11 Eylül felaketi ve ardından yaşanan gelişmeler bütün dünyanın askerî, siyasî ve fikrî gündemini değiştirdi. Fikrî sahada yaşanan çalkantılar ve tartışmalar belki askerî ve siyasî sahada yaşananlar kadar ön plana çıktı. Zihinlerin derinliklerinde yaşanan kaos ve karmaşa bir anda gazete sayfalarına ve dünya gündemine taşınmış oldu. Özellikle İslam dini ve İslâm dünyası üzerinde yoğunlaşan bu tartışmalar esnasında ortaya çıkan sorular ve (İslam dünyası olarak bizim) sorunlarımız ülkemizin, bütün İslâm dünyasının ve dünyanın geleceğini şekillendirecek olan yeni sürecin en önemli unsuru olarak karşımıza çıktı.
Televizyon ekranlarında ve gazete sütunlarında İslâm dini ve İslâm dünyası hakkında yapılan tartışma ve fikir yürütmelerin birkaç konu üzerinde odaklandığı görülmektedir: “Medeniyetler Çatışması”, “İslâm dünyasının kendi içinde bölünmüşlüğü”, “Vehhabilik”, “İslâm’ın siyasallaştırılması (medyatik tabiriyle ‘Siyasal İslâm’)”
Bu tartışmalara ve ortaya çıkan problemlere doğru teşhisler koymak zorundayız. Zira teşhis doğru değilse tedavinin bir hükmü yoktur.
İslâm dünyasının parçalanmış yapısı, her ülkenin kendi içinde yaşadığı idari ve toplumsal problemler ve bütün bunlara emperyalist devletlerin gayr-i ahlakî katkıları düşünüldüğünde ABD’nin Çin gibi bir ülkeyi değil de İslâm dünyasını düşman olarak seçmesinin arkasında birkaç sebep bulunmaktadır.
Birincisi; Batı ülkelerinin hemen tamamında İslâmiyet ikinci büyük din haline gelmiştir. Ve bu ülkelerde hızla yayılmaktadır. İslam dininin aileye önem vermesinden kaynaklanan müslümanların çoğalma trendi kadar “Batı insanı”nın da din olarak hıristiyanlık yerine İslâmiyeti tercih etmesi bu ülkeleri çok ciddi biçimde korkutmaktadır. Ve bu gelişmeyi kendileri için bir tehdit olarak algılamaktadırlar.
İkincisi; İslâm dünyasının gerek nüfus gerek ekonomik potansiyelinin dünyadaki payı istikraklı şekilde artmaktadır. İlginç olan Huntington’un çatışma temelli tezinde bu gerçek rakamlarla ifade edildikten sonra medeniyetlerin çatışmasını hızlandıran bir veri olarak kabul edilmektedir. Buna göre 20. yüzyılın başında ve sonunda Batı Hıristiyanlığının dünya nüfusundaki oranı yüzde 26.9 olarak aynı kalmışken müslüman nüfusu yüzde 12.4'ten yüzde 19.2'ye çıkmıştır. Diğer dinlerde önemsiz artışlar ve düşüşler görülürken, dinsizlerin oranı binde 2'den yüzde 14'e çıkmıştır. 1950 ile 1992 arasında dünya ekonomisinde Batı'nın payı yüzde 64.1'den yüzde 48.9'a düşmüştür. Afrikalılar ve Hindular yerinde sayarken müslümanların payı yüzde 2.9'dan yüzde 11'e çıkmıştır. Çin yüzde 3.3'ten yüzde 10'a, Japonya yüzde 3.3'ten yüzde 8'e yükselmiştir. (Taha Akyol, 15 Ekim)
Üçüncü sebep ise küçük İsrail Devletinin ve Yahudi diasporasının Ortadoğu coğrafyasındaki ihtirasları ve korkularıdır. Üçüncü sebep olarak saydığımız bu gerçek aslında direkt olarak hıristiyan batı’nın problemi veya önceliği değildir. Ancak Avrupa’daki ve özellikle ABD’deki yahudi diasporası tahmin edilenden daha güçlüdür. Özellikle ABD’de medya ve finans dünyası neredeyse tamamen yahudi tekelindedir. Hollywood filmlerinin son 10 yıldır özellikle terörizmi konu edinmesi, müslüman kimliğini zihinlere terörist imajıyla kazımak için sinsice yürütülen çalışmalar takdim edilen bilgilerle yetinmeyen ve gerçekleri araştıran kimseler için gözden kaçmayan vakıalardır.
Bu sebeplerden dolayı ABD’nin yeni düşmanı İslâm ve İslâm dünyası’dır. Bu gerçeği görmek ve buna göre hazırlıklarımızı yapmak zorundayız. Halihazırdaki operasyon ve savaşların nereye kadar gideceğini merak eden okuyucularımıza durumu tek cümle ile özetlemek gerekirse: “Yaşanan hadiseler 3. dünya savaşının kıvılcımıdır.”
Savaş, yıkım demektir. Felakettir. İstenmeyen bir durumdur. Ancak “Haberciler”in haber verdiği felaket günleri yaklaşmıştır. Ne zaman olacağını Hazret-i Allah bilir. Beş yıl, on yıl, otuz yıl...
Huntington gibi ABD siyaset yapıcılarını etkileyen şahsiyetlerin tezleri ile bazı think-tank kuruluşlarının tahminlere dayanan raporlarını aynı zamanda icra edilmek istenen siyasetin ipuçları olarak algılamak icap etmektedir. Bunun örnekleri çoktur. Bakü-Ceyhan projesinde güvenliğin sağlanması için Nato askeri varlığını kabul etmemizi tavsiye eden, Hindistan-İsrail-Türkiye ortaklığı öngören, Su savaşı senaryoları yapan raporlar ve daha birçokları ile karşılaştık. Çok şükür Türkiye eskisi gibi gaza gelmiyor. Bütün yönlendirme gayretlerine ve baskılara rağmen kendi politikasını icra etmeye çalışıyor. Hükümetin ve hükümet başkanının bütün acziyetine rağmen dış politika yapıcılarının gayretlerini görmek gerekiyor.
Huntington’un İslâm dünyasının nüfus ve ekonomi verilerini zikrettikten sonra bu durumu Medeniyetler savaşını hızlandıran bir durum olarak öngörmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Bu şahsa “Afganistan savaşı medeniyetler savaşı mıdır?” diye sorulduğunda “Hayır. Çünkü Afganistan İslâm medeniyetinin merkezi değildir.” diye cevap vermiştir. Huntington bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce Türkiye’yi karşı cephede tasvir etmişti. Bu tezi ile yukarıdaki cümlesini birleştirdiğinizde çıkan sonucu siz düşünün. Cumhurbaşkanı Sezer Ekim ayındaki İSEDAK toplantısını “İslâm medeniyetinin önemli merkezlerinden birisi olan İstanbul’a hoş geldiniz.” cümlesi ile açmıştı.
Bush yönetiminin yahudilerle arasının pek iyi olmaması önemli bir avantaj olmakla beraber maalesef bütün problemlerin halli için yeterli bir faktör değildir. Halihazırda Bush’un Irak’ın vurulması yönündeki baskılara kulak asmaması hiç yoktan önemli bir avantajdır. Ancak herhangi bir ABD iktidarından bundan daha iyisini beklememek gerekir. Zira bir ABD başkanının; kimilerinin “Şahinler” kimilerinin “Yönetim içindeki bir Klik”, Kennedy’nin “Özel bir millet”, Gromyko’nun “Yahudi lobisi” olarak nitelediği hakimiyete direnmesi çok zordur. Taha Kıvanç konuyla ilgili bir yazısında Başkan Nixon’un genel sekreteri Haldeman’a “Yönetim musevilerle kaynıyor” dediğini ve “anti-semitik” denilebilecek bir zihniyete sahip olduğu daha sonra anlaşılan Nixon’un yahudi danışmanlarının hayret ifadelerini aktarıyor.
2004 ABD başkanlık seçimlerine aday olacağını açıklayan Lyndon LaRouche ise yaşananlar hakkında şu tesbitleri yapıyor: “Hedef ABD’de yönetim darbesi yapmak, olur veya olmasa da, ABD’yi bir savaşa sürüklemektir. CNN’nin, Fox TV ve benzerlerinin yayınlarına katiyen kapılmayın. Bunlara kapılmak ve ülkeyi savaşa sürüklemek, operasyonu yapanların maksatlarına alet olmaktır. Afganistan’a müdahale gibi şeyleri asla düşünmemeliyiz. Ayrıca, ABD ve daha pekçok ülke için tehdit oluşturan İsrail’i durdurmalı ve Ortadoğu’da barışı sağlamalıyız.” Dünya tarihinde yeni oluşumların yaşandığı dönemlerde dünya savaşları çıkarıldığından bahseden LaRouche şöyle devam ediyor: “Şimdi, ABD ve İngiltere içindeki güçler, Asya’daki oluşumları engellemek için dünya savaşı çıkarmak istiyorlar. Bu savaşın adını da, Batı ile İslâm’ın savaşı olarak koyacaklar. Bu savaşı engellemeliyiz; bunun için önce İsrail’deki Şaron’u durdurmalıyız.”
Bu anlatılanlarla İslâm dünyasına mensup ülkelerin parçalanması planlarını birleştirdiğimizde önümüzdeki tablo daha çok netleşmektedir. Endonezya, Pakistan, Irak ve Türkiye... Türkiye’nin sadece kendi toprak bütünlüğü ile değil dünyanın diğer bölgelerindeki ülkelerin toprak bütünlüğü ile ilgilenmesi, Pakistan’ın bölünmemesi için ABD’ye telkin ve hatta şartlar ileri sürmesi, Irak’ın toprak bütünlüğünün muhafazası için savaşı göze alması yerinde ve takdir edilmesi gereken icraatlardır. ABD ve İngiltere’nin “Haçlı seferi” söyleminden vazgeçmesi ve bu savaşın “Medeniyetler arasında bir savaş” olmadığını vurgulamak için özen göstermesinde ve hatta İsrail üzerindeki baskılarda Türkiye’nin önemli katkıları vardır. Hint kültürü aşığı Ecevit’in Türk medyasından aşağı kalır yanı olmayan tavırları bir yana bırakılırsa Türkiye’nin İslâm’a ve İslâm dünyasına sahip çıkmaya çalıştığı söylenebilir.
Bu faktörler sebebiyle “3. Dünya Harbi Felaketi”nin gecikeceği tahmin edilebilir. Zaten ABD de bu operasyonu yaparken bunun uzun bir süreç olduğunu 10-15 yıl sürebileceğini peşinen açıklamış bulunmaktadır. Ancak her an her şey olabilecekmiş gibi hareket etmek ve tedbiri elden bırakmamak gerekiyor. Özellikle 2004 ABD başkanlık seçimlerinde yahudi diasporasının hakimiyeti ele geçirme ihtimali gözönünde bulundurulmalı ve bu ülke ile ilişkilerimizde bu tarihe dikkat edilmelidir.
Batı Medeniyeti’nin bütün üstünlük iddialarına rağmen İslâm Dünyası karşısında fiili bir gerileme ile karşı karşıya kaldığını rakamlarla yukarıda izah etmiştik.
Son bir-birbuçuk asırdır maddî sahada büyük bir inkişaf gösteren Batı Medeniyeti kendi dinini İslâm dünyasında yaymaya muvaffak olamamış ve hatta kendi içerisinde kendi insanları İslâm’a yönelmeye başlamıştır. Bunun en büyük sebebi İslâm’ın maneviyat dünyasına hitap eden üstün bir din olmasıdır. İslâm’ın özünü oluşturan bu maneviyat dünyasını yaşatan ve yayan unsur ise tasavvuftur.
Bu hakikati Batılılar çok iyi bilmektedirler. Bu sebeple fikrî sahadaki taarruzlarını bu maneviyat dünyamıza karşı açmışlardır. Vehhabîlîğin bütün dünyaya yayılmasında, Resulullah Aleyhisselâm’ın manevi üstünlüğünü ve evliyaullahı inkar eden bir anlayışın İslâm dünyasında kök salmasında bu fikrî taarruzun ve emperyal devletlerin istihbarî gayretlerinin büyük katkısı vardır. Türk Basını tarafından desteklenen Zekeriya Beyaz, Yaşar Nuri, Edip Yüksel gibi temelde Vehhabi zihniyetle kardeş fikirlerin savunucuları bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Avrupalı müsteşrikler bu hakikatleri gayet iyi bilmektedirler. Fransa’daki Le Point dergisinin "İslamiyet" konusundaki soruları ve Rouen Üniversitesi Politika ve Din Uzmanı ünlü Fransız Profesör Jacques Rollet’in cevapları:
Le Point: “İslamiyet bir şiddet dini midir?”
Rollet: "Her şeyden önce bu sorunun cevabının kesinlikle ‘Hayır’ olduğunu belirteyim. İslamiyet şiddeti bünyesinde kesinlikle taşımaz. İslamiyet’te şiddete yer yoktur. Gerçekte İslamiyet kendi kanunları çerçevesinde (Kur’an-ı Kerim’e göre) Hıristiyan ve Yahudi dininde olanların haklarına bile devamlı saygı gösterir. Nitekim Tevbe Suresi’nde bu husus teyid edilmektedir"
Le Point: “Kur’an bir Müslüman için ne anlama gelir?”
Rollet: “Kur’an-ı Kerim direkt olarak Allah’ın sözleridir. Kur’an bir Müslüman için hayat felsefesidir. Hayatın düzenlenmesi anlamı taşır. Katolikler’de Teslis inancı var, İslamiyet’te ise teslis ve Vatikan yani ruhbanlık yoktur. Ancak Şiilik’te ‘aracı’ olarak ‘Ayetullahlar’ vardır. Fakat Sünnilik’te bu da yoktur. İslam dünyasının büyük çoğunluğu da Sünnidir. Yedinci yüzyıldan sonra gelen üçyüz yıl içinde İslamiyet bütün dünyada çok yayıldı.”
Le Point: “Siyasal İslam, ne demektir?”
Rollet: “Hasan El-Benna 1920 yıllarında, Mısır’da Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı kurdu. Talebesi Seyyid Kutub tarafından İslamiyet ile siyaset bir araya getirilmeye çalışıldı. İşlediği fikirlerle İslam militanları oluşmasına zemin hazırladı. Hasan el Benna ve Seyyid Kutub, bu çalışmalarında 14. yüzyılda Suriye’de yaşayan İbn-i Teymiye’nin fikirlerini referans aldılar. Yörüngelerini buna göre çizdiler. Daha sonra İslamiyet’in genel çerçevesini aşan ‘radikal’ akımın babalarından birisi olarak kabul edilen Pakistanlı yazar ve siyaset adamı El-Mevdudi ise, Seyyid Kutub ve El-Benna’nın fikirlerini geliştirerek pratiğe yönlendirdi. Böylece, bugün İslam dünyasından olduğunu iddia eden Ladin ve grubu gibi radikal grupların ve terörizmin oluşmasına zemin hazırladı.”
Sebebi ve kaynağı her ne olursa olsun Üsame bin Ladin’in şahsında simgeleşen zihniyetin bütün İslâm dünyasını etkisi altına alan bir fitneye dönüştüğü görülmektedir. Arabistan’dan Orta Asya’ya, Pakistan’dan Mısır’a, Türkiye’den Endonezya’ya kadar bütün İslâm dünyasında bu zihniyet ve fikriyatın zararlı neticeleri ile karşılaşmaktayız. Vehhabilik, İslâm’ın Siyasallaştırılması, Sünnet-i seniyye’yi inkâr gibi farklı kelimelerle ifade edilen zihniyetlerin hemen hepsi ortak bir noktada birleşmektedir: “Resulullah Aleyhisselâm’ın üstünlük ve meziyetlerini, Maneviyat ehlini, tasavvufu inkâr.”
ABD, İngiltere gibi ülkeler İslâm dünyasına nasıl ve nereden kötülük yapacaklarını, nereyi kaşıyacaklarını, hangi sahtekârları destekleyeceklerini iyi biliyorlar. Fakat müslümanlar kötülüklerin nereden hangi zihniyetten geldiğini, geleceğini bilmiyor. Dolayısı ile bela ve musibetler eksik olmuyor.
Bu sebeple sahtelerin iyi etüd edilmesi İslâm’ın özünün iyi kavranması gerekiyor. “Hakikat” bu gaye ile yıllardır milletimizi tenvir etmeye çalışıyor.
Evliyaullah’ın 14 asır boyunca neşrettiği eserler incelendiğinde görülecektir ki, hepsi aynı kaynaktan gelmektedir ve hiçbiri birbiriyle çelişmez. Bu eserlerde İslâmiyet’in özü vardır.
Bugün ortaya çıkanların ise her biri ayrı bir yol tutuyor, ayrı bir yöntem iddiasında bulunuyor, hemen hepsi saltanat peşinde koşuyor.
İslâmiyet önce insanı terbiye etmeyi, nefsin kötü sıfatlarından temizlenmeyi gaye edinen bir dindir. Bu önceliği ve gayeyi meslek edinen tasavvuf ehli, kin kibir, haset gibi kötü sıfatlardan makam, mevki, menfaat arzusu gibi kötü duygulardan kendisini arındırmaya gayret eder. Bu gayret bütün topluma sirayet ettiği devirlerde adalette, ahlakta, yardımlaşma ve dayanışmada, çevre bilincinde bugünkü uygarlık düzeyinden daha yüksek medeniyet örnekleri sergilemişizdir.
Bu öz ihmal edilerek inşa edilen hiçbir yapı muvaffak olamaz. Niyet ne kadar düzgün olursa olsun sonu Taliban’ın vardığı yerdir.
Cihad da böyledir. Hazret-i Ali -kerremellahu veche- Efendimiz bir harp esnasında düşmanını altına alıp tam öldürmek üzere iken düşmanı yüzüne tükürmüştü. Bunun üzerine onu bıraktı. Hayretle sebebini soran bu kimseye Hazret-i Ali -r.a- Efendimiz: “Ben seni Allah için öldürecektim. Fakat sen tükürünce nefsim araya girdi ve seni bıraktım.” diye cevap vermiştir. Bunun üzerine bu zat müslüman olmuştur.
Bugün piyasaya çıkan ve İslâmiyeti temsil iddiasıyla ortaya çıkan fikir akımlarının, siyasal hareketlerin hemen tamamı zanla hareket ettikleri için sadece kendilerine zarar vermekle kalmıyorlar, müslüman halka ve bütün İslâm dünyasına büyük zararlar veriyorlar. Etrafında üç-beş kişi toplayan bütün İslâm dünyasını birleştirmeye soyunuyor, İslâm-küfür savaşının bayraktarlığını(!) yapmaya kalkıyor.
Türkiye dahil bütün dünyanın ABD’den delil istediği günlerde ABD’deki hadiseyi kabullenen açıklamalar yapıp “Yüksek binalarda oturmayın, uçaklara binmeyin.” diyenler iyi bir iş yaptıklarını zannediyorlar ve fakat küffara yardım ettiklerinin farkında değiller. Zira ABD’yi delil göstermek ve ispat etmek külfetinden kurtardılar. Böylece Afganistan’a yapılan ve daha başka ülkelere yapılacak olan işgallerin mesuliyetinde pay sahibi oldular.
İşine gelen yerde terör çıkartan işine gelen yerleri karıştırmak için fitneler çıkartan, yeraltı zenginliklerini sömürmek istediği ülkelerde zalim idarecileri destekleyen, bu ülkelerde halkın tenvir edilmesini bırakın, cahil kalmaları için gayret eden ABD ettiğini buluyor ve daha başka şekillerde bulmaya da devam edecek.
Yukarıda bazı sözlerini aktardığımız LaRouche ABD’yi kitle ölümlerine göz yummakla hatta bu suça ortak olmakla itham ediyor ve şu bilgileri veriyor: “Afrika, ABD’nin gözleri önünde, kitle ölümleriyle resmen ortadan kaldırılıyor. Meselâ, başkanın babası Bush, Kanada’nın önceki başbakanıyla birlikte, Kongo’ya yerleşmiş durumda ve buranın zengin altın ve elmas yataklarını sömürüyorlar. Bunlar ve çok uluslu şirketler, Afrika’nın her tarafında özel ordular kuruyor ve Afrika halkını birbirine kırdırıyor.”
Batı medeniyetinin vitrine hitap eden sahte bir medeniyet olduğunu biz biliyorduk. (Bakınız: Hakikat Dergisi, Temmuz 2001, “Medeniyetler Savaşı ve Türkiye”)
ABD’nin dünyaya yaydığı fitneler dönüp kendisini bulmuştur.
Bunun gibi İslâm dünyasını ifsad eden, Resulullah Aleyhisselâm’ı inkâr eden Vehhabiler de ettiklerini bulacaklardır. Resulullah Aleyhisselâm mucize bir Hadis-i şerif’lerinde, kendisinden sonra raşid halifelerin, sonra emirlerin, daha sonra kralların ve sonrasında zalim idarecinin geleceğini haber vermişlerdir.
Türkiye İslâm ülkeleri içerisinde en çok fikrî taarruza muhatap olan ülkedir. Ancak aynı zamanda en şanslı olanıdır. Çünkü bütün bölücülük ve din kurucu hareketlerin ve bu maneviyat düşmanı vehhabi zihniyetin üstüne şiddetle giden “Hakikat”e sahiptir. Bu söz abartılı bir söz değildir. Bu sözün hakikati her geçen gün daha çok anlaşılacaktır.