Müridin her türlü bağdan, evhamdan, şek ve şüpheden; bilinen, düşünülen, hatır ve hayalden geçirilen her türlü fikir, hayal ve histen sıyrılıp, sâdık bir teveccüh ile kalbine yönelmesine, her an gönlünü Allah’a karşı uyanık tutmasına denir.
Nitekim her yerde hazır olan Allah-u Teâlâ’ya nasıl ki Kâbe-i muazzama’ya yönelerek el açılıyorsa; zikir sırasında da kalbe yönelmek, oraya ilâhi tecellilerin dolmasına zemin hazırlar.
Allah-u Teâlâ insanın kalbine hakikatını yazmış, sonra da o hakikatı fenâ sıfatlarla örtmüştür.
Eğer bir kimse kötü sıfatlarını temizlerse, kalbine teveccüh ettiğinde kendi hakikatını görür.
Bundan maksat, Hakk’tan başka sevgilerin kalbe girmemesidir. Aldığı ve verdiği nefesleri düşünerek daima Hakk ile olması, gelen bütün kötülük ve hatıralardan gönlünü muhafaza etmesi lâzımdır. Eğer sâlik buna muvaffak olursa kalbinde hakikat zuhur eder.
Sâlik kalbine teveccüh hususunda ısrar etse, kendi hakikatı ona âşikâr olur. Böylece Hakk’ın birçok esrarı tecelli eder. “Men arefe”nin sırrı burada çözülmeye başlar.
Vukûf-i kalbi, Tarikat-ı Nakşibendiye’nin Râbıta, Zikir, Murakaba, Hıfz-ı nisbet ve Şeyh ile sohbet gibi altı rükûndan birisidir.
•
Bu altı rükûndan dördü muhtelif bölümlerde açıklanmış olup iki rükûn bu bölümde izah edilecektir.