Bu sohbet 26 Cemaziyelâhir 1421,
24 Eylül 2000 Pazar günü
Vakıf binasında yapılmıştır.
Muhterem kardeşlerimiz!
Mâlum-u fâzilâneleriniz olduğu üzere, bundan önceki beş sohbetimizde ikinci bin senenin içinde gelecek ümmetin faziletli olanlarını, hususiyetle ikinci bin yılının müceddidinin Hâtem-i veli olduğunu, bu zulümatı dağıtmak için kendisine has “İlmullah” verildiğini, Hâtem-i veli ve bayraklılar hakkındaki Hadis-i şerif’leri, yaptıkları cihadın önemini, kimlerle ve nasıl mücadele ettiklerini ve bu hususta Evliyâullah’tan geçmişte yaşamış olan otuza yakın Zevât-ı kiram’ın mühim ifşaatlarını ve izahlarını arzetmiştik.
Bu sohbetimizde ise; Allah-u Teâlâ’nın Hâtem-i enbiyâ olan Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Ashâb-ı kiram’ını ümmetlerin en kıymetlisi kıldığını Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle, Asr-ı saâdet’te yaşanmış misallerle arzetmeye çalışacağız. Gelecek sohbetimizde ise bu sohbetimizin bir devamı olarak, âhir son zamanda gelecek Hâtem-i evliyâ’yı ve ona tâbi olan ihvanı da en faziletli kıldığına dair mihenk ve denk olmak üzere Hadis-i şerif’ler arzedeceğiz.
Bu bakımdan bu sohbetimizle gelecek sohbetimiz arasında yakın bir irtibat bulunmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hem peygamberler silsilesini hitâma erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden ilâhî bir mühürdür.
O Allah-u Teâlâ’nın nurudur, âlemlerin gurur ve sürûrudur.
Cemâl nurundan en evvela onun nurunu yarattı. Daha sonra onun nurundan âlemleri halketti, bütün mükevvenatı da onun nuru ile donattı. Nereye bakarsan hep o nur.
Âyet-i kerime’de:
“Allah’tan size bir nur gelmiştir.” buyuruluyor. (Mâide: 15)
Bu öyle bir nur ki, bu nur Allah-u Teâlâ’nın nurudur. Âlemler onun nurundan yaratıldı. O, kâinatın çekirdeği ve mayasıdır, hakikatın özüdür.
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kâimdir.
Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği peygamber kullarına ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf, Muhammed Aleyhisselâm’ın nuru idi. Geldikleri zaman o nur ile geldiler. Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nur onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize kadar geldi. Zaten onun nuru idi. Nur Nur’a kavuştu.
•
Âlemlere rahmet olarak geldiği milâdi altıncı asırda, dünyanın üzerini kara bulutlar kaplamıştı. İnsanlık âlemi; zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde inliyordu.
Şirk ve putperestlik almış yürümüştü. Dinsiz milletler; taştan ve ağaçtan, altın ve gümüşten veya diğer maddelerden yaptıkları heykellere tapıyorlardı. Mekke, putperestliğin merkezi haline gelmişti. Kâbe’nin içinde üçyüzaltmış kadar put vardı.
Hıristiyanlık dini bozulmuş, tek Allah’a inandıklarını söyleyen hıristiyanlar; tanrının bir de oğlu olduğunu, üçüncü tanrının da Ruhül-kuds olduğunu iddia ediyorlardı. Yahudiler ise Allah’a insanî sıfatlar yakıştırıyorlar, icabında insan kılığına girdiğini, Üzeyir adında bir oğlu olduğunu söylüyorlardı. Ayrıca ateşe tapan Mecusiler, yıldızlara tapan Sâbiiler de vardı. Kısacası tek Allah’a inanmanın dışında, ne kadar çok inanç ve ibadet şekli varsa, hepsi o çağın insanlarında mevcuttu.
Sosyal durum ise yürekler acısı idi. Arabistan halkı çok çeşitli kabilelere ayrılmış bulunuyordu. Kabileler arasında kan dâvâları yüzünden iç harplerin ardı arkası kesilmek bilmezdi. Birbirleri ile uğraşmaktan başka işleri yoktu.
Nesilleri tüketen kan dâvâları itiyat halinde idi. Savaşlarda, baskınlarda esir edilen insanların diri diri yakıldığı olurdu. İnsanları işkence ile öldürmekten zevk alınırdı.
Kim daha güçlüyse başkasının hakkına tecavüz eder, malına ve mülküne konardı.
Evliliğin sınırı yoktu, bir kişi on veya daha fazla nikâh yapabilirdi. Üvey anne ile evlenmekten çekinmezlerdi. Bunun yanında boşanma ise çok yaygındı. Fahişeliğin her çeşidi almış yürümüştü.
Çıplaklık ayıp değildi. Ulu orta çıplak dolaşırlar, açıkta çıplak yıkanırlar, kadın-erkek Kâbe’yi çıplak tavaf ederlerdi.
Kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşet gösteren ve bundan acı bile duymayan âileler vardı.
Yalnız Araplar değil, insanlık âlemi maddi-mânevi ıstıraplar içinde idi. Arabistan’ın iki büyük komşusu olan Bizans ve İran, korkunç bir uçuruma doğru sürükleniyordu. Hülâsa olarak bu devirde ne tarafa bakılsa, cihanın her yeri herc-ü merç içinde idi. Islahı için ancak bir kurtarıcının zuhuru gerekiyordu. Bu hakiki mürşid, olsa olsa Allah-u Teâlâ tarafından vazifelendirilen bir peygamber olabilirdi ve geleceği dört gözle bekleniyordu.
Allah-u Teâlâ’nın beşeriyete en büyük lütfu olan Muhammed Aleyhisselâm büyük bir dâvâyı omuzlarına yüklenmiş olduğu halde ortaya çıktı. Şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmak için tek başına dâvete başladı.
Nur kaynağı Muhammedî güneş, karanlık ufukları aydınlattı, hayata hayat getirdi.
Allah-u Teâlâ asırlardan beri imansız yaşayan ve birbirine saldırıp duran bu insanlara iman nuru ile münevver, İslâm şerefiyle müşerref olduktan sonra indirdiği Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:
“Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor.” (Âl-i imran: 103)
O insan şeklindeki canavarlar; bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşi hayvanlar gibi dağılmış olan Araplar, birleşip tek bir vücut haline geldiler. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.
Allah-u Teâlâ ilâhî bir gaye uğrunda birleşen bu bahtiyar kullarını Kur’an-ı kerim’inde meth-ü senâ etmektedir:
“Onların gönüllerini birleştiren Allah’tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfal: 63)
Diyarları değişmemişken, onlar birden nasıl değiştiler? Câhili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne fesat deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevilikleri medeniliğe inkılâb etti. O ümmî peygamber onlara öyle bir ruh nefhetti ki, hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular. Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan çöl arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle; faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular.
O Nur’un etrafında birleşip toplanmaları sayesinde; o imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyet’i çok uzaklara kadar yaydılar. Allah’ın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saadet götürdüler. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nurlarını yaygınlaştırdılar. Öyle ki, azamet ve kudreti herkesçe bilinen İran ve Rum devletlerini bütün şevketine rağmen kısa bir müddet içinde yerle bir ettiler. Cihanın şarkına ve garbına hakim olarak, beşeriyeti uyandırmaya, gönülleri nurlandırmaya gayret ettiler. Hakk’tan hakikatten, fazilet üzerine kurulmuş bir medeniyetten haberdar etmeye çalıştılar. Muvaffakiyetten muvaffakiyete nâil olup durdular.
Ölmüş kalpler canlandı, basiretler açıldı, kırılmış ve kopmuş olan ilâhî bağlar yeniden bağlandı. Bütün bunlara o Nur vesile oldu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, Kudüs halkına verdiği emannamenin hutbesinde sözlerine şöyle başlamıştır:
“Hamd olsun O Allah’a ki bizi İslâm dini ile aziz etti. İman ile şereflendirdi. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı. Dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sayesinde bir araya getirdi. Kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı. Memleketler ihsan etti. Bizi sevişen kardeşler haline getirdi.
Ey Allah’ın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allah’a hamd ve senâ ediniz.”
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı, o Nur’u görmek şerefine nâil olup, iman eden ve bu imanı ölünceye kadar koruyan kimselerdir.
Gerek Tevrat’ta ve gerekse İncil’de Resulullah Aleyhisselâm’ın fazilet ve meziyeti, daha dünyaya teşrif etmeden önce duyurulduğu gibi, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtının fazilet ve meziyeti de aynı kitaplarda beyan edilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Muhammed Allah’ın Peygamber’idir.” (Fetih: 29)
Onun Allah katındaki vasfı budur. O Allah-u Teâlâ’nın Resul’üdür. Bundan dolayı, ona olan vaadlerini fiilen gerçekleştirerek ispat edecek olan da Allah-u Teâlâ’dır.
O’nun bu şehâdetine karşı “Muhammed Allah’ın Resul’üdür.” demek istemeyenler ebedî olarak zarar etmiş olurlar.
“Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (Fetih: 29)
Bu da ona iman eden müminlerin vasfıdır. Kâfirlerin küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık ve müsamaha göstermezler, kızgın ve asık suratlıdırlar. Dinlerine muhalefet edenlere asla sevgi beslemezler.
Aralarındaki din kardeşliği sebebiyle birbirlerine karşı alçakgönüllü, güleryüzlüdürler. Birbirleriyle karşılaştıklarında selâmlaşır, tokalaşır ve kucaklaşırlar.
İçlerinden birinin bir belâ ve musibete uğraması hepsini üzer. Aralarında birlik, beraberlik ve kardeşlik devam eder durur.
“Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün.” (Fetih: 29)
Namazlarını Allah için ihlâsla kılarlar. Çünkü namaz amellerin en hayırlısıdır.
“Allah’tan lütuf ve hoşnutluk isterler.” (Fetih: 29)
Öyle çalışırlar ki, daima Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmayı, rızâsına doğru ilerlemeyi düşünürler.
“Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.” (Fetih: 29)
Onların alâmetleri alınlarındadır. Devam ettikleri secdelerin bir feyzi olarak simâlarında ayrı bir güzellik bulunur.
“İşte bu, onların Tevrat’ta anlatılan vasıflarıdır.” (Fetih: 29)
Anlatılan bu sıfatlar gerçek müminlerin Tevrat’ta belirtilen hususiyetlerindendir.
Onların İncil’deki özelliklerine gelince:
“İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu, ekincilerin hoşuna gider.” (Fetih: 29)
Bu, Allah-u Teâlâ’nın İslâm’ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün ilerlemesine verdiği bir misaldir.
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm önce tek başına dâvete başladı. Sonra Allah-u Teâlâ kendisi ile birlikte iman edenlerle incecik yeşeren bir ekinin zamanla kendisinden meydana gelen diğer parçalarla güçlenerek ekin ekenlerin hoşuna gidinceye kadar güçlenmesi gibi güçlendirdi.
İşte Resulullah Aleyhisselâm ve Ashâb-ı kiram’ı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur.
“Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.” (Fetih: 29)
Bu misallerde anlatıldığı üzere onların Allah-u Teâlâ tarafından övülmeleri, yüce vasıflarla vasıflandırılmaları, cihanşümul bir intişara nail olmaları kâfirlerin öfkelerini artırmaktadır.
Ashâb-ı kiram’a öfke duyan, onların kusurlarını diline dolayan bir kimse bu Âyet-i kerime’ye göre küfre düşer. Çünkü Allah-u Teâlâ onlardan övgü ile söz etmiş ve onlardan râzı olmuştur. Bu ise onlara yeterlidir.
“Allah iman edip salih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfât vâdetmiştir.” (Fetih: 29)
O’nun vaadi doğrudur, gerçektir, asla değişmez ve değiştirilemez.
Âyet-i kerime’de geleceğin fetihleriyle İslâm’a girip güzel hizmetler edecek kimselerin bağışlanacakları, büyük mükâfatlara erecekleri müjdelenmiş oluyor.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtından sonra kıyamete kadar Muhammed Aleyhisselâm’ın nurlu yolunda bulunanlar da bu müjdeye dahildirler. İlâhî rahmet ve inayet bütün müminleri kuşatmaktadır.
Müslümanlar Mekke’den göç ettikçe, onları Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri hürmetle karşılıyorlar, yer gösteriyorlar ve yardım ediyorlardı. Onun içindir ki Medine’li müslümanlara “Ensâr”, hicret eden Mekke’li müslümanlara ise “Muhâcir” denildi.
Onlara bu ismi Âyet-i kerime’sinde bizzat Allah-u Teâlâ vermiştir:
“İslâmda birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Tevbe: 100)
Kendilerine lütuf ve ihsan buyurmuş olduğu dünyevî ve uhrevî nimetlerden ve hususiyetle kendilerini bütün nimetlerin üzerinde olan rızâ-i Bâri’sine nail buyurduğundan dolayı bir şükran ifadesi olarak kalben fevkalede mahzuz bulundular.
Muhacirîn-i kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm’ı ilk önce tasdik eden, onun uğrunda her türlü zahmetlere ve fedakârlıklara katlanan zatlardır. Dinlerini korumak için yurtlarından aşiretlerinden ayrılmışlar, Resulullah Aleyhisselâm’a samimi bir merbudiyet göstermişlerdir.
Ensâr-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtına gelince; birçok kimselerden önce Mekke-i mükerreme’ye gelerek Resulullah Aleyhisselâm’ı tasdik etmişler, onu kendi memleketlerine dâvette bulunmuşlar, hicret eden din kardeşlerine pek çok yardımlar yapmışlar, İslâmiyet’in intişarı için pek çok çalışmışlardır.
Bu güzel işlerde onlara uyup, onlar gibi güzel işler yapan, kıyamete kadar onların yaptıkları işleri kendisine numune alan ve onların izinden giden bütün müslümanlar da üçüncü zümreyi teşkil etmektedirler.
Allah-u Teâlâ Muhacir ve Ensar’ın en önde ve ileri gelenleriyle, görürcesine kıyamete kadar onlara uyanlardan râzı olduğunu haber vermiştir.
“Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu en büyük bahtiyarlıktır.” (Tevbe: 100)
Bu bahtiyarlıktan daha büyük bir bahtiyarlık düşünülemez. Öyle bir kazançtır ki, bundan öte herhangi bir kazanç yoktur.
•
Allah-u Teâlâ bu mümtaz zâtların üstün vasıflarını Kur’an-ı kerim’de meth-ü senâ ediyor ve şöyle buyuruyor:
“İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler birbirlerinin dostlarıdırlar.” (Enfâl: 72)
Önce Muhacirler anılmıştır. Çünkü onlar İslâm’ın temelidir. Allah rızâsı için mallarını ve yurtlarını terketmişlerdir.
İkinci olarak Ensar’dan bahsedilmiştir. Bunlar ise hicret eden kardeşlerini evlerinde barındırdılar, onları mallarından istifade ettirdiler. Allah’ın dinine ve Resul’üne onlarla birlikte cihad ederek yardım ettiler. İşte Allah-u Teâlâ bunlar hakkında biri diğerinin velisi olduğu hükmünü vermiştir.
“Muhacirler”in ve “Ensar”ın dünyadaki hükmü zikredildikten sonra ahirette onlar için büyük müjdeler olduğu Âyet-i kerime’lerde haber verilmektedir:
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler, muhacirleri barındıranlar var ya, işte gerçek müminler onlardır.
Onlar için mağfiret ve cömertçe verilmiş bir rızık vardır.” (Enfâl: 74)
Bu ise çok büyük bir tebşir-i ilâhi’dir.
•
Resulullah Aleyhisselâm’ın hicreti esnasında Medine’de iki Arap kabilesi ile üç yahudi kabilesi vardı.
Evs ve Hazreç, Yemenli iki kardeş idi. Babaları Hârise bin Sa’lebe olup “Seylül-arim” denilen sel felâketinden sonra kabileleri ile Yesrib civarına gelip yerleşmişler ve nesilleri gitgide çoğalmıştı. Müşrik olan bu iki kabile ile, Yesrib’in eski ve nüfuzlu sakinlerinden olan yahudiler arasında zaman zaman çarpışmalar olduğu gibi; bu iki kardeş kabile arasında da sık sık anlaşmazlıklar çıkar, yıllarca savaşır dururlardı. Bu savaşların en sonuncusu Buâs harbidir. Hicretten beş yıl kadar önce sona eren ve bazı aralıklarla yüzyirmi sene süren bu harpte, her iki tarafın da en asil ve şerefli insanları öldürülmüş veya yaralanmıştır. Yahudiler de bunları birbirine düşürmek için kışkırtmaktan geri durmazlardı.
İşte Ensar böyle bir halde iken, kısmeti olanlar öyle coşkulu bir şekilde müslüman oldular ki, İslâm’ın doğru ve nurlu yolunu görür görmez, gönülleri ve bünyeleri ile birlikte büyük bir teslimiyet dairesine girdiler. Allah adına birbirini sevmeye, Allah rızâsı yolunda birbirlerinin haklarını gözetmeye, takvâ ve iyilik üzerinde yardımlaşmaya başladılar. Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Mekkeli müslümanları Medine’ye dâvet ettiler. Geldiklerinde de tam bir kardeş muamelesi yaptılar, kendi evlerinde barındırdılar, onlara eşit haklar tanıdılar, evlerine mallarına ortak yaptılar. İki hanımı olanlar, iddetinin bitmesinden sonra onunla evlenmeyi dileyecek olurlarsa, hanımlarından birini onun için boşama teklifini dahi yaptılar.
Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
Evs ve Hazreçli müslümanlara, yardımcılar mânâsında Ensar ismi verilmiştir.
Enes bin Malik -radiyallahu anh-e: “Siz öteden beri bu isimle mi anılırdınız, yoksa size bu ismi Allah mı koydu?” diye sorulduğu zaman “Evet, bu ismi bize Allah koydu.” cevabını vermiştir. (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Muhacirlerden evvel Medine’yi yurt ve iman evi edinmiş olan Ensar, kendilerine hicret edip gelenleri severler.” (Haşr: 9)
Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları din kardeşleri bilerek dostluklarını gösterirler.
“Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kaygı hissetmezler.” (Haşr: 9)
Muhacirlere verilen şeylere kendileri sahip olamadıklarından dolayı kalplerinde ona dair bir ihtiyaç meyli duymazlar. Bu gibi şeylere gözleri takılıp kalmaz. Son derece ihtiyaç ve yoksulluk içinde olsalar da, malın başkalarına verilmesini tercih ederler. Onların bu tercihleri mala ihtiyaçları olmadığından değildir. Aksine bu tercihleri ihtiyaçları olmasına rağmendir.
“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, muhacir kardeşlerini tercih ederler.” (Haşr: 9)
Başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutarlar. Kendileri aynı şeye muhtaç olmaları halinde, muhtaç olan başkalarının ihtiyaçlarını karşılamakla işe başlarlar.
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar saâdete erenlerdir.” (Haşr: 9)
Tevbe sûre-i şerif’inin 100. Âyet-i kerime’sinde ise İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu, onların da Allah-u Teâlâ’dan hoşnut olduğu, Allah-u Teâlâ’nın onlar için içinde ebedi kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladığı, bunun da büyük bir bahtiyarlık olduğu beyan buyurulmaktadır.
Daha ilk günden itibaren Resulullah Aleyhisselâm’a hizmet için birbirleriyle yarışa başlayan Ensar, Akabe biatlarında verdikleri sözün eri olduklarını ispat ettiler. Onu her türlü tehlikelerden korumuş, gerek Medine’deki yahudilerle ve münafıklarla, gerekse Bedir savaşından itibaren Mekkeli müşriklere ve diğer düşmanlara karşı yapılan silâhlı mücadelede Resulullah Aleyhisselâm’ın ordusunda yer almışlardır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın ve Muhacirler’in Medine’ye hicretlerine imkân sağlamanın bir neticesi olarak bir İslâm devletinin kurulmasına zemin hazırlamışlardır. Resulullah Aleyhisselâm bu sayede pek büyük imkânlara ulaşabilmiştir.
Aynı şekilde Ensar’ın hanımları da büyük fedakârlıklar göstermişler, İslâm’ın gelişip güçlenmesine destek olmuşlardır.
Resulullah Aleyhisselâm onların dostluğundan son derece memnundu.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Ensar hakkında:
“Onları ancak mümin olanlar sever ve onlara ancak münafık olan buğzeder.
Kim onları severse Allah da onu sever. Kim buğzederse Allah da ona buğzeder.” buyurmuşlardır. (Müslim: 75)
İslâm dinini neşretmek ve yüceltmek için her tarif ve tasvirin üstünde şehamet ve fedakârlık gösteren bu muhterem zevât-ı kiram’ı sevmek, kendilerine hürmet göstermek elbette imanın sıhhatine delâlet eder. Çünkü onları sevmek İslâm’ın meydana çıkmasına ve kuvvet bulmasına sevinmek demektir. Bununla beraber, onların bu yararlıklarından dolayı sevinmeyerek kendilerine buğzetmek şüphesiz ki nifak alâmetidir. Bu husus yalnız Ensâr hakkında değil, bütün Ashâb-ı kiram hakkında geçerlidir.
Ensar’ın feragat ve fedakârlıkları Resulullah Aleyhisselâm tarafından olduğu gibi diğer bütün müslümanlar tarafından da daima takdirle anılmış, İslâm kardeşliğinin bir tatbikatı olarak görülmüş ve numune alınmaya çalışılmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm Ensar’ın kendisine hususiyet ve yakınlığını, hicretten sonra en üstün meziyetin İslâm’a yardım etmek olduğunu bir Hadis-i şerif’inde beyan buyurmuştur:
“Şayet Ensar bir vâdiye veya geçide süluk etse, ben de mutlaka Ensar’ın gittiği vâdiye ve geçide süluk ederim.
Eğer hicret(in fazileti) olmasaydı, ben Ensar’dan biri olurdum.” (Buhârî)
Dinleri imanları uğruna vatanlarını terk edenlere de Muhacir denildi. Müşriklerin zulümleri karşısında Medineli müslümanların yakınlığına sığınan bu vefâkâr insanlar, Resulullah Aleyhisselâm’ın hicreti ile büyük ölçüde gariplikten kurtulmuşlardı.
Onlar Allah için hicret etmişlerdi. Rızâ-i Bâri uğrunda fedakârlığın en büyüğünü, sadâkatin en üstününü, teslimiyetin en güzelini gösterip kendilerini her şeyiyle o yola adamışlardı.
Allah-u Teâlâ onları Âyet-i kerime’lerinde övmüştür:
“Allah’ın verdiği bu ganimet malları bilhassa, yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah’ın lütfunu ve rızâsını dileyen, Allah’ın dinine ve Peygamber’ine yardım eden muhacir fakirlerindir.
Onlar sâdıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 8)
Mekke kâfirlerinin tazyiki üzerine Mekke’den Medine’ye hicrete mecbur edilerek hicret ettiler. Dinlerini koruma pahasına evlerini, barklarını, mal ve mülklerini bırakıp çıktılar. Önceleri fakir değilken, sonraları fakirliğe maruz kaldılar.
Bunlar sâdıklardır, sözlerini fiilleriyle ispat eden, doğruluk ve sadakatte maharet sahibi olan, özü sözü doğru, vefâkâr insanlardır. İmanlarını, sadakatlerini fiilen ispat etmişlerdir.
Tek suçları “Rabbimiz Allah’tır.” demeleri idi. Kavim ve kabilelerine karşı hiçbir kötülükleri, hiçbir garazları, tek ve şeriki olmayan Allah’a kulluk etmekten başka hiçbir günahları yoktu.
“Onlar, başka değil, sırf: ‘Rabbimiz Allah’tır.’ dedikleri için yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (Hacc: 40)
Düşmanları onların bu imanlarını kusur saydılar, vatanlarını terke mecbur ederek diyar-ı gurbete düşürdüler.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde bu hususta şöyle buyuruyor:
“Halbuki onlar, Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar.” (Mümtehine: 1)
Müminlere baskı yaptılar, eziyet ettiler, neticede müminler Medine’ye hicret ettiler.
•
Büyük bir zulme uğrayarak Allah yolunda hicret eden bu güzide şahsiyetler Âyet-i kerime’lerde övgü ile anılmışlardır:
“Kendilerine zulüm yapıldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri andolsun ki dünyada güzel bir yere yerleştiririz.” (Nahl: 41)
Allah-u Teâlâ onları Medine-i Münevvere’ye yerleştirdi ve orasını onlar için hicret yurdu kıldı.
Müslümanlar bu “Güzel yer”de İslâm’ın intişarı için elverişli zemin ve zaman bulmuş oldular. Düşmana karşı hazırlanma fırsatı elde ettiler. Güzel rızka, helâl lokmaya erişme imkânı buldular. Allah-u Teâlâ onlara evlerinden, mallarından daha hayırlısını verdi. Hiç şüphesiz ki bir şeyi Allah rızâsı için terkeden bir kimseye Allah-u Teâlâ onun yerine ondan daha hayırlısını verir. Nitekim bu şekilde gerçekleşmiştir. Onlara yeryüzünde imkân verdi, kısa zamanda bütün Arabistan yarımadasına hükümran oldular.
Diğer taraftan Allah-u Teâlâ onlar için ahiret yurdundaki mükâfatın dünyada onlara verdiklerinden daha büyük olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür, keşke bilseler.” (Nahl: 41)
Onlarla birlikte hicret etmeyip geri kalanlar o hicret şerefine nâil olan muhacirlere Allah-u Teâlâ’nın neler hazırladığını bilmiş olsalardı, Allah yolunda her fedakârlığa katlanırlar, düşmanlarının eziyetlerine daha çok sabır ve sebat ederlerdi.
Müşrikler bilmiş olsalardı, yaptıkları zulümlerden pişmanlık duyarlar, muhalefette bulunmazlar, düşmanlıklardan vazgeçerlerdi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- muhacirlerden bir kimseye maaşını verdiği vakit:
“Allah bunda sana bereket ihsan etsin. Bu, Allah’ın sana dünya hayatında vaad ettiğidir. Ahirette senin için hazırlamış olduğu ise daha üstün ve değerlidir.” buyurur ve bu Âyet-i kerime’yi okurdu.
•
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların vasıflarını belirtmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“Onlar sabreden ve yalnız Rablerine güvenen kimselerdir.” (Nahl: 42)
Çektikleri sıkıntılara; onlara dünyada da ahirette de güzel âkıbeti bağışlayan Allah-u Teâlâ’ya tevekkül ederek sabrettiler, O’nun vereceği ecir ve sevabı umarak katlandılar.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir defasında: “Yâ Resulellah! Hicret hakkında Kur’an-ı kerim’de erkekler zikrediliyor, biz Allah-u Teâlâ’nın hicret hususunda kadınları zikrettiğini hiç işitmedik?” diye sormuştu.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Rableri onların duâlarına karşılık verdi: Ben içinizden erkek olsun kadın olsun, çalışanın yaptığını boşa çıkarmam. Hep birbirinizdensiniz. Onlar ki hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğratıldılar, savaştılar ve öldürüldüler.
Andolsun ki, onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu mükâfat Allah tarafındandır. Mükâfatların en güzeli, Allah katındadır.” (Âl-i imran: 195)
Başka hiç kimse, başka bir kimseye böyle muazzam bir mükâfat vermeye kadir değildir. Cennet-i âlâ’da Allah-u Teâlâ’nın Cemâl-i bâkemâlini müşahede gibi en ulvî mükâfatlar da vardır.
•
Onlar o Nur’un ef’al ve ahvâlini gördüler. Üzerlerinde tezahür eden bütün güzellikler hep o Nur’dan lemean etmiştir. Bir kere sohbetinde bulunmakla çok büyük derecelere nâil oldular.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ne mutlu beni görüp iman edene!” (Ahmed bin Hanbel)
Onların imanları şuhûdidir. Vahyin ve sohbetin bereketi ile hakikatleri göre göre iman ettiler.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Allah-u Teâlâ benim ashâbımı nebiler ve resuller müstesnâ olmak üzere bütün insanlara ve cinlere üstün kılmıştır.” (Bezzar)
Kur’an-ı kerim’in kâtipliğini yapanlar, Hadis-i şerif’leri rivayet edenler, daha doğrusu Cenâb-ı Hakk’ın son dinini yayanlar ve bize ulaştıranlar onlardır.
Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek aslâ câiz değildir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Sahabemi bana terkediniz. Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Allah’a yemin ederim ki, fakir ve düşkünlere Uhud dağı ağırlığında altın infak etseniz, onların amelinin sevabı gibi sevaba nâil olamazsınız.” (Buhârî)
Zaman-ı saâdetlerine erişip lâtif meclisleri, şerefli sohbetleri ile şerefyab olan, o Nur’un pervaneleri olan bu zâtlar; bir anda öyle bir ruh seviyesine çıktılar ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i canlarından da aziz bildiler. O Nur’dan öyle bir ziyâ aldılar ki, ona fedâ edilmeyecek tek bir şey tanımadılar. Onun yolunda çoluk-çocuklarını, vatanlarını terkettiler. Değil mallarını, canlarını bile feda etmekten haz duydular. Sevdiler de sevdiler. Cihan tarihinde onun kadar seven ve sevilen bir insan yoktur.
Bedir savaşına hazırlanırken Ashâb-ı kiram’ı ile istişare yapmıştı. Onlar da kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkalâde mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
“Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm’a dediği gibi: ‘Sen ve Rabbin varın savaşın, biz burada oturacağız’ demeyiz, fakat biz deriz ki ‘Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.”
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimizin elinden tutmuştu.
“Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin.” deyince buyurdular ki:
“Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez.”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
“Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin.” diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi.” buyurdular. (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2069)
Resulullah Aleyhisselâm’ı bu derece sevmenin mükâfatı da unutulacak gibi değildir.
Bu en yüksek mertebedir. “Peygamberlerle beraber olmak” mertebesidir.
Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören âşık görmeyen âşık.
•
Enes -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah Aleyhisselâm’a bir zât gelerek: “Kıyamet ne zaman kopacak Yâ Resulellah!” dedi. Resulullah Aleyhisselâm ona: “O gün için ne hazırladın?” diye sordu. “Farz namazlardan, oruçlardan, sadakalardan başka fazla bir ibadetim yoktur. Fakat Allah ve Resul’ünü çok seviyorum.” deyince şöyle buyurdu:
“Sen sevdiğinle berabersin.” (Tirmizî)
Hadis-i şerif’i rivâyet eden Enes -radiyallahu anh- der ki:
“Biz Resulullah Aleyhisselâm’ın bu sözüne sevindiğimiz kadar hiçbir şeye sevinmemiştik. Ben de Resulullah Aleyhisselâm’ı, Ebu Bekir’i ve Ömer’i seviyorum ve bu sevgim sebebiyle onlarla beraber olacağımı umuyorum.”
•
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemizden rivâyete göre bir kimse Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek:
“Yâ Resulellah! Ben seni kendi çocuğumdan, hatta kendi canımdan da çok seviyorum. Öyle ki evde otururken sen aklıma gelince, hemen gelip seni görmeden duramıyorum. Fakat beni düşündüren bir mesele var. İkimiz de öldüğümüzde sen cennete girecek ve Peygamber katına çıkacaksın. Ben ise cennete girersem bile seni göremeyeceğimden korkuyorum.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm ona cevap vermedi. Daha sonra şu Âyet-i kerime nâzil oldu:
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse; işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar.” (Nisâ: 69)
•
Sa’d bin Muaz -radiyallahu anh- Bedir günü Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek:
“Yâ Resulellâh! İstersen sana bir gölgelik yapalım ve binek hayvanlarını da hazırlayalım, sen orada otur. Biz düşmanla savaşalım. Eğer Allah bizi düşmana galip getirirse ne âlâ! Zaten istediğimiz de budur. Yok eğer aksi olur da mağlup olursak, sen hayvanına biner, Medine’ye dönersin. Oradakiler de seni en az bizim kadar sevmektedirler. Eğer senin harbe katıldığını bilselerdi, harpten geri kalmazlardı. Allah seni onlarla kuvvetlendirdi. Onlar sana yardımcı olur, seninle beraber savaşırlardı.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm onun bu sözlerinden çok memnun oldu ve ona hayır duâda bulundu. Daha sonra Resulullah Aleyhisselâm’a, altında oturacağı bir gölgelik yapıldı.
•
Bir yahudi âilenin çocuğu olan Talha bin Benâ -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına gelince, hemen ona sarıldı ve ayaklarını öpmeye başladı. Sonra da:
“Dilediğin şeyi emret, her ne dersen yapacağım.” dedi. Resulullah Aleyhisselâm çocuğun bu şekilde konuşmasına hayret etti ve:
“Git babanı öldür!” buyurdu.
Çocuk Resulullah Aleyhisselâm’ın emrini yerine getirmek üzere geri dönüp huzurdan çıktı. O zaman Resulullah Aleyhisselâm Talha -radiyallahu anh-i tekrar çağırarak:
“Sakın böyle birşey yapayım deme! Çünkü ben akrabalık bağlarını kesmek için gelmedim.” buyurdu.
Bu hadiseden sonra Talha -radiyallahu anh- hastalandı. Resulullah Aleyhisselâm soğuk ve bulutlu bir kış günü onu ziyarete gitti. Geri döneceği zaman annesine:
“Talha’nın durumunu hiç de iyi görmüyorum. Ölmesi yakındır. Öldüğünde bana haber verin de cenazesinde hazır bulunup, namazını kıldırayım ve hemen defnedin.” buyurdu.
Resulullah Aleyhisselâm Sâlim bin Avf oğullarının yurduna henüz varmamıştı ki Talha -radiyallahu anh- ruhunu teslim etti.
Ölmeden önce: “Ölünce beni hemen gömün ve Rabbime kavuşturun. Resulullah Aleyhisselâm’ı çağırmayın. Benim yüzümden yahudilerin ona bir kötülük yapmasından korkarım.” demişti.
Resulullah Aleyhisselâm’a ancak ertesi sabah haber verilebildi. Vefat haberini duyar duymaz gitti. Talha -radiyallahu anh-in mezarı başında durdu. Ashâb-ı kiram da saf bağladılar. Ellerini açarak:
“Allah’ım! Sen ondan hoşnut ol, o da senin rahmetine kavuşsun.” diye duâ etti. (Taberânî)
•
Abdullah bin Huzâfe -radiyallahu anh-i alaycı ve çirkin hareketleri var diye Resulullah Aleyhisselâm’a şikâyet ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Onunla uğraşmayın. Siz onun içini bilmezsiniz. O Allah’ı ve Resul’ünü sever.” buyurdu.
•
Abdullah bin Zül-Bicâdeyn -radiyallahu anh- Medine’de vefat etti. Yıkanıp kefenlendikten sonra, tabutu omuzlara alınınca Resulullah Aleyhisselâm:
“Onun nâşını güzelce taşıyın. Allah da ona hoş muâmele etsin. Çünkü o Allah ve Resul’ünü seviyordu.” buyurdu.
Mezar kazılırken de:
“Mezarını genişçe kazın ki, Allah ona bol rahmet ihsan etsin.” buyurdu.
Ashâb-ı kiram’dan bazıları: “Yâ Resulellah! Ölümüne üzüldün.” dediler.
“Evet. Çünkü o Allah ve Resul’ünü seviyordu.” buyurdu. (İbn-i Mâce)
Radiyallahu anhüm ecmaîn.
•
Muhterem kardeşlerimiz!
Gelecek sohbetimizde, bu sohbetin bir devamı olarak, Allah-u Teâlâ’nın âhir son zamanda gelecek Hâtem-i evliyâ’yı ve ona tâbi olan ihvanı da en faziletli kıldığına dair mihenk ve denk olmak üzere Hadis-i şerif’ler arzedeceğiz inşaallah-u Teâlâ.