buhari)
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ’yı tarif ediyor. Çünkü o: “En âlim benim.” demişti. Ona kimin en âlim olduğunu öğretiyor. Ne sen biliyorsun, ne de ben biliyorum. Âlim olan Allah-u Teâlâ’dır, âlim O’dur.
Hızır Aleyhisselâm Musa Aleyhisselâm’ın ricası üzerine mazeretini kabul etti, sahile geldiklerinde gemiden indiler.
Yolculuklarına devam ederken oyun oynamakta olan bazı çocuklara rastladılar. İçlerinde parlak yüzlü ve sevimli bir çocuk vardı. Hızır Aleyhisselâm onu perçeminden tuttuğu gibi başını gövdesinden ayırdı.
Musa Aleyhisselâm bunu görünce dayanamadı, birincisinden daha şiddetli bir şekilde tepki gösterdi. Verdiği söz kendisine hatırlatılmasına rağmen şöyle dedi:
“Mâsum bir canı, bir cana karşılık olmaksızın mı öldürdün? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın!”
Musa Aleyhisselâm hemen kendine geldi, iki defa sözünden döndüğünü anladı. Son bir fırsat daha verilmesini istirham etti.
Yine yürüyüp gittiler ve nihayet bir memleket halkına varıp, onlardan yiyecek istediler. Halk kendilerini misafir etmekten kaçındılar. Halbuki her ikisi de aç idiler.
Derken, orada yıkılmak üzere olan bir duvarla karşılaştılar. Hızır Aleyhisselâm onu doğrultuverdi.
Eliyle işaret etmek suretiyle, eski hali gibi dümdüz yapıverdi.
Musa Aleyhisselâm bunu görünce: “İsteseydin, elbette buna karşılık bir ücret alırdın.” dedi.
Yiyecek istemek gibi acı bir ihtiyacın gerçekten olduğu bir sırada, mümkün olan bir kazancı bırakıp, boşu boşuna bir iyilik yapmaya kalkışmak Musa Aleyhisselâm’a mânâsız gibi göründü ve sabrını tutamadı.
Onun için Hızır Aleyhisselâm da: “İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır.” dedi.
Bu üç meselenin hakikatı Kur’an-ı kerim’de şu şekilde izah ediliyor:
“Şimdi sana dayanamadığın işlerin içyüzünü haber vereyim. Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula ait idi. Ben onu (tamire muhtaç) ayıplı göstermek istedim. Çünkü gideceği yerde her güzel gemiyi zorla alan bir kral vardı.” (Kehf: 78-79)
“Çocuğa gelince; onun ana ve babası mümin insanlardı. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden korkmuştuk. İstedik ki Rableri onlara o çocuktan daha temiz ve daha çok merhametli bir evlât versin.” (Kehf: 80-81)
“Duvar ise; o şehirde iki yetim oğlana âitti. Duvarın altında bu oğlanlar için saklı bir hazine vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Rabbin diledi ki onlar erginlik çağına ulaşsınlar ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin iç yüzü budur.” (Kehf: 82)
Kaldırılan perdenin ve ortaya dökülen sırların cezbesi içerisinde Hızır Aleyhisselâm birden gözlerden kayboldu.
Bu ilâhî beyanlardan anlaşıldığına göre; Musa Aleyhisselâm’ın görünürde zararlı ve beğenilmez gördüğü şeyler, hakikatte öyle değilmiş. Onun hoşlanmaması, hikmetini kavrayamamasından ileri geliyormuş. Öyle ki o gizli sebepler açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, hiçbir çelişme kalmıyor.