Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre:
“Resulüm! De ki: O, üstünüzden ve altınızdan size bir azap göndermeye kâdirdir.” (En’am: 65)
Âyet-i kerime’si nâzil olunca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz üç defa:
“Yâ Rabb! Bu gibi azaptan büyük olan Zât’ına sığınırım.” buyurdu.
Âyet-i kerime’nin aşağısındaki:
“Veya sizi fırka fırka, parti parti birbirinize düşürüp taraflara ayırmaya, kiminize kiminizin hırcını tattırmaya kâdirdir.” (En’am: 65)
Cümlesi gelince Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bu bir dereceye kadar hafiftir.” buyurdu. (Buhari. Tecrid-i Sarîh: 1701)
Allah-u Teâlâ geçmişte yaşamış kavimlerden misal vererek, insanları düştükleri gaflet uykusundan uyarmak için öğüt vermenin ve öğüt verenlerin faziletini, bu öğütleri kabul etmeyenlerin de sonunda ne gibi azaplara uğradıklarını Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“İçlerinden bir topluluk:
‘Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azap ile cezalandıracağı bir topluluğa ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dediler. Onlar da: ‘Rabbinize karşı mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah’tan korkarlar diye.’ cevabını verdiler.” (A’raf: 164)
Yani bizler bu davranışımızı Allah-u Teâlâ’nın huzurunda bizim için bir mazur görülme sebebi olsun diye yapmaktayız.
“Onlar kendilerine verilen öğüdü unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık.” (A’raf: 165)
Neticede Allah-u Teâlâ’nın azabı tahakkuk etti. Hakk yolunda bulunup öğüt vermekte devam edenler onların arasından ayrıldılar ve kurtuldular. İsyankârlar topluluğunu ise şiddetli bir azap sarıverdi.
Zaman zaman toplumlar arasında bir takım âfâkî felâketler zuhura gelir. Bütün bunlar fertlerin birer cezası mesabesindedir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
“İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez.” (Enfâl: 51)
Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz.
Geçmişte isyan eden bütün kavimlerin helâkına vesile olan isyan sebeplerinin günümüzde hepsi mevcut. Dünya kurulalı böylesine bir isyan görülmedi.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Muhakkak ki bu (zamanda) zulmedenlerin de (geçmişteki zâlim) arkadaşlarının paylarına benzer (azaptan) payları vardır.” (Zâriyat: 59)
Takdir edilen zaman gelince, o korkunç ceza, hiç ummadıkları bir anda başlarına geliverir.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz öncekileri helâk etmedik mi?” (Mürselât: 16)
Uyarıcıları yalanlayanları daha dünyadalarken nice felâketlere uğratmadık mı?
“Sonra geridekileri de onların arkasına takacağız.” (Mürselât: 17)
Bu Âyet-i kerime’ler bu ümmetler olup da isyan yolunu tutanlara ilâhî birtehdittir. Eğer bir ıslahat olmazsa, bu gibi felâketlerin geleceği muhakkaktır. Muhakkak ki isyan cezasız kalmaz, bu katı bir gerçektir. Bunu böyle bilin.
Bu isyan bize her âfâtı getirebilir. İsyandan ihsana ve tevbeye dönelim.
İsyan edip günah işleyen biziz. O ise sonsuz rahmetine, engin merhametine bizleri dâvet ediyor:
“Rabb’inize yönelin, size azap gelip çatmadan evvel O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.
Siz farkında değilken ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabb’inizden size indirilenin en güzeline uyun!” (Zümer: 54-55)
O mübarek Kitab-ı kerim’de beyan edilen emir ve yasakları gözetmek hususunda dikkatli olun. Azabın ne zaman geleceği belli olmadığı için, tedbir alıp hazırlık yapınız.
Rabb’imize döndüğümüz zaman; isyan ve tuğyanlarından ötürü Yunus Aleyhisselâm’ın kavmine azap hak olduğu halde, derin bir pişmanlık duymalarından dolayı üzerlerinden azap kaldırıldığı gibi, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hürmetine bizden de kaldırmaya kâdirdir.
•
Her şeyin iç yüzün bilen, gizli taraflarından haberi olan Allah-u Teâlâ’dır. En gizli halleri bilmek O’na mahsustur. İyilik yapanları mükâfatlandırır, kötülük yapanları cezalandırır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” buyurmaktadır. (Fâtır: 14)
Sana hakikatı bildirecek olan, her şeyden kemali ile haber olan Zât-ı kibriyâ’dır, diğer haber verenler değil.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Onların sana getirdiği her misale karşı, mutlaka biz sana daha doğrusunu ve daha açığını getirdik.” (Furkan: 35)
Seni her yönden tenvir eder hasımlarına karşı en mükemmel cevaplar vermeye muktedir yaparız.
“Yüzükoyun cehennemde toplanacak olanlar var ya, işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.”(Furkan: 34)
Onlar en ziyade sapıklığa düşmüş ve hidayetten uzak kalmış kimselerdir.
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm’a indirilen İslâm, Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
Allah-u Teâlâ kendi dinini ve partisini açıklamıştır.
Dini hakkında şöyle bir beyan-ı ilâhisi var:
“Allah katında din İslâm’dır.” buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. (Âl-i imran: 19)
Bu ilâhî bir hüküm, Rabbânî bir fermandır. Binâenaleyh Allah katında hiçbir dinin, hiçbir ismin hükmü yoktur. Allah-u Teâlâ’nın yanında makbul olan din yalnız budur. Din olarak yalnız İslâm vardır.
Partisi hakkında da şöyle bir fermân-ı ilâhî’si var:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)
“Hizbullah” Allah-u Teâlâ’nın ve Resul’ünün partisidir, mülkün sahibinin kanunudur. Emir ve nehiyleri koyan O’dur. Din kuranlar, hizipçiler, bölücüler ve particiler ayrıdır.
Bu Âyet-i kerime mucibince biz “Hakk parti”liyiz, “Halk parti”lerle ilgimiz yoktur. Bizim partimiz budur, “Ülâike Hizbullah”tır. Yani Hazret-i Allah ve Resul’ünün partisindeniz. Başka hiçbir parti ile ve hiçbir din kurucu ile de ilgim ve işbirliğim de yoktur. Bizim partimiz 1400 sene evvel kurulmuştur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah’ı, O’nun Peygamber’ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mâide: 56)
Bunlara “Allah’ın dostları” mânâsına gelen “Evliyâullah”; “Allah’ın yardımcıları” mânâsına gelen “Ensârullah”; “Allah’ın taraftarı” mânâsına gelen “Şîatullah” ve “Allah’ın ordusu” mânâsına gelen “Cündullah” da denir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Şüphesiz ki bizim ordumuz galip gelecektir.” (Saffat: 173)
Şu muhakkaktır ki gerçek müminler ilelebed ilâhî himayeye mazhar olacaklardır.
Bir de hizipçiler vardır. Bu hizipçilerden murad; sapıtıcı, din kurucu imansız imamlar olsun, ifsat bakımından Firavun’dan daha beter olan ve Allah’lık dâvâsında bulunanlar olsun, bunlar Deccal’den de daha tehlikelidirler.
Allah’tan tarafa olan “Hizbullah” ayrı, şeytandan tarafa olan “Hizbüşşeytan” ayrıdır. Onlar Allah-u Teâlâ’nın partisi adı altında şeytanın hizipçiliğini yapıyorlar.
Hizbüşşeytan hakkında Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar şeytanın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytanın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişlerdir. Günah, isyan, tuğyan ve düşmanlık hususunda şeytanın askeri ve yardımcısı olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Müminun: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir. Onların dini ayrıdır, kitapları ayrıdır. Her bölük kendi dinine göre, kendi kitabına göre hareket ediyor. Böylece dinden çıkıyorlar ve aralarında bununla seviniyorlar. Hepsine sor, hepsi de kendi tuttukları yoldan memnundur, bunları o yoldan alıkoymak da mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ Hizbüşşeytan’ın bütün yaptıklarını Kelâmullah’ta yasaklamış ve haram kılmıştır.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“O kendi hizbini (partisini), çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” (Fâtır: 6)
Şeytan güçlü kuvvetli bir düşmandır, insanları cehenneme çağıran simsar ve tellâldır. Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur.
Gerek Hizbüşşeytan’a tâbi olanlar ve gerekse şeytan ve onun askerleri tamamen cehenneme sevkedileceklerdir:
“Doğrusu, ki ben hep doğruyu söylerim. Mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım.” (Sâd: 84-85)
Bu ilâhî beyan, Allah-u Teâlâ’nın emrini ve hükmünü bırakıp da şeytana uyan herkes için azap bildiren bir tehdittir. Onlar kendi o fenâ hareketlerinin cezasına kavuşmuş olacaklardır. Bu ise fıtrî kabiliyetlerini kötüye kullanmalarının bir neticesidir.
“Hizbüşşeytan”a âit olan bir de “Hizbülvahşet” vardır. Bunlar her ne kadar “Hizbüşşeytan” ise de yaptıkları büyük vahşetten ötürü “Hizbülvahşet” de denilir, bunlara aslâ “Hizbullah” denmez. Bunların neler yaptıklarını gördük, duyduk. Müthiş bir bölücü ve vatan hâini oldukları anlaşıldı.
Biz bu vahşeti bugün değil, Hakikat dergimizin Mart 2000 sayısında da yazmıştık. Adı geçen makalemiz kitabımızın son bölümüne alınmıştır. Gayeleri dini ve vatanı parçalamaktır. Bir düşmanın dıştan yapamadığını, iç düşmanlarımız yapıyor, dinimizi ve vatanımızı yıkmak istiyorlar. Oysa; “Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan...”
İran’a yaranmak için, menfaat temin etmek için ve Türkiye’yi zayıf düşürmek için böyle yapıyorlar. Yaptıkları vahşet ne İslâm’a, ne de gayr-ı İslâm’a yakışmaktadır. Değil bir müslüman, kâfir bile bu vahşeti yapmaz. Yaptıkları bu şiddet ve vahşeti hiçbir kelime ile ifade etmek mümkün değildir. “Hizbullah” adını kullanarak bu isim altında bu vahşeti yapmakla hem menfaatlerini temin ediyorlar, hem de İslâm dinine büyük bir leke sürmektedirler. Zira İslâm dini bunların yaptıklarının hepsini yasak etmiştir.
Oysa Kelâmullah’ta haksız yere adam öldürmenin haram olduğuna dair pek çok Âyet-i kerime’ler vardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde bir mümini haksız yere öldürmenin büyük bir cinayet olduğunu ve o nisbette cezâya sebep olacağını beyan buyurmaktadır:
“Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ: 93)
Çünkü çok büyük bir suç işlemiştir.
Görülüyor ki bir mümini öldürmek, anlatılmayacak derecede tehlikeli ve korkunç bir âfettir. Allah-u Teâlâ’yı inkârdan sonra en büyük günah cana kıymaktır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide: 32)
İnsanın Allah katındaki derecesi çok yüksektir. Burada insan hayatının ne kadar değerli olduğu gözler önüne serilmektedir.
İnsanın en mühim vazifelerinden birisi de hayat gibi büyük bir nimetin idamesine çalışmaktır. Yaşama hakkı mukaddes olduğundan dinimiz bu hakkın muhafazası hususunda her türlü tedbiri almıştır.
Haksız yere bir başkasının hayatını alan veya ölümüne sebep olan kimse, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının ulvîliğini ayaklar altına almış, bu hususta başkalarına da cesaret vermiş, Allah-u Teâlâ’nın gazabını haketmiş olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde de şöyle buyurmaktadır:
“Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara: 191)
Dikkat edilirse katl, bir kişinin ölümü demektir. Fitne ise Âlem-i İslâm’ın yıkılması demektir.
Büreyde -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müminin öldürülmesi Allah katında, bütün dünyanın yok olup gitmesinden daha büyüktür.” (Nesâi, Tahrim; 1)
İlâhî hükümleri gözlerinin önüne seriyoruz ki, belki kendilerine gelip tevbe ederler ve sapıklık yolundan dönerler.
•
Burada çok mühim bir husus da vardır ki;
Şayet ellerinden gelseydi, Süleymancılar da bunlardan daha büyük vahşet yapacaklardı. Zira gizli raporlarını görmüştük.
Ve fakat içyüzlerini ortaya serdiğimiz;
İsimli eser onların bellerini kırdı.
Artık ne bir iş yapabilirler, ne de yeniden başlatabilirler!
Bu mevzu; Bu ay neşredilen “HİZBULLAH’A Tâbi Olanlar, HİZBÜŞŞEYTAN’A Tâbi Olanlar, HİZBÜLVAHŞET’E Tâbi Olanlar” kitabından alınmıştır.
Ehemmiyetine binaen ve çok lüzumlu gördüğümüzden ötürü baştan itibaren bu kitabın mevzularını zaman zaman dergide yayınlayacağız ve sırasıyla din ve vatan düşmanı bölücülerin içyüzünü size arz edeceğiz.
Yine bu kitapta geçen Hizbülvahşet’in katliamları ve içyüzleri Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında neşredilecektir.
Musul bölgesinde eski adıyla Ninova şehrinde bir kavim yaşamaktaydı ve yüzbinden fazla bir nüfusa sahipti. Halkın ahlakı ve itikadı iyice bozulmuş, istikametten uzaklaşmışlar, kendi yaptıkları putlara heykelere tapmaya başlamışlardı.
Allah-u Teâlâ otuz yaşlarında bulunan Yunus Aleyhisselâm'ı Ninovalılar'ı ıslah etmesi, onları Hakk'a dâvet etmesi için peygamber olarak vazifelendirdi.
Yunus Aleyhisselâm onları inançlarını düzeltmeye, bir olan Allah'a inanmaya ve O'na kulluk yapmaya, günahlarından isyanlarından tevbe etmeye, kendi elleriyle yonttukları putlara tapmaktan vazgeçmeye davet etti. Otuzüç sene gibi bir zaman aralarında kalmasına ve hiç ara vermeden tebliğini sürdürmesine rağmen iman etmediler. Bir velinimet olan peygamberlerini yalanlamak cüret ve cehaletini gösterdiler.
Aşırı zenginlik ve müreffeh hayat onları Hakk'tan uzaklaştırmış, şeytanın maskarası, nefislerinin esiri olmuşlardı. Her geçen gün düzelecekleri yerde şirk ve küfürlerinde direniyorlar, isyan ve tuğyanlarını, zulüm ve ahlaksızlıklarını artırıyorlardı.
Halkın çoğunluğu Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'lerinde buyurduğu gibi idi:
"Biz hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek, oranın varlıklı ve şımarık kişileri mutlaka 'Biz size gönderilmiş olan şeyleri inkâr ediyoruz.' demişlerdir." (Sebe: 34)
Yunus Aleyhisselâm'ın halkın kafirce tutum ve davranışlarından ruhu daralır, bazı zamanlar dağlara çıkar, oralarda kendisini ibadete verirdi.
Yıllar süren irşad faaliyetleri sonucu sadece iki kişiden başka iman eden olmamıştı. Birisi ilim ve hikmet sahibi bir zat, diğeri ise âbid ve zâhid bir mümin idi. Bütün uyarılara rağmen diğerlerinin tıkanmış kulaklarına söz gitmedi. Kılıflı kalpler kımıldamadı, paslanmış vicdanlar doğruyu yanlışı birbirinden ayıramadı. Nefislerinin safâsını ruhlarının safâsı zannediyorlar, putlarından asla vazgeçmiyorlardı. Bu sebepledir ki azaba müstehak olmuşlardı.
İsyan ve tuğyanlarında ısrar eden kavminin bu katı taassuplarına çok üzülen Yunus Aleyhisselâm; imansızlıkları sebebiyle geçmiş kavimlerin başlarına gelen azap gibi, onların da başlarına bir azap gelebileceğini hatırlatarak son bir defa daha uyardı. Aradan biraz zaman geçtikten sonra da kendisine verilen ilâhî bilgiye dayanarak yakında üzerlerine büyük bir musibetin geleceğini haber verdi.
Halk onun bu haberini ciddiye almadı, durumlarında hiç bir değişiklik olmuyordu.
Yıllarca kavmini dine davet ettiği halde inanmayışları, Hakk'ı ve Hakikatı kabul etmemekte direnişleri Yunus Aleyhisselâm'ın zoruna gitti, muhalefet etmelerinden pek müteessir oldu. Sapıklıklarına daha fazla dayanamayarak, azap vakti gelmezden önce ve müsaade-i ilâhî telakki etmeden Ninova'yı terketti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Zünnun’u da an!
Hani o bir vakit öfkeli bir halde geçip gitmişti.” (Enbiyâ: 87)
Risalet vazifesini hakkıyla yerine getirdiğini, Allah-u Teâlâ’nın emir buyurduğu mühim işleri ifâ ettiğini, müsaade-i ilâhi olmaksızın kavmini terkettiği için bir ukubete uğramayacağını sandı.
Düşündü ki yeryüzü geniştir, pek çok kasabalar ve insanlar vardır. Mademki bunlar inanmamaktadır, Allah-u Teâlâ da kendisini başka bir kavmin irşadı için vazifelendirir, sıkıntısı da geçer.
Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’sinde:
“Kendini hiç sıkıştırmayacağımızı sanmıştı.” buyuruyor. (Enbiyâ: 87)
Şüphesiz ki bu davranış bir peygamberin bulunduğu makama göre olmaması gereken bir davranıştı. Hiç bir peygamber Allah-u Teâlâ’nın emri ve izni olmadan bulunduğu yeri terketmemişti.
Allah-u Teâlâ bu yüzden onu çetin bir imtihana tabi tuttu.
Gerçi burada emre itaatsızlık mevzubahis değildir. Çünkü Allah-u Teâlâ ona “Şehirden çıkma!” diye bir emir vermiş değildi. Veya “Şöyle yap!” buyurduğu halde o yapmamış da değildi. Sadece şehirden izinsiz ayrılmıştı.
•
Bir gece vakti Ninova’yı terkeden Yunus Aleyhisselâm yoluna devam etti, nihayet bir deniz kıyısına geldi. Orada sefere hazır bir gemi gördü ve gemiye bindi.
Âyet-i kerime’de:
“Hani o bir vakit dolu bir gemiye binip kaçmıştı.” buyuruluyor. (Saffat: 140)
Yunus Aleyhisselâm’ın izn-i ilâhi olmadan şehri terketmesi Âyet-i kerime’de “Efendisinden kaçan, halka görünmeden izini kaybettirmek isteyen köle” hakkında kullanılan “Ebeka” kelimesi ile ifade edilmiştir. Hicret emri gelmediği halde bulunduğu şehri terketmesi, bir bakıma efendisinden kaçıp gizlenen kölenin durumu ile benzerlik göstermektedir.
Gemi denize açılır açılmaz Allah-u Teâlâ şiddetli bir kasırga gönderdi. Kasırga sebebiyle deniz dalgalanmaya, gemi de sağa sola yalpa yapmaya, dalgalar arasında bocalamaya başladı. Gemi sahipleri ve yolcular, geminin batma tehlikesi karşısında endişeye kapılıp korktular. Gemideki yükün hafifletilmesi gerektiğini düşünerek lüzumsuz eşyayı denize attılar, fakat hiç bir faydası olmadı. Muhtemelen batma tehlikesi her an artıyordu.
Diğer yolcuların hayatlarının kurtulabilmesi için bir kaç kişinin denize atılması gerektiğini ileri sürdüler. İçlerinden bazıları “Bu başımıza gelen, içimizden birinin günahı yüzündendir.” dediler. Bazıları da “Herhalde gemide efendisinden firar etmiş bir köle var, gemide kaçak köle olunca gemi yürümez!” diyorlardı.
Yunus Aleyhisselâm hemen anladı ki efendisinden kaçan köle kendisidir. Bu fırtınanın kendisiyle yakından ilgili bulunduğunu, denize atıldığı takdirde fırtınanın dineceğini söyledi. “Gemide Rabbinden kaçan bir kul vardır, siz onu denize atmadıkça fırtına dinmez.” buyurdu.
Fakat gemidekiler “Biz seni sâlih bir insan olarak görüyoruz, biz seni denize atmayız!” dediler. Yunus Aleyhisselâm onlara kura çekilmesini hatırlattı. “Kurada kimin ismi çıkarsa onu denize atınız!” dedi.
Bunun üzerine aralarında kura çektiler. Üç defa tekrarlamalarına rağmen üçünde de kura açık olarak Yunus Aleyhisselâm’a isabet etti.
Âyet-i kerime’de:
“Gemide olanlarla karşılıklı kura çekmişti ve kaybedenlerden olmuştu.” buyuruluyor. (Saffat: 141)
Yunus Aleyhisselâm kura kendisine çıkınca bildi ki bu ilâhî bir imtihandır. Kalbi mutmain olarak Sahib’ine tefviz-i umur etti ve kendisini kaldırıp denize attılar. Çok geçmeden de fırtına aniden kesildi, dalgalar sakinleşti, gemi yoluna devam etti.
•
Allah-u Teâlâ’nın emri üzerine o anda denizden bir balık denizi yararak çıktı ve Yunus Aleyhisselâm’ı incitmeden karnının içine aldı. O anda Yunus Aleyhisselâm, emr-i ilâhî telakki etmeden kavmini terkettiğinden dolayı nefsini alabildiğine kınamakla meşguldü, kalb-i râhimi titriyordu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yunus kendini kınayıp dururken onu bir balık yuttu.” (Saffat: 142)
Olacak oldu, ilâhî irade yerini buldu.
Allah-u Teâlâ siyaneti olarak o balığı göndermişti. Yunus kulunu yutup korumasını, etini yaralamamasını, kemiklerini kırmamasını, karnında diri olarak tutmasını vahyetti. Balık da o şekilde Yunus Aleyhisselâm’ı korudu, denizin karanlıklarında onu diri olarak gezdirdi.
Yunus Aleyhisselâm balığın karnında karar kıldığı zaman öldüğünü sanmıştı. Uzuvlarını hareket ettirince hayatta olduğunu anladı ve hemen secdeye kapandı. Bütün mevcudiyetiyle Allah-u Teâlâ’ya yönelip tevbe ve istiğfarda bulundu. Ömrü boyunca tesbih ve tehlile devam eden Yunus Aleyhisselâm, şimdi de aynı şekilde devam ediyordu. Hem de karanlıklar içinde. Bir taraftan gecenin karanlığı, bir taraftan deniz dibinin karanlığı, bir taraftan da bulunduğu yerin karanlığı kuşatmıştı kendisini.
Bu karanlıklar içinde:
“Allah’ım! Senden başka ilâh yoktur, sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin, ben hata ettim, zâlimlerden oldum.” diye niyaz ediyordu. (Enbiyâ: 87)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre:
“Bu dua gelip arşı kuşattığında melekler “Ey Rabbimiz! Biz uzak bir yerden zayıf bir ses işitiyoruz.” dediler. Allah-u Teâlâ “Siz bu sesin sahibini tanıyor musunuz?” diye sordu. “Ey Rabbimiz! O kimdir?” dediler. “Kulum Yunus’tur!” buyurdu. Melekler “Her gün ve her gece salih amellerin, icabet buyurulan duâların kendisinden yükseldiği kulun Yunus mu?” dediler. “Evet” buyurdu. “Ey Rabbimiz! Bollukta yaptıklarından dolayı ona rahmet edip onu bu musibetten kurtarmayacak mısın?” diye sordular. Allah-u Teâlâ “Evet kurtaracağım” buyurdu ve Yunus Aleyhisselâm’ı artık dışarıya çıkarması için balığa emretti.” (İbn-i Kesir)
Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Biz de onun duasını kabul ettik ve onu üzüntüden kurtardık.” (Enbiya: 88)
Allah-u Teâlâ Yunus Aleyhisselâm’ın başından geçenleri Muhammed Aleyhisselâm’a hatırlatmış, mücadelesinde sabırlı olmasını, yılmamasını, azmi elden bırakmamasını tavsiye etmiştir.
“Resulüm! Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle! O, balığın arkadaşı Yunus gibi olma!
Hani o dertli dertli Rabbine niyaz etmişti.” (Kalem: 48)
Zor şartlar altında kalınsa bile bu şekilde davranılmaması gerekiyordu. Yunus Aleyhisselâm’ın zellesinin sebebi bu idi.
Fakat onun samimi itirafı, aczini ortaya koyuşu, azamet-i ilâhî karşısında boyun büküşü kurtuluşuna vesile oldu.
Âyet-i kerime’de:
“Eğer Allah’ı tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar diriltilecek güne kadar balığın karnında kalacaktı.” buyuruluyor. (Saffat: 143-144)
Zühd ve takvâsı, zikir ve tesbihi kendisi için büyük bir nimet ve rahmet olmuştu. Yoksa kıyametten evvel berhayat olarak bir daha dünya yüzüne gelemeyecekti. Bu balığın karnı kıyamete kadar ona mezar olabilirdi.
Allah-u Teâlâ ona büyük bir lütufta bulunmuştu. O tesbihi o tehlili de ona ilham eden O idi.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şayet Rabbinden ona bir lütuf nimeti erişmemiş olsaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı.” (Kalem: 49)
•
Allah-u Teâlâ sevgili peygamberinin dûasına icabet buyurdu. Onu karnında saklayan balığa, sahile yaklaşarak kıyıya bırakmasını ilham etti.
Âyet-i kerime’sinde:
“Onu çıplak bir şekilde attık. O hasta idi.” buyuruyor. (Saffat: 145)
Yunus Aleyhisselâm balığın karnından çıktığında yeni doğmuş bir çocuk gibi hareketsizdi, vücudunun etleri ve kemikleri gevşemişti. O karanlık yerde normal hayat şartlarının dışında geçirdiği müddeti içinde yorgun ve bitkin düşmüştü.
•
Allah-u Teâlâ Yunus kuluna bir başka nimetini ikram etti. Sıcak bir mevsimde açık bir yerde yatan peygamberini gölgelendirmek, güneşin yakıcı hararetinden korumak için hemen yanıbaşında bir cins kabak olan Yaktîn adında bir bitki yeşertiverdi. Sivrisinek gibi haşerat bu bitkiye yaklaşamıyordu. O kumsal arazide böyle bir bitkinin bir anda bitip yeşerivermesi, şüphesiz ki ilâhî bir mucize idi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onun için geniş yapraklı bir bitki yetiştirdik.” buyuruyor. (Saffat: 146)
Onun gölgesinde istirahat ediyor, meyvesinden yiyor, suyundan içiyor, başka bir gıdaya muhtaç bulunmuyordu.
Yunus Aleyhisselâm’ın vücudu eski kıvamını buluncaya kadar bu hâl devam etti.
•
Allah-u Teâlâ onu bu yüzden çetin bir imtihana tâbi tuttu. O ise Hazret-i Allah’a yöneldi, sahil-i selâmete erdi.
Allah-u Teâlâ Yunus peygamberine kavminin yanına gidip tevbelerinin kabul edildiğini kendilerine haber vermesini emrederek onu onların üzerine tekrar irşad için gönderdi.
Âyet-i kerime'de:
"Fakat Rabbi onu seçti ve onu salihlerden kıldı." buyuruluyor. (Kalem: 50)
Yunus Aleyhisselâm'ın kendilerini şiddetli bir azapla tehdit edip ortadan kaybolması, Ninova halkını büyük bir korku ve telâşa düşürmüştü. Peygamberlerinin kesinlikle yalan söylemediğini bildikleri için aralarından aniden ayrılınca azabın geleceğini kesinlikle anladılar. Hele kendilerine tanınan müddet yaklaştıkça büsbütün huzursuz oldular. İman etmek için Yunus Aleyhisselâm'ı ne kadar aradılarsa da bulamadılar.
Azap belirtileri ardarda gelmeye devam ediyordu. Gökyüzü karardı, bulutumsu siyah bir tabaka şehrin üzerine inmeye başladı.
Verilen haberin gerçekleşmesinin yakın olduğunu sezen büyük bir azapla karşılaşacaklarını anlayan halk gafletten uyandı. Yaptıklarına bin pişman oldular. Putlarını terk etmekle işe başladılar. Aralarındaki her türlü haksızlığa son verdiler, birbirleri ile helalleştiler. Kadın erkek, genç ihtiyar herkes aç ve susuz olarak, üstlerinde eski elbiselerle derhal şehrin dışına çıktılar. Geniş ve yüksekçe bir yerde toplanarak gönülden Allah-u Teâlâ'ya yöneldiler. Niyetlerini düzelttiler. İmansızlıklarından, yaptıkları isyan ve tuğyandan dolayı âlemlerin Rabbinin huzurunda alçaldılar. Hazin hazin ağlaşmaya, başlarına toz toprak saçmaya, seslerini yükselterek yalvarmaya, duâ ve niyazda bulunmaya, tevbe etmeye başladılar. "Yunus'un getirdiklerine iman ettik." dediler. İnsanların ve hayvanların iniltileri birbirine karışıyor, feryat ve figanları arşa yükseliyordu.
Onların bu tevbeleri ihlâs ve samimiyet üzere olduğu için, merhamet-i ilâhîyi celbe vesile oldu, rahmeti ile tecelli etti, duâlarını ve tevbelerini kabul buyurdu. Başlarının üzerine gece karanlığı gibi çöken hor ve hakir azabı üzerlerinden kaldırdı, belirtilerini giderdi.
Yunus Aleyhisselâm'ın kavmi dışında; inkâr ettikleri yoldan çıktıkları halde, başlarına gelecek azabın belirtilerini görünce tevbe etmiş ve affedilmiş, azaptan kıl payı kurtulmuş bir kavim yoktur.
Nitekim Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
"(Azap geleceği vakitte) iman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir memleket halkı varsa, şüphesiz ki Yunus'un kavmidir.
İman ettiklerinde kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada faydalandırdık." (Yunus: 98)
Allah katında bir kavmin helâk edilmesine dair hüküm çıktıktan sonra iman etmenin ve yalvarmanın hiç bir faydası olmadığı, inen hiç bir azap geri alınmadığı halde; onların bu yeis halindeki imanları hüsn-ü kabul görmüş, ümitsizlik halinde yaptıkları tevbeleri makbul olmuş, azap üzerlerine sarkıtıldıktan sonra kaldırılmıştır. Şayet iman edip tevbe etmemiş olsalardı, cezalarını bulacaklardı.
Helâk olan kavimler hakkında bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Uyarılıp da söz dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!" (Yunus: 73)
Bir çok kavimler inkâr ve azgınlıkta ısrar edip dururken azap emâreleri ortaya çıkınca "İnandık!" demişlerse de, inen azaptan kendilerini kurtaramamışlar, korku sebebiyle iman iddiasında bulunmaları makbul tutulmamıştır. Tıpkı Firavun'un durumu gibi. Kurtuluş imkanlarının kalmadığını anlayınca "Artık ben de müslümanlardanım!" demişse de, onun bu inanması kendisine hiç bir fayda sağlamamış ve boğulanlardan olmuştu. Allah-u Teâlâ ölüm anındaki bu samimi olmayan imanı kabul etmedi.
Allah-u Teâlâ sevgili peygamberi Muhammed Aleyhisselâm'ın yüzü suyu hürmetine, Mekke müşriklerine böyle bir azap indirmemiştir.
•
Sırf inatlarından ötürü peygamberine iman etmeyen, sözünü dinlemeyen Ninovalılar Yunus Aleyhisselâm'ın aralarına döndüğünü görünce çok sevindiler. Ellerini ayaklarını öptüler. Sayıları yüzbini geçen bu insanların hepsi de iman ettiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Onu yüzbin veya daha fazla bir topluluğa peygamber olarak gönderdik, nihayet ona inandılar." buyuruyor. (Saffat: 147-148)
Yunus Aleyhisselâm'ın bundan sonraki hayatı, bir süre önce kendi hallerine terkettiği kavminin hallerini ıslah etmekle, dinin esaslarını öğretmekle geçti.
Kavminin iman etmesi kendilerine hayat hakkı tanımış oldu.
Allah-u Teâlâ bu halka ettiği muameleyi Âyet-i kerime'sinde şöyle açıklamıştır:
"Biz de onları bir süreye kadar yararlandırıp geçindirdik." (Saffat: 148)
Böylece bir süre istikamet üzere gittiler, salih amellerde bulundular, geçimlerini meşru yoldan sağlamaya yöneldiler. Allah-u Teâlâ onları huzur içinde yaşattı. İmanlarının semeresini dünyada gördüler. Azaba müstehak oldukları halde üzerlerinden azap kaldırılmakla ün yapan bu kavmin uhrevi mükâfatları da elbette pek büyüktür.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bazı peygamber kardeşleri ile miraç gecesinde semâ katlarında görüşmüşlerdi. Bir mucize olarak Yunus Aleyhisselâm’ı görmesi ise bir başka şekilde tecelli etti.
İbn-i Abbas -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke ile Medine arasında giderken bir tepeye gelip kavuştukları zaman “Bu hangi tepedir?” diye sormuştu. “Herşâ tepesidir” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine şöyle buyurdular:
“Ben Yunus bin Mettâ’yı derli toplu, yuları hurma lifinden olan kızıl bir devenin üstünde, yünden bir aba giymiş olduğu halde, ‘Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk!” diye telbiye ederek geçtiğini görüyor gibiyim.” (Müslim)
•
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz Allah-u Teâlâ’nın varlığını birliğini, bu kısa dünya hayatından sonra ebedi bir hayatın başlayacağını bildirmek için gönderilmişlerdir.
Cenâb-ı Hakk’ın lütuf hidayeti ile hidayete eren, hakikatı bulan bir insanın; Hakk ve hakikatten gâfil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmaya, kalpleri nurlandırmaya gayret etmesi lâzımdır. Çünkü bu vazife yapıldığı zaman ancak insanlar kötülükten sakınır, hidayet yolunu tutarlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Senin vasıtanla Allah-u Teâlâ’nın bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için dünyadan ve içindekilere sahip olmaktan daha hayırlıdır.” (Buharî)
Bir insan sele kapılmış gidiyor. Merhamet ederek kenara gelip onu kurtarmaya çalışmaz mısınız? Kurtarmazsanız boğulup gidecek. Dalâlet girdabına kapılmış bir insanı kurtarmak ona da benzemez. Bir insanın ebedî hayatı kurtarılmış oluyor. Şöyle düşünülürse bir tarafta can kurtuluyor, bir tarafta iman kurtuluyor.
Bunun içindir ki azimli bir şekilde çok çalışmak gerekiyor. Ola ki bir kişi Allah-u Teâlâ’nın lütuf hidayetine erer.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İyiliği emret, kötülükten vazgeçir. Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan.” (Lokman: 17)
Bu kolay bir vazife değildir. Bu vazifeyi yapanların başlarına bir takım musibetler ve sıkıntılar gelmesi mümkündür. Bu sıkıntılara sabretmek lâzımdır.
Bir de şu varki, bu vazife cesareti ve metaneti gerektiren işlerdendir. Malını ve canını o yolda fedâ edenlerin işidir.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir.” buyuruluyor. (Lokman: 17)
Yunus Aleyhisselâm’ın kıssasında İslâm’ın ilk yıllarında Mekke-i mükerreme’de sıkıntılı günler geçiren müslümanlara kurtuluşun yakın olduğu müjdesi yer almaktadır. Diğer taraftan kıyamete kadar gelecek irşad erleri için de müjde olduğu muhakkaktır.
•
Şüphesiz ki Yunus Aleyhisselâm balık tarafından yutulmadan önce de, balığın karnında iken de namaz kılan, zikir ve tesbihte bulunan sâlihlerdendi. Hususiyetle, izn-i ilâhi olmadan kavmini terkettiğine sonradan çok pişman olmuş, zikir ve tesbihini, tevbe ve istiğfarını artırmıştır.
Allah-u Teâlâ onun tesbihini bir bakıma fidye-i necat olduğunu belirterek, sıkıntıya düşen kullarına kurtuluş yolunu gösteriyor. Bu durum tesbihin insanı bir çok muzayakalardan kurtaracağına delâlet eder. Zira geniş vakitlerde zikrullaha ve tesbihe devam eden kimsenin dar ve zaruret zamanında imdadına yetişeceğine işaret vardır. Allah-u Teâlâ o dar yeri Yunus Aleyhisselâm için istirahat mahalli kıldı.
Allah-u Teâlâ kendisine iltica edip sığınan kullarını hususi himayesine alıp muhafaza eder ve huzura erdirir.
Yunus Aleyhisselâm hiç bir yerde bulamadığı yakınlığı balığın karnında, karanlıklar içinde buldu. İlâhî rahmete ibtilâ ile kavuştu.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı Hakkal-yâkîn mertebesinde oldukları için; Yunus Aleyhisselâm balığın karnında idi amma, Allah-u Teâlâ’nın kendisine kendisinden yakın olduğunu biliyordu, görüyordu ve münacaatını öylece yapıyordu. Sanki yanında bir arkadaşı gibi.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de:
“Ben beni zikredenin arkadaşıyım.” buyuruyor. (K. Hâfâ)
Âdem Aleyhisselâm ve eşi Hazret-i Havvâ yeryüzünün iki ayrı yerine indirildiler. Uzun yıllar birbirinden ayrı yaşadılar. Nihayet Allah-u Teâlâ onları bağışladı. Arafat mevkiinde buluştular ve birlikte ömür sürdüler. Onlarla beraber şeytan ve avânesi de yeryüzüne indirilmişti.
Âdem Aleyhisselâm’a peygamberlik verildi. Ayrıca Allah-u Teâlâ emir ve yasaklarını bildiren on sayfalık “Suhuf” indirdi.
Âdem Aleyhisselâm’la Havvâ vâlidemizden pek çok erkek ve kadınlar türedi. Yeryüzünde insanlar çoğaldı.
Havvâ vâlidemiz her doğum yaptığında biri erkek biri kız olmak üzere ikiz doğuruyordu.
İlk batında Kabil ile kızkardeşi, ikinci batında Hâbil ile kızkardeşi doğmuştu. Allah-u Teâlâ birinci batında doğan erkekle ikinci batında doğan kızı, ikinci batında doğan erkekle birinci batında doğan kızı evlendirmesini Âdem Aleyhisselâm’a emir buyurdu. İlk zamanlarda kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Bununla beraber aynı anda doğan kız ve erkek kardeşler birbiriyle evlenemez, neslin çoğalma zaruretinden dolayı, bir önce veya sonra doğanlarla evlenebilirlerdi. Zamanla insanlar çoğalınca bu ruhsat ortadan kaldırıldı.
Aradan yıllar geçti. Kabil ile Hâbil iyice büyüdüler, artık evlilik çağları da gelmiş bulunuyordu. Her ikisi de birer kızkardeşle dünyaya geldikleri için, bu durumda birbirlerinin ikizi olan kızlarla evlenmeleri gerekiyordu.
Şu kadar var ki Kabil, kendi ikizi, evlenmesi gereken kıza nisbetle daha güzel olduğu için, onunla evlenmeyi gözüne koydu. Âdem Aleyhisselâm’ın şeriatına uymak istemedi. Oysa bu kızla Hâbil evlenebilirdi. Mesele kıskançlık ve hasede dönüştü. Âdem Aleyhisselâm araya girmişse bile Kabil’i râzı edemedi. İşin halli için Allah-u Teâlâ’ya birer kurban takdim etmelerini emretti. Kurbanı kabul edilenin haklı, kabul edilmeyenin haksız olduğu belli olmuş olacaktı. Allah-u Teâlâ Hâbil’in kurbanını kabul buyurdu. Bunun üzerine fazlasıyla üzülen Kabil, kıskançlık duygusuyla kardeşi Habil’i öldürdü.
Âdem Aleyhisselâm’ın iki oğlu arasında ilk adam öldürme, kardeş kanı dökme hadisesi, ilk vahşet meydana geldi. Âdem Aleyhisselâm ilk evlât acısı duyan peygamberdir.
Allah-u Teâlâ’nın hükmüne muhalefette bulunanlara bir uyarı olmak üzere bu hususta Kur’an-ı kerim’de şöyle buyurulmaktadır:
“Resulüm! Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat.” (Mâide: 27)
Bu kıssa ile onlara öğüt ver. Çünkü bu gerçek bir kıssadır. İbret alsınlar, hasedin ve çekememezliğin neler getirdiğini öğrensinler.
“Hani ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de, birisininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti.” (Mâide: 27)
Çünkü Kabil Allah-u Teâlâ’nın hükmüne râzı olmamış, kurbanında iyi niyetli davranmamış, sahip olduğu malın en kötüsünü sunmuştu. Kurbanının kabul olunmamasına çok öfkelendi. Kin ve öfkesini içinde gizliyordu. Kardeşini ölümle tehdit etti ve dedi ki:
“Andolsun seni öldüreceğim!” (Mâide: 27)
Habil:“Niçin?” diye sordu. “Çünkü senin kurbanın kabul edildi, benimki kabul edilmedi.” cevabını verdi.
Habil dedi ki:
“Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” (Mâide: 27)
Sen ise takvâ sahibi değilsin. Sen nefsinin arzusuna kapılmışsın. Bu benim yüzümden olan bir şey değildir.
“Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam.” (Mâide: 28)
Senin yaptığın kötü fiili işleyerek, yapılan hatada aynı duruma düşmek istemem.
“Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Mâide: 28)
Bunun için de böyle bir zulüme cüret edemem.
“Dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın.” (Mâide: 29)
Ben ise böyle bir günaha girerek cehennemlik olmamı istemem.
“Zâlimlerin cezası işte budur.” (Mâide: 29)
Muhsin olanların yeri ise cennettir.
“Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” (Mâide: 30)
Hem dinini kaybetti, hem de dünyasını.
Kabil, kardeşinin kanlı cesedi başında donup kalmıştı. Hâbil yeryüzünde ilk ölen kimse olduğu için cesedine ne yapacağını bilemiyordu. O sırada birbiriyle döğüşen iki karga gördü. Biri diğerini öldürdü. Sonra gagası ve ayakları ile hemen bir çukur kazdı. Öldürdüğü kargayı açtığı çukura iterek üzerini toprakla örttü.
Kabil yaptığı işin üzüntüsü ve pişmanlığı içinde kardeşini toprağa gömdü.
Allah-u Teâlâ bu hâli Âyet-i kerime’sinde şöyle haber veriyor:
“Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. ‘Yazıklar olsun bana, şu karga gibi bile olmaktan âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü örtemedim.’ dedi. Bu sebeple ettiğine pişmanlık duyanlardan oldu.” (Mâide: 31)
Bu pişmanlık, işlediği günahtan dolayı Allah’tan korktuğu için değil, cesedi ne yapacağına şaşırdığı içindi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kabil’i yaptığı bu zulmün büyüklüğünü bir Hadis-i şerif’lerinde beyan buyurmuşlardır:
“Herhangi bir kimse zulmen öldürülürse, onun kanından bir hisse Âdem’in ilk oğlu Kabil’e ayrılır. Çünkü o, adam öldürme çığırını ilk açandır.” (Buhârî, Enbiyâ 1 - Müslim: 1677)
Hazret-i İdris Aleyhisselâm göğe yükseldikten sonra, insanlar başlarında bulunan âmirlerinin de etkileri ile doğru yoldan ayrıldılar ve putlara tapmaya başladılar. Allah-u Teâlâ onları başlarına gelecek azapla korkutmak, merhameti ile müjdelemek; tevbeye, Hakk’a yönelmeye, bir olan Allah’a ibadete dâvet etmek üzere, Nuh Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdi.
Nuh Aleyhisselâm kendisine peygamberlik geldikten sonra; kavmini Tevhide, Allah’ı bilip O’na ibadet etmeye, azabından sakındırmaya, rahmetini müjdelemeye çağırdı.
Dedi ki:
“Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?” (Müminun: 23)
Son derece haddi aşmış olan halkı, önce tek tek, gizliden gizliye dâvete başladı. İnatta ileri gitmiş bu insanları gece gündüz durup dinlenmeden dâvet etti, geceyi gündüze kattı. İkaz ve irşaddan bir an geri kalmadı. Fakat onlar kabule yanaşmadılar. Bu kadri yüce peygamberi dinlememek için parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, elbiselerini başlarına örtüyorlar, onu katlanılmaz bir şahıs olarak görüyorlardı.
Sonra onları açıktan açığa dâvet etmeye başladı, bir araya getirdi, topluca dâvet etti. Bütün tebliğ şekillerini denedi.
Allah’ın varlığına birliğine inandıkları takdirde geçmiş bütün kusur ve günahlarının bağışlanacağını söyledi. Allah-u Teâlâ’nın engin rahmetinden, azabının şiddetinden bahsetti. Bazen ümit verip müjdeledi, bazen tehdit edip korkuttu. Böyle gittikleri takdirde başlarına gelecek olan şiddetli azabı kendilerine haber veriyordu.
Müşrik kavmi inanmamakta direndiler, hatta karşı çıktılar. Engel olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kendilerini sapıklıktan kurtarmaya çalışan peygamberlerini sapıklıkla suçladılar, hakaret ettiler, alay ettiler. Kibirlendikçe kibirleniyorlar, yaptıkları kötülüklerle böbürleniyorlardı. Kavmin ileri gelen elebaşları; mal ve mülkleriyle, makam ve mertebeleriyle peşlerinden gidenleri aldatıyorladı. Putlarına sarıldıkça sarılıyorlar, diktikleri putların etrafına insanları toplayarak Hakk’tan saptırıyorlardı.
Nuh kavmi akıllarını iyiye kullanmadılar. Ne söylemişse itiraz ettiler, anladılarsa da anlamamazlıktan geldiler, Nuh dediler peygamber demediler.
Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre, Nuh Aleyhisselâm’ın dâveti, kavmi arasında pek az bir tesir meydana getirdi.
Âyet-i kerime’de:
“Zaten pek az bir kimse onunla beraber iman etmişti.” buyuruluyor. (Hud: 40)
Kavminin arasında dokuzyüzelli sene kalmasına rağmen; tıkanmış kulaklarına söz girmedi, kör gözleri hakikati görmedi, kilitli gönülleri açılmadı, donmuş akılları gerçeği idrak etmedi, hiçbir nasihat fayda vermedi, verilen öğütler inatlarını artırdı. Allah’ı hatırlatma ise sapıklık ve fesatlarını şiddetlendirdi, sövdüler saydılar. İyiliğe kötülükle, şefkate şiddetle karşılık verdiler.
Artık Nuh kavminin hidayete gelme imkânı tamamen ortadan kalkmıştı. Hiçbirinde iman ve ıslah kabiliyeti, Allah’a yönelme istek ve arzusu yoktu. Aralarında kötülükten başka bir şey kalmamıştı. Neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu en iyi bilen Hâlik-ı zülcelâl Hazretleri, kendilerine verilen mühletin sınırına kadar gelen bu kavme azâbını müstehak kıldı. Nuh Aleyhisselâm’a da, kavmine inen azabı gördüğünde şefkate gelebilir diye, yaptığı duâdan geri dönmemesini emir buyurdu. Çünkü onların boğulmalarına hükmetmiş ve hükmünü yürütme vakti-saati yaklaşmış, ilâhî azabın inmesi kaçınılmaz olmuştu.
Sonunda da olan olmuş, ilâhî adalet tecelli ve tahakkuk etmiş, Allah-u Teâlâ sonuncularına varıncaya kadar hepsini birden suda boğarak köklerini kazımış, nesillerini kesmiştir.
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Nuh kavmini de, peygamberleri yalanladıkları zaman suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret kıldık. Biz zâlimler için acıklı bir azap hazırladık.” (Furkan: 37)
Bu kıssada iman ile küfür arasında devam eden mücadelenin neticesi; inananların kurtuluşu, aklını ve idrakini bir türlü hakikati arama yönünde kullanmayan inkârcıların helâk oluşu, en bariz bir şekilde gelecek nesillerin ibret nazarlarına arzedilmektedir.
Yeryüzünü âsilerden temizleyen Nuh tufanından sonra, gemide kurtulan müminlerin soyundan gelen nesiller dine bağlı kalmışlar, istikâmet üzere hayatlarını sürdürmüşlerdi. Dünyada yeni bir hayat başlamıştı. Çoğalan insanlar Arabistan yarımadasının çeşitli bölgelerine yayıldılar.
“Sonra onların ardından başka bir nesil getirdik.” (Müminûn: 31)
Âyet-i kerime’sinde geçen nesil Âd Kavmidir.
Âd Kavmi kendi devrinde benzersiz bir millet idi. Şan, şöhret ve kuvvet itibarı ile onlardan üstünü yoktu. Uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli idiler.
Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir ihtişama sahiptiler. Dağlar içinde ilk defa bina yapmaya başlayan kavimdir. Dağları yontarak kaleler, saraylar yapıyorlardı. Evleri kat kattı.
Halkın bütün imkânları kullanılarak cennete nazire olmak üzere büyük ve yüksek köşkler, kireçle dondurulmuş saraylar konaklar inşa ediyorlardı. İçlerinde cesim havuzlar vardı.
Son derece kaba, haşin ve zorba idiler. Kendilerinden başkalarına hiç insafları yoktu. Ellerine geçirdikleri komşu kabileleri ve fakir halkı angaryalar, zulümler ve işkenceler altında köle gibi en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Öldürdüklerini zulümle öldürüyorlar, dövdüklerini zulümle dövüyorlar, asla merhamet etmiyorlardı.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Yakaladığınız zaman zorbalar gibi mi yakalarsınız?” (Şuarâ: 130)
Âd Kavmi isyan ve tuğyana, zulme ve şirke dalınca, Allah-u Teâlâ onları iman ve istikâmet yoluna getirmek için uyarmak üzere, içlerinden Hûd Aleyhisselâm’ı peygamber olarak vazifelendirdi.
Hûd Aleyhisselâm, kendisine peygamberlik verildikten sonra; kavmini Tevhide, Allah’ı bilip O’na ibadet etmeye çağırdı.
Dedi ki:
“Ey Kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâlâ O’na karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?” (A’raf: 65)
Âd kavmi Hûd Aleyhisselâm’a kulak vermedi. Gurur ve kibirlerinden, cehalet ve bencilliklerinden, bu aziz peygamberin dâvetine icabet etmediler. İçlerinden pek azı iman etti ve imanlarını gizli tutmak mecburiyetinde kaldılar. Geride kalanlar bildiklerinden şaşmıyor, yine bina yapmakta birbirleriyle yarış ediyorlardı.
Gönüllerini Hakk’a açmadıkları gibi, küfür ve azgınlıklarını büsbütün artırdılar.
Her defasında kavmin ileri gelenleri Hakk’ın karşısına dikiliyor, mükevvenatın sahibine teslim olmayı reddediyorlar, yalanlama ile karşılık veriyorlardı.
Hûd Aleyhisselâm onlara Allah-u Teâlâ’nın geri çevrilmez intikamının yakın oluduğunu, büyük bir felâkete uğrayacaklarını haber vererek uyardığı halde; taşkınlıklarına devam ettiler, şirk ve küfürlerinde ısrar ettiler.
Hûd Aleyhisselâm onların bu muhalefet ve yalanlamalarını, inatlaşmakta devam etmelerini Allah-u Teâlâ’ya havale etti.
“Dedi ki:
Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et.” (Müminun: 39)
Allah-u Teâlâ cevaben şöyle buyurdu:
“Az bir süre sonra şüphen olmasın ki pişman olacaklar.” (Müminûn: 40)
Artık tartışma bitmiş, ceza zamanı gelmişti.
Allah-u Teâlâ kasırga şeklinde bir rüzgar halketti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Âd kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgarla yok edildiler.” (Hâkka: 6)
Âd kavmi sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarından hiç bir iz ve işaret kalmadı. Geride sadece taş toprak yığınları, yıkık meskenleri, kırık dökük sütunları, yüzükoyun devrilmiş putları kaldı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onları bir süprüntü yığını haline getirdik. Uzak olsun o zâlim kavim!” (Müminûn: 41)
Sonunda da olan olmuş, ilâhî hüküm tecelli edip gerekeni yapmış ve böylece inkârcı Âd kavminin kökü kazınıp yeryüzünden nesilleri kesilmiştir. azap onları helâk olma çizgisinde yakalayıverdi.
Dünyaları mahvolup, hayatlarını kaybettikleri gibi; bu rüsvaylıkla da kalmadı, Allah-u Teâlâ’nın âlemleri ihata eden engin rahmetinden mahrum edildiler. Onlar bu cezaya müstehak olmuşlardır.
Cezaya müstehak olmaları üzerine şiddetli bir rüzgar ile helâk edilen ve “Âd-ı ûlâ” adı verilen Âd kavminden sonra, bu kavmin helâktan kurtulan inanmış efradından “Âd-ı sânî” diye anılan Semud kavmi ortaya çıktı.
Allah-u Teâlâ Semud kavmine de Âd kavmine verdiği gibi bol nimetler, maddi imkanlar vermişti. Kendilerinden önce gelen Âd kavmine halef oldular, beldelerini imar ettiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Düşünün ki Âd kavminden sonra sizi yeryüzüne halifeler yaptı, sizi onların yerlerine yerleştirdi.” (A’raf: 74)
Âd kavmine verilen bütün imkânlar bunlara da verildiği, geniş bir maişet içinde bol nimetler altında yaşadıkları halde; fakat ne çare ki bu nimetlerin nereden geldiğini, işin nereye varacağını hesaba katmıyorlar, kendilerini yoktan vâr edene, nimetlerle donatana, bu güç ve kuvveti bahşedene şükretmiyorlardı. Rehavetin kucağında idiler.
Şeytan onları azdırmak ve Hak dinden çıkarmak için şehvet ve arzularının peşine düşürdü. Nihayet yoldan saptılar. Allah’ı ve ahiret gününü inkâr ettiler, bir takım hacer ve şecerden yaptıkları putları mâbud edindiler. Toplumda şirk ve putperestlik iyice yerleşmişti. Bolluk ve rahatlık bu derece yükselmişken, insanlık ve ahlak seviyesi de alçaldıkça alçalmıştı. Halkın en bayağı kişileri işbaşına geçmiş ahkâm kesiyor, etraflarına topladıkları bir takım adamlarla fitne ve fesat çıkarıyorlardı.
Aslında ehl-i küfrün tıyneti birdir. Muhtelif asırlarda ve devirlerde değişik şekilde ortaya çıkmaktadır.
Semud kavmi tıbkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçenlerin başına gelenlerden ders ve ibret almamışlar, isyan etmişler, fısk-u fücura dalmışlardı.
İşi büsbütün azıtıp putlara tapmaya, son derece zulüm ve haksızlık yapmaya başlayınca; Allah-u Teâlâ onları ıslah etmesi, doğru yolu göstermesi, tevhid akidesini öğretmesi için kendi içlerinden Sâlih Aleyhisselâm’ı peygamber olarak vazifelendirdi.
Sâlih Aleyhisselâm ilâhî emri aldıktan sonra Semud kavmini yeniden İslâm’a çekmek, tuttukları yolun kesinlikle tehlikeye uzandığını haber vermek, putları atıp bir olan Allah’a hiç bir şeyi şerik koşmaksızın iman ve ibadet etmeye davet etmek için tebliğe başladı.
Onlara dedi ki:
“Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’tan korkun ve bana itâat edin.” (Şuarâ: 142-144)
Aşırı putperest olan Semud halkı, Sâlih Aleyhisselâm’ın daveti karşısında ilgisiz kaldılar, inkâr ve küfürle karşılık verdiler.
Sâlih Aleyhisselâm onlara yeri geldikçe öğüt vermekten, içlerine tesir edecek dokunaklı sözlerle uyarmaya çalışmaktan bir an bile geri kalmıyordu.
Fakat onların basiretleri o kadar bozulmuş, kalpleri o kadar katılaşmıştı ki, vahiy mahsülü bu tesirli sözler, hatırlatılan bu apaçık gerçekler; ne kulaklarından girmiş, ne kafalarına gitmiş, ne de en küçük bir yumuşama hasıl olmuştu.
Semud Kavminin işlerine hakim olan ileri gelenleri arasından dokuz terörist kişi vardı ki, bunlar halkın en kâfiri ve en bozguncuları idiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bu azgınları haber veriyor:
“O şehirde dokuz kişi vardı ki, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, ıslah tarafına hiç yanaşmıyorlardı.” (Neml: 48)
Daha önce plânladıkları üzere deveyi öldürdükleri gibi, Sâlih Aleyhisselâm’dan kurtulmanın tek çaresinin de onu ve ailesini bir baskın düzenleyip ortadan kaldırmak olduğunu düşündüler. “Sâlih üç güne kadar bizden kurtulacağını sanıyor, üç günden önce biz onun ve âilesinin işini bitirelim.” dediler.
Kavmin ileri gelen şirretleri suikast plânını tatbike koyacakları sırada Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Bu azab ile sadece kendileri değil, bütün Semud kavmi toptan helâk oldu.
Âyet-i kerime’lerde:
“Onlar böyle tuzak kurdular, biz de kendileri hiç farkında olmadan onların plânlarını altüst ettik.
Tuzaklarının sonunun nice olduğuna bir bak! Biz onları da kavimlerini de hepsini helâk ettik.” buyuruluyor. (Neml: 50-51)
Küfürden kurtulamayınca, o küfür onları yedi bitirdi. Şirkten sıyrılamayınca, o şirk onları aldı götürdü.
Yapmış oldukları inkâr ve yalanlamalar, azgınlık ve şirretlikler bardağı taşırınca, ilâhî azabın inmesi mukadder oldu.
Bâtılı Hakk’a nârı nura tercih eden, dünyayı ahiretten üstün tutan, maddeyi mânâya değişen, Yaratan’ı unutup yaratılanlara meyleden, küstahlaştıkça küstahlaşan, nankörleştikçe nankörleşen, kibirlendikçe kibirlenen... bir millet; işledikleri cürümlerle birlikte, yaptıkları yanlarına kâr kalmamak üzere kahrolup gittiler.
Allah-u Teâlâ onları bir seher vakti kökünden kazıyıp düzleyiverdi, bir varmış bir yokmuş oldular.
Allah-u Teâlâ onlara yapacağını yaptı, defterlerini dürdü, yaptıkları kendilerine çok pahalıya mâloldu. Sâlih Aleyhisselâm’ı öldürüp ortadan kaldırmayı düşünen zorbalar, düşüncelerini gerçekleştiremeden yerle bir edildiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Âd ve Semud’u da helâk ettik. Bu, oturdukları yerlerden size belli olmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip, onları doğru yoldan çıkardı. Halbuki kendileri bunu anlayacak durumda idiler, bakıp ibret alabilirlerdi.” (Ankebut: 38)
Şuayb Aleyhisselâm Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilmişti.
Gerek Medyen halkı gerekse Eykeliler, İsrailoğulları gibi önceleri İbrahim Aleyhisselâm’ın dini üzerine ve doğru bir yolda bulunuyorlardı. Fakat zamanla müşrik ve ahlâksız kişilerin tesirinde kalarak dinlerini değiştirdiler, hem müşrik hem de ahlâksız oldular.
Tevhid inancı unutuldu. Onlar da önce geçen kavimler gibi Allah’ı bırakıp, taşlara kayalara, kendi yonttukları putlara tapmaya başladılar. Vicdanları körelmiş, kafaları küflenmiş, bâtıl inançlar zihinlerinde alabildiğine kök salmıştı. Buna rağmen yoldan çıktıklarını kesinlikle kabul etmiyorlar, bozuk inançlarını ısrarla savunuyorlar, doğru yolda olduklarını söyleyerek bununla iftihar ediyorlardı.
Başlıca geçim kaynakları ticaretti. Bolluk ve refah içinde yüzmeleri onları şımartmış, azıp sapmalarına başlıca âmil olmuştu. Allah-u Teâlâ’nın koymuş olduğu düzen ve dengeyi bozmak için ellerinden geleni yapıyorlardı.
En gözde meslekleri vurgunculuktu. Hilekârlık ve soygunculuk almış başını gidiyordu. Kavmin ileri gelenleri piyasaya hâkim olmuşlar, dolaylı ve dolaysız hilelerle gelir sağlamakta mâhir idiler. Ticaret ve iş ahlâkı son derece bozulmuş, kimsede itimat kalmamıştı.
Ölçerken tartarken tam alıp eksik verirler, bu hususta her türlü hileye başvururlardı. Bu alanda hak ve hukuk, sınır ve vicdan tanımazlardı. Yol kesmek, gasb, aşırı kâr elde etme, hiyanet, ihtikâr, kandırma, haksızlık, zulüm, yalan... gibi ticarî ahlaksızlıkların hepsi onlarda idi.
Piyasayı ellerinde tutanlar, halkın hem paralarının değerlerini hem de mallarının narhlarını düşürmüşlerdi. Ölçü ve tartılarıyla, silik, vezni bozuk ve kalp paralarıyla halkı aldatırlardı. Halk ise zaruri ihtiyaç maddelerini bulamıyor, bulsalar da alabilmek için varını yoğunu vermek mecburiyetinde kalıyorlardı. Alanların da ya yolları kesiliyor, ya da evleri basılıyor, malları ellerinden tekrar geri alınıyordu. Başkalarının rıza ve menfaatlerini gözetmek diye bir şey yoktu.
Bu gidişe bir dur diyen yoktu. Yetkili kişiler bu yetkisini zulme mâni olmak için değil, zulüm yapmak için kullanıyorlardı.
Eykeliler de günahkârlıkta Medyenlilerin yolunu ve izini takip ediyorlardı. Onlar da aynı durumda idiler.
İşte Şuayb Aleyhisselâm böyle bir toplumun ıslahı için peygamber olarak gönderilmişti.
Diğer peygamber kardeşleri gibi Şuayb Aleyhisselâm da, koyu putperestlikle içiçe olan, aynı zamanda ticarî ahlâkı çok bozuk bir düzeye gelen, yoldan çıkmış fâsık kavmini; ilk iş olarak Allah’ı birlemeye, O’ndan başka ilâh edinmemeye, yalnız O’na kulluk etmeye, isyan etmekten kaçınmaya dâvet etti:
“Ey Kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir.” (A’raf: 85)
Nübüvvetini kavmine duyuran Şuayb Aleyhisselâm ilk ikazını yaptı:
“Ölçüyü tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.
Eğer inanıyorsanız böylesi sizin için daha hayırlıdır.” (A’raf: 85)
Büyük bir nimet içinde bulunduklarını, Allah-u Teâlâ’nın verdiği imkânlarla alış-veriş yaptıklarını, bunun hayırlı bir iş olduğunu, bunun karşılığı haksızlık etmek değil, insanların haklarını gözeterek menfaatlarına hizmet etmek ve şükretmek olduğunu hatırlattı:
“Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum.” buyurdu. (Hûd: 84)
Onları bu olumsuz hareketlerinden sakındırdı. Düzelmedikleri, yola gelmedikleri takdirde, içinde bulundukları müreffeh hayatın ellerinden sökülüp alınmasından, ayrıca büyük bir azaba uğrayabileceklerinden endişe ettiğini söyledi.
Bu aziz peygamberin bu lâtif uyarmaları etkili olmakla beraber, çoğunluk inkâr ettiler. İnkâr etmekle kalmayıp bütün şirretlikleri ve hayâsızlıkları ile ilâhî dâvete karşı çıktılar.
Medyenliler Allah yolundaki doğruluktan hiç hoşlanmayan kimselerdi. İnsanları Allah yolundan alıkoymak için, köşe başlarını, kavşak noktaları tutuyorlar; gelip geçenlerin veya iman etmek için Şuayb Aleyhisselâm’ı ziyarete gelen kimselerin rastgele önlerine çıkıyorlar; inananları tehdit ederek, zihinlerine olanca hınçlarıyla şüphe sokmaya çalışıyorlardı.
Bu durumu gören Şuayb Aleyhisselâm onları bu noktada da ikaz etti:
“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.” buyuruyordu. (A’raf: 86)
Buna rağmen hiç aldırış etmiyorlar, iman şerefiyle müşerref olan müminleri devamlı rahatsız ediyorlar, her fırsatta dinin dünyevî ve uhrevî saadete ulaştıracak hükümlerinden uzaklaştırmak için güç sarfediyorlardı.
Şirretliklerinde daha da ileri gittiler, muhalefetlerini daha da ileri götürdüler.
Dediler ki:
“Biz seni cidden içimizde zayıf, güçsüz görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlardık. Senin bize karşı hiç bir üstünlüğün yoktur.” (Hûd: 91)
“Kendi düşen ağlamaz” kabilinden, Medyenliler de kendi düşecekleri kuyuyu kendileri kazıyorlardı.
Kavmini yola getirmek için bütün çarelere başvuran, azim ve gayretini son noktasına kadar sarfeden Şuayb Aleyhisselâm nihayetinde onları Allah-u Teâlâ’ya havale etti, takdir-i ilâhînin tecellisini niyaz etti:
“Ey Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile sen hüküm ver. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!” (A’raf: 89)
Nitekim kısa bir zaman sonra da olacak oldu, murad-ı ilâhî yerini buldu.
Artık kendilerine verilen mühlet dolmuş, derece derece yaklaştıkları azab günü gelmiş çatmış bulunuyordu. Kahr-ı ilâhîye tamamen müstehak olmuşlardı.
Azab korkunç bir ses ve yer sarsıntısı şeklinde geldi. Müthiş bir uğultu ve gürültü ile önüne geçilmesi mümkün olmayan azab Medyenlileri yerle bir etti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Derken kendilerini müthiş bir sarsıntı yakalayıverdi, yurtlarında dizüstü çökekaldılar.” (A’raf: 91 - Ankebut: 37)
Canları çıkmış, nefesleri uçmuş, cesetleri sönmüş olan âsi kavim sabah vakti evlerinde ölü olarak bulundular.
Allah-u Teâlâ defterlerini dürdü, sayfalarını böylece kapamış oldu.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar, Şuayb’i yalanlayanlar oldu.” (A’raf: 92)
Şuayb Aleyhisselâm’ın gerçekten Allah’ın peygamberi olduğuna, tebliğ ettiği şeyleri Allah’tan getirdiğine ve onu reddederlerse başlarına bir azap geleceğine hiç bir surette inanmayan Medyen halkı; sapıklığın, azgınlığın, hilekârcılığın, peygamberi yalanlamanın, öğütlerini dinlememenin cezasını dünyada iken böylece çekmiş, helâk olan kavimlerin arasına karışmış oldular. Memleketleri derin bir sessizliğe büründü.
•
Eyke halkı da küfür ve isyanlarında ısrar ettikleri için, azab-ı ilâhîyi âdetâ davet etmişler, bir felâketin gelmesi artık kaçınılmaz olmuştu.
Azaplarının vakt-i merhunu gelince; Allah-u Teâlâ üzerlerine son derece şiddetli, nefesleri kesici, göğüsleri daraltıcı, boğucu, yakıp kavurucu bir sıcaklık dalgası musallat etti. Yedi gün yedi gece üzerlerinden yel esintisini kesti. Sıcaklık şiddetlendikçe şiddetlendi. Hararetten akarsular bile kaynamış, kuyular ve su kaynakları kurumuştu. Öyle bunaldılar ki kendilerine ne gölge, ne de başka bir şey fayda vermez oldu. Solukları tıkandı, takatleri kesildi. Sıcağa dayanamayan halk kendilerini yerden yere atıyorlardı, nereye sığınacaklarını ne yapacaklarını şaşırdılar. Susuzluktan dudakları çatlamış, ağızları kurumuştu.
Halk serinlik aramak için çaresizlik içinde bir gölgeden öbürüne koşuşarak ıstırap içinde kıvranırken, yedinci günü gökyüzünde aniden koyu gölgeli kara bir bulut peydah oldu. Bunu hayra yorup sevinen halk, gölgelenmek üzere bulutun altına birikmeye başladılar. Kara bulutun altında biraz serinlik ve rahatlık bulur gibi olunca, sevinçle birbirlerine seslendiler, bulutun altında toplanmaya çağırdılar.
Hepsi de toplandıkları bir sırada şiddetli bir gürültü ortalığı kapladı, yer onları sarstı, o gölgelik bir ateş halinde üzerlerine indi, tek bir fert kalmamak üzere hepsini de yedi bitirdi. Çekirgelerin tavada piştikleri gibi yanıp kavruldular, Medyenliler gibi onlar da yeryüzünden silindiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Amma onu yalanladılar. Bunun üzerine kendilerini o GÖLGE GÜNÜNÜN AZABI yakalayıverdi. Gerçekte o gün, azabı büyük bir gün idi.” (Şuarâ: 189)
Azap onların istedikleri cinsten olmuştu. Çünkü onlar sırf alay olsun diye, göğün bir parçasını üzerlerine düşürmesini istemişlerdi. Bu sözleri kendi ayaklarına dolaşmış, alay ettikleri ceza ile cezalandırılmışlar ve cehennemin yoluna revan olmuşlardır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler. Biz onlardan da intikam aldık.” (Hicr: 78-79)
Gerek Medyen gerek Eyke halkı, Allah-u Teâlâ’nın azabına uğrayarak helâk olmasından sonra bile çevredeki kavimler tarafından ibretle anıldı, adı sanı uzun süre ortada kaldı.
Âyet-i kerime’nin devamında ise Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Hâlâ her iki memleket de işlek bir yol üzerindedir.” (Hicr: 79)
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’ı ilâhlık dâvâsında bulunan bir hükümdarı Hakk’a dâvet etmekle görevlendirdi.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz Musa’yı, ‘Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve Allah’ın günlerini onlara hatırlat.’ diye âyetlerimizle birlikte göndermiştik.” (İbrahim: 5)
Lâkabı İsrail olan Yakup Aleyhisselâm’ın Mısır’a gelip yerleşen ve oniki oğlundan üreyip çoğalan bu nesle “İsrailoğulları” mânâsına gelen “Benîisrail” denilmektedir. İsrailoğulları oniki kabile idi ve her kabilenin bir başkanı vardı. Bunlar bir araya gelince, büyükçe bir kuvvet hâsıl oluyordu. Fakat bir baş etrafında birleşerek yekvücut haline gelemiyorlardı. Gelebilseler kurtulacaklardı.
Birkaç asır çok sıkıntılı ve acı bir hayat geçiren İsrailoğullarını; Allah-u Teâlâ aralarından Musa Aleyhisselâm gibi güzide bir peygamberi çıkararak, esaretlerine son vermeyi irade buyurdu.
•
Bu arada Musa Aleyhisselâm İsrailoğulları’nın yanında yer aldı. Gerek kendi kavmi olan İsrailoğullarından, gerekse Firavun’un kavminde az kimseler iman ettiler.
Musa Aleyhisselâm’ın Mısır’da ikameti oldukça uzamıştı. Firavun ve erkanına karşı hüccet ve mucizelerini ortaya koyduğu hâlde, onlar inat ve küfürlerine devam ettiler.
Firavun, Musa Aleyhisselâm ile beraber İsrailoğullarını göndermekte diretiyordu. Allah-u Teâlâ Firavun’un elinden onları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
“Kullarımı geceleyin götür, çünkü takip edileceksiniz.” (Duhan: 23)
Bu ilâhî emir üzerine gizli gizli hazırlıklara başladılar. Bir gece ay ışığında yola çıktılar. Sabah olduğunda onlardan Mısır’da hiç kimse kalmamıştı. Durumu öğrenen Firavun son derece öfkelendi.
Muhteşem bir ordu topladı. Güneş doğarken peşlerine düştüler. İzlerini takip ederek Mısır’dan çıktılar. Bu onların son çıkışları oldu.
Deniz kenarına vardıkları bir sırada arkalarından yetiştiler.
“İki topluluk karşı karşıya gelip birbirlerini gördükleri zaman Musa’nın ashabı: ‘İşte yakalandık!’ dediler.” (Şuarâ: 61)
İsrailoğulları o anda öyle bir sıkıntıya düştüler ki arkalarında Firavun ve ordusu, önlerinde aşılmaz bir deniz vardı. Aynı zamanda çok zayıf ve güçsüz idiler.
Musa Aleyhisselâm ise, ne olacağını bilmemekle beraber, Allah-u Teâlâ’nın kendilerini mutlaka kurtaracağına inanıyordu:
“Hayır!... Rabbim benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir.” buyurdu. (Şuarâ: 62)
Firavun ve ordusu yaklaşıp da aralarında çok az mesafe kaldığı bir anda, Cenâb-ı Hakk Musa Aleyhisselâm’a vahyetti:
“Asânı denize vur!...” (Şuarâ: 63)
O da asâsını denize vurdu.
“Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ: 63)
Allah-u Teâlâ denizin açılan kısmına bir rüzgâr gönderdi ve orası kupkuru oldu.
Böylece zalimlerin korktukları eninde sonunda başlarına gelmiş, yaptıkları zulümlerin cezasını en ağır şekilde ödemişlerdir.
Muzill İsm-i şerifi tecelli ederek Allah-u Teâlâ onları zelil ve İsrailoğulları hakkında da Muizz ism-i şerifinin sırrı zuhur ederek onları aziz kıldı.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi, hem de ne alış!” (Tâhâ: 78)
Âyet-i kerime’lerle ibret nazarlarımıza sunulan Peygamber kıssaları da bu kavimlerin başlarına birer kabahatlerinden ötürü felaketlerin geldiğini bize göstermektedir.
Eski ümmetler de bugünkü gibi azmışlar, Allah’ın hükmünü hiçe saymışlardı. Allah’ın azabı gelince birden taş kesiliverdiler veya başka türlü cezalara çarptırıldılar. Bugün ise bu seyyiat zamanı olan âhir zamanda o eski kavimlerin yaptıklarının hepsi fazlası ile yapılıyor, akıbetimiz ne olur? Bugün yaşananlar hep ihtar-ı ilâhidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine nimet ve zevklerden her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenlerle şımarıp ferahlandıkları sırada da ansızın onları yakaladık. Birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.” (En’am: 44)
Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi putperestlikte inat ettikleri için tufanla yok oldular. Ad kavmi, Hud Aleyhisselâm’ı beyinsizlikle, yalancılıkla suçladıkları için şiddetli rüzgârla helâk oldular.
Salih Aleyhisselâm’ın kavmi Semud, mucize deveyi öldürdükleri için yürekleri yerinden oynatan korkunç bir sesle cezalandırıldılar.
Lut Aleyhisselâm’ın kavmi helal olan eşlerini bırakıp erkeklere gittikleri için, Allah-u Teâlâ memleketlerini alt üst etti ve üzerlerine taş yağdırdı.
Şuayib Aleyhisselâm’ın kavmi olan Medyen ve Eyke halkı; ticaret ahlakını bozdukları, ölçü ve tartıda hile yaptıkları için buluttan inen ateşle cezalandırıldılar. Yahudiler de itaatsizlikleri sebebiyle yoldan çıktıkları için maymun, domuz ve fare suretine çevrilmişlerdir.
Muhammed Aleyhisselâm ise kendisine zulmeden, eziyet eden, iftira eden, Allah’a ve elçisine inanmayan kavmine rahmet ve merhamet etmiş ve niyaz etmesi sebebiyle kavmi toptan eski kavimler gibi helâk olmamıştır. Ancak uyarılarını dinlemeyen, getirdiği Allah kelâmını tasdik ve tatbik etmeyip, dinini unutan kavmi ve isyan edenler birçok afat ve felaketlere müstehak olmuşlardır. Bugün olduğu gibi.
Eski kavimler böyle oldu. Bizim âkıbetimizin ne olacağı belli değil.
Allah’ım bizi mağfiret etsin, bize acısın!