Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - Ömer Öngüt Görüşleri Sözleri Kitapları Düşünceleri Yazıları Eserleri
Kalblerin Anahtarı Külliyatı
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Tasavvuf, insanın süflî hayattan ulvî hayata ve yüksek kemâlâta ulaşabilmesini; nefsini kötü duygu ve huylardan, hayvânî sıfatlardan arındırarak ahlâkını düzeltmesini, zâhirini ve bâtınını nurlandırmasını sağlayan mânevî bir disiplindir. Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir.

Ezelî Nasip

Ezelî Nasip


Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet veren, düzenleyip en güzel bir biçimde tertip eden, güzelliğinin kemâlini gösteren Allah-u Teâlâ’dır.

Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Sizi daha topraktan yarattığı zaman ve henüz analarınızın karınlarında ceninler halinde iken sizi en iyi bilen O’dur.” (Necm: 32)

Ceninin oradaki halini bilen Allah’a hiçbir şey gizli kalmaz. Kullarının her halini bilir ve hükmünü ona göre verir.

“Kendinizi beğenip temize çıkarmayın.” (Necm: 32)

Kendinizi günahsız, kusursuz ve tertemiz kabul ederek öğünmeyin. Farkında olmadan birçok kusurunuz olabilir.

“Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” (Necm: 32)

İyiler de kötüler de gün gelecek, Hakk’ın huzurunda seçileceklerdir.

Allah-u Teâlâ ana rahmindeki ceninin gerek dünyevî gerekse uhrevî bütün mukadderâtını bilir. O’nun bilgisi dışında hiçbir şey yoktur.

Âyet-i kerime’sinde:

“Yaratan bilmez olur mu hiç?” buyuruyor. (Mülk: 14)

Kullarının bütün sırlarına vâkıftır.

“O Lâtif’tir, Habîr’dir.” (Mülk: 14)

En ince işleri yapar, bütün işlerin inceliklerini ve içyüzünü bilir, her şeyden haberdardır.

Ceninin nüvesi mesabesinde olan nutfe, ana rahmine geldiğinde takdiri ile, mukadderâtı ile beraber geliyor.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

“Sizin her birinizin yaratılışı ana rahminde nutfe olarak kırk gün derlenir toplanır.

Sonra o kadar zamanda pıhtılaşmış kan aleka olur.

Sonra yine kırk günde et parçası mudğa olur.

Daha sonra Allah-u Teâlâ bir melek gönderir ve o ceninin neler yapacağını, rızkını, ecelini, şâki mi sâid mi olacağını yazması o meleğe emrolunur. Bundan sonra cenine ruh üfürülür.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1324)

Görülüyor ki insana henüz ruh verilmeden, iki santimlik bir cenin halindeyken mukadderâtı yazılmaktadır.

Bu noktada çok gizli sırlar var. Rızkı, eceli, saîd mi şakî mi olacağı belirlendiği gibi; Tarikat-ı aliye’de nasibi olup olmadığı, nasibi varsa hangi arşa emanetini koyduğu... gibi hususlar da yazılır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” (K. Hafâ)

Bütün kâinata taksimat “Maddi Arş”tan gelir. Mânevî bütün taksimat da “Mânevî Arş”tan gelir. Bu da insan-ı kâmil’dir. Onun içindir ki Cenâb-ı Hakk eğer taksim etmişse, nasipdar olanlar ezelî nasibini oradan alırlar.

O “Rahmeten lil-âlemîn” değil amma “Rahmeten lil-âlemîn”in vekili olduğu için o nuru saçmaktadır. O, “Nur”un nuru, kehribarın tozudur.

Allah-u Teâlâ nasip vermemişse, kimse kimseye bir şey veremez.

Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“O’nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir?” (Bakara: 255)

Şefaat izni verilenler de hep O’nun rızâsı ve izni istikametinde şefaat ederler.

Ve bu nasipdar olanlar esastır. Bu noktada öyle mühim bir husus var ki; Allah-u Teâlâ’nın daha cenin halindeyken cennetlik kıldığı bir kul, ne kadar günah işlerse işlesin, mukadderâtı mucibince, rızâsına mucip bir amel işler ve cennet-i âlâ’ya girer. Cehennemlik kıldığı bir kul ise, ne kadar ibadet, taatla meşgul olursa olsun, ezelî takdiri mucibince, rızâsına uymayan kötü bir amel işler ve cehenneme girer.

Nitekim Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-in rivayet ettiği Hadis-i şerif’in devamında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Kendinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz (hayatı boyunca) cennetliklerin yaptığını yapar. Hatta öyle ki, kendisi ile cennet arasında bir kulaç mesafe kaldığı zaman, yazısı onun önüne geçer ve cehennemliklerin yaptığını yaparak cehenneme girer.

Aynı şekilde sizden biriniz (hayatı boyunca) cehennemlik olanların yaptığını yapar. Hatta öyle ki, kendisi ile cehennem arasında bir kulaç mesafe kaldığı zaman, yazısı onun önüne geçer ve cennetliklerin yaptığını yaparak cennete girer.” (Buharî. Tecrid-i sarîh: 1324 - Müslim: 2683 - Ebu Dâvud: 4708 Tirmizi: 2138)

İlâhî hüküm ve takdir böyledir ve fakat mahlûka düşen itaattır. Emirlerine riâyet, yasaklarından kaçınmaktır. Allah-u Teâlâ dilediğini yapar.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz buyururlar ki:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, Ensar’dan erginlik çağına ermeyen bir çocuğun cenazesine çağırılmıştı. Ben de: “Yâ Resulellah! Ne mutlu bu çocuğa, cennet serçelerinden bir serçe! Hiçbir kötülük işlemedi.” dedim.

Bunun üzerine buyurdu ki:

“Senin bundan başka bir sözün yok mu yâ Âişe! Çünkü Allah cennet için bir kısım insanlar yaratmış, onları babalarının sulplerinde iken cennet için yaratmıştır. Cehennem için de bazı insanlar yaratmış, onları babalarının sulplerinde iken cehennem için yaratmıştır.” (Müslim: 2662 - İbn-i Mâce: 82)

Buhârî ve Müslim’in rivayetine göre Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

Bakî-i Garkad mezarlığında bir cenazede bulunuyorduk. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yanımıza gelip oturdu. Biz de etrafına oturduk. Elinde bir asâ vardı. Başını eğdi ve asasıyla yere vurmaya başladı. Sonra buyurdu ki:

“Sizden hiçbiriniz müstesnâ olmamak üzere hepinizin cennetteki yeri de cehennemdeki yeri de yazılmıştır. Şakî veya saîd olacağı tesbit olunmuştur.”

Bunun üzerine Ashâb-ı kiram’dan bir zât sordu:

‘Öyle ise yâ Resulellah, amel ve ibâdeti bırakıp Cenâb-ı Hakk’ın takdirine itimad edemez miyiz? Zira bizden saâdet ehli olanları, ilâhî takdir saâdet ehlinin ameline sevkeder, kişi cennete girer. Yine bizden şekâvet ehli olanları, ilâhî takdir şekâvet ehlinin ameline sevkeder, kişi cehenneme girer.’

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cevap olarak:

“Güzel ameller yapmaya devam edin. Çünkü herkes niçin yaratıldıysa, o iş kendisine kolaylaştırılmıştır. Saâdet ehli olan saâdet amelleri yapar. Kötülük ehli olan ise kötülük amelleri yapar.”

Buyurdu ve akabinde şu Âyet-i kerime’leri okudu:

“Kim ki verir, (masiyetten sakınır) Allah’tan korkarsa ve o en güzeli (Kelime-i tevhid’i) tasdik ederse; biz de ona kolay olanı hazırlarız, (hayra karşı tatlı bir arzu veririz).

Fakat kim de cimrilik edip inâyet-i ilâhîden kendisini müstağni görüp, o en güzel kelimeyi tekzip eder, yalanlarsa, biz de ona en güç olanı kolaylaştırırız, (hayra karşı bir isteksizlik veririz).” (Leyl: 5-10) (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 666 - Müslim: 2647)

Kişi baktığı zaman kendisini bu hakikat aynasında görebilir.

Ashâb-ı kiram’dan Zeyd’ül-Hayr -radiyallahu anh- bir defasında:

“Yâ Resulellah! Allah’ın rızâsını arzu eden kimselere ve Allah’ın rızâsını arzu etmeyen kimselere Allah’ın koyduğu alâmet nedir, bana haber ver?” dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cevap olarak:

“Ey Zeyd! Sen nasıl sabahladın?” diye sordu.

“Hayrı ve hayır yapanları seviyorum. Eğer hayır yapmaya gücüm yeterse yapmaya koşuyorum. Eğer yapamaz, kaçırırsam bu sebeple üzülüyorum ve onu yapmaya şevkim daha da artıyor.” dedi.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:

“İşte bu söylediklerin Allah’ın rızâsını arayanlara Allah’ın koyduğu alâmettir. Eğer Allah senin bir şey olmanı isteseydi, seni ona hazırlardı.” (Tirmizî)

Biz insanlar muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacağız. Birçok çilelere maruz kalacağız. Göstereceğimiz sadakat nisbetinde Allah-u Teâlâ derecemizi ölçmüş ve bize vermiş olacak. Yoksa bizim ne yapacağımızı ezelî ilmi ile biliyordu.

Şehirlerin girişlerinde “Filan şehirdir.” diye levhalar bulunur. Çıkışta da aynı levha vardır, çıkış olduğunu bildirmek için kırmızı bir çizgi çizilmiştir. Halbuki o levhalar aynı zamanda yazıldı. Girerken şehrin ismini, çıkarken bitimini görüyoruz. Bunun gibi, Allah-u Teâlâ insanları daha dünyaya göndermezden evvel girişlerini de çıkışlarını da takdir etmişti. Ne yapacaklarını hep biliyordu. Bu bilgisi üzerine takdir etmiştir. Biz bir insan iken o tabelaları yazıyoruz, oraya oraya dikiyoruz. O Hâlik’tır, ilmi her şeyi kuşatmıştır.

İnsanları dünyaya göndermesindeki maksat kişilerin de yapacaklarını bilmeleri içindir. Yoksa Allah-u Teâlâ’nın öğrenmesi için değildir. İnsanların ne yapacaklarını ezelî ilmi ile biliyordu. Kendilerinin de bilmeleri için bu imtihan âleminde bulunduruyor.

Eğer Allah-u Teâlâ bizi bu dünyaya gördermeseydi gayet haklı olarak iddialarda ve itirazlarda bulunacaktık. “Aman Allah’ım! Senin bir kulun olarak hiç bu işleri yapar mıydım?” diyecektik. Allah-u Teâlâ: “Ey kulum! Ben senin bunları yapacağını biliyordum, sen de gör yaptıklarını.” diye bize göstermek için bizi gönderdi. Yoksa ne yapacağımızı bilmediğinden değil. Allah-u Teâlâ’nın takdiri takdirdir. Bir insanın O’nu böyle tanıması gerekir.

Durum bu şekilde olmasına rağmen kader mevzuuna girmemek gerekiyor. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kader mevzusunda derine dalmamayı tavsiye buyurmuşlardır. Fazla ileri gidilirse zındıklık husule getirir. Şeytan işini kadere havale etti, yalvarma lüzumunu hissetmedi kâfir oldu. Âdem Aleyhisselâm ise hatayı kendi nefsinde aradı. Mevlâ’sına yöneldi, istiğfar etti, Mevlâ da onu affetti.

Kul bütün iyiliklerini Allah-u Teâlâ’dan, kötülüklerini ise nefsinden bilecek. Her emr-i şerif’ine incelikle dikkat edecek, yasaklarından kaçınacak. Kula düşen budur, kula başka bir şey düşmez.

Kim böyle yaparsa şu Âyet-i kerime’deki ilâhî lütfa mazhar olur:

“Onlar ki bir kötülük yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i imran: 135)


  Önceki Sonraki