Evet, nur olan nâra düşse ne olur? İbrahim Aleyhisselâm ateşe düştü de ne oldu? Nur olduğu için Hazret-i Allah’ın Halil’ini ateş yakmadı, gül bahçesi oldu.
Âyet-i kerime’sinde:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruyor. (Zâriyat: 56)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri’nin bizi buraya niçin gönderdiğini anlamamız gerekiyor. Dünyada tek gaye O’nu bilmektir. O’nu bilen O’nu gördü demektir.
Meselâ; bir eve geldik, evde çok kıymetli ziynetler var, ev sahibi yanımızda bakıp dururken, o ziynetleri alabilir miyiz? Tabi ki alamayız. Çünkü ev sahibi görüyor.
Peki Hazret-i Allah her an bizimle olduğu ve bizi gördüğü halde nasıl günah işliyoruz? Demek ki, ev sahibinden çekindiğimiz kadar Hazret-i Allah’tan çekinmiyoruz. Bu çekinmeyiş, Hazret-i Allah’ı gerçekten bilemeyişimizdendir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” buyuruyor. (Hadid: 4)
Bunun için insan helâl kazanacak, helâl yiyecek, helâl giyecek ki; o vücud nurlansın ve hikmet husule gelsin. Helâl lokma ile beslenen ve lokmayı da ibadet ve taatla yakan, Allah yolunda harcayan vücut nurlanır. O nur bütün azalara yayılır. O nurlanan dil yalan söylemez, nurlanan el harama uzanmaz, o nurlu ayak harama gitmez, o nurlu göz harama bakmaz, o nurlu kulak haram duymak istemez. Nur olan Hazret-i Allah’a yönelir, Kur’an-ı kerim’i bilir, peygamberi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bilir. Mürşid-i kâmil’ini bilir ve itaat eder. Hak sözlerden hoşlanır, kendisi de konuştuğu zaman hikmetli konuşur. Hak söyler, Hakk’ı tarif eder.
Güzel geldik, güzel gidebilmemiz için güzel olmamız lâzım. Bu güzellik Hazret-i Kur’an’ın nur ışığı altında yürümekle, nur olmakla kazanılır. Rabb’im bizi bırakmasın, yoksa Rabb’imizin sevgilileri de bırakır. Halkın sevgisini toplamamak için çok dikkat etmeliyiz, bize Allah-u Teâlâ yeter. Hazret-i Allah’ın sevgisi artarsa, sevdiğine de sevdirir. Herkesin ayakları kayarken, onun ayakları kaymamış olur. Rızâ noktasında nur sayesinde daim kalır. Ona ihsan edilen iyilik bir sermayedir. O sermayeyi harcar, o iyilik, o sermaye Hazret-i Allah’tan gelen bir nurdur. Işığını o nurdan alır, o bir hidayet nurudur, zulümâtı o nurla deler.
Dikkat edersek dilimiz konuşuyor, fakat elimiz konuşmuyor; halbuki el ve dil arasında hiçbir fark yok. Dilimizi konuşturan, elimizi de konuşturur, taşı da toprağı da konuşturur. Konuşturan O’dur, O’nu bilmek lâzım. Nuru veren de O, nur eden de O’dur. Bu lütuf Hakk’tandır. O ihsan edecek, O ikram edecek ki o nur husule gelsin ve Sahib-i Hakiki’nin nuru ile görmeye başlasın. Sonunda o nur ile de huzura varılır. Bir kul için ne büyük bir şereftir bu.
Âyet-i kerime’de:
“Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur.” buyuruluyor. (Nur: 40)
İnsan yüzünü O’na döndürmezse neyi bulur?Cenâb-ı Hakk insanı kendini tanımak için yaratmış, kendini tanımayı insanın nefsini tanımasına bağlı kılmıştır. Bunun için de insana kendi nefsini bilme istidadını vermiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Nefsini bilen Rabb’ini bilir.” buyuruyorlar. (K. Hafâ)
Bunun gerçek mânâsı:
“Fakirliğimle övünürüm.” (K. Hafâ)
Hadis-i şerif’inden öğrenilir.
Buradaki fakirlikten murad “Ben fakirim; ruhum, bedenim, ilmim, malım ve bütün her şeyim sahibimindir. Hiçbir şeye malik değilim, fakirliğimle de övünürüm.” demektir.
Sen çık aradan kalsın nur olan Yaradan. Bunu anlar isek o zaman azâmet-i ilâhi kendiliğinden husule gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu duâyı çok sık yaparlardı.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anh-buyurur ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz duâsında:
"Allah'ım! Kalbimde bir nur kıl, gözümde bir nur kıl, kulağımda bir nur kıl, sağımda bir nur, solumda bir nur, üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur, arkamda bir nur kıl. Beni nur eyle!" (Buhârî)
Diye duâ ederlerdi.
Gaye nur olabilmektir. Çünkü bütün yaratılanlar o nurdan yaratılmıştır. Nurun menbaı odur. Onun için kâinata bakarsak Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm yazılı olduğu görülür, çünkü hep o nur.
Ashâb-ı kiram’ın ileri gelenlerinden Câbir -radiyallahu anh- Hazretleri:
“Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ en evvela neyi halketti?” diye sorduğunda Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz buyurdular ki:
"Allah-u Teâlâ her şeyden evvel senin peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur, Allah'ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yerler, gökler, insanlar ve cinler daha yaratılmamıştı.
Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru dört parçaya ayırdı.
Birinci parçadan Kalem'i, ikincisinden Levh-i mahfuz'u, üçüncüsünden Arş-ı rahman'ı halketti.
Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü. Birinci parçasından Arş'ı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsi'yi, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.
Diğer parçayı da yine dörde böldü. Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.
Kalan parçayı da dörde böldü. Birinci parçasından müminlerin gözlerinin nurunu, ikinci parçasından ilâhi mârifet yuvası olan kalplerinin nurunu, üçüncüsünden de dillerindeki nuru yarattı. Bu da 'Lâ ilâhe illallah Muhammed'ür-resulullah' tevhid nurudur." buyurmuşlardır. (El-Mevâhib'ül-Ledüniyye)
Nurun menbaı odur, o hep “Ümmetim! Ümmetim! Ümmetim!” buyurmuştur. Çünkü o nur idi; kurtulmak için değil, kurtarmak için gelmiş idi. Nâr nura ne yapabilir ki?
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri o sevdiği seçtiği peygamber kullarının her birine ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in nuru idi, geldikleri zaman Muhammed Aleyhisselâm’ın emaneti ile, nûr-i Muhammedî ile geldiler. Bütün peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizdeki her fazilet, meziyet ve mazhariyet, üzerlerindeki emanet, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nurunu taşıdıklarından ötürüdür. Tâ Adem Aleyhisselâm’dan beri o nur onların üzerlerinde döndü durdu, nihayet nurun sahibine kadar geldi, zaten onun nuru idi, nur nura kavuştu.
Hazret-i Allah’ın Hâlil’i hanif ve nurlu bir müslüman olan İbrahim Aleyhisselâm’ın putları yermesi, sonra da kırıp parçalamasına ve insanları bir olan Allah-u Teâlâ’ya ibadete dâvet etmesine, sapıklıkta ısrar eden dalâletteki müşrik kavmin tepkisi çok sert oldu. Bazıları öldürülmesini, bazıları da diri diri yakılmasını istiyorlardı. Kendilerini cehennem ateşinden kurtarmak isteyen peygamberlerini ateşte yakmak istiyorlardı.
Âyet-i kerime’de:
“Dediler ki: Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın.” (Saffat: 97)
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:
“Dediler ki: Eğer bir iş yapacaksanız, şunu yakın da ilâhlarınıza yardım edin!” buyurulmaktadır. (Enbiyâ: 68)
Dalâletteki şaşkın müşrikler kendilerine hiçbir faydası olmayan, her şeyden âciz olan putlarına sahip çıkmak ve onlar adına intikam almak istiyorlardı.
Nihayet İbrahim Halilullah’ı ateşte yakmaya karar verdiler ve onu hapsettiler. Ateşe atacakları yerde kalın bir duvar yaptılar ve odun toplamaya başladılar. Günlerce, aylarca odun taşıdılar. Hazırladıkları yer odun ile dolup dağ gibi büyük bir yığınak haline geldi. Daha sonra da Nemrudun emriyle ateşlediler. Odunların tutuşması birkaç gün sürdü, alevler dalgalar halinde göklere doğru dikiliyordu. Böyle bir ateşin benzeri yakılmamıştı. Manzarası korkunçtu. Harareti o dereceye varmıştı ki o civardaki kuşlar bile oradan geçmez olmuştu. Geçecek olsalar, yanıp kavruluyorlardı. İbrahim Aleyhisselâm’ı değil içine atabilmek yanına yaklaşmak bile imkânsızdı. Nihayet bir mancınık kurdular. İbrahim Aleyhisselâm’ı hapsettikleri yerden çıkarıp, ellerini ayaklarını sımsıkı bağladılar. Mancınığın kafesine koydular. O ise tevekkül ve yakinin en yüksek mertebesinde olduğu için gönlüne zerre kadar korku gelmedi. O zamanda dünyanın en büyük hükümdarlarından olan Nemrud ve erkânı, memleketin eşrafı, avam halk İbrahimAleyhisselâm’a verilecek cezayı görmek için toplanmış bulunuyorlardı. Kalplerinde tutuşan kin ateşi ise bu ateşten kat kat fazlaydı. Allah-u Teâlâ’nın Halil’i İbrahim Aleyhisselâm; ateşe doğru fırlattıklarında Cebrâil Aleyhisselâm gelerek “Ey İbrahim bir ihtiyacın var mı?” diye sordu. “Hayır!” diye cevap verdi. “Allah’tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!” dediğinde “O’nun benim halimi bilmesi bana yeter!” buyurdu. Çünkü o Hakk ile beraberdi, nur olmuştu, kalbi Rabb’isine iman ve güvenle dolmuş idi.
Her zamanki mütevekkil haliyle;
“Allah bana kâfi, O ne güzel vekildir.” virdine devem ediyordu. Böyle nurlu bir iman, nurlu bir teslimiyet içinde idi.
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesinde olduğu için, ateş sadece elini kolunu bağladıkları ipleri yaktı, onun dışında hiçbir zarar vermedi.
Çünkü o anda eteşe Allah-u Teâlâ’nın şu ilâhi emri gelmişti:
“Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol!” (Enbiyâ: 69)
Ateş hakkında ilâhi irade tecelli etti, yakıcı tesirini kaybedip zarar veremez hale geldi. Ateşe “Yakıcı ol!” emrini veren Zât-ı kibriyâ şimdide ona; “Serin ve selâmet ol!” emrini vermişti ve böylece;
“Allah onu ateşten kurtardı.” (Ankebut: 24)
Binbir müşkülatla yaktıkları o ateş yığınının bulunduğu cehennemi andıran yer, bir anda gül-gülistan kesildi, çiçekler açtı, ateş İbrahim Aleyhisselâm’ı yakmadı. Akarsuların, gül bahçelerinin ortasına selâmetle iniverdi, Allah-u Teâlâ nârı nur eyledi.
Bütün melekler bu hadiseyi hayranlıkla seyrettiler.
Âyet-i kerime’de:
“Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için ibretler vardır.” buyuruluyor. (Ankebut: 24)
Buradan da anlaşılıyor ki; Hakk dâima bâtıl üzerine galebe çalmaktadır. Hakk için çalışanları Cenâb-ı Hakk himaye etmekte, bâtıl üzerinde bulunanlar ise er veya geç âleme karşı rezil ve rüsvay olmaktadırlar. Bu hem dünyada, hem de ahirette böyledir.
Kıyametin korkunç merhalelerinden birisi de sırattan geçmektir.
Sırat; cehennem üzerine kurulmuş, herkesin geçmek mecburiyetinde olduğu bir köprü, cennete giden bir yoldur. Bir ucu hesap verme yerinde, bir ucu da cennetin kapısındadır. Bütün insanlar sırat köprüsünden geçeceklerdir.
Âyet-i kerime’de:
“İçinizden cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu Rabb’inin katında kesinleşmiş bir hükümdür.” buyuruluyor. (Meryem: 71)
Bu uğrama, yolun oradan geçmesi sebebiyledir. Cennete girecek olan oradan geçecek, cehenneme girecek ise oradan girecektir. Sıratın genişliği ve uzunluğu, insanların oradan geçmeleri ve hızları, dünyada yapmış oldukları amellere göredir. Dünyada sırat-ı müstakim üzerinde olup, doğrudan ve doğruluktan ayrılmayanlar nur olanlar, sıratı kolaylıkla geçerler.
Ebu Sâid-i Hudri -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Müminler, kimi göz kırpacak kadar zaman içinde, kimisi şimşek gibi, kimisi rüzgâr gibi, kimisi de ala-yörük cins at ve deve gibi süratle geçerler.” (Buhârî)
Kimileri de sendeleyerek, elleri ve ayakları ile emekleyerek geçerler. Bir kolunu çekse öteki kolu, bir ayağını çekse öteki ayağı takılır. Kurtuluncaya kadar ateş yanlarına çarpar, sonra onlar da kurtulurlar.
Cennetlikler aynı zamanda cehennemi ve içindeki azabı gözleriyle görmüş olurlar. Kurtuldukları için sevinçleri ve şükürleri artar.
Bu geçmeyi müminlerden en yüksek mertebede olanlar farkedemeyecekler, göz açıp kapanıncaya kadar geçip gideceklerdir.
Bunların nurları cehennemi söndürür gibi olacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kıyamet gününde sırat köprüsünden geçilirken cehennem ateşi:
‘Geç yâ mümin! Senin nurun benim ateşimi söndürüyor.’ diyerek mümin-i kâmile hitap eder.” (C. Sağir)
Sırattan geçerken yalnız peygamberlerin konuşmasına izin verilir. Her peygamber kendi ümmetinin başında bulunur. “Allah’ım selâmet ver, selâmet ver!” diye duâ ederler. Sıratı ilk olarak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ve ümmet-i muhteremesi geçecekler daha sonra ise diğer peygamber efendilerimiz ve ümmetleri geçeceklerdir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Cehennemin ortasına sırat kurulur. Ümmetini en evvel geçiren ben olurum.” buyurmuşlardır. (Buhari-Müslim)
Sırattan önce geçmek ümmet-i Muhammed’in hususiyetlerindendir.
Abdullan bin Selâm -radiyallahu anh-dan rivayet edilen birHadis-i şerif’lerinde:
“Sonra bir münâdi ‘Muhammed nerede?’ diye nidâ eder. Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm ayağa kalkarak iyisi ile faciri ile hep birlikte olmak üzere bütün ümmeti de arkasına düşecek ve sıratın yolunu tutacaklardır. Allah-u Teâlâ o zaman düşmanlarının görmelerindeki nuru alacak ve bunlar sağlı sollu cehennemin içine sapır sapır dökülecekler, yalnız Peygamber Aleyhisselâm ve sâlihler kurtulacaklardır.” buyurmuşlardır. (Hakim)
•
Ey Allah’ım!
Kalplerimizin arasını hayır üzere birleştir. Aramızı düzelt, bizi hiyadet yollarına eriştir ve bizi karanlıklardan kurtarıp nura çıkar!
Allah’ım bizleri nur etsin, nurumuzu almasın.