Allah-u Teâlâ’nın râzı ve hoşnut olduğu, hıfz-u himayesine ve tasarruf-u ilâhi’sine aldığı, inayetine ve desteğine mazhar ettiği, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine lütfu ile dahil ettiği parti budur. Allah-u Teâlâ’nın vaad-i Sübhâni’sine nâil olanlar işte bunlardır.
“İşte onlar Rabb’lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir.” (Bakara: 5)
Bu yol Allah ve Resul’ünün yolu, bu parti Allah ve Resul’ünün partisidir. Biz bu partideniz. Benim partim budur. “Ülâike Hizbullah” tır. Yani yalnız Allah ve Resul’ünün partisindenim. Başka hiçbir parti ile hiçbir din kurucu ile ilgim ve işbirligim yoktur. Hizbüşşeytandan da degilim, Hizbülvahşetten de degilim. Rizâ-i Ilâhi’den başka işlerle de meşgul degilim.
“Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.” (Âl-i imran: 101)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde kendi dinini, kendi partisini, kendi dosdoğru yolunu ilân etmiş, kurtuluşun ancak ve ancak burada olduğunu Âyet-i kerime’sinde ferman buyurmuştur:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)
Âyet-i kerime’de geçen “Ülâike Hizbullah” Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın hizbi yani partisidir. Bu parti 1400 sene evvel kurulmuş olup; Allah yolunda olanların, sırat-ı müstakim üzere gidenlerin, ilâhi hükümlere göre hayatını düzenleyenlerin, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve nehiylerine gönülden teslim olanların, fisebîlillâh malı ve canı ile cihad edenlerin, din-i İslâm’a yardım edenlerin yoludur.
“İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emniyet onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.” (En’am: 82)
Allah-u Teâlâ’nın râzı ve hoşnut olduğu, hıfz-u himayesine ve tasarruf-u ilâhi’sine aldığı, inayetine ve desteğine mazhar ettiği, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine lütfu ile dahil ettiği parti budur. Allah-u Teâlâ’nın vaad-i Sübhâni’sine nâil olanlar işte bunlardır.
“İşte onlar Rabb’lerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir.” (Bakara: 5)
Her türlü korkudan, ahiret sorumluluğundan emin olanlar onlardan başkası değildir.
“Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.” (Âl-i imran: 101)
Hidayete ermiş, saâdet ve selâmete kavuşmuş, dalâletten kurtulmuş olur. Artık hangi aklı başında olan bir insan bu yolu aramak istemez?
“Ben sizin sadece Rabb’ine doğru bir yol tutmak isteyen kimseler olmanızı istiyorum.” (Furkan: 57)
Yol ve gidiş olarak sizin bu şekilde hareket etmenizi istiyorum Hakk’ı bulasınız, hakikata eresiniz diye.
“Yolun doğrusunu göstermek Allaha âittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi hidayete erdirirdi.” (Nahl: 9)
Allah-u Teâlâ insanı yaratmış, ona cüz’i bir irade vererek bu imtihan sahnesine koymuştur. Kendisine varan yolu da peygamberler göndererek, kitaplar salarak göstermiştir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
İradesini doğruya ve iyiye kullananlar doğru yola erişirler, “Ülâike Hizbullah” dâiresine girerler; iradesini kötüye kullananlar şeytanın hizbinde kalırlar.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, isterse nankör olsun.” (İnsan: 3)
“Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Biz ona (doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?” (Beled: 8-9-10)
•
Bu yol Allah ve Resul’ünün yolu, bu parti Allah ve Resul’ünün partisidir. Biz bu partideniz. Benim partim budur. “Ülâike Hizbullah”tır. Yani yalnız Allah ve Resul’ünün partisindenim. Başka hiçbir parti ile hiçbir din kurucu ile ilgim ve işbirliğim yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah’ı, O’nun Peygamber’ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mâide: 56)
Asıl velâyet, asıl dostluk Allah-u Teâlâ’nın dostluğudur, diğerlerinin üstünlüğü görünüşte veya geçicidir.
Bu Âyet-i kerime mucibince biz “Hakk parti”liyiz. Biz bunu resmen beyan etmişizdir.
“Allah imân edenlere hem dünyada hem de ahirette o sabit söz üzerinde daima sebat ihsan eder. Allah zâlimleri saptırır. Allah dilediğini yapar.” (İbrahim: 27)
O dilediğini yapar, yaptığından sorumlu olmaz. İnsanlar ise yaptıklarından sorumludurlar.
“Hidayet verici ve yardımcı olarak Rabb’in yeter!” (Furkan: 31)
Nitekim bu ilâhi vaad yerini bulmuş, “Ülâike Hizbullah” Olanlar daima galip ve muzaffer olmuşlardır.
“İşte Rabb’lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır.” (Bakara: 157)
Dinin esası işte budur. Allah-u Teâlâ bu kimselerin hidayete erdirildiklerine, doğru yolda olduklarına şehadet etmektedir.
“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)
Dünya saâdetine, ahiret selâmetine erişenler bunlardır.
“İşte hidayet üzere bulunanlardan olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe: 18)
Onlar bunu ilâhî bir lütuf olarak kabul ederler. Her lütuf O’nun, her lütuf O’ndandır.
“Senin Rabb’in kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da en iyi bilen O’dur.” (En’am: 117)
Onları yolunda bulundurur, o yolda yürütür, her türlü tehlikelerden muhafaza eder.
“Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabb’ine varan bir yol tutar.” (İnsan: 29)
Her kim Rabb’ine doğru varmak, O’nun rahmetine erip gayesine ulaşmak isterse, O’na götürecek bir dönüş yolu, sonunda o gayeye erdirecek bir başvuru makamı edinmelidir.
Herkes iradesini sarfettiği cihete muvaffak ve müyesser olur. Yani hidayet ve dalâlette haline uygun bir yol tutar. Böylece de hidayet yolunda yürüyenler mükâfatlarına nail oldukları gibi, dalâlet yollarına gidenler de lâyık oldukları cezalara kavuşurlar. Herkesin amelinin karşılığı verilecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Herkes kendi yaratılışına göre iş yapar. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu daha iyi bilir.” (İsrâ: 84)
Burada herkesin takip ettiği yol ve işlediği amel neticesi, ceza ve mükafatla karşılaşacağı hatırlatılarak insanların hidayet yoluna yönelmeleri için öğüt verilmektedir.
“Şüphesiz ki: ‘Rabbimiz Allah’tır.’ deyip, sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Ahkâf: 13)
Zira onlar içinde ebedi kalmak üzere girdikleri cennet halkıdırlar. Dünyada iken iman nuru ile münevver olmanın, istikametten ayrılmamanın mükâfatını yaşamaktadırlar.
“De ki: Herkes beklemektedir, siz de bekleyin. Doğrusu düz yolun sahipleri kimdir, doğru yolda olan kimdir, yakında bileceksiniz!” (Tâhâ: 135)
Sapıklığa düşmemiş, Hakk ve hakikate sarılmış, selâmete ermiş olanların kimler olduğu yakında meydana çıkacaktır.
Allah-u Teâlâ Hâtem-ül Enbiyâ olan rahmet peygamberine, insanlara şöyle ferman buyurmasını emretmektedir:
“Resulüm! De ki: İşte benim yolum budur. Ben Allah’a davet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar basiret üzerindeyiz. Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben müşriklerden değilim.” (Yusuf: 108)
•
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde kendi dinini ilân etmiş, kurtuluşun sadece burada olduğunu ferman buyurmuştur.
Âyet-i kerime’de:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruluyor. (Mâide: 3)
Yani İslâm’dan başka bütün dinler, yollar batıldır.
Bu Allah’ın dinidir. Onun yoludur. “Ülâike Hizbullah”tır. Sırat-ı müstakim olan bu dinden başka bir din yoktur. Onun katında kabul ve makbul olan başka din yoktur. Bu din Allah tarafından gönderilmiş bir dindir ve bütün heybetiyle, azametiyle ayaktadır. Bu din-i mübin’in hükümleri kıyamete kadar bâkidir. Ancak ayakta duran bu dine uyanlar saadete ererler.
Âyet-i kerime’de:
“Allah katında din İslâm’dır.” buyuruyor. (Âl-i İmran: 19)
Onun katında sadece kabul olunan din Allah’ın ve Resulullah’ın dini, partisi olduğuna göre; daha başka bir isimle çıkmış din kurucuların dini de, partisi de hükümsüzdür. Binaenaleyh Allah katında hiçbir dinin ve ismin hükmü yoktur. Gerek yahudilerin, gerek hıristiyanların, gerekse bölücülerin kurdukları din hükümsüzdür. Allah katında kabul değildir. Bu hakikat Ayet-i kerime’lerde apaçık ve aşikârdır.
Hüküm vermek sadece ve sadece Allah’a aittir. Başkasına ait değildir. Onun hükmü esastır.
“Hüküm ancak Allah’ındır.” (Yusuf: 40)
Âyet-i kerime’nin devamında yalnız kendisine kulluk yapmamızı emrediyor ve İslâm dini’nin dosdoğru bir din olduğunu haber veriyor:
“O, yalnız kendisine kulluk etmenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf: 40)
Onun hükmü ise “Ülâike Hizbullah”tır. Allah’ın ve Resulullah’ın hizbidir, partisidir. Hazret-i Allah’ın emir ve hükmüne rağmen başkaca yollara sapmak, din kurucuların peşinden gitmek, hizbuşşeytan tarafında olmak Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmüne karşı gelmektir.
İnsanlar O’nun koyduğu hükümleri uygulamak zorundadırlar. O’nun hükmü esastır. Emir ve yasak koymak hakkı yalnız O’na mahsustur. Bu hakka sadece Allah-u Teâlâ sahiptir. O’nun tevil buyurmadığı bir şeyin hiçbir meşruiyeti yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de:
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı ne yücedir!” buyuruyor. (A’raf: 54)
Bu bir Allah kelâmıdır. Mülk O’nundur, hükmünü hiç kimse değiştiremez.
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiç birisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O’nun haber verdiği her şey gerçeğin ta kendisidir. O’nun emrettiği her şey adaletlidir, O’nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O’nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O’ndan daha doğru söz söyleyemez, hiç kimse O’ndan daha adil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
Allah-u Teâlâ kitabı olan Kur’an-ı kerim’inde: “Ülâike Hizbullah” buyurarak: “Bu benim ve Resul’ümün partisidir.” diye ilân etti. Binaenaleyh İslâm partisi “Ülâike Hizbullah”tır. Bu yalnız Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın partisidir. Kurtuluşa ulaşacağı müjdelenen parti işte budur.
Bunun böyle olduğunu, Allah ve Resul’ünün dininden başka bir din olmayacağı ve din kurucuların dini ve başka dinlerin kabul edilmeyeceğini diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle ferman buyuruyor:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmran: 85)
Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ’nın İslâm’dan başka bir din arayanın dininin kabul edilmeyeceğine dair açık fermân-ı ilâhî’sidir. Artık kişilerin başka din seçmesi, din kurması ancak nefsini ilah edinmelerinden ötürüdür. Bunlar Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman etmiş değillerdir. Yaptıkları iş Allah katında kabul ve makbul değildir. Allah katında makbul olan din İslâm’dır. Başka dinler, isimler bâtıldır ve hakk olan, katında makbul olan “Ülâike Hizbullah”tır. Çünkü O’nun partisidir. Cennet ve Cemâlullah ile müjde kıldığı budur.
O’nun sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz. Söz O’nun sözü, hüküm O’nun hükmü, Kitap O’nun Kitab’ıdır.
O’nun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak, hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve mevki yoktur. Mülk O’nundur. O’ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmesine hakkı ve salahiyeti yoktur. Yalnız emir, yasak, tedbir, irade, tam tasarruf O’na âittir. Hükmünü hiç kimse değiştiremez.
Zira:
“Hüküm, yücelerin yücesi Allah’ındır.” buyuruluyor. (Mümin: 12)
Çünkü O mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O’nun verdiği hükümler belirli bir asır ve zaman ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
Hazret-i Allah Kelâm-ı kadim’inde cennetine koyacağını vaad ettiği, razı ve hoşnut olduğu, “Ülâike Hizbullah” buyurduğu bu partiyi şöyle tarif buyuruyor:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Onlar dünyada Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a iman etmişlerdir, bu onlara Allah-u Teâlâ’nın bir ihsanıdır.
Zira onları bu dünyada lütuf olarak kuds-i ruhu ile desteklemiştir. ahirette ise onları cennet ve cemâlullah ile müjdeliyor:
“Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Mücâdele: 22)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu, hoşnut olduğu parti budur. Onlar da Hazret-i Allah’tan hoşnutturlar. Bütün iyiliklerin O’ndan geldiğini, bütün kötülüklerin, nefis ve şeytandan geldiğini bilirler. Allah’a gönülden teslimdirler. Neyi taksim ve takdir buyurmuşsa râzı ve hoşnutturlar.
Benim partim budur, “Ülâike Hizbullah”tır. Yani yalnız Hazret-i Allah ve Resul’ünün partisindenim. Başka hiçbir parti ile ve hiçbir din kurucu ile de ilgim ve işbirliğim yoktur.
Hiçbir din kurucularından değilim. Onların bütün faaliyetleri kurdukları dini kuvvetlendirmek içindir. Allah-u Teâlâ’nın dinini yıkmak için çalışırlar ve ceplerini doldururlar. Şöhretim çok olsun isterler.
İslâm âlemine bakıldığında, müslümanların fırkalara ayrıldığı, senlik-benlik kavgası, liderlik-önderlik dâvâsı, makam, nam ve menfaat kaygısı ile ihtilaf ve tefrikaya düştükleri acı bir gerçektir.
Bir taraftan yahudiler, bir taraftan hıristiyanlar, bir taraftan komünistler dinimize saldırıp dururken, diğer taraftan da, bunlardan daha tehlikeli olan Allah ve Resul’ünün yolundan başka yollara sapmış, tefrika çıkarıp ayrılık yapan dalâlet zümreleri Ümmet-i Muhammed’i bölmeye çalışıyor.
Üstelik bunu İslâm namına yapıyor ve kendilerini müslümanların ön safında zannediyorlar. Gayeleri ise bozgunculuk ve bölücülüktür. Bu gibilerin tahripleri dış düşmandan daha büyük ve daha tesirlidir.
Halbuki Allah-u Teâlâ mü’minlerin birleşmelerini emir buyururken, ayrılık yapanlarla tefrika çıkaranları ağır bir dille tehdit ediyor ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (Âl-i imran: 105)
Zâlimler güruhundan olmamamız için Hazret-i Allah’ta birleşmemiz, yekvücud halinde olmamız icabediyor.
Müslümanların, Allah ve Resul’ünde birleşmesi en büyük arzumuzdur. Bu gaye ile Nur-i Muhammedî -sallallahu aleyhi ve sellem-’in yayılmasına, ilahî dâvette birliğin gerçekleşmesine gayret etmekteyiz. Vahdette bulunmamız emredildiği için, müslümanları “Ülâike Hizbullah”a, “Allah ve Resul’ünün partisi”ne dâvet ediyoruz.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir bir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
“Semi’nâ ve eta’nâ” Bu Âyet-i kerime’yi işittim ve itaat ettim. Hiçbir parti ile hiçbir bölücü ile ilgim yoktur.
Zira her din kuran bölücü, İslâm dinini yıkmak için, kendi dinini ayakta tutmaya çalışır. Binaenaleyh bunlar Hazret-i Allah’ı ve Resul’ünü âlet ederler. Gaye ve maksatları, cemaatı kendilerine çevirmek ve kurdukları dini kuvvetlendirmek içindir.
Bunlar dinlerini kurmuşlar, böylece dinden çıkmışlardır. Bunun içindir ki en büyük İslâm düşmanıdırlar.
Buradaki bütün gayemiz iman kurtarmaktır. Hiç kimseye buğzumuz, adâvetimiz yoktur. Fakat imansızlığa da rızâmız yoktur.
Gaye; “İlâhi Görüş Birliği”ne dâvettir.
Allah-u Teâlâ kendi varlığını ve birliğini tanıtmak ve sevdirmek, emirlerini bildirmek ve ulaştırmak için insanların arasından sevdiği, seçtiği bazı kullarını peygamber olarak vazifelendirmiştir:
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz peygamberleri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Ta ki, bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların Allah’a karşı bahaneleri kalmasın. Allah Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Nisâ: 165)
İnsanlar hak din üzerinde idiler. Sonradan ihtilâf ve tefrikaya düşerek doğru yoldan saptılar. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlara azabı ile korkutan ve rahmetini müjdeleyen peygamberler gönderdi.
Bu duruma göre kıyamet günü hiçbir ferdin mâzeret beyan edip uhrevî mesuliyet ve felâketten kurtulması mümkün olmayacaktır.
Allah-u Teâlâ her ümmete bir elçi göndererek kendilerine lâzımgelen tebligâtın yapılmış olduğunu bir Âyet-i kerime’sinde şöyle haber vermektedir:
“Andolsun ki biz her ümmete: ‘Allah’a ibadet edin, Tâğut’tan sakının!’ diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl: 36)
Allah’a kulluk edin ve O’nu birleyin. Allah’tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran önderlere uymayın.
“İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu.” (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.
Allah-u Teâlâ ilk insan olarak Âdem Aleyhisselâm’ı yeryüzüne gönderirken, ona peygamberlik vazifesi vererek göndermiş, bu nurlu zincir kıyamete kadar bütün insanlığın rehberi olan Muhammed Aleyhisselâm’la son bulmuştur.
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı’na tâbi olanlar dünya saâdetine ve ahiret selâmetine ermişler, şeytana tâbi olanlar ise bu ilâhî lütuftan mahrum olmuşlardır.
Nuh Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ tarafından kendi dilinden dini hükümleri kanun yapılan, kendisinden önceki şeriatları ilk defa nesheden peygamberdir.
Hakk’ı bırakıp putlara ve bâtıla yönelen, küfür ve sapıklığa dalan kavme, Allah-u Teâlâ’nın ilâhi tebliğ üzere gönderdiği ilk resuldür. Ulül-azm peygamberlerin de ilki sayılır.
Nuh Aleyhisselâm uzun bir ömür sürmüş olup, en çok cihad yapanı ve peygamberlerden eza ve cefalara en çok tahammül edenidir. Hayatını Allah yolunu göstermeye ve tanıtmaya vakfetmiş bulunuyordu. Mübarek ism-i şerifleri Tevrat’da, Zebur’da da, İncil’de de anıldığı gibi; Kur’an-ı kerim’de de saygı ile anılmış, ibretli kıssası anlatılmış, böylece kıyamete kadar hayırla anılması sağlanmıştır.
Beşeriyetin ikinci babası sayılan bu muhterem peygamber, nübüvvet verilmesinin akabinde, önce kendisinin uyarıcı bir elçi olduğunu ilân etti:
“Dedi ki: Ey kavmim! Şüphesiz ki ben size gönderilen apaçık bir uyarıcıyım.” (Nuh: 2)
Nuh kavmi akıllarını iyiye kullanmadılar. Ne söylemişse itiraz ettiler, anladılarsa da anlamamazlıktan geldiler, Nuh dediler peygamber demediler.
Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre, Nuh Aleyhisselâm’ın dâveti, kavmi arasında pek az bir tesir meydana getirdi.
Âyet-i kerime’de:
“Zaten pek az bir kimse onunla beraber iman etmişti.” buyuruluyor. (Hûd: 40)
Nuh Aleyhisselâm, kavminin hidayeti için bütün gücünü sarfettikten sonra, artık ıslahlarından tamamıyla ümidini kesti. Bütün kapılar yüzüne karşı kapandı. Bu kadar uyarı ve tavsiyelerine rağmen müsbet bir netice elde edememişti. Son olarak da yalancılıkla suçlamalarına büsbütün içerleyerek yapılacak başka bir şeyin kalmadığını anlayınca, Allah-u Teâlâ’ya sığınmaya, halini arzetmeye ve duâya başladı:
“Ey Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et!” (Müminûn: 26)
Allah-u Teâlâ sevgili peygamberinin duâsına icabet buyurdu. İradelerini dalâlet yoluna sarfetmeleri sebebiyle Nuh kavminin üzerine ilâhî hüküm indi. Onları tufanla helâk edeceğini, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakmayacağını haber verdi.
Ayrıca Nuh Aleyhisselâm’a şöyle buyurdu:
“Sen ve beraberindekiler, birlikte gemiye yerleştiğiniz zaman: ‘Bizi o zâlimler güruhundan kurtaran Allah’a hamdolsun.’ de.” (Müminûn: 28)
Nuh Aleyhisselâm kavminin önderi olduğu için, ona yapılan hitap diğerlerine de yapılmış demektir.
Gökten boşanan su ile yeryüzünden kaynaklar halinde fışkıran sular, takdir edilen âkıbeti gerçekleştirmek üzere birleşti, önüne geçilmez bir tufan halini aldı. Toprak yavaş yavaş su altında kalıyor, şiddetle esen fırtınalı rüzgâr ise dağ gibi dalgalar meydana getiriyordu. Tufan başlar başlamaz, müşriklerin çoğu sular altında kalıp boğuldular. Sağ kalanlar ise yüksek yerlere çıkmaya çalışıyorlardı.
Geminin ise yerden irtibatı kesilmiş, su yüzünde bulunuyordu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında içindekileri götürüyordu.” buyuruyor. (Hûd: 42)
Tufan dalgaları dağları andırıyordu, en yüksek dağların üzerine yükselmişti.
Peygamberleri kendilerine bedduâ ettiği içindir ki, Allah-u Teâlâ onlardan hiçbirini yeryüzünde bırakmamış, böylece de rahmet-i ilâhiden tardedilmişlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bunun üzerine biz de onu ve beraberindekileri, dolu bir gemi içinde kurtardık.” (Şuarâ: 119)
Onlar tufan bâdiresinden korunmuş bulundular.
Gemi dağlar gibi büyük dalgalar arasında yüzüyordu.
Âyet-i kerime’de:
“İnkâr edilen (Nuh’a) bir mükâfat olmak üzere gemi, nezaretimiz altında akıp gidiyordu.” buyuruluyor (Kamer: 14)
Müminler gemide huzur ve emniyet içinde, günlerini şükür ve ibadetle, bu ilâhî tecelliyatı seyretmekle geçiriyorlar; derin bir tevekkül ve sabırla tufanın bitmesini bekliyorlardı.
Tufan takdir edilen süre boyunca devam etti. Allah-u Teâlâ yere suyu yutmasını, göğe de yağmuru tutmasını emir buyurdu. Yağmurların arkası kesildi ve sular çekilmeye başladı.
İş de bitti, boğulacak olanlar boğuldu. Gemi de arızasız olarak Cûdî dağı üzerine yerleşip kaldı.
“Gemi Cûdî’ye oturdu. ‘Zalimler topluluğu yok olsun!’ denildi.” (Hûd: 44)
Nuh Aleyhisselâm ve beraberindeki müminler emniyetle gemiden indiler. Kıyamete kadar beşeriyete ibret numunesi oldular.
Nuh Aleyhisselâm ve gemide bulunan müminler Muharrem ayının onuncu günü indiler, o gün şükür orucu tuttular. Artan yiyecek ve içecekleri birbirine katarak Aşûre adını verdikleri bir yemek yaptılar.
Nuh Aleyhisselâm ve müminler, Allah-u Teâlâ’nın kurtarmasını dilediği kimselerin dışında bir kişinin dahi kurtulamadığı o tufan azabından kurtulmuşlardır.
Onlar samimiyetle iman edip, imanlarında sebat ettikleri için; imanları dünya saâdetini ahiret selâmetini kazanmalarına sebep olmuştur.
•
Allah-u Teâlâ bütün peygamberlere bir arada olup cemaat halinde bulunmayı emretmiş, ayrılık ve ihtilafa düşmeyi de şiddetle yasaklamıştır.
Bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“‘Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.’ diye Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya, tevsiye ettiğimizi, Allah size de din kıldı.” (Şûrâ: 13)
Nuh Aleyhisselâm’dan Muhammed Aleyhisselâm’a kadar gelen şeriat sahibi peygamberlerin hepsine de bu emir verilmiş bulunmaktadır. Bütün peygamberler bunu tatbik için gönderilmişler, hepsi de zamanlarındaki din bozukluklarını düzeltmek için doğru din ile gelmişler, tefrikayı, ayrılıkları kaldırmak için Tevhid’e dâvet etmişlerdir.
“Fakat kendilerini davet ettiğin şey müşriklere ağır geldi.” (Şûrâ: 13)
Peygamber’in bu teklifini uzak bir ihtimal gördüler. Bâtıl kanaatleri terkedip Hakk yola girmekten hoşlanmadılar.
“Allah dilediği kulunu zâtına seçer ve kendisine yönelen kimseyi de hidayete erdirir.” (Şûrâ: 13)
Kendisinden bir rahmet ve lütuf olarak onu dinine muvaffak kılar ve Zât-ı akdes’ine yaklaştırır.
Nesep yönünden kavmi arasında en üstün bir durumda olan Hûd Aleyhisselâm, zühd ve takvâ, ibâdet ve taat ehli idi. Çok şefkatli çok cömert olup yoksullara kimsesizlere bol sadaka verirdi.
Âd Kavmi isyan ve tuğyana, zulme ve şirke dalınca, Allah-u Teâlâ onları iman ve istikâmet yoluna getirmek için uyarmak üzere, içlerinden Hûd Aleyhisselâm’ı peygamber olarak vazifelendirdi.
Âyet-i kerime’de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
“Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u gönderdik.” (A’raf: 65)
Buradaki kardeşlik nesebte kardeşliktir, dinde kardeşlik değildir. Zira Hûd Aleyhisselâm’ın dâvet ettiği dine tâbi olmadılar ki dinde kardeş olsunlar.
Allah’tan başka şeylere tapınan, güç ve kuvvetleriyle gururlanan, servet ve oğullarıyla öğünen kâvmini; Allah’ı birlemeye, O’ndan başka ilâh edinmemeye, yalnız O’na kulluk etmeye, isyan etmekten kaçınmaya davet etti.
Âd kavmi Hûd Aleyhisselâm’a inanmadılar. Hakk dâvetini kabul etmediler. Üzerlerindeki Allah’ın nimetlerine karşı gereken şükrü yerine getirmediler. Şehvetlere dalıp, alabildiğine büyüklük tasladılar. İçlerinden pek azı iman etti ve imanlarını gizli tutmak mecburiyetinde kaldılar.
Yaptıkları isyanlardan ötürü bir topluluğa umumi azap indiğinde mümine de kâfire de sirayet ettiği halde; Hûd Aleyhisselâm’ın kavmine inen bu büyük azaptan, bir lütf-u ilâhi ve eser-i merhamet olarak inananlar kurtuldular.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Emrimiz gelince Hûd’u ve beraberindeki iman edenleri katımızdan bir rahmetle kurtardık. Onları çok çetin bir azaptan kurtuluşa erdirdik.” (Hûd: 58)
İlâhî bir lütuf olarak inananlar hiçbir sıkıntı görmediler.
“Böylece biz de Hûd’u ve onunla beraber olanları katımızdan bir rahmetle kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmemiş olanların da kökünü kestik.” (A’raf: 72)
Allah-u Teâlâ sonuncularına kadar onları helâk ederken, Hûd Aleyhisselâm’ı ve ümmetini korumuştur.
Öyle ki, rüzgâr esip azap gelmeye başlayınca Hûd Aleyhisselâm ve müminler bir yerde toplanmışlardı. Bir tarafta zorba kâfirleri kırıp geçiren bu dehşet saçan rüzgâr, aynı mahalde Rablerine ve peygamberlerine iman ve itaat edenlere serin serin esiyor, gayet lâtif olarak dokunup geçiyor, hiç kimsenin kılını kıpırdatmıyordu.
Bu durum Hûd Aleyhisselâm için büyük bir mucize olduğu gibi, Allah-u Teâlâ’nın Fâil-i mutlak olmasına da büyük bir delildir.
Âd kavmi helâk olunca Hûd Aleyhisselâm da kendisine iman edenlerle beraber Mekke-i Mükerreme’ye giderek vefat edinceye kadar orada ikamet etti.
Semud kavmi de Âd kavmi gibi, Nuh Aleyhisselâm’la birlikte gemiye binmiş olan müminlerin soyundan, mümin nesillerdendi. Fakat onlar da zamanla tevhid akidesinden inhiraf etmişler, şirke düşmüşlerdi.
İşi büsbütün azıtıp putlara tapmaya, son derece zulüm ve haksızlık yapmaya başlayınca; Allah-u Teâlâ onları ıslah etmesi, doğru yolu göstermesi, tevhid akidesini öğretmesi için kendi içlerinden Salih Aleyhisselâm’ı peygamber olarak vazifelendirdi.
Âyet-i kerime’de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
“Semud kavmine de kardeşleri Salih’i gönderdik.” (A’raf: 73)
Salih Aleyhisselâm ilâhî emri aldıktan sonra Semud kavmini yeniden İslâm’a çekmek, tuttukları yolun kesinlikle tehlikeye uzandığını haber vermek, putları atıp bir olan Allah’a hiçbir şeyi şerik koşmaksızın iman ve ibadet etmeye dâvet etmek için tebliğe başladı.
Salih Aleyhisselâm kavmini hidayet yoluna dâvet etmeye başlar başlamaz, halk iki gruba bölünüverdi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki biz Semud kavmine: ‘Allah’a kulluk edin!’ desin diye kardeşleri Salih’i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler.” (Neml: 45)
Bir fırkası Salih Aleyhisselâm’a icabet ederek iman şerefi ile müşerref olurken, diğer bir fırkası ise şirk ve küfürlerinde ısrar edip Salih Aleyhisselâm’a cephe aldılar, muhalefet ettiler. Aralarında çetin bir çekişme ve mücadele başladı.
Nitekim Resulullah Aleyhisselâm’ın da zaman-ı saâdetlerinde halk iki fırkaya ayrılmış ve aralarında mücadele başlamıştı.
Hak-bâtıl mücadelesi insanlık tarihi boyunca sürüp gelmiş ve kıyamete kadar da devam edeceği muhakkaktır.
Salih Aleyhisselâm’a pek az kimse iman etmişti. Çoğunluk onu yalanladılar, inanmayı reddettiler, bozguncuların peşine takıldılar.
Kavmin ileri gelen şımarıkları kendilerini büyük addediyorlar, iman edenleri küçümsüyorlardı.
Her buyruğa ve tebliğe karşı geldiler, mucize ile de yola gelmediler, verdikleri sözde durmadılar. Nihayet ilâhî emir geldi, Allah-u Teâlâ celâl ve kahhar sıfatlarıyla tecelli etti, inkâr ve sapıklıkları felâketle neticelendi.
Sanki o memlekette hiç ikamet etmemiş, sanki evlerinde hiç sakin olmamış, sanki dünyaya hiç gelmemiş gibi, hayatlarından bir eser görülmedi. İçlerinden bir tek fert bile kalmamacasına, bir ses tufanıyla helâk edildiler.
Semud’un azılıları Salih Aleyhisselâm için suikast plânı hazırladıkları sırada Allah-u Teâlâ durumu kendisine haber vermiş, o da kendisine inanan az sayıda müminle birlikte Hicr’den ayrılmıştı.
Allah-u Teâlâ onları hem ölümden hem de o günün rüsvaylığından kurtardı.
“Nihayet emrimiz gelince, Salih’i ve beraberindeki inananları, katımızdan bir rahmet olarak o günün rezilliğinden kurtardık. Doğrusu Rabbin pek kuvvetli ve güçlüdür.” (Hûd: 66)
Bu azaptan dolayı onlara bir zarar erişmedi. Allah’tan yana olmanın mükâfatını gördüler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edenleri kurtardık. Onlar Allah’tan korkuyorlardı.” (Fussilet: 18)
Musa Aleyhisselâm Medyen’den döndükten, peygamberlikle vazifelendirildikten ve Mısır’a döndükten sonra, kardeşi Harun Aleyhisselâm’la birlikte Firavun’u Hakk’a dâvet etmişlerdi. Fakat Firavun şiddetli karşı çıktı, kendisinin de ilâh olduğunu öne sürdü.
Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın izniyle bir takım mucizeler göstermesine rağmen, o bunların sihir olduğunu savundu, kendi sihirbazları ile müsabaka yapması için bir zemin hazırladı. Tayin edilen günde buluşma yerinde insanlar toplandılar. Firavun kendisine ayrılan yerde tahtına oturdu. Vecizleri, devletin ileri gelenleri ve halk meydanda halkalandılar.
Sihirbazlar bütün mârifetlerini ortaya koydular. Kalabalık bir topluluk olduğu için her birinin elinde bir çok ip ve değnek vardı. Bunlar ellerindekileri yere attıkları zaman, meydan birbiri üzerine binmiş yılanlarla doluşmuş gibi göründü. Seyircilerin gözleri kamaştırıldı. Firavun’un ve taraftarlarının keyiflerine diyecek yoktu.
Musa Aleyhisselâm onlara:
“Bu sizin yaptığınız sihirdir. Fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Günahkârlar istemese de Allah, sözleriyle Hakk’ı ortaya çıkaracaktır.” dedi. (Yunus: 81-82)
Halk heyecan içinde onları seyrederken Allah-u Teâlâ, kulu ve Resul’ü Musa Aleyhisselâm’a buyurdu ki:
“Korkma! Muhakkak sen daha üstünsün. Sağ elindekini at da, onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları sadece sihirbaz hilesidir. Nerede olursa olsun, sihirbaz aslâ iflah olmaz.” (Tâhâ: 68-69)
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bunun üzerine Musa da asasını attı. Onların uydurduklarını yutmaya başlayıverdi.” (Şuarâ: 45)
Onlardan hiçbir şey bırakmayıp hepsini yuttu. Meydanda hiçbir şey kalmadı.
Musa Aleyhisselâm asayı eline alınca tekrar eski haline döndü.
“Böylece hak yerini buldu ve onların yaptıkları bir hiç olup gitti. İşte orada yenildiler, küçük düştüler.” (A’raf: 118-119)
Hatırlarına hayallerine gelmeyen bir iş bir anda başlarına gelivermişti. En mahir sihirbazlar bile böyle bir şeyle o ana kadar hiç karşılaşmamışlardı. Aynı zamanda bütün maharetlerini ortaya koymuşlardı. Kazanmak için son derece hırslı idiler. Birbirlerini tahrik ve teşvik etmişlerdi. Yaptıkları sihirlerle Musa Aleyhisselâm’ın bile içine endişe salmışlardı.
Çeşitli sihir şekillerini ve yollarını en iyi bilen sihirbazlar hakikatı gözleri ile görüp müşahede ettikten sonra iman etmekten başka bir yolun bulunmadığını anladılar:
“Hep birden secdeye kapandılar. Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik.” dediler. (A’raf: 120-122)
Halbuki onlar orada Musa ve Harun Peygamberlerin, âlemlerin Rabbına davetini reddetmek için toplanmışlardı.
Firavun öyle bir mağlup olmuştu ki, âlemde bir benzerine şahid olunmamıştır. Tevhid’in şirke galebesi karşısında büsbütün paniğe kapıldı. İçin için korkmaya, iman ettikleri için de tehdit etmeye başladı:
“Ben size izin vermeden O’na iman mı ettiniz? Doğrusu bu, halkı şehirden çıkarmanız için kurduğunuz bir tuzaktır.” (A’raf: 123)
Firavun, sihirbazlarla Musa Aleyhisselâm’ın gizlice anlaşıp idareyi ele geçirmeye karar verdiklerini, bu yarışmaya girmelerinin bir oyun olduğunu tahmin ediyordu.
Bütün sihirbazların; sihirlerini Musa Aleyhisselâm’dan almış olabileceklerini onu galip getirmek için kendisine ve milletine karşı birleştiklerini iddia etti:
“Size sihiri öğreten büyüğünüz odur.” dedi. (Tâhâ: 71)
Ona göre sihirbazlar bu yüzden teslim olmuşlardı.
Ardından da vahşi ve korkunç tehditler savurdu:
“Fakat siz göreceksiniz! Andolsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim!” (A’raf: 123-124)
“Sonra da hepinizi hurma kütüklerine asacağım.
O zaman hangimizin azabı daha çetin ve daha devamlı olduğunu bileceksiniz.” (Tâhâ: 71)
Firavun tarafından tehdit olunmaları, onlara hiçbir tesir yapmamış bilakis imanlarını ve teslimiyetlerini artırmıştır.
Bu sebepledir ki, Allah yolunda canlarını hiçe sayarak şöyle karşılık verdiler:
“Zararı yok. Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz. İlk inananlar olduğumuz için Rabbimizin kusurlarımızı bağışlayacağını umarız.” (Şuarâ: 50-51)
“Biz seni, bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana tercih edip üstün tutmayacağız. Yapacağını yap, ne hüküm vereceksen ver. Sen ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin.
Doğrusu biz hatalarımızı ve bize zorla yaptırdığın sihri bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah daha hayırlı ve O’nun verceği mükâfat ve ceza daha devamlıdır.” (Tâhâ: 72-73)
“Şüphesiz ki biz Rabbimize döneceğiz.
Rabbimizin âyetleri gelince, sırf onlara inandığımız için bizden intikam almak istiyorsun!” (A’raf: 125-126)
Ve sonra şu duâda bulundular:
“Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve müslümanlar olarak canımızı al!” (A’raf: 126)
Firavun dediğini yaptırdı. Ellerini ayaklarını kestirdi ve kendilerini hurma dallarına astırdı.
Gönül Allah’ı tercih edince zulüm ne yapabilir? Günün başında sihirbaz idiler sonunda hepsi şehid oldular.
Firavun’un taraftarları ise, yenilgi ve korku içinde birbirini çiğneyerek toplantı yerinden dağıldılar.
•
Bu arada Musa Aleyhisselâm İsrailoğulları’nın yanında yer aldı. Gerek kendi kavmi olan İsrailoğullarından, gerekse Firavun’un kavminde az kimseler iman ettiler.
İsrailoğulları’nın ihtiyarları Firavun’dan baskı ve zulüm gördükleri için, aşikâr olarak iman etmeye cesaret edemiyorlardı.
Musa Aleyhisselâm onlara sık sık öğütler veriyor; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve ululuğunu, kuvvet ve kudretini anlatıyor; yeryüzünün Allah’ın mülkü olduğunu, kulları arasında dilediğine vâris kıldığını, binaenaleyh yalnız Allah’tan korkmalarını, O’na güvenmelerini söylüyordu:
“Ey kavmim! Eğer siz gerçekten Allah’a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O’na güvenin.” (Yunus: 84)
Musa Aleyhisselâm’ın Mısır’da ikameti oldukça uzamıştı. Firavun ve erkanına karşı hüccet ve mucizelerini ortaya koyduğu hâlde, onlar inat ve küfürlerine devam ettiler.
•
Firavun ve kavminin denizde boğulmasından sonra İsrailoğulları başlarında Musa ve Harun Aleyhimüsselâm olduğu halde Kenan diyarına doğru yola çıktılar.
İsrailoğulları Mısır’dan çıktıktan sonra, aslî vatanları olan Arz-ı mukaddes’e ulaşmak için uzun yollar katetmişler, ömürlerinin çoğunu çöllerde geçirmişlerdi. Arz-ı mukaddes’e geldikleri halde, orada zorba bir millet bulunduğunu bahane ederek oraya girmekten çekinmeleri üzerine, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştı. Tih sahrasında her gün ileri-geri gidip-gelmek ve yine yerinde saymak suretiyle azap olundular.
Bir çok güçlüklerle, hatta kendilerini yok edebilecek büyük tehlikelerle karşılaştıkları halde; Allah-u Teâlâ onları bertaraf etmiş, kendilerine yeni yeni nimetler ihsan buyurmuştur.
Esaretten hürriyete kavuştular. Gölgelenmeleri için çölün kızgın sıcağında üzerlerine bulutlar gönderdi. Karınlarını doyurmaları için gökten kudret helvası ve bıldırcın indirdi. Susuzluktan ölecekleri bir sırada taştan pınarlar akıttı.
Bu ilâhî nimetlerin şükrünü edâ edecekleri yerde büsbütün şımardılar. Nimetleri beğenmemezlik ederek hıyar, sarmısak, mercimek gibi yiyecekler istediler. Hakk’ın taksimine râzı olmadılar.
Bu kadar mucize yetmiyormuş gibi, dosdoğru inanabilmeleri için Allah’ı apaçık görmeyi şart koştular.
Nefislerini ıslah edecekleri yerde, bozgunculuk yaptılar. Kaskatı yürekleri yumuşamadı. Bunun için de tarih boyunca zilletten kurtulamadılar.
•
İsrailoğullarının hepsi dalalete düşmüş değillerdi. Musa Aleyhisselâm’a gönülden bağlı, yolunu ve izini takibeden müminler de vardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Musa’nın kavminden öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 159)
İsa Aleyhisselâm otuz yaşlarında iken vahiy geldi, peygamberlikle vazifelendirildi. Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini İsrailoğullarına tebliğ etti.
İsa Aleyhisselâm bu dâvet görevini yahudi toplumu içerisinde yürütüyordu. İsrailoğulları Musa Aleyhisselâm’a gönderilen ilâhî dinin hükümlerini değiştirmişler, Tevrat’ı tahrif etmişlerdi. Peygamberlerin gösterdiği doğru yoldan saptılar. Mânevî hayattan da uzaklaştılar. Kıyameti, hesabı, azabı inkâr ediyorlardı. Nefislerine uydular, lezzetlere ve şehvetlere daldılar.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ; dine sonradan soktukları hurafeleri ve bâtıl fikirleri düzeltmesi, onları doğru yola çevirmesi için İsa Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdi.
İsa Aleyhisselâm onlara Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini tebliğ etmeye, dinin hükümlerini öğretmeye başladı. Bu hükümlerin bir kısmı, isyanları sebebiyle haram kılınmış bazı şeylerin tekrar helâl edilmesi idi.
Onları, kendisine tâbi olmaya çağırıyor, Allah’ı anlatıyor, ahireti, hesabı, azabı hatırlatıyor, saplantılardan kurtarmaya çalışıyordu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İsa apaçık delilleri getirdiği zaman demişti ki:
Ben size hikmet getirdim.” (Zuhruf: 63)
Size ilâhî hikmetin gereği olan hükümleri getirdim.
•
İsa Aleyhisselâm’ın oniki kadar Havârî denilen seçkin talebeleri ve yakın arkadaşları vardı. Havârî, samimi dost ve yardımcı mânâsına gelmektedir. Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın ashabı gibi, İsa Aleyhisselâm’a, o hayatta iken iman eden ve sadâkat gösteren halis müminlerdir.
İsrâiloğulları inanmadıkları gibi küfürlerinde inatlaşmaya başlamışlardı. Havâriler ise imanlarını cesaretle açığa vurmuşlar, İsa Aleyhisselâm’ın safında yerlerini almışlardı.
Allah-u Teâlâ onları Kur’an-ı kerim’inde anmış ve gelecek nesillere övgü ile duyurmuştur:
“İsa onların inkârlarını hissedince;
‘Allah yolunda yardımcılarım kimlerdir?’ dedi.” (Âl-i imran: 52)
Allah’a iman etmiş, özünü Hakk’a bağlamış, Hakk’ın rızasından başka hiçbir şey düşünmeyerek kendisine yardım edecek yardımcılar aradı.
“Havârîler: ‘Biziz Allah’ın yardımcıları, Allah’a inandık, şâhid ol ki biz müslümanlarız!’ dediler.” (Âl-i imran: 52)
Havârîler, dinin zafere ulaşması için İsa Aleyhisselâm’ın emrettiği her şeye boyun eğeceklerini söylediler ve Allah-u Teâlâ’ya karşı samimi imanlarını da şöyle ikrar ettiler:
“Ey Rabbimiz! Senin indirdiğine inandık, Peygamber’e uyduk. Bizi şâhit olanlarla beraber yaz!” (Âl-i imran: 53)
Havârîlerin bu iman ve arzuları aslında Allah-u Teâlâ’nın kendilerine bir ilhamının neticesi idi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Havârîlere: ‘Bana ve peygamber’ime iman edin!’ diye ilham etmiştim. Onlar da: ‘iman ettik, bizim müslümanlar olduğumuza şahid ol!’ demişlerdi.” (Mâide: 111)
Allah-u Teâlâ Ümmet-i Muhammed’e hitap buyurarak, havârîleri bu fazilet ve meziyetlerinden dolayı onlara misal olarak göstermektedir:
“Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun!” (Saf: 14)
Allah-u Teâlâ’nın dinine hizmet ederek, O’nun nurunu âfâka neşretmeye çalışın.
Kulun Allah-u Teâlâ’ya yardımcı olduğu bir mevkiden daha yüce bir makam düşünülemez.
“Nitekim Meryemoğlu İsa Havârîler’e: ‘Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir?’ demişti.” (Saf: 14)
“Havârîler de: ‘Biziz Allah’ın yardımcıları!’ demişlerdi.” (Saf: 14)
Havârîler daha önceleri makam sahibi, soylu ve zengin kimselerdi. İsa Aleyhisselâm’a tâbi olduktan sonra, onun uyarması üzerine kendi kazandıkları rızıklarıyla geçinmeye başlamışlardır.
İsa Aleyhisselâm göğe çekildikten sonra, vasiyetini muhafaza edip talimini yapanlar bunlar olmuş, çoğu da zamanla birer birer şehit edilmişlerdir.
Araplar İsmail Aleyhisselâm’ın soyundan geldikleri için ataları İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine mirascı olmuşlardı. Yani Allah-u Teâlâ’nın vahdaniyetine iman, O’na ibadet ve taat, O’nun koyduğu yasakları çiğnememe, mukaddes olarak belirlediği şeyleri mukaddes tanıma, Kâbe-i muazzama’yı takdis ve tâzim, hürmet ve hizmet gibi hükümlere sıkı sıkıya bağlı idiler.
Aradan uzun zaman geçip asırlar birbirini kovalayınca, diğer milletler ve ümmetler gibi, Araplar’ın da gözünü cehalet bürüdü. Aralarına sızan bozguncular bâtıl fikirleri yaydılar. Babalarından miras kalan ilâhî prensiplerle, bâtıl fikirleri birbirine karıştırdılar. Böylece aralarına şirk inancı girmiş oldu. Yavaş yavaş puta tapıcılığa alıştılar, Tevhid nurundan ve haniflik yolundan uzaklaştılar. Bâtıl âdetler, cahiliyet ahlâksızlıkları aralarında yaygınlık kazandı.
Muhammed Aleyhisselâm’ın âlemlere rahmet olarak gönderildiği milâdî altıncı asırda Arabistan’da büyük bir cehalet ve dalâlet, karışıklık ve huzursuzluk hüküm sürüyordu. Vahşet, kin, buğz ve düşmanlık son haddini bulmuştu. Dünyanın üzerini kara bulutlar kaplamıştı.
Arabistan halkı çok çeşitli aşiret ve kabilelere ayrılmış bulunuyorlardı. Bir hükümdara baş eğip itaat ederek toplu bir millet haline gelememişler, esaslı bir devlet kuramamışlardı. Hal ve ahvallerini düzeltmeye yetecek ilâhî bir kanun o gün için mevcut değildi. Geleceklerini emniyete alabilecek kanunları da yoktu. Kabileler arasında kan dâvâları yüzünden iç harplerin ardı arkası kesilmek bilmezdi. Birbirleri ile uğraşmaktan başka işleri yoktu. Devamlı olarak düşmanlık ve çapulculuk yaparlar; erkekleri öldürüp, çocukları ve kadınları esir ederlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömecek derecede vahşet gösteren ve bundan acı bile duymayan âileler vardı. Ölen bir adamın hanımları, vârisleri arasında havyanlar gibi taksim olunurdu.
Bütün bunların yanında fakr-u zaruret içinde kıvranmakta ve ciğerleri kan ağlamakta idi. Açlıktan hurma çekirdeklerini dövüp yerlerdi. Ölü hayvanların etlerini bile yemek mecburiyetinde kalırlardı.
Aralarında okur-yazar olan kimseler hemen hemen yok gibi idi. Putlara heykellere tapıyorlardı. Mekke, putperestliğin merkezi haline gelmişti. Kâbe-i muazzama’nın içinde üçyüz altmış kadar put vardı. Arabistan’a yahudilik, hıristiyanlık ve ateşperestlik gibi dinler de girmişti.
•
Yalnız Araplar değil, insanlık âlemi maddi ve mânevi ızdıraplar içinde olup; bütün dünya zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde inliyordu.
Arabistan’ın iki büyük komşusu olan Bizans ve İran, o devirde dünyanın iki süper devleti olmasına rağmen, korkunç bir uçuruma doğru sürükleniyorlardı. İran birbirleriyle çarpışan çeşitli dini ve felsefi düşüncelerle çalkalanıyordu. İdareyi elinde bulunduran kişilerin desteklediği zerdüştlük bunlardan biriydi. Kişinin anasıyla, kızıyla veya bacısıyla evlenmeyi üstün tutması temel felsefesindendi. Hatta milâdî beşinci asrın ortalarında hüküm süren İkinci Yezdücerd kendi kızıyla evlenmişti. Bu ise, çirkinliklerin ve ahlâkî yozlaşmanın sadece bir yönüdür. İran’da ayrıca Mazdekçilik de vardı. İnsanların bütün mallarda ve kadınlarda ortak olduklarını savunarak, bütün kadınları helâl, bütün malları da mubah ilân etmişti. Bu sapıklık, nefislerine ve zevklerine düşkün olanlar tarafından büyük bir ilgi ile karşılanıyordu.
Bizansa gelince, oraya da sömürgecilik ruhu hakim olmuştu. Aynı zamanda çöküntü yönünden İran’dan hiç de geri kalmıyordu. Aşırı vergilerden ve rüşvetten kaynaklanan, iktisadi zulüm, ahlâksızca yaşayış, Bizans’ın geleceğini karartıyordu.
Hülâsa olarak bu devirde ne tarafa bakılsa, cihanın her yeri herc-ü merç içinde idi. Islahı için ancak bir kurtarıcının zuhuru gerekiyordu. Bu hakiki mürşid, olsa olsa Allah-u Teâlâ tarafından vazifelendirilen bir Peygamber olabilirdi. Artık bütün ümitler yahudi ve hıristiyan dinlerinin müjdelediği âhirzaman peygamberine müteveccihti. Geleceği dört gözle bekleniyordu.
Nihayet Allah-u Teâlâ lütfetti, nur kaynağı Muhammedî güneş tülû etti, beklenen kurtarıcı geldi.
Hicret’ten 53 yıl önce, Milâdî 571 yılının 20 Nisan’ında, Rebiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke-i mükerreme’nin Hâşim oğulları mahallesinde doğdu.
Muhammed Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın bizzat himayesinde büyümüştü. Göz alıcı mucizelerle, halkettiği yüce sebepler ve büyük hikmetlerle onu korumuş, Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştu:
“(Resul’üm!) Şüphesiz ki sen bizim hıfz-u himâyemizde, gözetimimiz altındasın.” (Tur: 48)
Bu da hiç şüphesiz ki şereflendirici ve ünsiyet verici hususi bir tabirdir. Onu kendi haline bırakmamış, gözetimi altında bulundurmuş, kudret elini ondan hiç çekmemiştir.
Çocukluk çağını amcasının şefkat kanadı altında geçirdi. Yirmibeş yaşında iken Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemizle evlendi ve ticaretle meşgul oldu.
Nihayet Allah-u Teâlâ’nın Muhammed Aleyhisselâm’ı peygamber olarak göndereceği gün gelmiş bulunuyordu.
610 yılının Ramazan ayında Hira’daki mağarada inzivaya çekilmişti. Kadir gecesinde ve gece yarısından sonra idi. Ridâsına bürünüp murakabaya dalmış olduğu bir sırada kendisine birden bire ilk açık ve bâriz vahiy geldi.
Resulullah Aleyhisselâm insanları uyandırma emrini alınca tebliğ işine bir anda ve bütün gücüyle başlamadı. Temkinli, tedbirli ve ihtiyatlı davrandı. Dâvetini ilk önce mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı, bu ferdî ve gizli çalışmalar üç sene devam etti.
Hiç şüphesiz ki onun bu ilk yıllarda İslâm’a dâveti gizli tutması, kendi canından korkusu sebebiyle değildir. Kendisini bu dâvetle vazifelendiren ve peygamber olarak seçen Allah-u Teâlâ’nın insanlardan korumaya kadir olduğuna kesinlikle inanıyordu. İlk günden itibaren dâveti alenî olarak açıklaması emredilseydi, elbette alenî yapardı. Fakat Allah-u Teâlâ, vazifesini gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiği kimselere açmasını ilham etmişti.
Bu da her asırdaki İslâm davetçilerinin, içinde yaşadıkları asrın durumuna göre zâhiri sebep ve tedbirlere başvurmalarının, alenîliği veya gizliliği tercih etmelerinin meşru olduğuna dair bir ölçü idi.
Bu ilk yıllarda akrabalarından başlayarak, yakın çevresindeki dostlarını gizlice İslâm’a davet etmiştir.
İlk müslümanlar arasında her sınıftan insan vardı. Eşraftan kişiler olduğu gibi; daha çok fakirler, güçsüzler ve köleler iman ediyor, sayı günden güne artıyordu.
Her ne kadar İslâmiyet gizli tutulmaya çalışılmışsa da, müslümanlar yine de müşrikler tarafından gözetlenmekten kurtulamadılar.
Müşrikler ilk sıralarda Resulullah Aleyhisselâm’ın Kâbe’de namaz kılmasına karışmazlardı. Müslümanlar ise namazlarını gizlerler; ya evlerinde ya da ıssız yerlerde birbirlerine gözcülük etmek suretiyle kılarlardı.
İslâmiyet artık Mekke’de yayılıp halk arasında konuşulur olmuştu.
Müşrikler dâvet haberini öğrendiklerinde pek önem vermemişlerdi. İslâm dinine tâbi olanları, putlara tapmaktan kaçınan, İbrahim Aleyhisselâm’ın dinine mensup hanifler gibi zannediyorlardı.
Diğer taraftan İslâm, sadece hâl ve ahvali yatkın olanlara açıklanıyor, asıl hedefler gizli tutuluyordu. Müslümanlar müşriklerin işlerine hiçbir surette karışmıyor, onları tenkit etmek veya karşı koymak gibi bir fikir gütmüyorlardı.
Üç yıl bu şekilde bitti.
Peygamberliğin dördüncü yılında idi.
Müşriklerin saldırısı dikkate alınarak tedbirli ve temkinli hareket etme dönemi bitmiş, gizlilik merhalesi geçilmiş, az-çok bir güç meydana gelmişti.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem’ine, hak olarak gelen şeyleri açıklamasını, İslâm’ı açıktan açığa tebliğ etmesini emir buyurdu:
“Sana emrolunanı açıkça söyle ve o müşriklerden yüz çevir.” (Hicr: 94)
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm Rabbi’nin emrini yerine getirmeye başladı. Artık Kâbe-i muazzama’ya giderek Kur’an-ı kerim’i sesli olarak okumaktan çekinmiyordu. Hür olsun köle olsun, her gruptan insanı İslâm’a davet ediyor, çeşitli yerlerden Mekke’ye ziyarete gelenleri de İslâm’a çağırıyordu.
Velid bin Muğire’nin oğlu Velid gibi, Ebu Cehil’in kardeşi Seleme bin Hişam gibi az sayıda kimselerin bu dâvete icabet etmesine mukabil, büyük bir çoğunluk; cehaletleri, menfaatleri, atalarının bâtıl dinlerine bağlı kalmak istemeleri gibi sebeplerle bu ilâhi dâvete muhalefet ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendi âile ve kabilesine İslâm’ı tebliğ ettikten sonra, Mekke’nin diğer âile ve kabilelerine ve bütün Arap halkına getirdiği dinin esaslarını duyurmaya çalıştı. Açık dâvet emrini alışından itibaren Hicret’e kadar Mekke’de kaldığı on yıl içinde, her yerde ve her vesile ile Nur’u yaymaya, insanlığı kurtuluşa çağırmaya, yılmadan, yıkılmadan, çekinmeden devam etti.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem’ine en şerefli vasıf olan risalet sıfatı ile hitâp ederek, kendisine bildirmiş olduğu şeylerin tamamını, Kur’an-ı kerim’in bütün hükümlerini tebliğ etmesini emir buyurdu:
“Ey Resul! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et.” (Mâide: 67)
Hiç kimseden çekinme, kimseden sana herhangi bir kötülük gelmesinden korkma.
Resulullah Aleyhisselâm bu tebliğ işini evde, çarşıda, pazarda, Kâbe’de, hususi sohbetlerde, açık toplantılarda aralıksız yürüttü.
Müşrikler başlangıçta biraz sessiz kalır gibi oldularsa da, tebliğin devam etmesini ve kendi atalarının dinlerinin, örf ve âdetlerinin bir anda yok olmasını hazmedemiyorlardı.
Hele hele müşriklerin ve putlarının aleyhinde olan:
“Siz ve Allah’tan başka taptığınız şeyler cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz.” (Enbiyâ: 98)
Âyet-i kerime’si nâzil olduğu zaman küplere bindiler. Muhammed Aleyhisselâm’a karşı, İslâm dinine karşı ve müslümanlara karşı son derece nefret ve husumet beslemeye, kızmaya, azgınlığa ve ateş püskürmeye başladılar. Bu Nur’un yayılmasına engel olmak, onu bastırmak ve yok etmek için her türlü çareye başvuruyorlardı.
Bu safhada İslâm’la küfür arasında kıyasıya bir mücadele başlamış oldu.
İlk olarak Ebu Tâlib’e baskı uygulamayı, bu işi ona hallettirmeyi düşündüler. İleri gelenlerinden bir heyet Hâşim oğullarının reisi Ebu Tâlib’e gelerek: “Ey Ebu Tâlib! Kardeşinin oğlu bizim ilâhlarımıza dil uzatıyor, dinimizi yeriyor. Bizim aklımızı kaçırdığımızı iddia ediyor, atalarımızın sapıklık içinde ölüp gittiklerini ileri sürüyor. Bundan böyle ya sen onu bu işten vazgeçirmeye çalışırsın, veya himayenden vazgeçer, bizimle onun arasından çıkarsın.” dediler. Ebu Tâlip onları dikkatlice dinledi, yumuşak sözler söyleyerek tatlılıkla başından savdı.
Ebu Tâlip İslâmiyet’i kabul etmemekle beraber elinden geldiği kadar yeğenini koruyordu.
Müşrikler Ebu Tâlib’e yaptıkları müracaatlardan bir sonuç alamayınca bizzat Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek kendisiyle bir uzlaşma ve anlaşma yollarını aradılar. Çeşitli vesilelerle çeşitli heyetler gönderdiler.
Müşrikler halkı Resulullah Aleyhisselâm’dan ve müslümanlardan soğutmak ve uzaklaştırmak için ağızlarına ne geliyorsa söylüyorlardı. Kimi şâir olduğunu, kimi kâhin, kimi sihirbaz, kimi mecnun olduğunu söylüyor ve bu iftirâları her yerde yayıyorlardı. Hatta seyahat ve ticaret için başka memleketlere gittikleri zaman, veya başka yerlerden gelenlere bu yalanlarını en iğrenç bir şekilde sürdürüyorlardı.
•
Mekke’de her gün müslüman olanlar çıkıyor, hiç tahmin etmedikleri kişiler İslâmiyet’le şerefleniyorlardı. Bir kimsenin müslüman olduğunu görür görmez peşine takılır, onu hiçbir yerde rahat bırakmazlar, nereye giderse oraya varırlar, halka onun hakkında yalanlar iftiralar atarlardı. Kendisine durmadan takılırlar, ipe sapa gelmeyen sorularla bunaltırlar, bazı şeyleri ispatlamasını isterler, sonra da devamlı itiraz ederlerdi. Maksatları onları tekrar sapıklığa düşürmekti.
Diğer taraftan var güçleriyle inananları küçük düşürmek ve eğlenmek için alay kampanyası başlattılar. Bazen fakirliklerini, bazen garipliklerini devamlı alay konusu yaparlar, gözleriyle ve elleriyle birbirlerine işaret verirlerdi. Bu iğrenç fenâlıklarından büyük bir zevk duyarlar ve alaylı alaylı gülüşürlerdi. Müminler ise bu duruma sabretmekten başka bir şey yapamıyorlardı. Onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk’a dâvet edip, dalâletten kurtarmak, hidayetlerine vesile olmak istedikleri halde; onlar inananların inançlarıyla, ibadetleriyle, örtüleriyle hep alay ediyorlardı.
Müşrikler denedikleri bu usüllerden netice alamayınca zulüm siyasetine başvurmaktan başka çare kalmadığını anladılar ve müslümanlara düşmanlıkta daha şiddetli davranmaya, eziyet ve işkence faslına başladılar.
Ebu Cehil, makam ve şeref sahibi birinin müslüman olduğunu duyduğu zaman onu azarlar, malına mülküne ve akrabalarına çok büyük zararlar vermekle tehdit ederdi. Eğer zayıf olursa vurur ve işkence yapardı.
Kuvvetli ve itibarlı bir âileye mensup olanlara pek dokunamıyorlardı. Bunun yanında kimsesizlere, kendilerine arka çıkacak adamı bulunmayanlara, fakirlere, hususiyetle köle ve câriyelere; tarihte benzeri görülmemiş, akla hayale sığmayan, vahşet derecesinde işkenceler yapıyorlardı.
Bu kimselerin bazen kendilerini müdafaa etmeleri mümkündü. Fakat kuvvet kullanmaya henüz izin verilmemişti.
Müslümanları gittikleri Allah yolundan ayırarak eski din ve inançlarına döndürebilmek için başvurmadıkları baskı ve zulüm metodu bırakmadılar. Yakıcı kumlar üzerine yatırıp göğüslerine ağır taşlar bastırmak, çıplak vücutlarına demir gömlekler giydirmek, kızgın demirlerle dağlamak, kızgın güneşin altında yatırıp yağlarını eritmek, günlerce aç ve susuz bırakmak, hapsetmek, zincire vurmak, bayıltıncaya kadar dövmek, boyunlarına ve ayaklarına ip takıp sürüklemek... her zaman başvurdukları işkence usullerinden bazıları idi. İşkence altında can verenler, gözlerini kaybedenler bile vardı. Halbuki onların Allah katındaki değerleri çok yüksek idi.
Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- İslâm’ın azılı düşmanlarından Ümeyye bin Halef’in kölesi idi.
Oniki kölesi içinde en çok onu severdi, müslüman olduğunu duyunca çok üzüldü, hırsını alıncaya kadar dövdü. Hergün Bathâ deresine götürür, güneşin en kızgın olduğu zamanlarda soyar, kumlar üzerine sırtüstü yatırır, büyük bir kaya parçasını göğsü üzerine koydurur, üstünü sıcak kumlarla örterdi. Sonra da İslâmiyet’ten vazgeçerek Lât ve Uzzâ’ya tapmaya zorlardı. O ise “Ehad!.. Ehad.!.” yani “Allah bir!.. Allah bir!..” der başka söz söylemez, bu dayanılmaz işkencelere imanıyla göğüs gererdi.
Yine bir gün büyük bir deve ipini iki kat bükerek boynuna geçirdi, sokak çocuklarına teslim etti. Onlar da onu Mekke’nin yukarısından aşağısına, aşağısından yukarısına sürükleyip dolaştırdılar, vücudu parça parça oldu.
Resulullah Aleyhisselâm onun bu şekilde işkence görmesine son derece üzülürdü.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in büyük hizmetlerinden birisi de kimsesiz biçareleri işkencelerden kurtarmak için satın alıp âzâd etmesidir. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- de bunlardandır.
Müşriklerin altı seneden beri uyguladıkları şiddete rağmen İslâmiyet günden güne yayılmaya devam ediyordu. Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ömer gibi yiğitlerin İslâmiyet’e girmeleri ile müslümanlar hayli cesaretlenmişlerdi. Necâşi gibi bir hıristiyan hükümdar müslümanların hâmisi olmuş, Kureyş’in elçilerini eli boş geri çevirmişti.
Çileden çıkan ve mücadelelerini aralıksız sürdüren müşrikler, böyle işkence yapmakla ve şiddet göstermekle kimseyi dininden döndüremeyeceklerini anladılar. Muhammed Aleyhisselâm’ı öldürmekten başka bir çare bulamadılar. Onun öldürülmesi hadd-i zatında hedefleri haline gelmişti.
•
Mekke devrinin yedinci yılının Muharrem ayında Kureyş’in ileri gelenlerinden kırk kadar kişi Ebu Cehil’in başkanlığında toplandılar. Muhammed Aleyhisselâm’ı kendilerine teslim etmedikçe, Hâşim ve Muttalip oğulları âileleri ile, kendilerinden gelebilecek herhangi bir barış ve anlaşma isteğini asla kabul etmemeye, hiçbir surette acımamaya, kız alıp vermemeye, bir şey alıp satmamaya, görüşüp buluşmamaya... karar verdiler.
Kararlaştırdıkları bu maddeleri, sözleşme şeklinde yazdırıp mühürlediler. Bu işe bir de kudsiyet vermek için bir beze sararak Kâbe’nin içine astılar. Bu kararlarına aykırı hiçbir harekette bulunmayacaklarına dâir yeminler ettiler.
Muhasara bütün şiddetiyle öyle bir devam ediyordu ki, açlık had safhaya ulaşmıştı. Gün olmuyordu ki, müslümanlar ağaç yaprağı yiyorlardı. Derileri kaynatarak yemek zorunda kalanlar bile vardı. Açlıktan kadınların ve çocukların feryatları mahalle dışından duyuluyor, ihtiyarlar ve hastalar gıdasızlıktan sararıp soluyorlardı. Müslümanların büyük bir sarsıntı geçirdikleri muhakkaktı.
Kureyş’in Haşimoğullarına karşı bu tutumu gerçekten çok insafsızca idi. Bu derece şiddet göstermeleri, onları İslâm’dan döndürmek veya hiç olmazsa İslâm’ın daha çok ilerlemesini önlemek içindi.
Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, müslümanlar yılmıyorlar, yollarından şaşmıyorlar, imanlarına iman katıyorlardı.
Peygamberliğin onikinci yılından itibaren Mekkeli müslümanlar, müşriklerin eziyetlerinden kurtulmak için Medine’ye hicret etmeye başladılar. Müşrikler ise çeşitli yollara başvurarak ellerinden geldiğince müslümanları hicretten alıkoymaya çalışıyorlardı. Fakat bu iman selini engelleyemediler.
Müslümanlar Mekke’den böyle göç ettikçe, onları Medine’de Evs ve Hazreç kabileleri hürmetle karşılıyorlar, yer gösteriyorlar ve yardım ediyorlardı. Onun içindir ki Medine’li müslümanlara “Ensâr”, hicret eden Mekke’li müslümanlara ise “Muhâcir” denildi.
Onlara bu ismi Âyet-i kerime’sinde bizzat Allah-u Teâlâ vermiştir:
“İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah râzı olmuştur. Onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.” (Tevbe: 100)
Kendilerine lütuf ve ihsan buyurmuş olduğu dünyevî ve uhrevî nimetlerden ve hususiyetle kendilerini bütün nimetlerin üzerinde olan rızâ-i Bâri’sine nail buyurduğundan dolayı bir şükran ifadesi olarak kalben fevkalade mahzuz bulundular.
Muhacirîn-i kiram hazerâtı Resulullah Aleyhisselâm’ı ilk önce tasdik eden, onun uğrunda her türlü zahmetlere ve fedâkârlıklara katlanan zatlardır. Dinlerini korumak için yurtlarından aşiretlerinden ayrılmışlar, Resulullah Aleyhisselâm’a samimi bir merbudiyet göstermişlerdir.
Ensar-ı kiram hazerâtına gelince; bir çok kimselerden önce Mekke-i mükerreme’ye gelerek Resulullah Aleyhisselâm’ı tasdik etmişler, onu kendi memleketlerine dâvette bulunmuşlar, hicret eden din kardeşlerine pek çok yardımlar yapmışlar, İslâmiyet’in intişarı için pek çok çalışmışlardır.
Bu güzel işlerde onlara uyup, onlar gibi güzel işler yapan, kıyamete kadar onların yaptıkları işleri kendisine nümune alan ve onların izinden giden bütün müslümanlar da üçüncü zümreyi teşkil etmektedirler.
Allah-u Teâlâ Muhacir ve Ensar’ın en önde ve ileri gelenleriyle, ihsan ile kıyamete kadar onlara uyanlardan râzı olduğunu haber vermiştir.
“Allah onlar için, içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu en büyük bahtiyârlıktır.” (Tevbe: 100)
Bu bahtiyarlıktan daha büyük bir bahtiyarlık düşünülemez. Öyle bir kazançtır ki, bundan öte herhangi bir kazanç yoktur.
Daha sonra ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hicret emrini aldı. En sâdık arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ile birlikte peygamberliğin onüçüncü yılında Medine’ye hicret etti.
Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye gelişinin ilk günlerinde bir yandan Mescid-i nebevîyi inşâ ederken, bir taraftan da müslümanlar arasında kardeşlik bağlarını kuvvetlendirmeye çalışıyordu.
Mekkeli müslümanlar dinleri uğruna mal ve mülklerini terkederek Medine’ye göç etmişler ve “Muhacir” olmuşlardı. Medine’li müslümanlar da kendilerine sığınan bu muhacirleri bağırlarına basmışlar, her türlü yardımı yapmışlar ve “Ensar” adını almışlardı.
Zaten Medine’liler Muhacirler’i daha ilk geldikleri gün evlerine almak için birbirleri ile yarışa girmişler, onları paylaşamadıkları için kura çekmek zorunda kalmışlardı.
Resulullah Aleyhisselâm Ensar ile Muhacirler arasındaki sevgi ve samimiyeti güçlendirmek için, her iki tarafın da bütün âile reislerini topladı. Daha sonra da bir Muhacir ile bir Ensar’ı mizaçlarına uygun olarak hak ve eşitlik esasına göre birbirleriyle kardeş yaptı.
Resulullah Aleyhisselâm Medine’deki müslümanların sayısını öğrenmek istedi. Bir tehlike karşısında müslümanların sayısını bilmeye lüzum görülüyordu. “Müslümanım diyenlerin isimlerini yazıp bana getiriniz!” buyurdu. Sayım sonunda müslümanların sayısının binbeşyüz olduğu anlaşıldı.
•
Hicretin ikinci yılında cihada izin verildi. Müslümanlar Mekke’li müşriklerle Bedir’de ilk savaşı yaptılar. İslâm parlak bir zafer kazandı. Müslümanlar ondört şehit vermişlerdi, müşriklerden ise yetmiş kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir alınmıştı.
Böyle fevkalâde bir zaferin elde edilmesi İslâm dininin bütün Arap yarımadasında duyulmasını, yayılmasını ve itibar kazanmasını sağladı. Civardaki kabilelere de gözdağı verilmiş oldu.
Daha sonraki yıllırda Mekke’li müşriklerle Uhud ve Hendek savaşları yapılmış, Mekke’nin fethi ile de kökleri kazınmıştır.
Dokuzuncu yılda Tâifliler müslümanlığı kabul edince, bütün Hicaz İslâm sınırları içine girdi.
Önceleri İslâm dinini yaymak için etrafa muallimler göndermek gerekiyordu. Hicretin dokuzuncu yılında yapılan Tebük seferinden sonra Arap kabîleleri, ister istemez İslâm’a boyun eğdiler. Müslümanlık Arap yarımadasının her tarafına süratle yayıldı. Hicretin dokuzuncu ve onuncu yılları “Müslümanlığın yayılma yılları” oldu. Halk uzak-yakın yarımadanın her tarafından, fevc fevc Medine’ye akıyor, İslâm dinine girmede birbirleriyle yarış ediyordu. Artık Arabistan’da müslümanlara karşı duracak hiçbir kuvvet kalmamıştı. İki yıl içinde şurada burada yaşayan mûsevîlerden, hıristiyanlardan başka bütün yarımadaya yalnız İslâm dini hâkim oldu. Artık İslâm’a karşı çıkacak hiçbir güç kalmamıştı. Bu parlak muvaffakiyet, Hazret-i Allah’ın yardımının bir eseriydi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! Allah’ın yardımı ve fetih (zafer günü) gelip de insanların akın akın dalga dalga Allah’ın dinine girdiklerini görünce, Rabb’ine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. O tevbeleri daima kabul edendir.” (Nasr: 1-2-3)
Âyet-i kerime’de geçen “Fetih”den maksat Mekke-i mükerreme’nin fethidir. Çünkü Arap yarımadasındaki kabileler: “Eğer o kendi kavmine üstün gelirse peygamberdir.” diyerek İslâm’a girmek için Mekke’nin fethini gözlüyorlardı. Allah-u Teâlâ ona bu büyük zaferi nasip edince insanlar alay alay, bölük bölük Allah-u Teâlâ’nın dinine girdiler. İnsanların birer ikişer İslâm’a girdikleri günler artık geride kaldı.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- o Nur’u görmek şerefine nâil olup iman eden ve bu imanı ölünceye kadar koruyan kimselerdir.
Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer Peygamberlerden üstün olduğu gibi; onun Ashâb-ı güzin’i de bütün insanlardan üstündür.
Onlar o Nur’un ef’al ve ahvâlini gördüler. Bir kere sohbetinde bulunmakla hiçbir zorlama olmaksızın bütün ümmetin evliyâsından üstün oldular. Üzerlerinde tezahür eden bütün güzellikler hep o Nur’dan lemean etmiştir.
O Nur ile sohbet faziletine muâdil tutulacak hiçbir fazilet ve kemâlât tasavvur edilemez.
Bu faziletin sebebi şüphesiz kitap ve kitap mütalâa etmek değildir. Çünkü ekserisi ümmî idiler. Bu üstünlüğün sebebi bilgi ve malumat çokluğu da değildi. Böyle olsaydı kendilerinden sonra gelip dinin bütün ahkâm ve meselelerini tafsilâtıyla bilen âlimlerin onlardan üstün olması gerekirdi. Şu halde onların fazilet ve üstünlükleri o Nur ile sohbet etme bahtiyarlığına ermiş ve nurlanmış olmalarıdır. Kaynaktan içtiler. Aşk şarabını içmekle de hayat-ı ebediyeye kavuştular.
Onların imanları şuhudîdir. Vahyin ve sohbetin bereketi ile hakikatları göre göre iman ettiler. Böyle bir devlet onlardan başkasına müyesser olmamıştır.
“Peygamberler arasında ben sizin payınıza düştüm, ümmetler arasında da siz benim payıma düştünüz.” (Beyhakî)
Buyuran Habib-i kibriya’nın -sallallahu aleyhi ve sellem- Ashâb’ı da elbette ümmetlerin en iyileri, en seçilmişleri olur.
•
Zaman-ı saâdetlerine erişip lâtif meclisleri, şerefli sohbetleri ile şerefyab olan, o Nur’un pervaneleri olan bu zâtlar; bir anda öyle bir ruh seviyesine çıktılar ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i nefislerinden de aziz bildiler. O Nur’dan öyle bir ziyâ aldılar ki, ona fedâ edilmeyecek tek birşey tanımadılar. Onun yolunda çoluk-çocuklarını, vatanlarını terkettiler. Değil mallarını, canlarını bile feda etmekten haz duydular. Sevdiler de sevdiler. Cihan tarihinde onun kadar seven ve sevilen bir insan yoktur.
Bedir savaşına hazırlanırken Ashâb-ı kiram’ı ile istişare yapmıştı. Onlar da kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkalâde mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
“Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm’a dediği gibi ‘Sen ve Rabb’in varın savaşın, biz burada oturacağız’ demeyiz, fakat biz deriz ki ‘Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.”
Resulullah Aleyhisselâm’ı bu derece sevmenin mükâfatı da unutulacak gibi değildir.
Bu en yüksek mertebedir. “Peygamberlerle beraber olmak” mertebesidir.
•
Allah-u Teâlâ asırlardan beri imansız yaşayan ve birbirine saldırıp duran bu insanlara iman nuru ile münevver, İslâm şerefiyle müşerref olduktan sonra indirdiği Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:
“Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor.” (Âl-i imran: 103)
O insan şeklindeki canavarlar; bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşi hayvanlar gibi dağılmış olan Araplar, birleşip tek bir vücut haline geldiler. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.
Allah-u Teâlâ ilâhî bir gaye uğrunda birleşen bu bahtiyar kullarını Kur’an-ı kerim’inde meth-ü senâ etmektedir:
“Onların gönüllerini birleştiren Allah’tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfâl: 63)
Diyarları değişmemişken, onlar birden nasıl değiştiler? Câhili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne fesat deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevilikleri medeniliğe inkılâb etti.
O ümmî peygamber onlara öyle bir ruh nefhetti ki, hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular. Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan çöl Arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle; faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular.
O Nur’un etrafında birleşip toplanmaları sayesinde; o imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyet’i çok uzaklara kadar yaydılar. Allah’ın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saadet götürdüler. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nurlarını yaygınlaştırdılar.
Öyle ki, azamet ve kudreti herkesçe bilinen İran ve Rum devletlerini bütün şevketine rağmen kısa bir müddet içinde yerle bir ettiler.
Cihanın şarkına ve garbına hakim olarak, beşeriyeti uyandırmaya, gönülleri nurlandırmaya gayret ettiler. Haktan hakikatten, fazilet üzerine kurulmuş bir medeniyetten haberdar etmeye çalıştılar. Muvaffakiyetten muvaffakiyete nâil olup durdular.
Ölmüş kalpler canlandı, basiretler açıldı, kırılmış ve kopmuş olan ilâhî bağlar yeniden bağlandı. Bütün bunlara o Nur vesile oldu.
Muhammed Aleyhisselâm’ın nübüvveti yalnız Araplara ve sadece Ashâb-ı kiram devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah o Peygamberi ümmî Araplardan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir.” (Cuma: 3)
Onun peygamberliği yalnız Araplar’a değil, onlara ve ondan sonra gelen ve kıyamete kadar gelecek olanlara şâmildir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor.
“Bu Kur’an bana, sizi ve (sizden sonra) erişip ulaşan herkesi uyarmam için vahyolundu.” (En’am: 19)
Kıyamete kadar gelecek bütün insanlar onun irşad sahası içindedir. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.
Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt etmeyen Ashab-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazeratı’nın yanında, daha sonraki devirlerde de müslümanlar derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.
Muazzez ism-i şerifleri o günden bu güne milyarlarca insanların dillerini tezyin edip durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır.
Hiçbir devirde, hiçbir zaman hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve olmamaktadır.
Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören aşık görmeyen aşık.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Benden sonra bir takım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar.” (C. Sağir)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Benden sonra hakikatı anlatmak için ümmetimin içinden kıymetli kimseler gelecek.” demek istiyorlar.
Bu Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki; onu bütün kâinata duyurdu.
İnceleyen bildi, buldu ve iman etti, onu bulan buldu, diğerleri ise küfürde kaldı.