Allah-u Teâlâ kullarını en doğru yola yönlendirmeleri için zaman zaman peygamberler göndermiştir:
“Andolsun ki biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik.” (Hadîd: 25)
Her birini göz kamaştırıcı mucizelerle, mağlup edilemeyen kesin delillerle desteklemiş, beşeriyetin hakiki rehberleri yapmıştır. Hepsi de aynı yolun yolcularıdırlar.
“Ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik.” (Hadîd: 25)
Haysiyetli yaşamanın yolu adaletin ayakta tutulmasına bağlıdır.
Evde, sokakta, çarşıda, pazarda, mahkemede... kısacası her yerde, adalet söz ve hareketlerimizin temeli olmalıdır. Baba çocuklarına, âmir memuruna, muallim talebesine, esnaf müşterisine karşı adaletli davranmalı, kimse kimsenin hakkına tecavüz etmemelidir.
Adalet kelimesi Kur’an-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde; eşitlik, denklik, düzen, dürüstlük, tarafsızlık, gerçeğe uygun olarak hükmetme, hak sahibine hakkını verme, meydana gelen haksızlığı düzeltme, haksızlık yapanı cezalandırma, haksızlığa uğrayanların yanında olma, doğru yolu izleme, iyiliğe iyilikle karşılık verme, zarar vermeyene zarar vermeme, görevini yerine getirme ve hakkını alma, her işi ehline verme, borcunu verme, alacağını isteme... gibi mânâlarda kullanılmıştır.
Adalet fert ve toplum hayatında en önemli huzur ve emniyet kaynağıdır. Devletlerin ve hükümetlerin temel direğidir.
Allah-u Teâlâ’nın gerek peygamberlerini göndermesi, gerekse kitabı ve mizanı indirmesi, insanların adaleti ayakta tutması, adaletle ömür sürdürmeleri içindir.
Demir, Allah-u Teâlâ’nın insanlığın istifâdesine sunduğu nimetlerden birisidir.
“Biz demiri de indirdik. Onda çetin bir sertlik ve insanlar için faydalar vardır.” (Hadîd: 25)
Demirin indirilmesi, yaratılması mânâsında kullanılmıştır. Allah-u Teâlâ demiri bol bol yaratmış, varlığını haber vermiş, kullanılmasını öğretmiştir. İğneden ipliğe kadar hiç bir sanat yoktur ki, onda demirin hizmet ve katkısı bulunmasın. Bugünkü medeniyet demir üzerine kurulmuştur. Demirin insanlığa hizmeti, altından çok daha fazladır.
Demirde çetin bir sertliğin olması, onunla harp silâhları yapılmaktadır.
“Bu, Allah’ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri meydana çıkarması içindir.” (Hadîd: 25)
Tâ ki İslâm bahadırları, o demirden yapılmış silâhlarla Allah’ın dinini yüceltmek için cihad etsinler. Böylece kimin Allah’ın dinine ve peygamberlerine yardım edeceği bilinmiş olsun.
“Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir.” (Hadîd: 25)
Hiç kimsenin yandımına muhtaç değildir. Yok etmek istediğini yok edecek güce ve azamete sahiptir.
İbrahim Aleyhisselâm’dan sonra gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı hep onun soyundan gelmiştir. Şu kadar var ki peygamber torunu olmak veya o soydan gelmek, ancak iman ve amel-i sâlih ile birleşince bir mânâ taşır. Bunun içindir ki, İbrahim Aleyhisselâm’ın ve dolayısıyle oğulları İsmail Aleyhisselâm ve İshak Aleyhisselâm’ın soyundan gelenin içlerinde mümin olanlar bulunmakla beraber, kendilerine yazık eden sapıklar da olmuştur.
“Andolsun ki Nuh’u ve İbrahim’i biz gönderdik. Peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik.
Soylarından gelenlerin kimi doğru yoldadır, içlerinden bir çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd: 26)
Kendilerine kitap verilen peygamberlerin hepsi Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.
Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kendisine ve İshak’a da bereketler verdik.
Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendisine açıktan açığa zulmedenler de olacak.” (Saffat: 113)
Herkes kendi amelinden mesuldür, fâsık kimsenin mesuliyeti kendisine âittir. Babası buna sebebiyet vermemişse, bundan mesul olmaz. Ancak sâlih evlâda sahip olmak için elden geldiği kadar çalışmalı ve bunun için Allah-u Teâlâ’ya niyaz etmelidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın gönderildiklerini, onların zürriyetlerinin de nübüvvete nâil olduklarını, daha sonra da diğer peygamberlerin ve İsa Aleyhisselâm’ın gönderilmiş olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği ve Kitab’ı da onların soyuna verdik.” (Hadîd: 26)
Kendilerine kitap verilen peygamberlerin hepsi Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.
“Onlardan kimi doğru yoldadır, içlerinden bir çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadîd: 26)
Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.
Her asırda Hakk dine uyanlar, hidayet yolunu kabul edenler azınlıkta kalmış; bâtıla uyanlar, dalâleti seçenler ise çoğunluk olmuştur.
“Sonra onların izleri üzerinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik.” (Hadîd: 27)
Musa Aleyhisselâm’dan sonraki İsrâiloğulları peygamberleri de bunlara dahildir.
“Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik ve ona İncil’i verdik.” (Hadîd: 27)
Allah-u Teâlâ ona, içinde Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair müjde bulunan İncil’i indirmiştir.
“Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk.” (Hadîd: 27)
İsa Aleyhisselâm çok yumuşak kalpli ve merhametli olduğu için, onu takip edenler de aynı şekilde mahlûkata karşı yumuşak ve merhametli davranıyorlardı. Birbirlerini sevmeleri dolayısıyle, bu onlara Allah-u Teâlâ tarafından bir övgüdür.
“Türettikleri ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için kendileri türettiler, amma buna da gereği gibi riâyet etmediler.” (Hadîd: 27)
Allah-u Teâlâ’nın dininde O’nun emretmediği ruhbanlığı ortaya attılar ve ona göre yaşamaya kendilerini zorladılar. Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak uğruna nefislerine vacip kıldıkları şeyin hakkını da veremediler, hiç birisi verdikleri sözün icabına uymadılar, böylece dalâlete düştüler.
“Biz de onlardan iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik.” (Hadîd: 27)
İsa Aleyhisselâm’ın haber verdiği Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini tasdik eden sâlih kimseleri kat kat sevaplara kavuşturduk.
“İçlerinden çoğu da yoldan çıkmış fâsıktırlar.” (Hadîd: 27)
Hıristiyanlardan çoğu da itaat sınırından çıkmışlar, son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini inkâr etmişlerdir.
“Onların izleri üzerine arkalarından Meryem oğlu İsa’yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik.” (Mâide: 46)
Aslında İncil, daha önce gelmiş bulunan Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmiş ve bazı küçük değişikliklerin dışında kalan hususlarda Tevrat’ın getirdiği ahkâma dayanmıştır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ve ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden İncil’i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik.” (Mâide: 46)
İncil Tevrat’ı doğrulayıcıdır, onunla çelişen bir kitap olarak indirilmemiştir. Allah-u Teâlâ İncil’i yol gösterici, nurlandırıcı ve öğüt olarak göndermiştir.
Fakat yahudiler inanmadılar, bu dâveti kabul etmediler. İsa Aleyhisselâm’ın karşısında, aslından çıkardıkları Tevrat’ı savunmaya kalktılar.
İsrailoğulları İsa Aleyhisselâm’ı müşkül durumda bırakmak için, peygamber olduğuna dair mucize istediler. Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’ın risalet ve nübüvvetini tasdik ve teyid etmek için ona parlak ve üstün mucizeler ihsan buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem’i olan Muhammed Aleyhisselâm’a imanı, Tevhid’in iki rüknundan biri yapmıştır. Adını adı ile beraber almış, onun hoşnutluğunu kendi hoşnutluğu ile bir tutmuştur. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” ünvanını getirmiş; ona inanmayan kişinin müslüman sayılmayacağını, iman etmemiş olacağını belirtmiştir. Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet olmadan sadece Allah inancı fayda vermez.
Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikleri için küfürda kalmış oluyorlar.
“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur.
“Ey inananlar! Allah’tan korkun ve Peygamber’ine inanın ki; size rahmetini iki kat versin.” (Hadîd: 28)
Birisi önceki peygamberlere imanın mükâfâtı, birisi de Muhammed Aleyhisselâm’a imanın mükâfâtıdır.
“Işığında yürüyeceğiniz bir nur ihsan etsin.” (Hadîd: 28)
Hak ile bâtılı ayıracak, basiret sahibi yapacak, körlükten ve cehaletten kurtaracak bir hidayet versin.
Bu nur ledünnî bir lütuftur, cennet-i âlâ’ya varıncaya kadar müminlerin üzerinde yürüdükleri aydınlık yoldur.
Ahiretteki nur ise 12. Âyet-i kerime’de belirtilen nurdur. O gün mümin erkeklerle mümin kadınların nurları önlerinde ve arkalarında koşacaktır.
“Ve sizi bağışlasın.” (Hadîd: 28)
Önceden işlediğiniz günahlarınızı ve inkânlarınızı affetsin ve rahmetiyle gizlesin.
“Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Hadîd: 28)
Allah-u Teâlâ merhametlilerin en merhametlisidir. O aslâ kullarına zulmetmez, lütuf rahmetine dâvet eder. Ancak küfründe kalanlar, kendisi kendisinin hükmünü vermiş, kendi kendisine zulmetmiş olur.
Kitap ehlinden olan yahudiler Allah-u Teâlâ’nın lütfunun Musa Aleyhisselâm’a has olduğunu, ona verilenlerin benzerinin başkasına verilmediği görüşündedirler. Yine ilâhî lütfun kavim olarak sadece kendilerini kuşattığını ve kendilerinin bir benzerinin hiçbir ümmete verilmediğini sanarlar.
Kitap ehlinden olan hıristiyanlar da Allah-u Teâlâ’nın lütfunun İsa Aleyhisselâm’a münhasır olduğunu, ona verilenin benzerinin Muhammed Aleyhisselâm’a verilmediğini, yine kavim olarak ilâhî lütfun kendilerinden başka hiç bir ümmete verilmediğini düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde lütuf ve keremin kudret elinde olduğunu, onu dilediği kuluna vereceğini beyan buyurmaktadır:
“Böylece kitap ehli bilsin ki, Allah’ın lütfundan hiç bir şey elde edemezler.” (Hadîd: 29)
Müslüman olmayan ehl-i kitap çok iyi bilsin ki, belirtilen bu lütuflardan hiçbirini elde edemezler, etmeleri de mümkün değildir. Çünkü bu lütuflara ermek için Muhammed Aleyhisselâm’a inanmaları şarttır.
“Lütuf ancak Allah’ın elindedir.” (Hadîd: 29)
O azamet sahibi olduğu için, onun lütufları da büyüktür.
“Onu ancak dilediği kimselere verir.” (Hadîd: 29)
Dilediğine dilediğini verme hakkına sahiptir. Dilediği olur, dilemediği olmaz.
“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadîd: 29)
Hiç kimse O’nun kadrini hakkıyla takdir edemez.
•
Ebu Musa el-Eş’arî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanların, yahudilerin ve hıristiyanların misali, bir takım insanları ücretle çalıştıran bir adamın misali gibidir. O adam bir takım gündelikçi tuttu, onlar yarı güne kadar çalıştıktan sonra;
‘Biz işi bırakıyoruz, ücret de istemeyiz.’ dediler.
İşveren onlara;
‘Gününüzü tamamlayın, ücretinizi alın’ diye ısrar etmişse de bırakıp gittiler. O da başka işçiler tuttu.
Onlara;
‘Kalan yarım günü çalışın, eskilere vereceğim tam gündeliği size vereceğim.’ dedi.
İkinciler ikindiye kadar çalıştılar, sonra onlar da işi terk ettiler.
“Biz iş yapmayacağız, ücret de istemeyiz.’ dediler.
İş sahibi;
‘Az vakit kaldı, çalışınız ücretinizi alınız.’ demişse de dinlemediler. Adam başka işçiler tutarak;
‘Günün kalanını çalışın, eskilerin ücretini de siz alın.’ dedi.
Onlar güneş batıncaya kadar çalışıp tam yevmiye aldılar.
İşte bu yahudilerin, hıristiyanların ve (İslâm) nurunu kabul edenlerin misalidir.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1029)
Bu Hadis-i şerif’te ehl-i kitabın daha uzun ömürlü, daha çok çalışıp daha az ücretli olduğuna, bu ümmetin ise daha kısa ömürlü fakat daha çok kazançlı olduğuna, ayrıca verilen mükâfatın hak etmeye göre olmadığına işaret vardır. Allah-u Teâlâ dilediğine dilediğini verir.