Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ kendi dinine, hizbi yani partisine tâbi olup yolunda olanları, dinine yardım edenleri dünya saâdetine, ahiret selâmetine lütfu ile dahil eder.
Allah-u Teâlâ’nın vaad-i sübhani’sine nâil olanlar işte bunlardır. Onlardan râzı ve hoşnut olmuştur.
“İşte onlar saâdete erenlerdir.” (Bakara: 5)
Zira onlar Hazret-i Allah’a gönülden bağlıdırlar. Allah uğrunda canını, malını feda edeceğine dâir söz vermişlerdir.
“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb: 23)
İşte bu niyet-i hâlisa ile hareket ettiler ve bu sonsuz şerefe erdiler.
Hazret-i Allah Kelâm-ı kadim'inde cennetine koyacağını vaad ettiği, razı ve hoşnut olduğu, “Ülâike Hizbullah” buyurduğu bu partiyi şöyle tarif buyuruyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Onlar dünyada Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a iman etmişlerdir, bu onlara Allah-u Teâlâ'nın bir ihsanıdır.
Zira onları bu dünyada lütuf olarak kuds-i ruhu ile desteklemiştir. Ahirette ise onları cennet ve cemâlullah ile müjdeliyor:
"Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." (Mücâdele: 22)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu, hoşnut olduğu parti budur. Onlar da Hazret-i Allah'tan hoşnutturlar. Bütün iyiliklerin O'ndan geldiğini, bütün kötülüklerin, nefis ve şeytandan geldiğini bilirler. Allah'a gönülden teslimdirler. Neyi taksim ve takdir buyurmuşsa râzı ve hoşnutturlar.
“İşte onlar gerçek müminlerin tâ kendisidir. Onlar için Rabb’leri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfâl: 4)
Allah yolu budur. Bu yolun yolcuları da Allah içindirler.
•
Bu sayımızda da Hulefâ-i râşidînden başlayarak, Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu, müslümanların sevgi ve saygısını kazanmış olan iyi âmirlerden ve numune-i imtisal olmak üzere bazı icraatlarından bahsedeceğiz.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Ebu Said -radiyallahu anh- anlatıyor:
“Resulullah Aleyhisselâm şöyle buyurdu:
“Kim Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed’den râzı ise ona cennet vâcip olmuştur.”
Bu söz hayretime gitti ve: “Yâ Resulellah! Bir kere daha tekrar eder misiniz?” dedim. Aynı sözleri tekrar etti ve akabinde şunu da söyledi:
“Bir şey daha var ki, Allah onun sebebiyle kulun cennetteki makamını yüz derece yüceltir. Bu derecelerden ikisi arasındaki uzaklık gökyüzü ile yer arasındaki mesafe gibidir.”
Ben: “Öyleyse bu nedir?” dedim. Şu cevabı verdi:
“Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad!” (Müslim: 1884)
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği ve seçtiği nur saçan peygamberler ve peygamber vekili âlimler, sıddıklar, mukarrebler, Rabbâniler, Allah yolunda şehid düşenlerin önde gelenleri, adaletli iyi amirler, numune şahsiyetlerin hepsi Allah için yaşadılar, Allah için çalıştılar ve Allah’ın dini, Allah’ın hizbi, Allah için mallarını, canlarını verdiler.
Âyet-i kerime’de onlar hakkında şöyle buyuruluyor:
“İşte onlar Rabb’leri yolunda olanlardır.” (Bakara: 5)
Bu Allah yoludur ve o yolun yolcuları, sırât-ı müstakim üzere gider, ilâhi hükümlere riâyet eder, Allah’a, Resulullah’a gönülden teslim olur ve canı ile malı ile cihad eder ve din-i İslâm’a yardım ederler.
Allah-u Teâlâ kendi dinine, hizbi yani partisine tâbi olup yolunda olanları, dinine yardım edenleri dünya saâdetine, ahiret selâmetine lütfu ile dahil eder.
Allah-u Teâlâ’nın vaad-i sübhani’sine nâil olanlar işte bunlardır. Onlardan râzı ve hoşnut olmuştur.
“İşte onlar saâdete erenlerdir.” (Bakara: 5)
Zira onlar Hazret-i Allah’a gönülden bağlıdırlar. Allah uğrunda canını, malını feda edeceğine dâir söz vermişlerdir.
“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler, onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb: 23)
İşte bu niyet-i hâlisa ile hareket ettiler ve bu sonsuz şerefe erdiler.
Hazret-i Allah Kelâm-ı kadim'inde cennetine koyacağını vaad ettiği, razı ve hoşnut olduğu, “Ülâike Hizbullah” buyurduğu bu partiyi şöyle tarif buyuruyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Onlar dünyada Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a iman etmişlerdir, bu onlara Allah-u Teâlâ'nın bir ihsanıdır.
Zira onları bu dünyada lütuf olarak kuds-i ruhu ile desteklemiştir. Ahirette ise onları cennet ve cemâlullah ile müjdeliyor:
"Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." (Mücâdele: 22)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın râzı olduğu, hoşnut olduğu parti budur. Onlar da Hazret-i Allah'tan hoşnutturlar. Bütün iyiliklerin O'ndan geldiğini, bütün kötülüklerin, nefis ve şeytandan geldiğini bilirler. Allah'a gönülden teslimdirler. Neyi taksim ve takdir buyurmuşsa râzı ve hoşnutturlar.
“İşte onlar gerçek müminlerin tâ kendisidir. Onlar için Rabb’leri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.” (Enfâl: 4)
Allah yolu budur. Bu yolun yolcuları da Allah içindirler.
•
Bu sayımızda da Hulefâ-i râşidînden başlayarak, Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğunu, müslümanların sevgi ve saygısını kazanmış olan iyi âmirlerden ve numune-i imtisal olmak üzere bazı icraatlarından bahsedeceğiz.
Resulullah Aleyhisselâm’ın vefatını müteakip müslümanlar Benî Sâide gölgeliğinde toplanarak, onun yerine geçecek şahsın kim olabileceğini görüştüler. Hayli tartışmadan ve ortaya atılan çeşitli görüşlerin müzakeresinden sonra, Resulullah Aleyhisselâm’ın ilk halifesi olmaya en lâyık şahsın, hastalığı sırasında kendi yerine namaza vekil gösterdiği, dâvetini ilk kabul eden, Hicret’te kendisine refakat etme payesine eren, vefatına kadar da yanından hiç ayrılmayan Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in olacağında söz birliğine vardılar.
Kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu kendilerine halife seçtiler. İki sene dört ay bu makamda kaldı. İslâmiyete çok büyük hizmetleri dokundu. Muvaffakiyetinin en büyüğü, müslümanlığı asıl şekliyle muhafaza etmekteki gayretidir. İslâmiyet’in hükümlerini onun kadar iyi bilen ve benimseyen ikinci bir fert gösterilemez.
Her tarafta türeyen mürtedler, sahte peygamberler etrafında toplanarak müslümanlığı yıkmaya teşebbüs ederken, bu sahtekârları ortadan kaldırmayı başardı. Bunca hadiseler karşısında hiç metanetini kaybetmedi. Bütün tedbirleri aldı. Ashab-ı kiram’ın ileri gelenleri ile ve en değerli kumandanlarla istişareler yaptı. Çeşitli mıntıkalara ordular gönderdi. Ayaklanmaları kısa zamanda bastırdı. Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu takip ettiği için muvaffak oldu ve İslâm birliği kısa zamanda tekrar kuruldu.
Bu birliğin yıldırım hızıyla tesisinden sonra müslümanlar onun etrafında birleştiler. Müslümanlık bütün Arap yarımadasına yayılmış, İran ve Bizans hududu dahiline girmişti. Müslümanlığın hariçle vuku bulan bu teması, tarihin en büyük hadiselerinden birisidir.
Memleketi vilâyetler halinde idarî bölümlere ayırmış her vilâyete bir vâli tayin etmişti. Bu hususta tecrübe görmüş Ashab-ı kiram’la istişare yapıp, onların görüşlerinden istifade etmekle beraber; mühim ve âni karar verilmesi gereken durumlarda derhal karar vermiş ve haiz olduğu devlet başkanlığının bütün salâhiyetlerini dirayetle kullanmıştı.
İsabetli görüşlülüğü, muamelelerindeki dürüstlüğü, tecrübe ve güngörmüşlüğü, nefsine hakimiyeti ve samimiyeti ile tanınmıştı.
En büyük meziyeti azim ve merhametiydi. Mütevazi fakat vakarlı bir insandı. Halim ve selim yaratılışlı, son derece yumuşak ve şefkatli idi. Fakat vazife ve mesuliyet işlerinde zerre kadar müsamaha göstermediği gibi, din ve devlet işlerinde de en küçük bir tereddüte ve müsamahaya göz yummazdı. Hiddeti, cesareti ve dirayeti hemen farkedilmezdi.
Devrinde müslümanlığın binası o kadar sağlam temellere oturtulmuştu ki, kendisinden sonra halife olan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e hemen büyümeye hazır bir devlet, düzen altına alınmış çok güçlü bir topluluk bırakmıştı.
Peygamberlikten önce o Nur’un en sâdık dostu idi. İslâmiyet’ten sonra da en aziz arkadaşı, en fedakâr ve vazifeperver yardımcısı, peygamberlik sırlarının en samimi mahremi, kudsi emanet yönünden sırdaşı, cemâlinin ve kemâlinin aynası oldu.
Resulullah Aleyhisselâm’ın kemâl ve faziletinden en çok feyz alan zât-ı âlî şüphesiz ki odur. Müslüman olduğu andan itibaren Resulullah Aleyhisselâm vefat edinceye kadar hep onlarla birlikte oldu. Hazarda ve seferde onunla en çok düşen ve kalkan o idi. Hicrette refakat etti. Sırf onunla birlikte olmak, onunla omuz omuza bulunmak için çoluk-çocuğunu geride bıraktı. Onunla birlikte mağarada nâzik anlar yaşadı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le üç gün üç gece beraber kaldılar.
Allah-u Teâlâ onun mağaradaki halini ve kalbine bağladığı huzur ve itminanı, bu ulvî beraberliği Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“O ikinin ikincisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve arkadaşına: ‘Üzülme! Allah bizimledir.’ diyordu.” (Tevbe: 40)
Çetin harp günlerinde; Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn’de, Hudeybiye’de ve Mekke’nin fethinde o Nur’u bir an bile yalnız bırakmadı, hepsinde de canını siper ederek mücadele etti. Bu sebepledir ki, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve diğerleri gibi düşman saflarının arasına dalma fırsatı bulamıyordu. Kalbinde ve kesesinde nesi varsa onun yolunda harcadı. Kızı Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ-yı nikâhlayarak daha da yakın oldu.
Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra imanda, amelde, ihlâsta, ahlâkta insanların en büyüğüdür. İslâmiyet’in hükümlerini onun kadar iyi bilen ve benimseyen ikinci bir fert gösterilemez. Onun imanı İslâmiyet’in temel taşıdır. Onun bütün dehâ ve dirayeti, karar ve ısrarı yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ’nın biricik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine uyması ve o Nur’u takip etmesi sebebiyledir.
Hicretin 13. senesinde, cemâziyel-âhir ayının 21. salı gecesi altmışüç yaşlarında olduğu halde ebedî saâdetler âlemine göç etmiştir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ikinci halifedir. İslâmiyet’in ilk yıllarında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e düşman kesilmiş ve onu öldürmek için and içmişti. Fakat Huzur-u nebevî’ye gelince o Nur’un etkisinde kalarak Kelime-i şehâdet getirdi.
Kureyşlilerin birçok gizli plânlar yaparak Resulullah Aleyhisselâm’ı ortadan kaldırmaya çalıştıkları bir dönemde müslüman oldu. İslâm’ın en büyük düşmanları arasında iken, bir anda en büyük muhiblerinden oluverdi.
Onun müslüman olmasıyla İslâmiyet büyük bir kuvvet kazanmış, kısa zamanda duyulmaya ve yayılmaya başlamıştır.
Kerimesi Hazret-i Hafsa -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’i Resulullah Aleyhisselâm’a nikâhlayarak ona kayınpeder olmuştur.
O Nur’a o kadar yakın oldu ki, her şeyini onun yolunda fedâ etti.
“Ömer benimledir, ben de onunlayım. Hak ise her nerede olursa olsun Ömer’den ayrılmaz.” (Câmiüs’sağir)
İltifatına mazhar oldu.
O da Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- gibi Resulullah Aleyhisselâm’ın bütün savaşlarına katılmış, hiçbirinde bulunmamazlık etmemiş, bütün andlaşmalarına, idarî tedbirlerine, İslâm için olan bütün teşebbüslerine en faal bir şekilde iştirak etmiş, müşavirlik yapmıştır.
Hak ile bâtılın arasını inceden inceye ayırdettiği için, Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendisine “Fâruk” lâkabı verilmişti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- gençliğini deve gütmekle geçirmişti. Buna rağmen İslâm’ın kendisine verdiği dirayetle maliye, adliye, nafia, maarif, ordu gibi bütün idarî şubeleriyle mücehhez bir devlet kurmuştu.
Gençliğinde deve çobanlığı yaptığı bir mıntıkadan geçerken şöyle söylemişti:
“Ey Rabb’im! Ne büyüksün! Hayatımda öyle bir zaman geçti ki, bu yerlerde deve güder, yorgun düşerek biraz dinlenmek istediğim zaman, babam beni döverdi. Bugün ise en yüksek makamı işgal ediyor, müslümanların başına geçmiş bulunuyorum ve Allah’tan gayrısına da baş eğmiyorum.”
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- gibi Resulullah Aleyhisselâm’ın bütün savaşlarına katılmış, hiç birinde bulunmamazlık etmemiştir. Resulullah Aleyhisselâm’a müşavirlik yaptığı gibi, Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in de âdeta sağ koluydu. İlk halifeye yardım edenlerin başında yer almış, çok aktif bir şekilde devlet idaresiyle meşgul olmuştu.
Halife olduktan sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- zamanında başarılan işleri devam ettirdi. On yıl kadar süren başkanlığı döneminde bütün İran fethedildi. Müslümanlar doğuda Sind ve Ceyhun nehirlerine kadar hakim oldular. Memleket Mısır’ın batı hududundan Asya’nın ortalarına kadar uzanıyordu. İslâmiyet çok uzaklara kadar yayıldı. Gösterdiği adalet ve tarafsızlık sayesinde halk İslâm’a ısınıyor ve bağlanıyordu. Bu muazzam sahalara huzur ve emniyet hakim olmuştu. Daha önceleri zâlim bir idare altında inleyen insanlar, İslâm adaleti sayesinde emniyet içinde yaşadılar.
Onun hükümetini herkese kabul ettiren ve beğendiren ve onun sert emirlerini sükunetle icra etmelerini temin eden başlıca vasfı insaf ve adaletidir. İstisnasız herkese aynı muameleyi yapardı.
Gözünden hiç bir şey kaçmazdı. Irak’ta isyan edenler, Şam’da mükafat kazananlar onun tarafından bilinirdi.
Başarı sebeplerinden birisi de onun âmir ve memur seçme hususunda büyük bir isabet göstermesidir. Muhtelif mevkilere en münasip, en ehliyetli zevatı tayin etmiş, her insana lâyık olduğu vazifeyi vermişti. Akrabalarından hiç kimseyi bir memuriyete tayin etmemiştir.
Onun nazarında bir vali, halkın bir ferdi gibiydi. Adaleti tatbik ederken halktan bir kişi ile bir valiyi ayırt etmezdi. En küçük bir fert, bir âmirden şikayetçi olursa, adalet önünde eşit şartlarda hesap verirlerdi.
Hilafeti devrinde devamlı olarak onun tam güvenini kazanabilen vali ve diğer mülki erkan pek az idi.
İdarecilere karşı ne kadar sert ise, halka karşı da o derece şefkatli ve merhametli davranırdı. Onların menfaatlarına titizlikle riayet eder, büyük bir mesuliyet duygusu taşırdı.
Devlet hazinesine pek çok dikkat eder, bir kimsenin hazineden en ufak bir şey gasbetmesine imkan bırakmazdı. Mülkî amirlerden kaynağı belli olmayan servetlerinin hesabını sorardı.
Halkın her kesiminden insan, fikirlerini rahatlıkla söylemeye fırsat bulabilirdi. Halktan kendisinin doğru yoldan ayrıldığını gördükleri zaman, çekinmeden tavsiyelerini açıklamalarını isterdi.
Devlet başkanları arasında onun kadar sade bir hayat sürede tesadüf edilemez.
On yıl altı ay hilâfet makamında kalan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- sabah namazı kıldırırken künyesi Ebu Lü’lü olan Feyruz adındaki zerdüşt bir köle tarafından iki ağızlı bir hançerle altı yerinden vurularak şehid edildi.
Suikasttan sonra üç gün daha yaşamış, bu en sıkıntılı anlarında bile vasiyetlerde ve tavsiyelerde bulunmuştu.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Hulefâ-i râşidin’in üçüncüsüdür. Kureyş’in en asil âilesine mensup olup, müslüman olan ilk on kişiden birisidir.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- iman ettikten sonra dostlarını irşada çalışmış, cahiliye devrinde en samimi ahbaplarından olan Hazret-i Osman -radiyallahu anh-a müslümanlıktan bahsetmişti. Onu Resulullah Aleyhisselâm’a götürmek üzere iken Resulullah Aleyhisselâm bizzat kendileri Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i ziyarete gelmiş ve Hazret-i Osman -radiyallahu anh-e:
“Ey Osman! Gel, Allah’ın ihsan ettiği cennete rağbet et. Şu bir gerçektir ki, ben bütün insanlığa olduğu gibi sana da hidayet rehberi olmak üzere gönderildim.” buyurmuştur.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- diyor ki:
“Duyduğum bu sözler o kadar saf ve sade, o kadar etkili idi ki, Kelime-i şehâdet kendi kendine ağzımdan döküldü, hemen müslüman oldum.”
Onun müslüman olması, Kureyşliler arasında şok tesiri yaptı, büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Böyle bir kimsenin müslüman olması, insanların İslâmiyet’e ısınmasına ve dehâletine vesile oldu.
Edep ve hayâ hazinesi idi. Bu sebeple de herkes ondan hayâ duyar, hürmet ederdi. Hatta Resulullah Aleyhisselâm dahi onun bu meziyetinden dolayı saygı duyardı.
Hâne-i saâdete geldiğinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine çekidüzen vermişti. Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bunun sebebini sorduğunda:
“Kendisinden meleklerin hayâ duydukları bir kimseden ben hayâ duymayayım mı?” buyurmuştur. (Müslim: 4201)
Malını Allah yolunda seve seve infak etti. Bu surette müslümanlığa büyük yardımlarda bulundu.
Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında yüksek bir mevkisi vardı. O Nur’a o kadar yakın oldu ki, iki defa damat olmak devletine erdi. Rukiye -radiyallahu anhâ- ile evlenmiş, onun vefatı ile de diğer bir kızı Ümmü Gülsüm -radiyallahu anhâ- ile evlenmişti. Bunun için de kendisine “İki nur sahibi” mânâsına gelen “Zinnûreyn” lâkabı verildi.
Son derece cesurdu. Bedir ve bir-iki gazâ hariç, bütün gazâlarda Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında bulundu, vahiy kâtiplerinden birisi idi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in şehâdetinden sonra halife seçilmiş ve oniki yıl müslümanların idaresinde bulunmuştur.
Halifeliğe geçtikten sonra da o Nur’un yolundan bir lâhza bile inhiraf edip ayrılmadı. Oniki yıllık hilâfeti esnasında birçok cefâlara göğüs gerdi, hiçbir felâket karşısında sarsılmadı, göz kamaştırıcı birçok icraatlar yaptı. Devletin temelini sağlamlaştırdı. İslâmiyet’in geleceğini koruyacak tedbirler aldı. Fütuhatlar onun zamanında da devam etti.
Devrinde İslâm fütuhatı son derece genişledi. Trablus onun zamanında fethedildi. İran’ın fethi ikmal edildi. İran’a komşu olan Afganistan, Horasan ve Türkistan’ın büyük bir kısmına İslâm bayrakları dikildi. Ermenistan ve Azerbaycan fethedilerek İslâmiyet Kafkas dağlarına kadar dayandı. İslâm tarihinde ilk deniz zaferleri onun zamanında kazanıldı. Kıbrıs fethedildi.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in hilâfeti zamanında bir cilt halinde toplanan Kur’an-ı kerim, onun zamanında kurulan bir komisyon tarafından çoğaltılarak mühim İslâm memleketlerine gönderildi.
Mushaf-ı şerif’i değiştirmeden, çıkarma ve ilâve yapmadan terkip etmesi unutulmayacak hizmetlerden birisidir. Böylece müslümanların Kur’an-ı kerim üzerinde ihtilâf etmelerine meydan bırakılmamış oldu.
On iki sene süren hilafetinin altı senesi emniyet içinde geçmişti. Umumi bir refah vardı. İdare muhkem esaslar üzerine kurulduğundan her yerde âsâyiş hakimdi. Ziraat ve ticaret ilerliyordu. Fütûhat dairesi gün geçtikçe genişlemekte idi. Servet ve refahın artması karşısında Asr-ı saadet’teki sadelik ve kanaatkârlığı hatırlayan Ashab-ı kiram derin teessürler duyuyorlardı.
Bu refah ve servet daha sonra Hazret-i Osman -radiyallahu anh- aleyhine kopan fitne ve fesadın sebeplerinden birisi oldu. Zira refahla beraber sefahat ve ahlâk zaafı kendini göstermeye başlamıştı.
Diğer taraftan Mecusiler kendilerine daha fazla hukuk temin edilmesini istiyorlardı. Yahudilerin maksadı ise Müslümanlar arasında ihtilaflar çıkarmak, İslâm devletini ortadan kaldırmaktı. Bir kısmı gizli çalışıyor, bir kısmı da ileri gelen kimselere suikastlar tertip etmeye çalışıyordu. Diğer bir kısmı ise Hazret-i Osman -radiyallahu anh- aleyhinde propaganda yaparak onu halkın gözünden düşürmek için çalışıyordu.
Hazret-i Osman -radiyallahu anh- bu fitneden haberdardı. Bu fitne ve fesadı gidermeye çalışmasına rağmen, her tarafa dalâlet saçan fırkalar, yangını saçağa sardırmışlardı.
Hicretin otuzbeşinci yılında bir Cuma günü, Mısır’dan gelen âsiler sekseniki yaşında bulunan Hazret-i Osman -radiyallahu anh-i Kur’an-ı kerim okurken ve oruçlu olduğu halde şehit ettiler.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz, Râşid halifelerden dördüncüsüdür. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in amcası Ebu Tâlib’in oğlu ve damadı idi. Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Validemiz’den sonra müslümanlığı ilk kabul edenler arasındadır.
Resulullah Aleyhisselâm küçük yaşlarda baba ve anadan yetim kalıp, önce dedesinin sonra da amcası Ebu Talib’in yanında büyüdüğü için, Hazret-i Ali- radiyallahu anh- Efendimiz doğuşundan itibaren o Nur’un talim ve terbiyesinde bulunmuş oldu. Bu sadece ona mahsus bir mazhariyettir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Bir kimse Ali’yi severse beni sevmiş olur, Ali’ye buğzeden bana buğzetmiş olur.” buyurmuşlardır. (Münâvî)
İslâmiyet’i kabul ettikten sonra bütün Mekke devrini teşkil eden onüç seneyi Resulullah Aleyhisselâm’la birlikte geçirmiş, o Nur’un ulvî meclislerinde bulunmuş, onun tebligatını dinlemiş, ibadetlerine iştirak etmiştir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın hicret ettiği gece çok büyük bir tehlikeyi göze alarak suikastçileri yanıltmak maksadıyla onun yatağına girmekten çekinmedi.
Resulullah Aleyhisselâm Medine-i münevvere’de Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik tesis ettiğinde Hazret-i Ali -radiyallahu anh-:
“Yâ Resulellah! Ashâb’ınızın arasını birbirleriyle kardeşlediniz, amma beni kimseyle kardeşlemediniz!” dedi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
“Sen benim dünyada da ahirette de kardeşimsin.” buyurdu. (Tirmizî: 3722)
Allah-u Teâlâ’nın, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ-yı ona nikâhlamasını emir buyurması üzerine kızını onunla evlendirmiş ve:
“Kızım seni âilemin en şereflisi ile evlendirdim.” buyurmuştur.
Bir süre sonra müslümanlarla müşrikler arasında savaşlar başlayınca, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- bu silahlı mücadele hareketlerinin kahramanı oldu. Müşriklere karşı İslâm saflarında mertçe ve yiğitçe savaştı.
Hendek savaşı’nda büyük savunma faaliyetlerinde bulundu. Hendeği geçen müşriklerin meşhur cengaverlerinden Amr bin Vud El-Amirî’yi tepelemesi İslâm ordusunda büyük sevince sebep olmuştu.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz ilim, takva, ihlâs, samimiyet, fedakârlık, şefkat, kahramanlık ve şecaat gibi yüksek ahlâki ve insani vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahip idi. Tebük’ten başka bütün gazalarda Resulullah Aleyhisselâm’la beraber bulundu. Yüzü aşkın harbe katıldı. Cesaret ve kahramanlığı pek yaman bir mücahid olan Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz, Bedir ve Uhud Savaşlarında da ifade edilemeyecek derecede mücadele sergiledi.
İslâmiyet’in ilk yıllarında o Nur’un etrafında pervane olduğu gibi kendisinden önceki halifeler zamanında da İslâm için canla başla çalışmış; altı yıl kadar kaldığı hilâfet makamında da şehit oluncaya kadar bir an olsun o Nur’un ışığından ayrılmamıştır.
Kendisinden önceki üç halifenin de en yakın yardımcıları o idi.Resulullah Aleyhisselâm gibi onlar da kendisinden çok memnun idiler.
Mürtedlerin, zekât vermek istemeyenlerin ve Medine-i münevvere’ye hücum edenlerin çıkardıkları karışıklıklar sırasında Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-i daima destekledi ve yanında yer aldı.
Onun şehâdetinden sonra, karışık bir hengâmede halife seçildi. Dâvâyı sükûnet ve akl-ı selim dairesinde hareket ederek halletmek için çaba harcadı.
İdare merkezini Medine’den Küfe’ye nakletti. Bir program dairesinde hareket ederek dahili vahdeti temin etmek istedi. Vilayetlere gönderilen valiler vahdet ve sükûnu temin hususunda muvaffakiyetler gösterdiler.
İlim ve akıldan yana derecesine pâyan yoktur. Ashâb-ı kiram’ın en büyükleri bile ondan fikir alırlar, ilim öğrenirlerdi.
Çözülemeyen meseleler, onun hükmüyle karara bağlanırdı. Dine bağlı olanlara saygı, fikirlere ilgi gösterirdi. Hikmetle söyler, adaletle hükmederdi. Fevkalâde şecaat sahibiydi. İbn-i Mülcem tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında şehit edildi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet üç kişiye iştiyak duymaktadır: Ali, Ammar ve Selman.” (Tirmizî)
Radiyallahu anhüm ecmaîn.
Emevî halifesi Velid, amcasının oğlu Ömer bin Abdülaziz’i Mekke ve Medine’nin vâlisi yapmıştı. Medine’ye gider gitmez ulemadan on kişi seçerek davet etti. Onlara:
“Sizi istişare yapmak ve yardımcı olmanız için çağırdım. Kendi fikrime göre iş yapmak istemiyorum. Her hususta size danışacağım. Memurlarımdan birinin halka zulmettiğini duyarsanız bana bildiriniz.” dedi.
Onlar da bu durumdan çok memnun oldular. Zulmü kaldırmak için her türlü yardımı yaptılar.
Velid’den sonra yerine geçen kardeşi Süleyman da ölünce, Ömer bin Abdülaziz Hicri 99, Milâdi 717 yılında halife seçildi. Bu ağır yükün altına girmekten çekindiği için kabul etmek istemedi ise de halk biat etti, o da ister istemez halktan biat aldı.
Halka hitaben yaptığı ilk konuşması çok manidardı.
“Ben Cenâb-ı Hakk’a itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Ben Cenâb-ı Hakk’a isyan edersem siz de bana isyan ediniz.”
Hilâfete geçer geçmez ilk yaptığı icraattan biri, Cuma ve Bayram hutbelerinde Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve ahfâdı aleyhine yapılan konuşmaları ve lânetlemeleri yasaklamak oldu.
Çok âlim, fâzıl, zâhid, âdil bir insandı. Müctehid derecesinde geniş ilme sahipti. İki sene beş ay olan halifeliği döneminde Resulullah Aleyhisselâm’ın nice sünnetlerini tekrar yaşatmış ve yıllardır kökleşmiş olan kötü âdetleri ortadan kaldırmıştı. Zâlim olan vâlileri ve memurları azletti. Yerlerine o makamlara en lâyık olan kişileri seçti. Bütün vâlilere adaletle hareket etmelerini tavsiye etti.
İcraata getirdiği adalet, vergi sistemindeki ıslahât halkta öyle bir memnuniyet hasıl etmişti ki, kendisini Mehdi sananlar bile olmuştu.
Halife seçildiği vakit dağ başlarındaki çobanlar:
“Halkın başına geçen bu sâlih kul kimdir?” diye sormaya başladılar.
Kendilerine:
“Bu zâtın sâlih olduğunu nereden bildiniz?” denilince şu cevabı verdiler:
“Çünkü ne zaman başa âdil birisi geçerse, o vakit kurtlar koyunlarımıza saldırmazlar.”
İkibuçuk sene gibi kısa bir zamanda memleketin iktisadi hayatı her taraftan öylesine düzelmişti ki, Mısır gibi bazı yerlerde zekât verecek fakir kalmamıştı.
Halife olmazdan önceki hayatı ile, halife olduktan, devlet mesuliyetini üzerine aldıktan sonraki hayat ve yaşayışı arasında çok büyük değişmeler olmuştur.
Halife olmazdan önce dörtyüz dirheme alınan elbiseyi beğenmez, kaba bulurdu. Halife olduktan sonra ondört dirhemlik elbise için: “Sübhânellah! Ne güzel, ne hoş, ne zarif elbise!” diyerek takdirle karşılamıştı.
İhtilâlle başa geçen Abbâsîler zamanında hınçla, öfke ve kinle dolmuş olan halk, bütün Emevî halifelerinin mezarlarına saldırıp ortadan kaldırdığı halde onun mezarına dokunmamıştır.
Halife olur olmaz kâğıt tahsisatını kısmıştı. Medine vâlisi Ebu Bekir bin Hazm, bir mektup yazarak tahsisatın arttırılmasını talep edince şu cevabı aldı:
“Kaleminin ucunu incelt, satırları sık tut, ihtiyaçlarını ayrı ayrı değil toptan yaz. Ben müslümanların malından, lüzumsuz sarfiyata tahsisat ayıramam.”
Zulme ve birçok kötü alışkanlıklara saplanmış olan Emevî kumandanları onun adaletinden sıkılarak canına kastetmek derecesine kadar vardılar. Ondan sonra halife olan Abdülmelik’in oğlu Yezid onun adlî usullerinin hepsini bir hamlede değiştirmiştir.
Devletin sınırları, Çin hududundan Endülüs’e, Kafkaslar’dan Habeşistan’a kadar uzanıyordu.
Süfyan-ı Sevri, onun dört halifeden sonra beşinci olduğunu söyler. İmam-ı Şafiî de aynı görüştedir. Halifelik zamanı dört halifenin hilâfet günlerine eklenmiş, kendisi de Hulefâ-i râşidîn’den sayılmıştır.
Bid’at ve hurafeler kök salmaya başladığı için Hadis-i şerif’leri toplatarak, Sünnet-i seniye’yi ihya etmiştir. Ömer bin Abdülaziz’in adaleti, gayet güzel işler yapması, İslâm memleketlerini huzura erdirmesi neticesinde Hind ve Berberîler’den altı milyon kişinin iki yıl içinde müslüman olmaları tarihte görülmemiş bir hadisedir. Hatta Türkler’in müslüman olmalarında çok büyük âmil olmuştur.
Daima üzüntülü ve düşünceli görünürdü. Sebebini soran azatlı kölesine şöyle cevap verdi: “Doğudan batıya kadar Ümmet-i Muhammed’in hukukunu korumak bana vazife oldu. Bundan büyük üzüntü mü olur?”
Bir çok geliri vardı, halife olunca hepsini dağıttı. Hanımı da ondan geri kalmadı, nesi varsa Beytül-mâl’e bağışladı.
Ömer bin Abdülaziz Hazretleri zehirlenerek şehit edildiğinde kırkbir yaşında bulunuyordu.
Emevî halifesi Velid zamanında Endülüs’ü fetheden İslâm kumandanıdır. Kendisine yedibin kişilik bir ordu ile İspanya’nın fethi görevi verildi. 711 yılının Mayıs ayında, şimdi kendi adını taşıyan Cebelitarık boğazını geçerek birliklerini Cebelitarık’ın eteklerine çıkarttı. Askerlerin gemiye dönüş ümitlerini kırmak için de bütün gemileri yaktırdı.
Sonra ordusuna hitaben tarihi bir konuşma yaptı.
“İşte, önümüzde düşman, arkamızda deniz, zaferden başka kurtuluş yolu yoktur.” buyurdu.
İlk olarak boğaz bölgesini fethederek İspanya’nın içlerine doğru ilerlemeye başladı. Bu sırada İspanya’ya hükümdar olan Got kralı, ülkesini korumak için 90 bin kişilik bir ordu hazırladı. Bu durum karşısında Târık bin Ziyad yardım istemiş, Kuzey Afrika valisi Musa, beşbin kişilik bir yardım kuvveti göndermişti. Bu gözüpek ve kararlı İslâm kumandanı, kat kat fazla olan düşman ordusunu bozguna uğrattı, kralı kendi eliyle öldürdü. Onun bu cesareti, gelecek nesiller tarafından hayranlıkla anılmasına sebep olmuştur.
Büyük Selçuklu Devleti’nin ilk sultanı Tuğrul Bey’in ölümü üzerine, Çağrı Bey’in oğlu olan yeğeni Alparslan Selçuklu hükümdarı oldu.
Devlet idaresinde istikrarı sağladıktan sonra fetihlere başladı.
Bizans imparatoru Türkmen akınlarını durdurmak ve memleketlerini ellerinden almak gayesiyle ikiyüzbin kişilik, zamanın en kalabalık ve muazzam ordusuyla saldırıya geçmişti. Durumu haber alan Alparslan, ellibin askeriyle düşmanı Malazgirt’te karşıladı.
Topluca kılınan Cuma namazından sonra askerinin karşısına geçti. Üzerinde kefene benzeyen beyaz bir elbise vardı. “İşte ben kefenimi giydim. Şehid düşersem beni böylece gömünüz.” dedi. Atından inerek secdeye kapandı. “Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” diyerek, gözleri dolu dolu, secdeden başını kaldırdı ve sözlerine şöyle devam etti:
“Burada Allah’tan başka sultan yoktur. Emir ve kader tamamıyla O’nun elindedir. Bunun için benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”
26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt ovasında yapılan ve Anadolu kapılarını Türkler’e açan bu savaşta Bizans imparatoru esir düşmüş, ikiyüzbin kişilik ordusundan da eser kalmamıştı.
Malazgirt zaferi, Müslüman Türk tarihinin en büyük olaylarından ve en önemli dönüm noktalarından biridir. Türkler’e Anadolu’nun kapıları açılmış, ilk defa bu zafer sonrası Anadolu’da yerleşmeye başlamışlardır.
Bu zaferle, İslâm dünyasındaki Bizans baskısı ortadan kalkmış, Anadolu Türkleşmeye ve İslâmlaşmaya başlamıştır. Ve daha sonraları Osmanlı Devleti gibi büyük bir devletin kuruluşu gerçekleşmiştir.
Bütün celâdet ve haşmetine rağmen son derece duygulu ve âdil bir hükümdar olan Sultan Alparslan, Bizans imparatorunu affetmiştir.
Dokuz yıl süren hükümdarlığı sırasında büyük işler başarmış, devletin sınırlarını Anadolu içlerine kadar genişletmiştir.
İyiliği, merhameti, düşkünlere yardımı ile tanınmıştır. İslâmiyet’e ve cihada son derece bağlı idi. Allah’tan korkar, her işinde ona tevekkül ederdi.
Türkistan seferine çıkacağı sıralarda, hâin bir kale kumandanı tarafından bıçaklanarak şehit edildi. O anda başına toplananlara: “Her sefere çıkarken Allah’tan yardım dilerdim. Dün bir tepe üzerine çıkmıştım. Askerin çokluğundan, ordumun azametinden gurura kapıldım. Ben bu ordu ile dünyayı bile fethederim dedim. Bu gün Cenâb-ı Hakk âciz bir kulu ile benim aczimi yüzüme vurdu.” diyerek ruhunu teslim etmiştir.
Selçuklu Devleti’nin parçalanmasından sonra milli birlik yok olmuş, birbirini yok etmeye çalışmakla meşgul olan kırk beyliğe ayrılmıştı.
Anadolu Selçukluları’nın dağılmasından sonra kurulan Osmanlı Beyliği’nin başında bulunan Ertuğrul Gazi, Rum şehir ve kasabalarına akınlar edip uç beyliğini büyültmeye çalıştı. Söğüt ve Domaniç’i kendine merkez yapan Ertuğrul Gazi, Karacahisarı Rumlardan aldı.
Doksan yaşlarında vefat ettiğinde yerine oğlu Osman Gazi geçti.
Osman Gazi 1281 yılında babası Ertuğrul Gazi’den 4.800 kilometre kare kadar devraldığı toprak mirasını, 16.000 kilometre kareye çıkartarak 1324 yılında Orhan Gazi’ye devretti. Kırküç yıl devleti idare etti.
Osman Gazi, gayet dindar, hayırsever, yürekli bir kişiydi. Üç günde bir dervişleri, yoksulları toplayıp yemek yedirirdi, dul kadınlara mâli yardımda bulunurdu.
Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri ile aynı asırda yaşamışlardı. Bu zât pek dindar, takvâ sahibi bir kişi olup, çok iyi bir eğitim görmüştü. Zengin olduğu halde, sade bir hayat yaşardı. Bir tekke yapmıştı, gelen gidenleri ağırlardı. Osman Gazi de arasıra bu şeyhin tekkesinde misafir olurdu. Evinde misafir olduğu bir gece gördüğü rüyâ üzerine, Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri Osman Gazi’nin ve Osmanlılar’ın istikbali hakkında mühim tebşiratta bulunmuştu. Gerçekten de rüyada müjdelendiği üzere Allah-u Teâlâ Osmanlılar’a cihanşümul bir devlet bahşetti.
Şeyh Edebâli Hazretleri’nin tekkesinde geçirdiği ilk gece odasının duvarında asılı bulunan Kur’an-ı kerim’e hürmet ve edebinden uzanıp yatamamış, sabaha kadar uyumamıştı.
Hazret-i Kur’an’a bu kadar gönülden bağlı, gönlü iman dolu bir insan olan Osman Gazi’nin gördüğü rüya çok mühimdir.
Osman Gazi’nin göbeğinden bir su çıkar. Bu su gitgide çoğalarak geçit vermez bir nehir olur. Bu nehrin kenarında bir ulu çınar belirir. Öyle bir çınar ki dalı budağı her tarafa yayılmış, çınarın tepesi göklere doğru gözün göremeyeceği kadar yükselmiştir. Sonra bu çınarın altındaki gölgelikte her renk ve cinsten insanlar toplanmış, neşe içinde gülüşüp oynaşıyorlar. Bu arada karşıdan Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri tebessüm ederek yanına gelmektedir. Tam yaklaştığı sırada Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin göğsünden göz kamaştıran parıl parıl parlayan bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini görür.
Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri’ne rüyâsı arzedildiğinde mübarek zâtın tabiri şöyledir:
“Göbeğinden çıkan su senin soyundur. Yüzyıllarca çoğalarak devam edecek. Ulu çınar ağacı kuracağın kudretli bir devletle tabir olunur. Öyle bir devlet ki, bu devlet cihana hükmedecek, kıyamet alâmetleri ortaya çıkmadıkça yıkılmayacaktır. Birçok millet o devlette mesut ve bahtiyar olarak huzur ve adalet içinde yaşayacaklar.”
Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin Osman Gazi’ye yaptığı öğütler ise gerçekten takdire şâyândır:
“Ey oğul! Bey’sin... Bundan sonra öfke bize, uysallık sana... Gücengenlik bize, gönül almak sana... Suçlamak bize, katlanmak sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana... Kötü söz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana... Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana... Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana... Ey oğul! Sabretmesini bil. Vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın. Ey oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Allah-u Teâlâ yardımcın olsun.”
Osman Gazi son derece adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir mücahid idi.
Başta Selçuklular’a bağlı bir uç beyi görevini yapan Osman Gazi, Bizans ile mücadeleye girerek İznik ile Bilecik arasındaki Yenişehir kasabasını kurdu. Asıl hedef olarak Bursa’yı almayı amaçlıyordu. Ancak altmışyedi yaşında Söğüt’te vefat etti. Geçici olarak Söğüt’e gömüldü, daha sonra Bursa İslâm topraklarına geçince kabri oraya nakledildi ve türbesi yapıldı.
Otuzsekiz yıllık hükümdarlığı müddetince kılıcı kuşalı, atı eğerli yaşadı. Babasından devraldığı mirası altı misli genişleterek doksanbeşbin kilometre kareye çıkardı, Osmanlı Beyliği’ni teşkilatlı bir devlet haline getirdi.
İmparatorluğun temellerini adalet üzerine kurmuştu. Yaptırdığı imaretlerde kendi eliyle fakirlere yemek dağıttığı olmuştu. Ulemâya değer verir, onlara hürmet ederdi. Numune bir insan, bahadır bir harpçi, âdil ve nizamcı bir mücahid idi.
Hafızlara, ilim adamlarına, kadılara ulûfe bağladı. Tasavvuf erbâbı için zâviyeler yaptırdı. Halkın geçinme derdi yoktu, refah seviyesi yüksekti.
Onun döneminde Osmanlılar 1321 yılında Trakya’ya geçmiş ve bazı keşif seferlerinde bulunmuşlardır.
Fethedilen yerlerin halkı kendilerine yapılan adaletli muamele karşısında: “Nolaydı, eski zamandan beri bunlar bize bey olalardı.” demekten kendilerini alamadılar.
Osmanlılar’ın, fethettikleri yerlerdeki halka çok iyi davranmaları, İznik çevresindeki halkın, İznikliler’e, Osmanlı tarafına geçmelerini tavsiye etmelerine hatta bazı kimselerin Osmanlılar’ın yanında savaşa katılmalarına sebep olmuştur.
Orhan Gazi babasının vasiyetine tam olarak riâyet etmiş, aynı şeyleri oğlu Sultan Murad’a vasiyet etmiştir.
Yirmiyedi yıllık hükümdarlığı döneminde babasından devraldığı devleti beş katından fazla genişleterek, ikiyüzdoksanbirbin kilometrekaresi Avrupa’da ikiyüzsekizbin kilometrekaresi de Asya’da olmak üzere cem’an beşyüzbin kilometrekareye çıkarmıştır.
O da babası gibi samimi bir müslüman, dâhi bir asker ve âdil bir devlet adamı idi. Dervişlere ve ulemayâ hizmet etmekle tanınmıştır. “Derviş gazilerin, şeyhlerin sultanı” diye anılır.
Hangi şehirde bulunursa bulunsun, Cuma namazını cemaatle kılar, namazdan sonra fakirlere sadaka dağıtırdı. Fethettiği yerlerde kurduğu adaletli ve âlîcenap idare sayesinde gayr-i müslim halk, bir daha Bizans hakimiyetini aramamışlardır.
1362 yılında Edirne’yi alan Murad Han burayı İslâm’a açarak Rumeli topraklarının merkezi ve ikinci taht şehri yaptı. Yeni kazanılan bölgelere sürekli olarak Anadolu’dan müslümanları getirerek yerleştirmiştir. Osmanlılar, Balkanlar’da elde ettikleri yerlerde, Hıristiyanlara karşı çok iyi davrandılar, onlara en geniş din hürriyeti verdiler, iyi bir hayat seviyesi sağladılar. Ertesi yıl fetihler süratle devam ederek müslüman Türkler Balkanlar’a akın etmeye başladılar.
Hıristiyan devletler, coşkun bir sel gibi gelen bu Osmanlı fetihleri karşısında büyük bir korkuya düştüler. Filibe ve Balkanlar’ın büyük bir bölümü Osmanoğulları’nın eline geçti. Buna karşılık Avrupa’da haçlı birliği oluşturmaya çalışıldı. Papa, hıristiyanları Türkler’e karşı birleşmeye çağırdı. Haçlı birliği kuruldu; Macaristan, Sırbistan, Romanya, Bosna krallıkları birleştiler. Bu muhteşem ordu Edirne’ye kadar geldi. Komutan Hacı İl Beyi, Sırpsındığı denilen mevkide düşmanı perişan etti. Bu, Osmanlılar’a karşı düzenlenmiş ilk haçlı seferi oldu ve haçlıların hezimetiyle neticelendi. (1364)
Osmanlılar’ın Sırpsındığı savaşında birleşik Hıristiyan ordularına karşı kazandıkları zaferin şükran nişanesi olmak üzere, Murad Hüdavendigâr, Bilecik, Bursa ve Edirne’de birçok tekke, medrese, cami ve imaret yaptırdı.
Osmanlılar’a Balkan toprakları tamamen açılmış oldu. Dedeağaç, Gümülcine, Kavala, Drama, Samakov gibi merkezler Osmanlı toprakları oldu.
Allah-u Teâlâ’nın desteğiyle Türkler akınlarına devam etti.
Akıncılar, Adriyatik sahillerine ulaştılar. Önemli merkezler Türkler’in eline geçti. Batı’da Bosna’ya kadar ulaşıldı. Doğu’da ise Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç gibi yerler Osmanlılar’a geçti. İlk Osmanlı-Karamanoğulları çatışması bu sayede patlak verdi. Sultan Murad yetmişbin kişilik bir ordu ile Karamanoğulları’na karşı hazır duruma geldi. Şehzade Bâyezid, kendisine “Yıldırım” lâkabının verilmesine sebep olan bir manevra ile Karaman ordusunu dağıttı. Karamanoğulları meselesi halledilerek tekrar batıya yönelindi.
1388’de Kula Şahin Paşa yirmibin askerle Bosna’ya girdi. Ploşnik’de yenilerek onbeş bin şehit verildi. Vezir-i Âzam Çandarlızade Ali Paşa otuzbin askerle Tuna boyuna çıkıp, Bulgaristan topraklarının son kısımlarını elde etti. Sırbistan, Bosna, Macaristan, Polonya, Romanya, Moldavya, Arnavut, Bulgar Prensleri birleşerek hıristiyan ordusunu kurdular. Birleşik Hıristiyan orduları o kadar kalabalıktı ki, yüzbinden fazla idi. Osmanlılar, bir ara kendi ordularının önüne bir siper olmak üzere, develeri dizmeyi bile düşündüler, develerin ürküp kendilerini ezmesi ihtimalini göz önüne alarak bundan vazgeçtiler. Bu konular görüşülürken, beylerden biri:
“Nice az topluluk, Allah’ın izniyle pek çok topluluğu yenmiştir.” Âyet-i kerime’sini okudu. (Bakara: 249)
1389’da Sultan Murad, iki oğlu ile düşmanı Kosova’da karşıladı. Yanında şehzadesi Yıldırım Bâyezid olduğu halde yüksekçe bir tepeden düşmanı gözledi. Kosova sahasını dolduran demir zırhlarla kaplı, kendi ordusuna nisbetle kat kat fazla olan düşmanını üzüntü içinde seyretti. Müteessir bir halde ordugâha döndü. Kumandanları ile istişare yapıp savaş nizamını tesbit ettikten sonra çadırına çekildi. “İnsanla atın ayırdedilemediği o karanlık gecede” herkes yatmışken kalktı, abdest alıp iki rekât hâcet namazı kıldı, alnını yere koyup secdeye kapandı, Rabb’ine tam bir teslimiyetle şöyle niyazda bulundu:
“Yâ Rabb’i! Bunca kere duâmı kabul edip beni mahrum bırakmadın. Yine benim duamı kabul eyle. Mülk ve kul senindir. Sen kime dilersen ona verirsin. Ben nâçiz bir kulunum. Sen benim fikrimi ve sırlarımı bilirsin. Benim maksadım mal ve mülk değildir. Ben yalnız senin hâlis rızânı isterim. Bu müminleri küffar elinde mağlup edip helâk eyleme. Yâ Rabb’i! Bunca nüfusun katline beni sebep eyleme. Onları mansur ve muzaffer eyle. Bu müminlerden bir tekinin ölümünü bana gösterme. Askerim için ruhumu teslim etmeye râzıyım. Onlar için ben canımı kurban ederim. Tek sen kabul eyle. Yâ Rabb’i! Müminlerin uğruna beni fedâ kıl. Evvelce beni gazi kıldın, şimdi şehâdet nasip eyle.”
Ertesi gün şiddetli bir savaş oldu. Osmanlılar, topları başarıyla kullandılar. Önce Osmanlı sol kanadı şiddetli hücum karşısında geriledi, fakat sağ kanat mukabil hücuma geçti ve Hıristiyan kuvvetler bozguna uğradı.
Haçlı ordusu başkumandanları dahil sekiz saat içerisinde imha edildi. Murad Han yaralı bir Sırp tarafından, harp sahasını gezerken, özengisini öpecekmiş gibi yapıp hile ile yanına sokulan Miloş tarafından hançerlenerek şehit edildi.
Sultan Murad, yarasının ölümcül olduğunu anlayınca büyük oğlu Bâyezid’i çağırdı ve ileri gelenlerin kararıyla onu Han yaptı. Esir edilmiş olan Kral Lazar ve oğlu orada idam edildi. Sultan Murad’ın iç organları şehit olduğu yere gömüldü, cesedi ise Bursa’ya gönderilerek defnedildi.
Yirmiyedi yıl süren hükümdarlığı hep başarılarla doludur. Otuzyedi muharebeye bizzat katılan Murad Han hepsini de kazanmıştır.
Babası Murad Hüdavendigâr ile birlikte bütün savaşlara katılan Yıldırım Bâyezid Han, babasından devraldığı beşyüzbin kilometrekarelik ülkeyi onüç yıl gibi kısa bir zamanda dokuzyüzkırkikibin kilometrekareye çıkartmıştır. Anadolu beyliklerini birer ikişer ortadan kaldırarak, dağılan milli birliği yeniden kurdu.
Ülkesinde demir gibi bir disiplin ve mükemmel bir âsâyiş kurdu. İlmi ve ulemayı sever, şikayeti olan şikayetini bizzat kendisine duyurabilir, haklıysa isteği hemen yerine getirilirdi. Bir kimse tek başına eşya yükü ile, hiç rahatsız edilmeksizin memleketi bir baştan öbür başa geçebilirdi.
Babası I. Murad Han Kosova savaşında şehit olduğundan, yirmidokuz yaşında padişah olmuştu.
Emir Sultan Hazretleri kendisinden kızı Hundî Sultanı istemişti. Fakir bir dervişin padişah kızını istemesine karşı çıkan Sadrazam Ali Paşa’ya:
“O rütbece bizden büyüktür. Biz dünyanın hakanıyız, o ise ahiret sultanıdır.” demiştir.
Osmanlı Devleti, Balkanlar’da haçlılarla uğraşırken, Karamanoğulları tekrar ayaklanarak, Kütahya’yı işgal etmiş, Osmanlı Devleti’ne bağlı beylikleri ayaklandırmıştı. Balkanlar’dan süratle dönen Yıldırım Bâyezid, güneye doğru hareket ederek isyan eden beylikleri tekrar Osmanlı’ya bağladı.
Öteki Beylikler Osmanlılar’ın Anadolu birliğini kurmakta kesin kararlı olduğunu anlayınca, çok geçmeden tedricen şu veya bu şekilde Osmanlı Devleti’ne katıldılar.
Osmanlı’nın Balkanlar’da ilerlemesi ve Bizans’ın bu ilerleme karşısında haçlı birliğini oluşturmaya çalışması yeni bir savaşın doğmasına neden oldu.
Katolik Maracistan’ın Kralı Sigismund Osmanlı Devleti’nin, kendi bölgesine iyice yaklaşmasından endişeye kapıldı. Osmanlılarla anlaşmaya veya müzâkerelere yanaşmadı, Avrupa devletleriyle ortak bir Hıristiyan cephesi kurmaya girişti. Böylece Papa, müslümanlara karşı yeni bir Haçlı seferi ilân etti ve Macar Kralı’nın emri altında ikiyüzbin kişilik bir ordu kuruldu.
Beş yıldan beri kuşatma altında tutulmakta olan İstanbul’u kurtarmak, sonra da Müslümanların elinden Filistin’i almak üzere 1396 yılında yola çıktılar. Zaferden o kadar emindiler ki Macar Kralı Sigismund;
“Eğer gökyüzü yere düşecek olsa Hıristiyan ordularının süngülerine takılıp kalır!” diye böbürleniyordu.
Bizans, Osmanlılar tarafından ikinci defa muhasara edilince Avrupalılar tek vücud haline geldiler. Çok iyi teçhiz edilmiş yüzotuzbin kişilik haçlı ordusu hazırlandı. Macaristan, İngiltere, Fransa, Norveç, İskoçya, Polonya, İspanya, Argon krallıkları, Almanya İmparatorluğu, Venedik Cumhuriyeti, Papalık, Rodos ve Ceneviz kuvvetleri ile büyük bir ordu hazırlandı.
Avrupalı devletler Türkler’i Balkanlar’dan kesin bir şekilde atmak için hazırlanmıştı. Hatta haçlı ordusu Memlüklüler’in elinden Kudüs’ü almayı plânlıyordu.
Bu çok kalabalık ordunun gelişi karşısında Sultan Bâyezid, kuşatmada az bir kuvvet bırakarak, kendisine Yıldırım ünvanını kazandıran bir süratle Niğbolu’ya geldi. Çok büyük stratejik önemi olan Niğbolu kalesi, Sultan Murad zamanında, Bulgar Kralı Şişman’dan alınmıştı. Yıldırım Bâyezid, Haçlıların kuşattığı Niğbolu kalesine yıldırım hızıyla ulaştı. Çok cesur bir asker olan Yıldırım Bâyezid, geceleyin kaleyi kuşatmış olan düşman askerlerinin arasından geçerek, kale dizdarı Doğan Bey’e: “Bre Doğan!.. Bre Doğan!..” diye seslendi. Doğan Bey, kendisine Sultan’dan başka hiç kimsenin sadece adını söyleyerek seslenmeyeceğini bildiği için, Yıldırım’ın geldiğini anladı. Konuştular, Yıldırım’ın gelmesiyle, kalede kuşatılmış durumdaki mücâhidlerin mâneviyatı yükseldi.
Yıldırım Bâyezid kıskacı daraltarak Tuna boylarını tuttu. Haçlı ordusu dağıldı, kaçanlar Tuna nehrinde boğuldu. Haçlılar yüzbinin üzerinde zayiat verdiler ve onbin esir alındı. Bu büyük haçlı ordusu yok edildi, mağrur haçlı ordusuna Niğbolu mezar oldu. Savaş sonunda esir düşen düşman kumandanı Korkusuz Jan:“Başımıza Yıldırım düştü.” demiştir.
Bu yıllarda Timur’un hükümdarlığındaki Doğu Türkistan, dünyanın en büyük ve en güçlü devleti idi. Muazzam bir ordusu ve kuvveti vardı. Çin’den Mısır’a kadar büyük bir imparatorluk kurmuştu. Yıldırım Bâyezid Niğbolu savaşından sonra gücünü tüm dünyaya ispatlamıştır.
Ankara savaşında Timur’un üçyüzbin kişilik ordusuna yenilip esir düşen Yıldırım Bâyezid vefat edince Osmanlılar oniki yıl kadar başsız kaldılar. Daha sonra oğlu Birinci Mehmet padişah oldu, milli birliği tekrar kurdu.
Ankara savaşı’ndan önce Osmanlı Devleti, Anadolu’da, Selçuklu Devleti’nden kalan yerlerin hemen hepsini almış, diğer beyliklerin tamamına yakınını ortadan kaldırmış, Avrupa’da, Tuna’ya kadar uzanan geniş bölgeleri İslâm’a açmıştı. Bu parlak başarı yüzyıldan biraz fazla bir zamanda gerçekleşmişti.
Timur’a esir olan Bâyezid yedi ay yaşayabildi ve 1403’de kırküç yaşında vefat etti.
İmparatorluğun iç durumunun son derece karışık olduğu bir dönemde onyedi yaşında hükümdar oldu. Derviş Gazi diye anılan, kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murad; Varna ve Kosova gibi iki büyük meydan savaşı kazanmış, İstanbul’u muhasara etmiş, Fatih Sultan Mehmed gibi bir evlât yetiştirmiştir. Osmanlılar onun zamanında dünyanın en güçlü devleti haline geldiler.
Avrupa veya diğer yerlerdeki çağdaşlarına, öbür hükümdarlara hiç benzemeyen Sultan Murad, ömrünün sonuna kadar iktidara sımsıkı sarılıp kalacak bir kişi değildi. O, bir gazi, mücahid, dinine samimiyetle bağlı bir sûfi, bir veli idi. Bir rivayete göre, rüyâsında, Edirne’de yaptırmış olduğu camiin avlusuna üç melek indiğini gördü. Bu üç meleğin konduğu yerlere saygı gereği, insan ayağı basmasın diye, üç mermer sütun diktirdi. Bu üç sütun, hâlâ o caminin avlusundadır.
Haçlı orduları Türkler’i tamamen Rumeli’den, Balkanlar’dan çıkarabilmek için beşinci defa toplandılar. Macaristan, Almanya, Polonya, Bizans, Venedik, Papalık... gibi devletlerin orduları bir araya geldiler. Bu sırada Edirne’de Osmanlı tahtında Fatih Sultan Mehmed vardı. Babası II. Murad oniki yaşında tahtı ona bırakmış, kendisi Manisa’ya çekilmişti. Vezir-i Âzam Çandarlızâde Halil Paşa, Sultan Mehmed’e, babasını çağırması yolunda telkinlerde bulundu. Ancak Manisa’da bulunan Sultan II. Murad, oğlunun otoritesini sarsmamak için bu teklifi kabul etmedi. Oniki yaşındaki bir çocuğun tahtta olduğunu gördükçe düşmanın iştahı kabarıyordu.
Bunun üzerine Sultan Mehmed babasına şu mektubu gönderdi:
“Eğer padişah biz isek, size emrediyoruz gelip ordunuzun başına geçiniz, yok siz iseniz; gelip devletinizi idare edin.”
Bunun üzerine Sultan Murad Edirne’ye gelip, seçkin kırkbin askeri alıp Varna’ya gitti. Demir zırhlarla kaplı haçlı ordusunu gören Sultan Murad ellerini kaldırarak niyazda bulundu:
“İlâhi! Mümin kullarını benim günahımın çokluğundan ötürü küffar elinde zebun etme. İlâhi! Habib’in hürmeti için, ümmetini sen sakla ve sen mansur ve muzaffer eyle!”
Bu içli duâdan sonra mücahidler “Âmin!.. Âmin!..” sesleriyle düşmanın üzerine atıldılar, çembere alınan haçlılar imha edildiler. Başkumandanları öldürüldü. Bir gün süren savaşta şehit olanların sayısı yüzelliyi geçmezken, birçok düşman askeri esir alınmış, kalanı öldürülmüştü. (1444)
Varna Savaşı’nın sonucu olarak Bizans’ın âkıbeti mühürlendi, bütün İslâm âleminde Osmanlı’nın itibarı son derecede arttı ve güneydoğu Avrupa’da Osmanlı hakimiyeti sağlamlaştı.
Zaferin akisleri Avrupa kadar İslâm âleminde de büyük oldu. Kahire’de haberi duyan Sultan Çakmak: “Allah yardımcın olsun Osmanoğlu!” diyerek sevincini dile getirdi.
Varna savaşı’ndan dört yıl sonra haçlılar şanslarını yeniden denemek istediler ve yüzbin asker topladılar. Sultan Murad savaşın vicdanî mesuliyetini üzerinden atmak için sulh teklifinde bulundu ise de kabul etmediler. Harp kaçınılmaz olmuştu. Sultan Murad Han düşmanla Kosova sahrasında, ellidokuz yıl önce dedesinin babası Murad Hüdavendigâr’ın düşmanı yok ettikten sonra şehit düştüğü aynı yerde karşılaştı. Yanında onaltı yaşlarındaki Şehzade Sultan Mehmed de bulunuyordu.
Sultan Murad Han diz üstü gelerek kıbleye döndü, gönlünü Allah-u Teâlâ’ya bağladı ve:
“Yâ Rabb’i! Benim de adım Murad. Dedem Hüdavendigâr’a lütfettiğin zaferi bana da nasip eyle. İslâm askeri zafer şenliği yaparken benim de ruhumu kabzeyle.”
Diyerek duâ etti. Sabahın erken saatinde kırkbin kişilik ordusunun başına geçerek yüzbin kişilik haçlı ordusunun üzerine hücum etti. Savaş üç gün üç gece sürdü. Üçüncü gün Sultan Murad Han düşmanı çevirmeye başladı. Sonunda da dörtbin şehide karşılık onyedibin düşman askeri imha edilmiş, binlercesi de esir alınmıştı. Bu İkinci Kosova, haçlıların Türkler’i Balkanlar’dan sürüp atmak için yaptığı sonuncu teşebbüs oldu.
Sultan Murad şahsına âit bütün esirleri azad etti. Bu, ahiret hazırlığı mahiyetinde idi.
Otuz yıllık hükümdarlığı müddetince büyük işler başaran Murad Han, kırkyedi yaşında olduğu halde, İstanbul’un fethinden iki yıl önce şan ve şeref hâlesi ile çevrili olarak vefat etti.
Dikkate değer bir konudur ki Osmanlı ordusu Kosova’ya giderken, halka ve mallarına hiçbir zarar vermemeğe büyük özen göstermiştir. Öyle ki, bir asker, tarla yanından geçerken atına bir saman çöpü bile yedirse cezalandırılırdı. Süvariler, ekin tarlalarının yanından geçerken, atlarının başını çekip kaldırırlar, hiçbir şey yedirmezlerdi.
Sultan Murad ince ruhlu hassas bir insandı. İlmî sohbetleri sever, ulemâyı himaye eder, onlara muayyen tahsisat verirdi.
Hacı Bayram Veli -kuddise sırruh- Hazretleri’ni Edirne’ye dâvet etmiş, günlerce başbaşa sohbet etmişlerdi. Kendisini müridliğe kabul buyurması için ricada bulunduğunda bu isteği reddedilerek şu cevabı almıştı:
“Hünkârım! Sizin işiniz başka, bizim işimiz başkadır. Her işte Allah’ın rızâsı vardır. Senin bir günlük adaletle hükmetmen, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.”
Yine bir gün sohbet esnasında İstanbul’u almayı murad ettiğini söylemişti. Hacı Bayram Velî -kuddise sırruh- Hazretleri bir müddet sükut etmiş, onun İstanbul’u alamayacağını, bu işin şehzadesi Mehmed’e ve Akşemseddin’e nasip olacağını beyan buyurmuştu.
Muhammed sûre-i şerif’ini okurken oğlunun doğum müjdesini alan Gazi Murad Han, adını Mehmed koydu. Devrinin en değerli âlimlerinin elinde yetişen Sultan Mehmed, ondokuz yaşında hükümdar oldu. Osmanlı hükümdarları içinde hem en dâhi asker, hem en güzide devlet adamı, hem de en büyük âlim olanıdır. Akşemseddin ve Molla Gürânî gibi zâtların dizinde yetişmiştir. Yaratılıştan sahip olduğu kabiliyet bir yana, babasının yanında büyük meydan muharebelerine katılmış, tam bir askerlik tecrübesi elde etmişti.
Osmanlı topraklarına saldıran Karaman beyini cezalandırdıktan sonra, ilk iş olarak İstanbul’un fethi hazırlıklarına başladı. Bizans’ı ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Projesini bizzat kendisi yaptığı Rumelihisarı denilen azametli kale dört ayda bitirildi. Asya kıyısında Yıldırım’ın inşâ ettirdiği Anadolu hisarı vardı, böylece boğaz kesilmiş oldu.
Kışı Edirne’de geçirerek savaş hazırlıkları yaptı. Ortaçağ insanının hafsalasının alamayacağı azamette, iki tonluk gülle savurabilen, ikibin asker tarafından çekilen muazzam toplar döktürdü. Altmış manda ile çekilen topa nazar değmemesi için, önünde soytarılar oynuyor, bakanların gözü ilk olarak topa değil, soytarılara, köçeklere ilişiyordu.
Kuşatma, 6 Nisan 1453 Cuma günü başladı. İstanbul’un surları çift katlı idi, en dışarıda da altı yedi metre derinliğinde hendek vardı. Haliç tarafındaki sur tek katlı idi ama, Haliç’in ağzına zincir gerilmiş, gemilerin geçmesi imkânsız kılınmıştı.
Osmanlılar 21-22 Nisan gecesi, Tophane’den Kasımpaşa’ya, karadan yağlı kızaklar üzerinde çekilerek yetmiş gemi nakledip Haliç’e indirdiler. Haliçte ertesi sabah Osmanlı gemilerini gören Bizanslılar telaşa kapıldılar. Sultan Mehmed’in karadan gemi yürütmesi akıllara durgunluk vermişti.
29 Mayıs Salı günü, sabah namazını müteakip yapılan duâdan ve hükümdarın hitabesinden sonra Şeyh Akşemseddin’in tavsiyesiyle, genel hücum başladı. Surlara merdiven dayayarak çıkanları Rumlar grejuva ateşiyle yakıyorlardı. Topkapısı ile Edirnekapısı arasındaki kısımda, yeniçeriler hendeğin önüne kadar geldiler. Yeniçeriler, kendilerini destekleyen ok yağmuru altında surlara dayandılar. Ulubatlı Hasan adlı iri yarı bir yeniçeri, kalkanını sol eli ile başının üzerinde tutarak sağ elinde palası olduğu halde ilk olarak surun üzerine çıktı; otuz kadar yeniçeri daha sûra çıktı fakat birçoğu çok geçmeden şehit oldu. Ulubatlı Hasan, yaralanmasına rağmen diğer arkadaşlarının sura çıkmasına yardım etti, o da şehit düştü fakat sura çıkanlar çoğalmıştı, sur üstünde tutundular. Yeniçeriler, açılmış olan gedikten içeri girdiler, birinci surla ikinci sur arasındaki alanı ele geçirdiler. İmparator, maiyyeti ile Pemton kapısına doğru kaçtı. İmparatorun kaçtığını gören ikinci sur müdafileri de paniğe kapıldılar.
Osmanlı bayrağını Topkapı üzerinde gören ve o andan itibaren “Fatih” ünvanını alan Sultan Mehmed, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine mazhar olmanın verdiği sevinçle atından inip yere kapandı ve Allah-u Teâlâ’ya hamd ve senada bulundu. Henüz yirmibir yaşında idi.
Resulullah Aleyhisselâm Fetih’ten sekizyüz sene kadar evvel bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştu:
“Kostantiniyye (İstanbul) muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir.” (Ahmed bin Hanbel)
İstanbul, elliüç günlük kuşatma sonunda Türkler’in eline geçmişti. İstanbul’u fethedip “Fatih” olmak Sultan İkinci Mehmed’e nasip oldu. Böylece Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, çok sağlam bir şekilde tamamlanmış oldu. Fatih, Bizans imparatorlarının taç giydiği Ayasofya katedralini camiye çevirdi, ilk Cuma namazını orada kıldı.
Osmanlılar, 669 yılında Süfyan bin Avf -radiyallahu anh- komutasında İstanbul’u fethetmek için gelen orduda Ashâb-ı kiram’dan Ebu Eyyub El Ensâri -radiyallahu anh-in de bulunduğunu, o sırada vefat edip sur dışında gömülmüş olduğunu biliyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, Şeyh Akşemseddin -kuddise sırruh- Hazretleri’nden gömüldüğü yeri bulmasını rica etmişti. Şeyh Akşemseddin -kuddise sırruh- Hazretleri de mükâşefe yoluyla Ebu Eyyub El Ensâri -radiyallahu anh-in gömüldüğü yeri bulmuştur.
İstanbul alındıktan sonra Fatih, Edirne-Segedin anlaşması ile Sırbistan’a bırakılan bazı kalelerin iâdesini istedi, verilmemesi üzerine birinci Sırbistan seferine çıkıldı, bazı kaleler alındı. Fakat İstanbul’a dönünce Sırplar tekrar hücuma geçtiler. Bunun üzerine Fatih, Sırbistan’a sefer düzenleyerek ellibin kişiyi esir etti.
Fatih’in Trabzon seferi sırasında Uzun Hasan annesini göndererek Osmanlılar’la anlaşma yapmıştı. Aradan oniki yıl geçmesiyle Uzun Hasan, kuvvet toplamış ve Karakoyunlular’ı yenerek Asya’nın en büyük devleti olmuştu. Osmanlı Devleti’ni de yeneceğini düşünüyordu. Bu sebeple batıdaki Venedik ve haçlılarla anlaştı. Venedik’ten top istedi. Osmanlı’ya bağlı olan Tokat’ı yağma etti ve Fatih’e elçi göndererek orta Anadolu ve Trabzon çevresinin kendisine terkini istedi. Fatih bu isteğe karşılık:
“Bâdemâ elçimiz ok ve lâfımız kılınçtır.” diyerek Akkoyunlu hükümdarını savaşa dâvet etti.
Mart 1473’de Otlukbeli’de yüzbin kişi ile Fatih savaşa hazır duruma geldi. Uzun Hasan Osmanlı ordusunu yenip bütün Anadolu’yu alıp İstanbul’u ele geçirmeyi hedefliyordu. İki Türk Devleti savaşa başladılar. Savaş Osmanlılar’ın galibiyeti ile neticelendi.
Fatih Sultan Mehmed Cenevizliler’e ait olan Karadeniz’deki Azak ve Kefe’yi alarak Karadeniz’i bir Türk gölü haline getirmek istiyordu. Bu sebeple Gedikli Ahmet Paşa komutasında yetmiş bin asker ile üçyüz parçalık donanmayı sefere gönderdi. Kefe ve Azak alındı, Kırım Hanlığı Osmanlı Devleti’ne bağlandı ve Karadeniz tamamen bir Türk gölü haline geldi.
Fatih bu fetihlerle yetinmeyerek bütün Avrupa’yı fethetmek ve İslâm’ı egemen kılarak adaleti yaymayı istiyordu. Bu nedenle İtalya’ya sefer düzenlenmesini istedi.
Fatih her sene en son keşiflere göre ordunun silahlarını yeniletmiş, ikinci derecede bir deniz kuvveti olarak teslim aldığı donanmayı, dünyanın birinci deniz kuvveti haline getirmiştir.
Ortaçağ’ı kapatarak Yeniçağ’ı açan Fatih Sultan Mehmed Han, güya ihtida edip Yakup Paşa adını alan Venedikli bir yahudi tarafından zehirlenerek şehit edilmiştir. Vefat ettiğinde ellibir yaşında idi.
Otuz yıllık hükümdarlığı sırasında yirmiden fazla devleti ve bu arada iki imparatorluğu tarih sahnesinden silmiş, topraklar kendisinden bir asır sonra yirmimilyon kilometrekareye ulaşmıştır. Devrinde üçyüzsekiz cami yapılmış, büyük âlimler yetişmiş, mühim eserler yazılmıştır.
Henüz beş yaşında bir çocukken, dedesinin huzuruna çıkarılmıştı. Torununu dikkatle süzen Fatih:
“Bâyezid! Bu çocuğa mukayyed ol. Umarım ki bu büyük bir cihangir olacak.” buyurdu. Peygamber müjdesine mazhar olan Fatih, geleceğin cihangir Yavuz’unu müjdeliyordu.
Çok uzun müddet Trabzon sancak beyi olarak birçok seferde bulunup tecrübe kazanmış, kırkiki yaşında da hükümdar olmuştu.
Safevi Devleti’nin hükümdarı Şah İsmail, Anadolu’da yaşayan alevilere, halife olduğunu iddia ederek propaganda yapıyor, onları kendine bağlayarak Anadolu’yu ele geçirmeye çalışıyordu. Anadolu’da ise Şeyh Bedreddin isyanları sebebiyle çok büyük kanlar dökülmüştü.
Şah İsmail; Sivas, Tokat, Amasya, Çorum, Antalya yörelerini kendisine bağlamaya çalışıyordu. Antalya tarafında ise Osmanlı’ya karşı Şahkulu ayaklanması çıkmıştı.
Yavuz Sultan Selim bu hareketleri tamamen ortadan kaldırmak maksadıyla Safevi Devleti ile savaş için fetva aldı. Ancak öncelikle kendi topraklarında yaşayıp baş kaldıran alevileri tesbit ettirdi. Bir kısmını hapsettirdi, bir kısmını öldürttü. Bu şekilde isyanlar bastırılarak Anadolu’daki alevi tehlikesi bertaraf edilmiş olundu.
Şah İsmail, Azerbaycan, Irak ve İran’ı ele geçirmiş, Anadolu için fırsat kolluyordu.
Yavuz Sultan Selim, tamamen serbest ve Osmanlı Devleti’nin tek ve tartışmasız hakimi olunca, Şiîliğin Anadolu’daki durumunu inceletti. Şiî propagandasının kırkbin kişiyi İran için kazanmış olduğu anlaşıldı. Şah İsmail, şiîliği İran’da yerleştirmek için altmışbin kişiyi öldürtmüştü. Buna karşılık Yavuz Sultan Selim, Anadolu’daki Şiî elebaşılarından birçoğunu idam ettirdi, bazılarını hapsettirdi. Yavuz Selim Anadolu’da şiîliğe bu darbeyi indirdikten sonra, 1514 yılında İran’daki Şiîlikle hesaplaşmak üzere yola çıktı. Şah İsmail Kölemenler’e karşı, Hıristiyanlarla işbirliğine girmiş, Avrupalılar’a, onlar Akdeniz’den saldıracak olurlarsa, kendisinin de kuzeyden, Suriye üzerinden Kölemenler’e saldıracağını bildirmişti. Osmanlılar, Safevi İran’a karşı Kölemenler’le işbirliği imkânı araştırdılar, fakat görüşmelerden somut bir sonuç çıkmadı. Kölemenler, önceleri, bu çatışmada tarafsız kalmayı uygun bulmuşlardı, kuzeydeki iki komşularına karşı da sınırlarını korumak için Halep’e birlikler gönderdiler.
Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e bir mektup göndererek, onu tevbe etmeye, düşmanlık ve tecâvüzden vazgeçmeye çağırdı. Kur’an-ı kerim’den:
“Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı ve merhamet sahibi olarak bulur.” Âyet-i kerime’sini hatırlattı. (Nisâ: 110)
Fakat Şah İsmail, tutumunda ayak diredi. Yavuz Sultan Selim, bunun üzerine yüzbin kişilik bir ordu ile yürüdü, sert uslûplu bir mektup yazarak Şah’ı er meydanına, hesaplaşmaya çağırdı. Fakat Şah İsmail, Yavuz’la savaşmaya cesaret edemedi, İran içlerine çekildi, izini kaybettirdi. Omanlı ordusu, Şah İsmail ile savaşmak için onu, batı İran’da aradı durdu, bulamadı. Şah İsmail’in batı hududu kumandanı Mehmed Han idi; Osmanlı kuvvetlerine karşı koyamayacağı için ordusunun geçeceği yerleri yakıp yıkarak oraları çöle çevirip Şah’ın yanına çekilmişti.
Uzun bir yürüyüşten sonra Suşehrine kadar gelindiğinde Safevilerin araziyi de tahrip etmelerinden dolayı, bıkkınlık göstererek geri dönmek isteyenler ordu içinde fitne çıkardılar. Bu sebeple Yeniçeriler Hemdem Paşa’yı Yavuz’a gönderdiler. Yavuz bu teklif karşısında Hemdem Paşa’yı idam ettirerek bu türlü hareketleri bastırdı. Van gölü yakınında Çaldıran’a gelindi. Şah İsmail’in ordusu da burada bekliyordu. Yapılan savaşta Şah İsmail’in ordusu yenildi ve dağıldı. Kemah ve Dülkadir Beyliği alındı. Yavuz’un niyeti Şah İsmail’i takip ederek Türkistan Türkleri ile bağlantı kurmaktı. Ancak askerin yorgunluğu ve isteksizliği nedeniyle bu gerçekleşmedi.
İran işini hallettikten sonra Yavuz Kölemenler üzerine yürüdü. İki ordu Halep yakınlarında Mercidabık’ta karşılaştılar. Kölemen ordusu yenildi. Kansu Gavri öldürüldü. Halep, Suriye, Lübnan, Ürdün Osmanlılar’ın eline geçmiş oldu. Suriye işi halledildikten sonra Yavuz Mısır’a yöneldi. Sina çölünü ise yağmurla birlikte geçerek Ridaniye’ye geldi. Osmanlı tarihinde ilk ve tek padişah olarak Yavuz bu kadar güneye inmiştir.
Kansu Gavri’nin yerine geçen Tomanbay ise çok güçlü bir ordu hazırlamış ve Ridaniye’yi tahkim etmişti. Yavuz bunu öğrenince dağı dolaşarak Kölemen ordusunu arkadan kuşattı ve mağlubiyet kaçınılmaz oldu.
Mısır Osmanlılar’a geçti. Mekke ve Medine Osmanlılar’a bağlandı. Halife Mütevekkil Alallâh’tan halifeliği devraldı. Suriye ve Mısır seferleri Osmanlı’ya çok gelir getirdi. Mısır seferi sırasında Osmanlı donanmasının eksikliğini gören Yavuz, Haliç tersanesini tesis ettirerek yüzelli gemi yapılmasını emretti.
Bir hamlede imparatorluğun topraklarını iki mislinden fazla genişleten Yavuz Selim Han İstanbul’a döndü. Yüzbinlerce İstanbul’lu en samimi duyguları ile büyük cihangiri karşılamak için günlerdir hazırlık yapıyorlardı. Bunu duyan Yavuz Selim Han son derece sıkılmış, bir gün sonra merasimle şehre girmesi gerekirken; gece vakti yanında birkaç kişiyle kayığa binmiş, gizlice Topkapı Sarayı’na çıkmıştır. Ertesi gün Hükümdar’ın sarayda olduğu öğrenilince hiçbir merasim yapılamadı.
Allah için olanlar ile gösteriş için olanlara güzel bir numune.
•
Yavuz, Şiîliği İran’dan söküp atmak niyetini belirttiği zaman, ulemâ ona: “Bir hıristiyan köyün İslâm’a açılmasının, o köy halkının İslâm’a kazanılmasının, geniş bir ülkeyi zaptetmekten çok daha iyi olduğunu” hatırlattı. Vezirler, ileri gelenler de Rodos’un fethinden yana idiler. Yavuz Sultan Selim’in onlara verdiği cevap çok ilgi çekicidir ve Osmanlı’nın, Sen Jan Şövalyeleri’ne biçtiği değeri göstermektedir:
“Ben iklimler feth etmek arzusundayım, siz beni bir hırsız ceziresini (adasını) tashir ile meşgul etmek istersiniz.”
Yavuz, böyle diyerek Rodos seferi teklifini reddetti.
Yavuz Selim Han son derece sade giyinir, sadeliği sever, lüks ve israfa şiddetle karşı çıkardı. Her ihtimale karşı devlet hazinesini dolu tutmak isterdi.
Zerafet, nezaket ve kibarlığı ile tanınan Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemali Efendi, Sultan Selim’e yeri ve zamanı geldiğinde sert ve haşin olabiliyordu.
Bir gün padişahı bir kararından dolayı tenkid eder. Bütün tahammülüne rağmen sabrı taşan hükümdar hiddetlenerek şöyle bağırır.
“Hoca, Hoca! Sen saltanat işlerine de karışmaya başladın!”
Aldığı cevap takdire şayandır:
“Evet padişahım! Eğer ahiret işlerinizi muhafazaya memur olmasak dünya meselelerinize karışmazdık.”
Sekiz yıl içinde baş döndürücü icraatlar yapan Yavuz Selim Han, elli yaşında olduğu halde, yeni bir seferin hazırlıkları içinde iken vefat etti.
Son anlarında yanında bulunan nedimi Hasan Can:
“Sultanım! Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edip Allah’la olacak zamandır.” dediğinde: “Bizi bunca zamandır kiminle bilirdin?” diye cevap vermiştir.
Yavuz Selim Han Kur’an-ı kerim okuduğu bir sırada, bir oğlunun dünyaya geldiğini haber verdiler.
Haberin geldiği anda:
“İnnehu min Süleymane...” Âyet-i kerime’sini tilâvet ediyordu.
“Adını Süleyman koydum.” diyerek okumasına devam etti.
Büyük bir itina ile büyütülen Süleyman, yirmibeş yaşında hükümdar oldu. Dünyanın en kuvvetli ordu ve donanması, en düzenli devlet teşkilâtı emrinde idi.
Kanuni ilk seferini Macaristan üzerine yapmış ve Avrupa’nın kilit noktasını teşkil eden Belgrat şehri kuşatmadan sonra alınmıştı. “Dar’ül Cihâd” olarak kabul edilen bu şehrin alınmasıyla Orta Avrupa kapıları 1521 yılında İslâm’a açılmış oldu.
Rodos adasının alınmasından sonra, haçlı grupları toplanmaya başlayarak, Avrupa’da birlik oluşturdular. Macarlar da Osmanlılar’a karşı büyük bir hırs ile hazırlık yapıyordu.
Macarlar, Almanlar, Lehler, Çekler, İtalyanlar ve İspanyollar yetmiş bini zırhlı süvari olmak üzere yüzellibin kişilik bir ordu hazırladılar. Bu muhteşem ordu Mohaç’a kadar geldi. Haçlı süvarileri zincirlerle birbirlerine bağlanmıştılar. Mohaç’ta yüzellibin kişilik haçlı ordusuna karşılık, yüzbin Osmanlı askeri tarihin en büyük imha savaşını yaparak zafer elde etti. Budin Osmanlı topraklarına katıldı. Kanuni’nin bu savaşı kazanması Avrupa’da çok büyük korkuya sebep oldu. Ardından Kazan ve Astırhan Hanlıkları Osmanlılar’a tâbi oldular.
Osmanlı ise tüm Avrupa’ya İslâm’ı yaymak niyetinde idi. Bu defa Viyana kuşatıldı, fakat muhasara toplarının Belgrat’ta bırakılması ve mevsim kışa döndüğü için ondokuz gün süren kuşatmadan vazgeçildi.
Kanuni 1531’de tekrar Avrupa’ya sefere çıktı. Avusturya Kralı ise daha önce olduğu gibi karşısına çıkmayıp kaçmayı başarmıştı. Zira Osmanlı ordusundan Avrupa’da son derece korkuluyordu. Bu yıllarda Avusturya topraklarının büyük bir kısmı Osmanlı Devleti’nin eline geçmiş oldu.
Kanuni döneminde Osmanlı topraklarında yaşayan aleviler kızılbaş dedeleri ve dışardan gelen düşman tahrikleri ile sık sık ayaklanmalarda bulunuyorlardı. İran Şahı bu ayaklanmaları destekliyordu. Bu ayaklanmalar Osmanlı Devleti’ni yıpratıyor ve çok kan dökülüyordu. Baba Zûnnun adında birisinin ayaklanarak isyan çıkartması ile had safhaya ulaşan bu hareketler bastırıldı.
Bu gelişmelerle birlikte Bağdat Hanı Zülfikâr Han, Bağdat şehrinin anahtarlarını Kanuni’ye göndererek Osmanlı’ya bağlandığını ilân etti. Bunu duyan İran Şah’ı Tahmas da Bağdat üzerine yürüyerek şehri işgal etti. Bu durum karşısında, Kanuni Vezir-i Âzam İbrahim Paşa’yı İran seferi için gönderdi. Ordu Tebriz’e kadar gelerek kışı düşman arazisinde geçirmeye kalkışınca, Kanuni de bizzat sefere iştirak ederek, Bağdat’ı aldı. Bu şekilde Bağdat Osmanlılar’a katılmış oldu (1535).
Kanuni, İmâm-ı Âzam Hazretleri’nin türbesini yeniden yaptırarak çini ile kaplattı. Ancak bu durum İran ile Osmanlı ilişkilerinin bozulmasına sebep oldu.
1535’li yıllarda ise Osmanlı Devleti Uzakdoğu ve Hindistan üzerinde etkili olmaya başladı. Hind okyanusu 16. asıra kadar müslüman denizi idi. Ancak Portekizliler büyük deniz gemileri ile Hindistan ve Asya mallarını Avrupa’ya taşımaya başladılar. Avrupa adeta bu bölgenin mallarıyla hayat buluyordu. Bu sebeple Hind okyanusunda Portekiz gücünü kırmak ve tekrar İslâm’ın egemenliğini sağlamak maksadıyla seferler düzenlenmeye başlandı.
Artık dünyaya parmak ısırtan Osmanlı İmparatorluğu fütûhatta olsun, idare, siyaset ve medeniyette olsun, yeryüzünün tanımadığı, belki bir daha da tanıyıp bilemeyeceği bir kemâli zirveleştirmiş bulunuyordu. Asya’da Kafkas dağlarından İran içlerine, Yemen’e, Aden’e, uçsuz Arabistan çöllerine uzarken, Afrika’da Habe, Mısır, Tunus, Fas, Cezayir ülkelerini almış, Hind denizlerinde görünmüş, Akdeniz’de ise kasırga gibi eserek Venedik ve Ceneviz denizciliğinin itibariyle beraber, büyük küçük bütün adaları çiçek devşirircesine koparıp derleyerek Osmanlı topraklarına ilhâk etmişti.
Avrupa’da ise Eğri ve Estergon kalelerine kadar Macaristan’ı itaati altına almış Erdel Krallığı, Eflâk, Boğdan Beylikleri, Kırım Hanlığı ile Lehistan arasındaki yerleri ele geçirmiş, Avusturya Devleti ve Venedik Cumhuriyeti muayyen vergiler ödemeye mecbur edilmiş, Fransa, İtalya, Lehistan dize gelmiş, İspanya hizâya getirilmişti.
1560’da Cerbe’de yapılan deniz savaşı Osmanlı donanması ile haçlı ordusu arasında cereyan etti. Haçlılar büyük kayıp verdiler, 70 gemileri batmış, yirmibin askerleri ölmüştü. Osmanlılar’ın şehit sayısı ise bin kadardı. Bu deniz savaşı Osmanlı’nın Preveze’den sonra kazanılan en büyük muharebesidir.
Kızıldeniz, Hind Okyanusu ve Akdeniz’de devam eden bu mücadeleler ve gayretler neticesinde Portekizliler’in gücü kırılmaya çalışıldı. Arap emirlikleri Osmanlı’ya bağlandı. Kızıldeniz ve Akdeniz Türk gölü haline geldi. Kanuni bu seferlerden sonra yine Avrupa’ya sefere çıktı. Bu onun onüçüncü ve son seferi oldu. Zigatvar kalesi kuşatıldı. Ancak padişah vefat etmişti. Bu haber gizli tutuldu, neticede Zigatvar alındı.
Kanuni kırkaltı yıl padişahlık yaparak Osmanlı’nın en uzun süre hükümdarlık yapan padişahı oldu.
En büyük âlimler, devlet adamları, denizciler, askerler, şairler onun zamanında yetişmiştir.
Kanuni zamanında kanunlar çıkarıldı. Bundan sonra Osmanlı kanunlara değer vermeye başlamış, Ahkâm-ı ilâhî’ye verilen değersizlik nisbetinde değer kaybetmişlerdir. Bu durum, önce duraklama, sonra gerilemeyi beraberinde getirecektir.
Kanuni, altıbuçuk milyon kilometrekare olarak devraldığı imparatorluğu onbeş milyon kilometrekare olarak bırakmıştır.
Dünyanın geri kalan bütün devletlerinin güçlerinin toplamı, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünden aşağıda kalıyordu. Osmanlı Devleti, Kanuni’den sonra da hayli genişlemiş, fakat onun devrindeki ihtişamına bir daha erişememiştir.