Bütün kâinatı yaratan Allah-u Zülcelâl Hazretleri yarattıklarına belli bir ömür biçtiği gibi onlara tâ ilm-i ezelisinde belli bir rızık ayırmıştır. Her canlıya da rızkını temin etmesi için bir sebep halketmiştir. Kula düşen Hakk’tan gelen her şeye boyun bükerek maddi mânevi her işi O’na bırakıp O’ndan istemek, yalnız O’na güvenmek ve aradan çıkarak O’na tevekkül etmektir. Âyet-i kerime’de:
“Allah kuluna kâfi değil mi?” buyuruluyor. (Zümer: 36)
Hakiki mânâda tevekkül eden mümin, Hakk’tan gelen her şeye severek boyun büker. O’nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Her haliyle O’na sığınır ve her şeyi ancak O’ndan bekler. Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır. Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona yeter. Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir.” (Talâk: 2-3)
Kul bulunduğu hâle râzı olacak, kanaat edecek, gayriye tecavüz etmeyecek. Bu taksimin Rezzâk-ı âlem olan Cenâb-ı Hakk tarafından yapıldığını kalben tasdik edecek ki imanı kemâle ersin.
Rızkın taksimli olduğunu Hazret-i Allah açık olarak Âyet-i kerime’sinde beyan ediyor:
“Dünya hayatında onların maişetlerini aralarında biz taksim ettik. Kimini derece derece diğer kiminin üstüne çıkardık ki, bir kısmı bir kısmını iş adamı edinsin, böylece kaynaşsınlar. Rabbinin rahmeti onların toplayıp durdukları dünya malından daha hayırlıdır.” (Zuhruf: 32)
Madem ki taksimi yapan O olduğunu buyuruyor, o zaman insanoğlu kendini şuursuzca neden helâk ediyor? İnsanlar helâl haram demeden birbirlerinin haklarını yiyorlar, hırsızlık, uğursuzluk had safhada. Ticarette hile, hurda, aldatmaca almış başını gidiyor. Bunlar Hazret-i Allah’tan korkmamaktan, kalplerde gerçek imanın olmayışından ileri geliyor. Halbuki taksimatta ayrılmış olan rızkın kişiye ulaşmasını bütün dünya ehli birleşip mani olmaya kalksalar mani olamazlar. Bütün dünya ehli bir araya gelseler, taksimatta ayrılmamış olan rızkı veremezler. Tamahtan kurtulup ahkâm-ı ilâhi’ye göre hareket etmek, huzur ile ömür geçirmenin sebebidir. Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Cenâb-ı Hakk’ın verdiği rızka kanaat eden mümin cennete girer.” buyuruyorlar. (Münâvi)
Bu Hadis-i şerif’te öyle bir tebşir var ki, kanaatkâr olan kimse daha dünyada iken cennete dahil olmuş oluyor. Çünkü o sahibinden râzı, Mevlâ da ondan râzı. Fakat bu hasletler halk ehlinin değil gönlünü Hazret-i Allah’a bağlamış Hakk ehlinin hasletleridir.
İslâmiyette ticaretin temeli doğruluk ve iyiliktir. Alıcı ve satıcının gönül rızaları, fiyat, tartı ve ölçü hususunda insaf ve itîdalden ayrılmamaları, karaborsacılık yapılmaması, haram ve helâl hudutlarına riayet olunması, faizcilikten, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, aldatmaktan, yalan söylemekten, yemin etmekten, haddinden fazla pahalıya satmaktan kaçınılması... gibi kaideler ticaret hayatının mühim şartlarındandır. Bu islâmi şartlara uyan ticaret erbabı Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz tarafından Hadis-i şerif’lerinde övülmüşlerdir:
“İnsanın kazandığı şeylerin en değerlisi yetiştirdiği evlâdı ve hıyanetsiz olan alışverişidir.” (Ahmed bin Hanbel)
“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek asla yememiştir. Allah’ın peygamberi Davud (a.s) da kendi eliyle kazandığını yerdi.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 967)
İslâm, helâl yoldan çalışıp helâl kazanmaya çok önem vermiştir. Resulullah (s.a.v) Efendimiz bir Hadis-i şerif’inde İslâm hudutları içinde ticaret yapan tüccarın ahirette peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle beraber olacağını buyuruyor:
“Doğru ve emniyetli bir tüccar kıyamet gününde peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle beraber haşredilecektir.” (Tirmizi)
Çünkü doğruluk ve dürüstlük salih kullarının hasletidir.
Karaborsacılığı da dinimiz men etmiştir. Her şeyde Allah rızâsı gözetilmelidir. O’nun rızâsı olmayan her iş insanı cehenneme yaklaştırır. Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Vatanına hizmet ve kendisine ticaret maksadıyla başka beldeden rızık getirenler rızkı bol, yüksek fiyatla satmak amacıyla rızıkları hapseden karaborsacılar melûndur.” (İbn-i Mâce)
Helâl kazanç temin etmek için çalışıp kazanmak farz olduğu gibi alışverişle uğraşan her müslümanın ticari muamelelerle alâkalı, lüzumlu bilgileri öğrenmesi de farzdır. Hazret-i Ömer (r.anh) Efendimiz:
“Ticaret hakkındaki dini hükümleri bilmeyen, çarşılarımızda satıcılık yapamaz.” buyurmuşlardır. (Tirmizi)
Allah-u Teâlâ insanların mallarını korumaları, haklarını meşru yollardan elde etmeleri için tartı ve ölçü tanzim edilmesini, hile yapılmamasını, doğru olunmasını Âyet-i kerime’sinde emir buyurmuştur:
“Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın.” (En’am: 152)
Alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp tartmak haram kazanç yollarındandır ve bir nevî hırsızlıktır. Allah-u Teâlâ ölçü ve tartıda hile yapanların ahirette şiddetli azap göreceklerini beyan buyurmaktadır.
“Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar ki insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar. Kendileri onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik yaparlar. Onlar tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı? Büyük bir gün için.” (Mutaffifîn: 1-5)
Satılan malın gizli ve açık bütün hata ve kusurlarını söyleyip hiçbirini gizlememelidir. Malın kusurunu müşteriden gizlemek, hile yapmak haramdır. Bu yolla elde edilen kazanç da haramdır.
Bir kimse kendisine yapıldığı zaman sevmediği bir muameleyi başkalarına da yapmamalıdır. Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurur:
“Alıcı ile satıcı bulundukları yerden ayrılıncaya kadar (alışverişlerinde) muhayyerdirler.
Her iki taraf doğru söyler, malın ayıbını, kusurunu bildirirse alışverişleri bereketli olur. Malın ayıbını saklarlar ve yalan karıştırırlarsa bereketi kalkar.” (Buhâri)
Ölçü ve tartıda dürüst olmak, doğru ölçüp doğru tartmak şu Âyet-i kerime’lerle farz kılınmıştır:
“Gökyüzünü Allah yükseltti ve mizanı O koydu. Sakın tartıda haksızlık etmeyin. Tartıyı doğru yapın, terazide eksiklik yapmayın.” (Rahman: 7-9)
“Bir şeyi ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun, doğru terazi ile tartın. Bu daha iyidir, sonu da daha güzeldir.” (İsrâ: 35)
İnsanlar hak din üzerinde idiler. Sonradan ihtilaf ve tefrikaya düşerek doğru yoldan saptılar. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onlara azabı ile korkutan ve rahmetini müjdeleyen peygamberler gönderdi. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermek için onlarla beraber gerçekleri gösteren kitapları da indirdi. Oysa kendilerine kitap verilmiş olanlar, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle ayrılığa düştükleri şeyleri inananlara gösterdi. Şüphesiz ki Allah dilediğine doğru yolu gösterir.” (Bakara: 213)
Allah-u Teâlâ peygamber gönderip de emir ve yasaklarını duyurmadıkça hiçbir ferde ve topluluğa azap etmez. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim yola gelirse kendi iyiliği için yola gelmiş olur. Kim de doğruluktan saparsa kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsrâ: 15)
Allah-u Teâlâ’nın peygamber olarak vazifelendirdiği bu seçilmiş kulları her hususta doğru sözlüdürler, asla yalan söylemezler. Her türlü itimada haiz olup, istikametten ayrılmazlar. Masumdurlar, günah işlemezler. Son derece iffet ve ismet sahibidirler. İnsanların en zekisi ve en akıllılarıdırlar. Kuvvetli bir iradeye sahiptirler. Allah-u Teâlâ’dan aldıkları emir ve nehiyleri, olduğu gibi insanlara bildirirler. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onları emrimizle doğru yolu gösteren rehberler kıldık. Onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize hep kulluk eden kimselerdi.” (Enbiyâ: 73)
Onlara inanan, iman eden, yolundan giden, onlara uyanlar, ebedî saadeti kazandılar; inkâr edip her türlü azgınlığı işleyen, nefsine uyanlar ise ahiret azabını kazandılar, helâk oldular.
Kur’an-ı kerim’de Medyen ve Ashâb-ı eyke kavminin ticaretteki azgınlık, müşrik ve ahlâksız kişilikleriyle nasıl helâk oldukları gelmiş ve gelecek insan topluluklarına büyük bir ibrettir.
Medyenliler, İbrahim Aleyhisselâm’ın oğullarından birine nisbet edilir. Soylarının Medyen’den geldiği, hayatlarını sürdürdükleri yerleşim merkezinin de ilk kurucusu olduğu için, bulundukları beldeye Medyen denildiği gibi, halkına da aynı isim verilmiştir. Medyen güney Filistin ile Hicaz’ın kuzeybatısı arasında, Kızıldeniz’in doğu sahiline yakın, dağlık ve ormanlık bir bölgedir. Akabe körfezinden Humus vadisine kadar uzanıyordu. Eyke de deniz sahili ile Medyen arasında bulunan, sık ağaçlı, sulak ve münbit bir yerdi. Burada oturan halka Ashâb-ı eyke deniliyordu. Medyen ve Eyke aynı soyun iki ayrı koludur. Birbirine komşu idiler ve aynı dili konuşuyorlardı. Medyen ve Eykeliler İsrailoğulları gibi önceleri İbrahim Aleyhisselâm’ın dini üzerine ve doğru bir yolda bulunuyorlardı. Fakat zamanla müşrik ve ahlâksız kişilerin tesirinde kalarak dinlerini değiştirdiler. Hem müşrik hem de ahlâksız oldular. Tevhid inancı unutuldu. Onlar da önce geçen kavimler gibi Allah’ı bırakıp, taşlara, kayalara, kendi yonttukları putlara tapmaya başladılar. Başlıca geçim kaynakları ticaretti. Bolluk ve refah içinde yüzmeleri onları şımartmış, azıp sapmalarına başlıca âmil olmuştur. Allah-u Teâlâ’nın koymuş olduğu düzen ve dengeyi bozmak için ellerinden gelen bütün azgınlıkları yapıyorlardı. En gözde meslekleri vurgunculuktu. Hilekârlık, soygunculuk almış başını gidiyordu. Kavmin ileri gelenleri piyasaya hakim olmuşlar, dolaylı ve dolaysız hilelerle gelir sağlamakta mahir idiler. Ticaret ve iş ahlâkı son derece bozulmuş, kimsede itimat kalmamıştı. Ölçerken tartarken tam alıp eksik vermek, yol kesmek, gasp, aşırı kâr elde etmek, hıyanet, ihtikâr, kandırma, haksızlık, zulüm, yalan gibi ticari ahlâksızlıkların hepsi Medyen ve Eyke halkında mevcut idi. Yemen’den Suriye civarına, Basra Körfezi’nden Mısır taraflarına doğru uzanan iki ana ticaret yolunun tam kavşağında mesken tutan Medyenliler hem ticarette ün kazanmışlar, hem de ellerine geçen fırsatları kötüye kullandıkları için diğer memleketlerin diline düşmüşlerdi. O civardan gelip geçen kervanları tedirgin ve huzursuz ediyorlar, yüklü bir haraç almadan geçirmiyorlardı. Kendi aralarında güven kalmadığı gibi, yabancıların da onlara güvenleri kalmamıştı. Yetkili kişiler bu yetkilerini zulme mani olmak için değil, zulüm yapmak için kullanıyordu.
Eykeliler de azgınlıkta Medyenlilerin yolunu ve izini takip ediyorlardı. Şuayb Aleyhisselâm böyle azgın bir kavmin ıslahı için peygamber olarak gönderilmişti. Âyet-i kerime’de:
“Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik.” buyuruluyor. (A’raf: 85-Hud: 84 Ankebut: 36)
Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmini Âyet-i kerime’de şöyle uyardığı buyuruluyor:
“Onlara dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. Ölçüyü tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inanıyorsanız böylesi sizin için daha hayırlıdır.” (A’raf: 85)
Zaman geçtikçe ıslah olacakları yerde büsbütün azıtıyorlar, inananları Allah yolundan alıkoymak için köşe başlarına, kavşak noktalarına oturarak insanların zihnine şüphe sokarak, daha da olmazsa tehdit ile yollarından alıkoymaya çalışıyorlardı. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bakın!” (A’raf: 86)
Şuayb Aleyhisselâm bu azgın, küfürde inat eden Medyen kavmine ibret olsun diye geçmiş kavimlerin başına gelenleri anlattı. Âyet-i kerime’de:
“Ey Kavmim! Bana karşı düşmanlığınız, sakın sizi Nuh kavminin veya Hud kavminin yahut Sâlih kavminin başlarına gelenler gibi bir felâkete uğratmasın! Lût kavmi henüz sizden uzak değildir.” (Hûd: 89)
Her şeye rağmen halk sapıklık ve azgınlıklarında devam ediyordu. Allah-u Teâlâ onları helâk etmeyi murad edince rızık ve geçimliklerini doruk noktasına çıkardı. Artık kendilerine verilen mühlet dolmuş, derece derece yaklaştıkları azap günü gelmiş çatmış bulunuyordu. Kahr-ı ilâhî’ye tamamen müstehak olmuşlardı.
Medyen halkına azap korkunç bir ses ve yer sarsıntısı şeklinde geldi. Müthiş bir uğultu ve gürültü ile önüne geçilmesi mümkün olmayan azap Medyenlileri yerle bir etti. Âyet-i kerime’lerde Cenâb-ı Hakk azâbı şu şekilde buyurmaktadır:
“Emrimiz gelince, Şuayb’ı ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri o korkunç ses yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar.” (Hûd: 94)
“Derken kendilerini müthiş bir sarsıntı yakalayıverdi, yurtlarında dizüstü çökekaldılar.” (A’raf: 91)
“Fakat onu yalanladılar. Derken kendilerini müthiş bir sarsıntı yakalayıverdi, yurtlarında dizüstü çökekaldılar.” (Ankebut: 37)
Canları çıkmış, nefesleri uçmuş, cesetleri sönmüş olan âsi kavim sabah vakti evlerinde ölü olarak bulundular.
Cenâb-ı Hakk azgın giden, ilâhi hükümleri bırakıp dalâlete sarılan, Şuayb Aleyhisselâm gibi mübarek bir peygamberi yalanlayan Medyen kavminin de sayfasını böyle büyük bir azaba düçar ederek kapatmış oldu. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar, Şuayb’i yalanlayanlar oldu.” (A’raf: 92)
Peygamberlik Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ile sona ermiş, vahiy kesilmiştir. Fakat peygamberin nurunu taşıyan, vekilleri olan Allah dostları her yüzyılda vardır. Resulullah (s.a.v) Efendimiz:
“Allah her yüzyılda dinini yenileyecek müceddid gönderir.” buyuruyor.
Bu devirde de bozulmaya yüz tutmuş, dalâlete sapmış fırkaları uyaran, onların önüne ahkâm koyan, âyetlerle, hadislerle hakikate çağıran Allah’ın veli kulu vardır. Ona tutunan, ondan yüz çevirmeyen, ilâhi hükümlere iman eden, dünya saadetini ahiret selâmetini kazanır. İnkâr eden bölücülerin, dalâlet fırkalarının akıbetinin ise Medyen kavminin sonuna benzemesinden korkulur. Allah’ım bizi hakikati gören, dalâlete uzak duran kullarından eylesin.