Tebriz’e sekiz fersah uzaklıktaki Şebüster’de yaşamış bulunan Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin hayatı ile ilgili çok az bilgi bulunmaktadır. Doğumu ve vefatı ile ilgili değişik tarihler bulunmakla birlikte, 1289-1325 yılları arasında yaşamış olduğunu gösteren kayıtlar, bu rivayetler içinde en güvenilir olanıdır.
Bazı eserlerde Hâcegân ismini taşıyan bir soya mensup olduğu bildirilen Hazret’in, Kirman’da evlendiği ve doğum yeri olan Şebüster’de vefat ettiği sanılmaktadır.
Bilinen iki eserinden en meşhur olanı, üzerine otuzbeş kadar şerh yazıldığı tesbit edilen “Gülşen-i Râz”dır.
Hazret’in bu eseri Horasan velilerinin büyüklerinden olan Seyyid Emir Hüseynî’nin 1317 yılında gönderdiği mektuba vermiş olduğu cevaplardan meydana gelmektedir.
Emir Hüseynî -kuddise sırruh- Hazretleri Şeyh’e mesnevî tarzında onyedi soru sormuş, o sırada Tebriz’de bir sohbet meclisinde bulunan Hazret de mektuba aynı tarzda, o an dilinden dökülen beyitlerle, birkaç saat gibi kısa bir süre içinde cevap vermiş ve adını “Gülşen-i Râz” koyarak mektubu getiren elçiye teslim etmiştir.
999 beyitten meydana gelen eserin, çeşitli dillere çevrilmiş çok sayıda tercümesi bulunmaktadır.
•
Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri “Gülşen-i Râz”ın 369-374. beyitlerinde, velâyet mertebelerinin kemâlâtını üzerinde toplamış olan Hâtem-i veli’nin zuhurundan şu şekilde bahsetmiştir:
“Peygamberlik Âdem Aleyhisselâm’la zuhur etti, kemâli peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Aleyhisselâm’da göründü.
Noktanın ikinci bir defa devretmesi gibi, Peygamber de bu âlemden sefer edince velilik zâhir oldu.
Veliliğin tam zuhuru da velilerin sonuncusu ile olacak. İki âlem de onunla tamamlanacak, onunla kemâl bulacak.
Bütün velilerin varlıkları, son velinin âzâsına benzer. O küldür, öbürleri cüz.
Onun peygamberlerin sonuncusuyla tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zuhur eder.
İki âlem de ona uyar, Âdemoğulları içinde Allah’ın halifesi odur.” (Gülşen-i Râz; sh. 32, çeviren: Prof. Abdülbaki Gölpınarlı)
Hazret 375.-394. beyitlerde ise Resulullah Aleyhisselâm’ın velâyet nûrunu güneşe benzeterek; Hâtem-i veli‘nin gelmesi ile o güneşin yeniden doğacağını, kararmış olan âlemin o Nur ile tekrar aydınlanacağını beyan buyurmuştur:
“Muhammed zamanı, güneşin en yücede bulunduğu zamandı. Bundan dolayı Peygamber’in gölgesi yoktu; o her türlü gölgeden, her çeşit karanlıktan arınmıştı.
Güneşin en yüce noktada bulunduğu zaman, yere dikilen şeyin ne önde gölgesi olur, ne arkada, ne sağda, ne solda!
Muhammed yeryüzünde dümdüz, dosdoğru durdu.
‘Emredildiğin gibi doğru ol, doğrulukla hareket et!’ emrine uydu, o emre göre hareket etti.
Onun hiçbir karanlık gölgesi yoktu... O ne aydın Allah nûruydu, ne güzel bir Allah gölgesiydi!
Kıblesi, doğu ile batı arasındaydı, o yüzden de nurlara gark olmuştu.
Şeytan bile onun elinde müslüman olmuştu. Gölge, onun ayağının altına girmiş, gizlenmişti.
Mertebeler ayağının altındaydı, bu topraktakilerin varlığı hep onun gölgesiydi.
Sonra velilik onun nûruyla gölge saldı, doğularla batıları kapladı.
Ondan, aynen onun zuhurundan evvelki gölgelere uygun gölgeler meydana çıktı.
Şimdi ümmetten yetişen her bilgi sahibi, Peygamber’in zamanından önceki bir peygambere karşılıktır, o peygamberin sırrına mazhardır.
Peygamber, peygamberlikte kemâl bulunca çaresiz bütün velilerden üstün olur.
Velilik de velilerin sonuncusu ile kemâl bulur ve bu suretle ilk nokta, son nokta olur.
Âlem onun yüzünden emniyete kavuşur, imâna ulaşır. Cansızlarla canavarlar bile onun feyziyle canlanır, kemâl bulur.
Âlemde tek bir kâfir bile kalmaz, gerçek adâlet zuhur eder.
O, vahdet sırrına mazhar olarak Allah’ı hakkıyla tanır, Allah’ın hakikati onda görünür.” (Gülşen-i Râz; sh. 32-34, çeviren: Prof. Abdülbaki Gölpınarlı)
•
Nitekim daha önceleri Mevlânâ -kuddise sırruh-Hazretleri de, Hazret’in birbiriyle birleşen iki noktaya benzettiği ümmetin bu iki Hâtem’ini, aynı ışığı saçan iki muma benzetmiş; son mumun geçmişteki bütün mumlara bedel olduğunu, onu görenlerin ilk mumu da görmüş sayılacağını beyan ederek başlangıçta nihâyeti bitiştirmiştir:
“Mustafa: ‘Ne mutlu benim yüzümü görene, ne mutlu yüzümü göreni görene.’ dedi.
Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüştür. Böylece o mumun ışığı, yüz muma nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncusunu gören bile asıl ilk mumu görmüş sayılır.
Işığı istersen son mumdan al; istersen can mumundan, hiç bir fark yoktur.
İstersen son mumun ışığını gör, istersen geçmişlerin mumunu gör.” (C. 1 sh. 380)