Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ - Hadîd Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (4) - Ömer Öngüt
Hadîd Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (4)
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ
Dizi Yazı - Tefsir
1 Eylül 2001

 

Hadîd Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (4)

Ahirete Göre Dünya

 

Sadaka:

Allah-u Teâlâ sadaka veren erkek ve kadınların nâil olacakları sevapları Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:

“Sadaka veren erkeklere ve sadaka veren kadınlara ve Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunanlara, verdikleri kat kat artırılır.” (Hadid: 18)

Onlar Allah-u Teâlâ’nın rızasını gözeterek sırf onu elde etmek için samimi bir niyetle infakta bulunurlar, hiç kimseden de herhangi bir karşılık beklemezler.

Önceden kendileri için takdim ettikleri her şey, o gün yine kendilerine takdim edilecektir. Dünyada iken sakladıkları şeylerin en hayırlısı bunlardır.

Allah-u Teâlâ ihtiyaçtan münezzeh olduğu halde “Borç istemek” zâtına izafe edilmiştir. Bu sadece sadakayı teşvik içindir.

Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir bayram günü cemaate vaaz ve nasihatte bulunmuş, daha sonra kadınların yanına giderek onlara da vaaz ve nasihatta bulunarak:

“Tasadduk ediniz! Zira çoğunuz cehennem odunu olacaksınız!” buyurdu.

Bunun üzerine kadınlardan kara yağız güzeli biri kalkarak:

“Niçin yâ Resulellah?” diye sordu.

Resulullah Aleyhisselâm şöyle cevap verdi:

“Çünkü sizler hâlinizden çok şikayet eder, kocalarınızın nimetine karşı küfranda bulunursunuz.”

Râvi der ki:

“Derken kadınlar kendi ziynetlerinden tasadduk etmeye başladılar. Bilâl’in elbisesi içine küpe ve yüzüklerini atıyorlardı.” (Müslim: 885)

Öyle ki büyük bir miktar toplandı. Resulullah Aleyhisselâm onları fakir müslümanlara dağıttı.

Bu Hadis-i şerif’te kadınların sadaka vermeye daha muhtaç olduklarına işaret vardır.

Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:

“Hem onlara çömertçe verilecek bir mükâfat da vardır.” (Hadid: 18)

Ki o da hiç şüphesiz ki cennettir, cennetin nimetleridir.

 

İnananların Derecesi, Yalanlayanların Derekesi:

Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a gönülden iman eden kismeler, Allah katında “Sıddıklar” ve “Şehitler” derecesindedirler.

“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar Rabb’leri katında sıddıklar ve şehitlerdir.” (Hadid: 19)

Sıddıklar, Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı tasdik etmede ve bu tasdiklerinde sâdık kalmada en ileri gidenlerdir. Öyle ki sadâketlerini söz ve davranışları ile de ispat ederler.

Şehitler ise, Allah yolunda çekinmeden canlarını fedâ eden mücahidlerdir. Şehitlerin cennetlik oldukları müjdelenmiştir.

“Onların mükâfatları ve nurları vardır.” (Hadid: 19)

Mükâfat nurla beraber olduğu zaman tamam olur. Bu onlara düşen bir paydır ve dünyada iken kendilerine verilmiştir. Ahirete göçtükleri zaman ellerinde hazır bulurlar, önlerinde ve sağlarında koşar durur.

“Kâfir olup da, âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar da cehennem halkıdırlar.” (Hadid: 19)

Onlar inanma ve nurlanma saâdetinden mahrum oldukları için bu derekeye düşmüşlerdir. Kâfir oldukları için de hiç çıkmamak üzere cehennemde kalacaklardır.

 

Ahirete Göre Dünya:

Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.

Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.

“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür.” (Hadid: 20)

Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.

Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.

“Aranızda bir öğünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir.” (Hadid: 20)

Bu dünya hayatı, “Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.

Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.

Dünyaya aldananlara, dünyanın kazandırdığı işte budur.

“Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.” (Hadid: 20)

Yağmur sonrası biten bitkiler, nasıl ki ekincilerin hoşlarına gidiyorsa; kâfirler de dünya hayıtını geçici güzelliklerinden o derece hoşlanırlar, gel-geç sevdalara oldukça düşkündürler.

“Ki, sonra kurur sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.” (Hadid: 20)

İşte dünya hayatı da böyledir. İnsan gençlik döneminde canlı olur, sonra orta yaşlılığa geçer, kuvvetten düşmeye başlar, daha sonra yaşlanır, hareketleri tamamen azalır, sararıp solar.

“İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.” (Hadid: 20)

Dünya hayatına düşkünlüğün neticesi acı bir azaptır. Ahireti dünyaya tercih edenler ise büyük bir mağfirete kavuşacaklar, bunun da üstünde Allah-u Teâlâ’nın rızâsına ereceklerdir. Bu öyle bir hoşnutluk ki, değeri hiçbir şeyle ölçülemez.

“Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid: 20)

Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.

Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.

 

İlâhî Dâvet:

Allah-u Teâlâ kullarını cennetlere kavuşmaları için çalışmaya teşvik etmektedir.

“Ey insanlar! Rabb’iniz tarafından bağışlanmaya; Allah’a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle göğün genişliği kadar olan cennete koşun!” (Hadid: 21)

Bu beyan-ı ilâhî cennetin büyüklüğünü zihinlere yerleştirmek için verilen bir temsildir. Çünkü insanların gözünde yer ve gökten daha geniş bir şey olmadığından, Allah-u Teâlâ o büyüklüğü kullarına tarif etmek için yerle göğün genişliği ile teşbih buyurmuştur. Binaenaleyh yeri ve göğü yaratan Allah-u Teâlâ onların genişliğinde veya daha geniş cennetleri yaratmaya elbette kâdirdir.

Cennet ve cehennem hâlen mevcuttur. Bulundukları yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir. Cehennem kâfirler için hazırlandığı gibi, cennet de müminler için hazırlanmıştır.

Rum kralı Herakl’in elçisi “Sen genişliği yer ve gökler kadar olan bir cennete çağırıyorsun. O halde cehennem nerede?” diye Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sorduğunda şöyle buyurmuşlar:

“Sübhânellah!.. Gündüz olduğu zaman gece nerede olur?”

Cennet son derece büyüktür. Milyonlarca insanları ilelebed barındırıp, huzur ve sükuna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.

Böylesine geniş ve ferah cennete ve mağfirete nail olmak; hiç şüphesiz ki Allah’a ve Peygamber’ine dosdoğru iman etmek, sevapları ve dereceleri elde etmeye vesile olan itaatları işlemek, haramları terketmekle olur.

“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Hadid: 21)

Öyle bir ikram, öyle bir ihsandır ki; hiçbir kimse kendi gayreti ile hak kazanamaz. Bu karşılıksız lütuf olmadıkça hiçbir kimse aslâ cennete giremez.

“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadid: 21)

Büyük lütuf sahibi oluşu sebebiyledir ki, mümin kullarına bu ulvî makamları bahşedecektir.

 

Kaza ve Kader:

Kaza ve kadere inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsinin; Allah-u Teâlâ’nın takdiri ile, tertibiyle, dilemesi ve yaratması ile meydana geldiğine inanmak demektir.

Kader ve takdir; bir şeyi belirli bir ölçüye göre yapmak, plânlamak, tayin etmek demektir. Sınırlama, ölçü, miktar, emir ve hüküm mânâlarına da gelir.

İslâm dini’ne göre; Allah-u Teâlâ’nın ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeylerin yerini ve zamanını, en ince teferruatına varıncaya kadar her şeyi ezelî ilmi ile bilip takdir etmesine kader denir.

Allah-u Teâlâ’nın ezelde irade ve takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince Levh-i mahfuz’da yazıldığı şekilde meydana getirmesine de kaza denir.

Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlukat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime’lerinde haber vermektedir:

“Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan evvel, bir Kitap’ta yazılmış olmasın.” (Hadid: 22)

Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ’nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.

Kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz’da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.

“Şüphesiz ki bu Allah’a göre kolaydır.” (Hadid: 22)

Yarattığı mahlukatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O’na güç değildir.

Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket etmelidir. İbtilâlara karşı kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası vardır.

Bu husus şöyle beyan buyurulmuştur:

“Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah’ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir.” (Hadid: 23)

Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten maksat da şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de yerilmektedir.

Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk’tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü Allah-u Teâlâ’nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:

“Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam, olmayan bir iş için ‘Keşke olsaydı!’ dememden bana daha sevimli gelir.”

Her nimet ve musibetin kader neticesini bilen bir kimse, kaybettiğine fazla üzülmez, elde ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların pek yakında yok olmasını takdir edebilir. Elden çıkan düşünmekle geri gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.

“Allah kendisini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadid: 23)

Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla başkalarına karşı övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.

Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabbine ihtiyaç hissetmez. Allah-u Teâlâ da onu kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı kaybetmiş olur.

Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretlerine yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ’dan istemelidir.

Hayır ancak Allah-u Teâlâ’nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri O’ndan isteyeceğiz. Her şey O’nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.

Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde bırakan bir çok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.

Kul bütün iyiliklerini Hakk’tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.

İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ’ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.

Bir mühim husus da şudur ki; enbiyâ-i izam ve evliyâ-i kiram hazeratının şefaatlarını temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ’dan niyaz etmek de O’na olan merbudiyete, O’nun takdirine teslimiyete mâni değildir.

 

Cimrilik:

Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak derecede günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyuruyor. (A’raf: 31) (Bakınız: En’am: 141)

İsraf kelimesi; aşırı derecede cimriliği ve aşırı derecede harcama yapmayı, yemede ve içmede helâl sınırından haram sınırına geçmeyi ihtiva etmektedir. Allah-u Teâlâ helâl ve haram kıldığı hususlarda haddi aşanları sevmez.

“Onlar cimrilik ederler, insanlara da cimriliği emrederler.” (Hadid: 24)

Kendi mallarından hiç kimseye yardımda bulunmadıkları gibi, başkalarına da bu hususta engel olurlar.

“Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah zengindir, hamda lâyıktır.” (Hadid: 24)

Kişilerin yüz çevirmeleri ile O’na zarar vermediği gibi, zarar onların kendilerine âittir, ihtiyaç da kendilerinindir.

Fayda ve zarar vermek sadece Allah-u Teâlâ’nın yed-i kudretindedir.


  Önceki Sonraki