Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a güven." (Âl-i imran: 159)
İnsan, gücünün yettiği şeyi önce istişare etmeli ve ondan sonra yapmalıdır. Bir insan gücünün dahilinde olmayan şeyi Cenâb-ı Hakk'a tefviz etmelidir ki, bu tevekkül demektir.
Kul ekip biçiyor ve kendi yapması icap eden nadası yapıyor. Fakat yağmur yağdırmaya kudreti olmadığı için Cenâb-ı Hakk'tan istiyor. Sebeplere tevessül, tevekküle mâni değildir.
Âile sahibi olan ve misafiri gelip giden kimsenin bir senelik erzakı depo etmesi tevekküle mâni değildir. Bugün rızkını yiyerek yarını düşünmesen o da tevekküldür.
Evliyâ-i kiram'ın birçoklarından keşiflerin kerametlerin zuhuru tevâtür ile sabit olduğu halde, daha yüksek makamda bulunan bir hayli Evliyâ-i izâm'dan bir keramet zuhur etmediği mervîdir. Bunun sebebi ise kesbî ilimden ziyade ledünnî ilim ile peygamberlere vâris bulunan Evliya-i kiram'ın üç suretle zuhura gelmiş olmalarıdır:
Birincisi: Aleyhisselât-ü vesselâm Efendimizin sehm-i nübüvvetine vâris bulunan zatlardır ki; vazifeleri yalnız kulları irşad, nefis ve şeytana mağlup olan biçarelere mânen ve maddeten biiznillah-i Teâlâ imdat eylemekten ibarettir. Bu gibi zevâta kerametin lüzumu yoktur.
İkincisi: Aleyhisselât-ü vesselâm Efendimizin sehm-i velâyetine vâris bulunan zâtlardır. Bunların vazifesi, huzur-u daimide bulunmak, muhabbetullah, zikrullah ile hane-i kalplerini tenvir ve Hakk ve hakikatten gayri masivadan tenvir eylemekten ibarettir. Maamafih makamları, birinci zevâtın makamına vâsıl olamaz. Çünkü nübüvvetin makam ve vazifesi, velâyetin makam ve vazifesinden daha âlidir.
Üçüncüsü: Aleyhisselât-ü vesselâm Efendimiz Hazretlerinin sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyetlerinden nasip almış ve bu suretle sehm-i nübüvvete varis olmuş bulunan zevât-ı kiramdır.
Sırası gelmiş iken şunu da arz ve ilave edeyim ki, evliyaullah-i Teâlâ'nın şan ve şerefini keşifleriyle, kerametleriyle takdir eylemek doğru olmaz. Zira bütün kutubların sertacı bulunan Ashâb-ı kiram'dan, takriben üç beş meseleden başka keramet rivayet olunmamıştır.
Denilmiştir ki, yeryüzü hâli değildir, eğer hâli olsa, ehl-i zikir ve ehlullah bulunmamış olsa, ahval-i arz münkalip olur, bozulup değişir.
Enbiya üzerine izhar-ı mucize vacip olduğu gibi, evliya üzerine de kerametin gizlenmesi vaciptir denilmiştir.
Sebebi ise, Enbiya Aleyhisselâm kendinden evvel gelen nebinin kavminin dinini neshettiğinden, ecdadının dinine döndürmek müşkil olacağından, onun için enbiyaya izhar-ı mucize istihsanen vaciptir. Veli ise Hatem-ül enbiya -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekili demek olacağından, onların vazifesi Kitabullah'ın ahkâmını tebliğ olup, ümmetin Kur’an ile amel etmesi ve imanlarının kuvvetlenmesi için izhar-ı keramete lüzum yoktur. Çünkü bir kavmi dininden döndürmek müşkil olacağından mucize lâzımdır. Evliya ise izhar-ı keramete lüzum yoktur.
Hâtem, bir hüküm ve kararın altını mühürlemek ve başka bir hüküm ve karara lüzum ve imkân kalmadı demektir.
Sahib-ül Kur’an olan Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hatem-ül enbiyadır. Ondan sonra bir nebi gelmez. Veli ise verese-i enbiya olmakla her zaman mevcut ve Kur'an ile hüküm ve ameli emreder.
Bir tarihte bir hıristiyan riyazatla keşf elde etmiş. Sonra bir İslâm memleketine gelerek sihirbazlıkla halkı idlale başlamış. Ehl-i halden biri “Ben bunu müslümanların başından temizleyeceğim.” demiş. Silahını almış, gelip kapısını çalmış. İçeride adam:
“Ne istersin?” diye sormuş. “Aç kapıyı seninle görüşeceğim.” diye cevap vermiş. “Ben seninle görüşemem. Zira sende su-i kast niyeti var, açmam.” demiş.
Kalbinde tuttuğu ve Cenab-ı Allah'tan gayrı kimsenin vâkıf olmadığı bir şeyden bahsetmesi daha ziyade merakını mucib olduğundan, herhalde görüşmeden gitmek istememiş.
Onun üzerine: “Bana kapıyı ne suretle açarsın?” diye sormuş. O da: “Eğer sen niyetini değiştirirsen açarım.” demiş. “Niyetimi değiştirdim.” deyince kapıyı açmış.
Ona sormuş ki:
“Sen bu keşfi nasıl elde ettin?” O da: “Ben hıristiyanım. Bu keşfi riyazatla elde ettim, yalnız nefsim neyi arzu ettiyse ben yapmadım. Bütün mevcudiyetimle muhalefet ettim, bu keşfe nail oldum.” demiş.
O zât da demiş ki: “Mademki sen ne buldunsa nefsine muhalefetten buldun, öyleyse bu halini bir hakikata rabtetmek lâzım. Bir kere de İslâmiyeti nefsine teklif et, râzı olacak mı?” demiş. O da: “Nefsime teklif ettim, râzı olmuyor.” demiş.
Yine o zat da cevaben: “O halde senin keşfinin sahih olması için İslamiyeti kabul etmen şarttır.” demiş. O hıristiyan hakkı teslim ederek şeref-i İslâm ile müşerref olmuş.
İşte bazı kimseler, şer-i hakiki rehbersiz riyazat yaparak, gördükleri hâli, şer-i şerif hilafına olduğu halde keramet zannederek çıkmaz ve bâtıl bir itikata kapılıp, istidrac kabilinden olan sufli ve şeytanî hallere aldanarak helâk ve hüsran-ı ebedîye düçar oluyorlar. Salikin haline göre “Kalk, uyu!” emri verildiği gibi, evliyaullah da zamanı gelinceye kadar hizmet ve zahmetle emrederler. Nitekim:
“Bizi bidayet halimizle gören sıddık zanneder. Nihayet halimizle gören de zındık zanneder.”
Bidayet halinde “Kalk!” emri verilir. Nefis ile mücadele için geceleri kalkar, ibadet ve taatte bulunur. Nefis tezkiye oldu mu:
"Nefsin senin bineğindir. Ona rıfk ile muamele et!" Hadis-i şerif'inde buyurulduğu vechile “Uyu!” emri verilir.
Bağdat'ta Müfessir Âlusî'nin oğlu Numan efendi vaaz ederken:
"Gaybı Allah'tan başkası bilmez." (Neml: 65)
Âyet-i celile'siyle istidlal ederek kerameti inkar etmiş. Cemaat arasında bulunan ehl-i hâl bir zât demiş ki:
“Bu Âyet-i celîle kerametin sübutuna delildir. Çünkü El-gayb'da elif lâm yani harf-i tarif, istiğrak içindir. Mânâsı; gaybın küllisini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Lakin dilerse bazı cüziyyatını kuluna bildirir.” demektir. Zira kaidedir: “Salibe-i külliye, mücibe-i cüziyyeyi selb etmez.”
Bu kaideye göre Âyet-i celile'de beyan edildiği vechile:
"Melekler de: ‘Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok.’ dediler. Zaten size az bir ilimden başka bir şey de verilmemiştir." (Bakara: 32)
Sahabeden birisi:
“Ya Resulellah! Bu Âyet-i celile'ye siz de muhatab mısınız?” diye sual edince Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: "Evet." buyurmuştur.
Bütün enbiya ve evliyanın ilmi, Hakk Celle ve Alâ Hazretlerinin ilmine nisbetle bir nokta kadar bile değildir.
Evliyaullah'tan birisi fakir kıyafetiyle gezerken bir camiye gitmiş. Bir hoca azametle vaaz edermiş. Kendisinde bir varlık hisseder, ilmine gururlanırmış. Vaazı hitamında o zât, hocanın yanına vararak bir sual soracağını söylemiş.
“Cenab-ı Allah'ın ilmine nisbetle bütün enbiya ve evliyanın ilmi ne nisbettedir?” demiş. Hoca: “Bu nasıl sual? Hiç nisbet kabul etmez.” demiş.
Sonra orada rahle üzerinde bir büyük kağıt varmış. Üzerine bir nokta koyarak: “Bu kağıda nisbetle bu nokta nasıl? Yani Cenâb-ı Allah'ın ilmini bu kağıdın büyüklüğü nisbetinde farzetsek, bütün enbiya ve evliyanın ilmi bu nokta kadar nisbet olunabilir mi?” demiş. Bunun üzerine fakir:
“Bilcümle enbiya ve evliyanın ilmi Cenâb-ı Hakk'ın ilmine nisbetle nokta kadar olmadığına göre senin ilmin bu noktanın içinde ne kadardır?” diye sual edince vaiz kızarak:
“Hadi şuradan!” diye onu kovmuş. Sonra sorulan sualin bir hikmet tahtında olduğunu anlamış.
İşte vaaz ve nasihatta, gurur ve azamet lâyık değildir.
Keşif ikidir: 1- İyanî. 2- Vicdanî.
Selef-i sâlihin zamanında erzak şüpheli olmadığından keşif, iyanî olurdu. Hal-i hazırda ise ekseriyetle rızık şüpheli olduğundan keşif vicdanîdir.
Keşf-i vicdanî, âmânın hamamda bulunup hisleriyle hamamı keşfi gibidir. İyanî keşif ise sağlam gözlünün hamamı hem görerek hem de hissederek keşfetmesi gibidir.
Tarikatta iki saha vardır:
1- Nefis sahası.
2- Ruh sahası.
Nefis sahasında insan hiddet eder, masivadan geçemez. Ruh sahasında masiva kâmilen sükut eder, kalp ancak Cenâb-ı Hakk'a merbut olur. Fakat eskisinden daha rahim olur.
Seyr-i afakî rüyada görülen zuhurat, seyr-i enfüsî yakaza halindeki zuhurattır.