Rabb’imize sonsuz hamd-ü senâlar olsun ki şu kısa ömrümüzde bir Ramazan-ı şerif’e daha kavuşturdu. Daha nice Ramazan-ı şerif’lere huzurla, feyizle erdirmesini niyaz eyleriz.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
“Ramazân-ı şerîfin girmesiyle rahmet nüzulü için cennet kapıları açıldığı ve yasaklardan sakınma sebebiyle cehennem kapıları kapandığı gibi şeytanlar da zincir ile bağlı ve hapsolunurlar.” (Buhâri)
Ramazanın evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden azad olmaktır. Bir kimse bu aya lâyık olduğu hürmet ve saygıyı göstererek ihyâ ederse onun bütün senesi iyi olarak geçer.
Ramazan-ı şerif Hazret-i Allah’ın bir misafiridir. Farz-ı muhal ki çok zengin sayılan, çok muteber bir kimse bize misafir olarak gelecek, bir çok da kıymetli hediyeler getirecek. Böyle bir misafiri nasıl karşılarız? Bir de bu misafir Hazret-i Allah’ın misafiri olursa, o zaman nasıl karşılamak ve geldiği zaman da nasıl ağırlamak gerekir?
Ramazan-ı şerif öyle bir misafir, tasavvura sığmayan bir lütuftur ki Kadir gecesi gibi kıymetli bir hediye ile gelmiştir. O Kadir gecesi ki Hazret-i Allah biricik Habib’inin -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine ihsan ve ikrâm buyurmuştur. Kendisi de kıymetli, hediyesi de kıymetlidir. Nimet içinde nimet...
Her şeyden evvel Ramazan-ı şerif’i ihyâ edebilmeyi Hazret-i Allah’tan dilemek “Allah’ım, bu kıymetli ayda rızâna uygun hareketler yapabilmeyi ihsan et.” diye niyaz etmek lâzımdır. Bu ayı ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Bizden hoşnut olursa, belki de ebedi kurtuluşumuza vesile olacak.
Diğer taraftan Ramazan-ı şerif gelince hayatımıza nizam ve intizam girer. Gece ibadetlerine kalkmayan bir insan dahi sahura kalktığı zaman hiç olmazsa iki rekat namaz kılar da yatar.
Ramazan-ı şerif’te tutulan oruç da çok kıymetlidir.
Hadis-i şerif’te:
“Kim ki faziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk’tan umarak Ramazan’da oruç tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.” buyuruluyor. (Tirmizi)
Bir diğer Hadis-i şerif’te de şöyle buyruluyor:
“Ramazan ayının orucu, on ay oruç tutmaya, ondan sonraki altı gün orucu da iki ay oruç tutmaya bedeldir. İşte bu, senelik oruç gibidir.” (Ahmed bin Hanbel)
Hadis-i şerif’te Ramazan orucundan sonra tutulması tavsiye edilen altı günlük oruç, Şevval orucudur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Ramazan ayında oruç tutup, Şevval ayında da altı gün oruç tutan kimse bütün seneyi oruçla geçirmiş gibidir.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Ramazan-ı şerîf’te çok kimseyi yedirip içiriniz. Zîra bu nafakayı çoğaltıp yedirip içirme işi savaş alanında aç kalan gâzîleri doyurmak kadar ecirli ve sevâbı bol bir iştir.” (Câmius-sağir)
İslâm’ın binasını teşkil eden temel esaslarından ve en büyük erkânından birisi de Ramazan orucudur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerîme’sinde:
“Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Tâ ki korunasınız.” buyuruyor. (Bakara:183)
Oruç, niyet ederek, tan yeri ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar, yemek içmek, mukarenet gibi şeylerden uzak durmak demektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Fecirde beyaz iplik siyah iplikten ayırdedilinceye kadar yiyin için. Sonra da orucu gece oluncaya kadar tamamlayın.” (Bakara:187)
Bundan maksat, gündüzün beyazlığının gecenin siyahlığından ayırdedilmesidir.
Oruç gizli yapılan ve pek faziletli olan bir ibadettir. Orucun sevabı her türlü ölçülerin üstündedir.
Allah-u Teâlâ Hadis-i Kudsî’de şöyle buyurur:
“Âdemoğlu’nun işlediği her iş kendisinindir, fakat oruç benimdir, onun mükâfatını ben vereceğim.” (Buharî. Tecrid-i sarih:903)
Bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Cennette reyyan denilen bir kapı vardır. Kıyamet gününde bu kapıdan cennete yalnız oruçlular girerler, başka hiç kimse giremez. “Oruçlular nerede?” denilir. Hepsi kalkarlar ve içeri girerler, sonra da kapı kapanır, artık kimse giremez.” (Buharî. Tecrid-i sarih:898)
Oruçlu bir kimse, mükâfat olarak Allah-u Teâlâ’nın rahmeti ile karşı karşıya gelmekle vâdolunmuştur.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Oruçlu olan kimse bir mümini gıybet veyahut ezâ ve cefâ etmedikçe iftar edinceye kadar ibâdettedir.” (Câmiu’s-sağir)
“Oruçlunun iki sevinci vardır: İftar ettiği zamanki sevinci, bir de Rabb’ine kavuştuğu zamanki sevinci.” (Müslim)
“Oruçta riyâ tasavvur olunmaz.” (Münâvî)
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerîf’lerde orucun fazilet ve ehemmiyetinin beyan edilmesi, mazeretleri sebebiyle tutamayanların kaza etmesi lüzumu, kasten bozanların misliyle cezalandırılması, ihtiyarlık ve hastalığından dolayı tutamayanların ise fidye vermeleri orucun ibadetler arasındaki değerini göstermektedir.
Oruç, diğer ibadetlerin kabulüne de sebep olur. Oruç bedenin zikri olur, ucbu ve kibri kırar, huşûyu artırır, kalbi ve aklı nurlandırır.
Hadis-i şerif’lere göre her şeyin bir kapısı vardır, ibadetlerin kapısı da oruçtur. Her şeyin bir zekâtı vardır, bedenin zekâtı da oruçtur.
Oruçta sıhhat vardır. Oruç bir kalkandır. Oruç sabrın yarısıdır. Oruçta riyâ tasavvur olunamaz.
Oruçlunun ağız kokusu Allah indinde misk kokusundan daha sevimlidir.
Oruçlunun uykusu ibadet, susması tesbih sayılır. Ameli kat kat, duâsı makbul olur.
Faziletine inanarak ve mükâfatını Cenâb-ı Hakk’tan umarak Ramazan’da oruç tutan kimsenin geçmiş günahları bağışlanır. Orucun sevabı mizanı doldurur.
Şeriatın emrettiği zâhiri orucun yanında ayrıca tarikat ve hakikat oruçları da vardır:
Zahiri oruç; gündüzleri yemekten-içmekten ve mukarenetten kesilmektir. Ramazan ayında tutulur.
Tarikat orucu ise, ömür boyu devam eder. Mürid, gece gündüz bütün âzalarını kötü duygulardan muhafaza etmek mecburiyetindedir. Gıybet etmez, hiçbir fenâlık düşünmez, kimseye zulmetmez, dövmez, sövmez, duygularını kötüye kullanmaz. Duygularını kötülüğe kullandığı anda, fiilen yapmasa da orucu bozulmuş olur. İşte asıl oruç budur. Çünkü Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:
“Nice oruçlular vardır ki, oruçlarından onlara sadece bir açlık kalmıştır.” (İbn-i Mâce)
Bu Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki, bir çok oruçlular iftar ediyorlar; farkında değiller, hem de oruç tuttuklarını zannediyorlar. Görünüşte yemeyip, içmeyip oruç tutuyorlar ama; yaptıkları hareketler hiç de bir oruçlunun hareketine benzemiyor.
Dolayısı ile bir çok iftar edenler de vardır ki oruçludurlar, oruçları bozulmamıştır. Niyetleri dâima istikâmet üzerinde bulunur. Kötü duygu ve düşüncelerden kendilerini alıkoymuşlardır, istedikleri gibi hareket edemezler, istediklerini yiyip içemezler.
Hadis-i kudsî’de: “Oruç benim içindir, mükâfatını ben veririm.” diye bildirilen oruç bu oruçtur.
Hakikat orucuna gelince; o da Hazret-i Allah’ın muhabbetini sırda muhafaza etmektir. Cenâb-ı Hakk’ı görmek sır gözü iledir, yoksa baş gözü ile görülmez. O muhabbeti duyacak ki, orucu devam edebilsin. Çünkü o insanları Hazret-i Allah kendisi için halketmiştir. Hadis-i kudsî’de “İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım.” buyuruyor. Onlar dâima Hakk iledir. Dolayısı ile Hazret-i Allah o kullarının başka bir şeyle meşgul olmasını da istemez. İşte âhirette O’nunla olacak yakın kullar bunlar olmuş oluyor.
•
Hiçbir özürü yok iken Ramazan orucunu tutmamak veya tutulan orucu bozmak haramdır.
• Oruçta niyet şarttır. Asıl niyet, insanın kalben oruç tutacağını bilmesidir. Gece sahura kalkmak da niyet sayılır. Dil ile de söylemek sünnettir.
• Ramazan orucu, zamanı belirlenmiş adak orucu ve nafile oruçların niyet zamanı, güneşin batışından başlayarak oruç günü istivâ vaktine yani güneşin tepe noktasına gelmesinden öncesine kadardır.
Ramazan orucunun kazası ile nafile oruçların kazası, kefaret oruçları ve mutlak adak oruçlarının niyetini tan yeri ağarıncaya kadar yani geceden yapmak gerekir. Ayrıca bu oruçları niyette belirtmek lâzımdır.
• Ramazanda her gün için ayrı ayrı niyet etmek gerekir.
• Sahura kalkmak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sahur yemeğini tavsiye buyurmuşlar ve onda bereket olduğunu söylemişlerdir.
• Sahura kalkmak; teheccüd namazı kılmaya, zikrullahla, istiğfarla meşgul olmaya vesile olur. Sahuru geciktirmek de faziletlidir.
• Güneş batar batmaz namazdan önce acele olarak orucu bozmak.
İftarı açtıktan sonra namaz kılınabilir.
Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“İftarda acele, sahûru imsak vaktine doğru geciktiriniz.” (Tirmizî)
• Orucu hurma ile, bulunmadığında su ile açmak.
• İftar esnasında me’sur duâlardan okumak.
“Allahümme leke sumtu ve alâ rızkıke eftartü, ve aleyke tevekkeltü ve bike âmentü: Allah’ım! Senin için oruç tuttum, Senin rızkınla iftar ettim, Sana tevekkül ettim, Sana iman ettim.”
• Lüzumsuz fazla lâf konuşmaktan sakınmak.
• Akrabalara, fakirlere yardımı ve sadakayı her zamankinden çok yapmak,
• İbadetleri arttırmak, Kur’an-ı kerim okumak, zikrullahla, salât-ü selâmla meşgul olmak.
• İtikafa girmek.
“Oruçlu olan kimse hurma ile iftar etsin, bulamadığı halde su ile iftar eylesin ki su temizdir.” (Tirmizî)
• Mideye inmeyecek şekilde birşey tatmak.
• Özürsüz ve gereksiz yere birşey çiğnemek.
• Tükürüğü ağızda biriktirip yutmak.
• Nefsinden emin olamayan bir oruçlunun zevcesini öpmesi, okşaması.
• Nefsinden emin olsun olmasın, çıplak olarak sarılmaları, mekruhtur, buna fahiş mubaşeret denir. Dudaklarını emmesi de mekruhtur ki, buna da fahiş kuble denir.
• Oruçlunun kendisini oruç tutamayacak kadar güçsüz duruma düşürecek kadar ağır iş yapması.
Bu sayılanlar harama yakın mekruhtur.
• Düşkünlükleri sebebiyle ölünceye kadar oruç tutamayacak kadar yaşlanmış olan veya iyileşmesi umulmayan sürekli hasta olan kimseler, tutamadıkları her orucun bedeli olarak bir fidye verirler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Oruç tutmaya gücü yetmeyenler ise, bir yoksul doyumu fidye verir. Kim kendi isteğiyle nafile olarak hayır yaparsa, bu kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara:184)
• Bir fidye bir fıtır sadakası karşılığıdır. Yani bir fakiri iki öğün doyurmaktır. Bunun karşılığı para olarak da verilebilir.
• Fidye veremeyecek kadar fakir olan kimseler ise Allah-u Teâlâ’dan mağfiret dilerler.
Allah-u Teâlâ zekât verecek kadar zengin olan müslümanların mallarının belli bir miktarını fakirlere tahsis etmiştir. Bunun içindir ki zekât verilmeyen malda fakirlerin hakkı vardır. Bu hakkı sahibine veren kimse Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirip borcundan kurtulmuş olur. Üzerine zekât farz olan kimse ise zekâtını vermezse, fakirlerin malını gasbetmiş olur.
İslâm’da imandan sonra en önemli iki esas vardır. Bu rükünlerden birisi namaz, diğeri ise zekâttır.
Zekât ibadeti bir çok Âyet-i kerime’lerde namazla birlikte emredilmiştir:
“Namazı kılın, zekâtı verin.” (Ahzâb:33)
Bunun da sebebi namaz ile zekât arasında kuvvetli bir bağlılığın oluşudur. Namaz İslâm’ın direğidir, namazı terkeden dinini yıkmış olur. Zekât ise “İslâm’ın köprüsüdür.” Bu köprüden geçmeyen kurtuluşa eremez.
Namaz gibi zekâtın da çok yerde emrolunması, zekâtın önemini gösterdiği gibi, bu kadar emirlerden sonra yapılmamasının ise Allah-u Teâlâ’nın gazabına sebep olacağı aşikârdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde, zekâtı İslâm’ın beş temel esasından birisi saymıştır.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“İslâmiyet’inizin kemâli zekât vermenize bağlıdır.” (Münâvî)
Zekât vermekle dünyada borç ödenmiş, âhirette ise azaptan kurtulmuş olunur.
Zekât malı temizlediği için bu ismi almıştır. Kuyudan su çektikçe yerine su geldiği, budanan bağların daha çok üzüm verdiği gibi, zekât da malı hem temizler hem de bereketlendirir.
Hazret-i Allah bize vermiş, bizim de vermemiz gerekir. Verilen şeylerle insanın malı eksilmez. Biz cahil insanlarız, vermekle azalacağını zannederiz.
Zekât veren bir insan ayrıca “Allah’ım! Bana verdiriyorsun, dileseydin aldırırdın, sana şükürler olsun.” diye de şükretmelidir.
Zekât dinde zengin sayılan erkek ve kadın her müslümanın, zekâtı hak eden bir kısım müslümanlara sırf Allah rızası için senede bir kere malının muayyen bir miktarını vermesidir.
Zekâtın farz olması için mülkiyetteki malın nisaba ulaşması şarttır. Nisab miktarından az mala zekât düşmez.
Nisab demek, zekâtın farz olması için dinin tanıdığı mal miktarı demektir. Zekât verilecek malın cinsi değişmekle nisab şekli de değişir.
Allah-u Teâlâ’nın kuluna ihsan ettiği mal, borcundan ve hâcet-i asliyesinden yâni aslî ihtiyaçlarından sonra, zekât verecek nisab miktarına yükselirse, bu gibi kimseler dinde zengin sayılırlar.
Meselâ koyun kırka, sığır otuza, deve beşe ulaşır; gümüş ikiyüz dirhemi, altın yirmi miskali bulursa veya bunların değerinde ticaret malı mevcut olursa, zekât vermek farz olur.
Böyle altını olmaz da, onların tutarı kadar nakit para bulunursa, onların da zekâtı verilecektir.
Zekât verilecek malın hem borçtan, hem de sahibinin aslî ihtiyaçlarından artmış olması şarttır.
Aslî ihtiyaçların başında orta halli bir mesken gelmektedir. Aynı zamanda âile fertlerinden bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık nafakası olması gerekir.
Elinde bulunan altını veya hazır parası nisab miktarına ulaşsa bile, başını sokacak orta halli bir evi ve bir yıllık nafakası olmayan bir kimseye zekât farz değildir.
Bu neye benzer? Suyu bulunan bir yolcu, yolda susuz kalabileceğini hesaba katarak, suyunu kullanmayıp teyemmüm etmektedir. Böyle bir durumda su yok hükmünde olduğu için teyemmüm câizdir. Bunun gibi, bir kimsenin aslî ihtiyaçlarına sarfedilmek üzere nisab miktarının üstünde parası olsa bile yok hükmündedir.
Meselâ bir kimsenin kırk koyunu olunca birini zekât olarak vermesi gerekiyor. Otuzdokuz olunca, arada bir fark olmasına rağmen zekât düşmüyor.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.” buyuruyor. (Bakara:185)
Allah-u Teâlâ hiç kimseye takatinin dışında bir yük yüklememektedir.
(Bu mevzu Muhterem Ömer ÖNGÜT’ün “İSLÂM İLMİHALİ” isimli eserinden derlenmiştir.)