Davud Aleyhisselâm Mescid-i Aksâ'nın inşâsına başlamış, vefat edeceği sırada oğlu Süleyman Aleyhisselâm'a tamamlamasını vasiyet etmişti.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Davud oğlu Süleyman, Beyt-i makdis'in yapımını bitirdikten sonra Allah'tan üç dilekte bulunmuştur.
Allah'ın hükmüne uygun düşecek şekilde hüküm vermek.
Kendisinden sonra kimseye nasip olmayacak mülk ve saltanat.
Mescid-i Aksâ'ya sırf namaz kılmak niyetiyle gelenlerin analarından doğdukları gündeki gibi günahsız hale gelmeleri.
Allah Süleyman'a bunlardan ilk ikisini vermiştir, üçüncü niyâzının da kabul edilmiş olmasını ümit ediyorum." (Ahmed bin Hanbel)
"Yâ Resulellah! Yeryüzünde ilk kurulan mescid hangisidir?" sualine "Mescid-i haram'dır." buyurdular. "Sonra hangisidir?" diye sorulduğunda ise "Mescid-i Aksâ'dır." cevabını vermişlerdir. (Müslim)
Mescid-i Aksâ geçmiş ümmetlerin kıblesi idi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Miraç gecesinde ilk durağı olan Kudüs'e uğradığında Mescid-i Aksâ'da iki rekat namaz kıldığını beyan buyurmuşlardır
Diğer Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
"Oraya gidin ve içinde namaz kılın, çünkü orada kılınacak tek namaz, mescidin dışında kılacağınız bin namaz gibidir." (Ebu Davud)
"Üç mescidden başkası için yola düşülmez: Kâbe, benim mescidim ve Mescid-i Aksâ." (Buharî)
Süleyman Aleyhisselâm saltanatı kadar adaletiyle de etrafa ün salmıştı. İdaresi altındaki insanlar emniyet içinde yaşıyorlardı.
Halledilmesi güç meselelerde bile en âdil hükümler veriyordu.
Nitekim bir Âyet-i kerime'de:
"Biz Süleyman'a bu meselenin hükmünü belletmiştik." buyuruluyor. (Enbiyâ: 79)
Bu hükümlerden bazıları Davud Aleyhisselâm kıssası anlatılırken geçmişti.
Süleyman Aleyhisselâm şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanlara verilmeyen şeyler bize verildi. İnsanlara verilmeyen ilimler bize verildi. Fakat öfke ve sükunet halinde hilm (yumuşak huyluluk)tan, darlık ve bolluk halinde kanaattan, gizlide ve açıkta Allah korkusundan daha üstün bir şey bulamadık."(Ahmet bin Hanbel)
Süleyman Aleyhisselâm oğluna şöyle vasiyet etmiştir:
"Oğulcuğum!
Miskinlikle birlikte günah işlemek ne kötüdür!
Hidayete erdikten sonra dalâlete düşmek ne kötüdür!
Kişinin Rabbine duâ edip dururken ibadeti bırakması ise bundan daha kötüdür." (Ahmet bin Hanbel)
Süleyman Aleyhisselâm ibadet odasına girer; bazen bir iki ay, bazen bundan daha az veya daha çok müddet tek başına kendisini ibadete hasreder, yiyeceğini ve içeceğini yanına alır, izni olmadan hiç kimse yanına giremezdi.
Vefatı ile neticelenen son defaki kalışında vefatının yaklaştığı kendisine haber verilmişti. O da cinler çalışmayı bırakmasın, yarım kalan işleri tamamlasın diye, Allah-u Teâlâ'dan öldüğünün bir süre bilinmemesini niyaz etti. Dileği kabul olundu. Ölüm meleği ruhunu kendisi ayakta, asasına dayanmış olduğu halde kabzetti. Vefat ettiğini cinler, şeytanlar anlayamadılar. İbadet yapıyor sanarak, onun gösterdiği ağır ve zor işlerde çalışmaya devam ettiler. Vefat ettiği, kimsenin hatırına bile gelmedi.
Zamanla bir ağaç kurdu asasını kemire kemire kırılmasına ve Süleyman Aleyhisselâm'ın, muvazenesi bozularak yere düşmesine sebebiyet verdi. Bunun üzerine uzun bir süre önce vefat etmiş olduğu anlaşıldı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak asasını yiyen kurt onun ölümünü cinlere farkettirdi." buyuruyor. (Sebe: 14)
Böylece hem başlatılan işler tamamlanmış, hem de cinlerin gaybı bilmedikleri kesinlik kazanmıştır. Şayet gaybı bilmiş olsalardı, vefat hadisesi ile vefatını bilmeleri arasında geçen uzun bir zaman, cezalandırılmaktan korkarak meşakkatli işlerde çalışıp yorulmazlardı.
Âyet-i kerime'nin devamında şöyle buyuruluyor:
"Süleyman yıkılıp yere kapanınca cinler anladılar ki, eğer onlar gaybı bilselerdi, öyle zilletli azap içinde kalıp durmazlardı." (Sebe: 14)
Halk cinlerin gaybı bildiklerini vehmediyorlardı, cinler de gerçekten gaybı bildiklerini zannederlerdi.
Bu durum ise cinlerin gaybı bilmediklerini, bildiklerine dair sözlerin de yalan olduğunu halka öğretmiş oldu.
Allah-u Teâlâ Süleyman Aleyhisselâm'ın saltanatını beyandan sonra, dünyaca bu kadar kuvvet ve kudretiyle onun da fâni dünyaya vedâ ettiğini haber veriyor.
"Seyretti hava üzre denir taht-ı Süleyman,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde."
Bir takım ins ve cin şeytanları Süleyman Aleyhisselâm'a gerek hayatında gerekse sonraki devirlerde iftirada bulunmuşlar; sahip olduğu ilim ve irfanın, tabiat ve cinler üzerinde icrâ ettiği hükümranlığının sihir olduğunu iddia etmeye kalkmışlardı.
Kuran-ı kerim bu kuru iddiâyı reddetmekte, Bakara sure-i şerif'inin 102. Âyet-i kerime'sinde bu hususta gerekli bilgi verilmektedir:
"Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları sözlere uydular."
Süleyman Aleyhisselâm namına uydurulmuş yalanlarla insanları saptırdılar.
Halbuki ilâhi vahye mazhar olan ve Allah-u Teâlâ'nın kendisini mucizelerle desteklediği bir peygamberin böyle bir şeye tenezzül etmeyeceği açık bir gerçektir.
"Halbuki Süleyman kâfir olmadı, fakat o şeytanlar kâfir olmuşlardı." (Bakara: 102)
Süleyman Aleyhisselâm, tesiri hiç bir zaman Allah'tan başkasına isnad etmemişti. Şeytanlar ise Allah'tan başka müessir olamayacağını bilemediler, tesiri O'ndan başkasına isnad ettiler ve kâfir oldular.
"Onlar insanlara sihri ve Babil'deki Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilen şeyleri öğretiyorlardı."
Hârut ve Mârut iki melektir. Allah-u Teâlâ kullarını tecrübe için bu melekleri Bâbil şehrine indirmişti. O dönemde sihir yapanlar çoğalmış olduğundan, bu iki melek gelerek insanlara sihrin fenalığını telkin etmeye başladılar. Buna rağmen yine de sihir öğrenmek isteyenlere bir hikmet iktizası ile sihir namına bazı şeyler öğretirlerdi.
"Halbuki o iki melek herkese 'Biz imtihan için gönderildik, sakın kâfir olmayın!' demedikçe kimseye sihir namına bir şey öğretmezlerdi."
Bu iki meleğin bu durumları onlara mahsus olmak üzere Allah-u Teâlâ'nın ezeli takdirinde böyle yer almış, O'nun iradesi dahilinde cereyan etmiştir.
Nitekim inananlar küfre gireriz korkusu ile öğrenmekten vazgeçmişler, inanmayanlar nasihat kabul etmemişler, her şeye rağmen öğrenmişler ve şerlerine âlet etmişlerdir.
"Onlar o iki melekten karı ile koca arasını açacak şeyler öğreniyorlardı.
Allah'ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezlerdi."
Müessir olan her şeye tesir etme hususiyeti veren Allah-u Teâlâ'dır. O büyü sebebiyle zuhura gelen zararlar yine O'nun dilemesi ve yaratması ile olur. Bu imtihan dünyâsında bu gibi bir takım haller cereyan etmektedir.
Allah-u Teâlâ küfrün ve şirkin ahirette ebedî azaba sebep olacağını kullarına bildirmiş, kullarını inanıp inanmamakta serbest bırakmıştır. Sihir de böyledir.
"Büyücüler kendilerine zarar verip menfaat vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı."
Şeytanlar olmuş ve olacak hadiseler hakkında kulak hırsızlığı ile bir takım bilgiler edinirler ve bunun birine yüzlerce yalan karıştırarak gizli gizli yayarlar.
İradesini şerre sarfederek sihir yapmaya, büyücülüğe yönelen kimseler şeytanlaşmadıkça şeytandan bu hususta bir yardım göremez.
"Andolsun ki onlar, sihri satın alan kimse için ahirette hiçbir nasip olmayacağını biliyorlardı."
Sihir ve büyücülüğün kaynağı şeytanlar olduğu için bu şeytani işler insanlara ahiret değerlerini kaybettiren küfür vasıtalarıdır.
"Ne fena bir şey karşılığında nefislerini sattılar! Şayet bilmiş olsalardı!"
Bilselerdi yapmazlardı. Şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi. Nefislerinin arzularına uydurdu. Sapıklığı hidayete tercih ettirdi.
103. Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:
"Eğer onlar iman edip Allah'tan korksalardı, Allah katında kendilerine verilecek sevap daha hayırlı olurdu.
Keşke bilmiş olsalardı!"