Muhterem Okuyucularımız;
Organ nakli ve vasiyeti hususunda mahlukun hükmü yoktur. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kesin olarak emir buyuruyor:
“Kendi kendinizi katletmeyin!” (Nisa: 29)
Kim ki bu Âyet-i kerime’yi görüp caiz olduğunu söylerse küfre kayar.
Bu doğrudan doğruya bir katliamdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kesin olarak emir buyuruyor:
“Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara: 195)
Allah-u Teâlâ’nın hükmü budur. Kim ki bu Âyet-i kerime’yi görüp organ naklinin caiz olduğunu söylerse küfre kayar.
Organ Nakli ve vasiyeti tehlikelidir.
Bir kimse organlarının alınmasını vasiyet etmekle, kendisini katlettiği için bu bir intihardır.
Zira organ nakli daha kişi ölmeden, organlar canlı iken yapılıyor. Beyin fonksiyonlarının durmuş olduğuna hükmedilerek nakil yapılıyor. Halbuki o anda kalb çalışır vaziyettedir. İşte bu kişinin takdir-i ilâhi ile bitkisel hayattan çıkma imkanı ve ihtimali de vardır. Misalleri de çoktur. Fakat daha kalb durmamışken organlar alındığı için, bu bir intihar oluyor.
Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir adamın yarası vardı. (Istırabına dayanamayıp) kendisini öldürünce Allah-u Teâlâ: ‘Kulum acele ederek bana geldi, ben de ona cenneti haram kıldım.’ buyurdu.” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 668)
Kişi emr-i ilâhi gelmeden kendini öldürdüğü için Allah-u Teâlâ’nın takdirine karışmış oluyor. Bunun için de cehenneme giriyor. Çünkü O’nun verdiği canı ancak O alır.
Bu mesuliyet organlarının alınmasını vasiyet edenlere âittir.
İkinci mesuliyet ise vasiyet etmediği halde, vârisin de haberi olmadığı halde, öldü diye organlarını alan doktorlara ve bu fetvâyı verenlere âittir.
Bu husustaki Âyet-i kerime’de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Kim ki bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir.” (Nisa: 93)
İşte bunlar bu Âyet-i kerime’nin kapsamına girmektedirler. Hem bu fetvayı veren, hem de bu katli yapan aynı mesuliyetin içine girer. Bu bir katldir, bunlar katildir.
Kim ki bu Âyet-i kerime’yi görüp caiz olduğunu söylerse küfre kayar. Çünkü o, çok büyük bir suç işlemiştir.
Bir kimse sahipsiz bir adamın organını almak için o aciz adamın canına kast ediyor. O onun katili oluyor. Adam aciz, hasta, ölüm anında; adamı hastaneye getiriyorlar. Ama gayeleri organlarını almakla adamı öldürmek. Bu doğrudan doğruya katldir. Çünkü organlar öldükten sonra alınmıyor ki, ölmeden evvel alındığı için bunu yapan doğrudan doğruya katildir. Bu adam mahşere de katil olarak çıkacaktır.
Haksız yere bir başkasının hayatını alan veya ölümüne sebep olan kimse, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının ulvîliğini ayaklar altına almış, bu hususta başkalarına da cesaret vermiş, Allah-u Teâlâ’nın gazabını haketmiş olur.
İfsad ediciler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın.’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
Bu katliama cevaz vermek büyük bir dalâlettir, doğrudan doğruya bir ifsattır.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir.” (Ebu Dâvud: 3207)
“Bir adamın yarası vardı. (Istırabına dayanamayıp) kendisini öldürünce Allah-u Teâlâ: ‘Kulum acele ederek bana geldi, ben de ona cenneti haram kıldım.’ buyurdu.” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 668)
Bir kimse organlarının alınmasını vasiyet etmekle, kendisini katlettiği için bu bir intihardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Kendi kendinizi katletmeyin!” (Nisa: 29)
Bu bir emr-i ilâhi’dir.
“Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın!”(Bakara: 195)
Bu da bir emr-i ilâhi’dir.
Bu mesuliyet organlarının alınmasını vasiyet edenlere âittir.
İkinci mesuliyet ise vasiyet etmediği halde, vârisin de haberi olmadığı halde, öldü diye organlarını alan doktorlara ve bu fetvâyı verenlere âittir.
Bu husustaki Âyet-i kerime’de ise Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Kim ki bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir.”(Nisa: 93)
İşte bunlar bu Âyet-i kerime’nin kapsamına girmektedirler. Hem bu fetvayı veren, hem de bu katli yapan aynı mesuliyetin içine girer. Bu bir katldir, bunlar katildir.
İşte Âyet-i kerime! İtirazınız varsa Âyet-i kerime ile cevap verin! Bu böyledir!
Organ nakli ve vasiyeti hususunda mahlukun hükmü yoktur. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kesin olarak emir buyuruyor:
“Kendi kendinizi katletmeyin!” (Nisa: 29)
Kim ki bu Âyet-i kerime’yi görüp caiz olduğunu söylerse küfre kayar.
Bu doğrudan doğruya bir katliamdır. Kişi kendisine en büyük eziyeti yapıyor. Ve kendi eliyle kendini katlediyor.
Bir insan kendini katlederse ebedi cehennemdedir. Şöyle ki,
Organ nakli ve vasiyetinde bulunmak bir intihardır.
Bir kimse organlarının alınmasını vasiyet etmekle, kendisini katlettirdiği için, bu bir intihardır.
Zira organ nakli daha kişi ölmeden, organlar canlı iken yapılıyor. Beyin fonksiyonlarının durmuş olduğuna hükmedilerek nakil yapılıyor. Halbuki o anda kalb çalışır vaziyettedir. İşte bu kişinin takdir-i ilâhi ile bitkisel hayattan çıkma imkanı ve ihtimali de vardır. Misalleri de çoktur. Fakat daha kalb durmamışken organlar alındığı için, bu bir intihar oluyor.
Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir adamın yarası vardı. (Istırabına dayanamayıp) kendisini öldürünce Allah-u Teâlâ:
‘Kulum acele ederek bana geldi, ben de ona cenneti haram kıldım.’ buyurdu.” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 668)
Ashab-ı kiram’dan Câbir bin Semüre -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah Aleyhisselâm’a kendisini öldüren bir adam getirilmişti, üzerine namaz kılmadı.” (Müslim: 978)
Bununla birlikte Ashab-ı kiram’ına “Arkadaşınızın cenaze namazını kılın.” buyurduğu da rivayet edilmiştir.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Her kim kendini bir demir parçası ile öldürürse, demiri elinde, onu karnına saplar bir halde cehennem ateşinde ebedi ve daimi olarak kalacaktır.
Her kim zehir içer de kendini öldürürse o kimse de zehirini cehennem ateşinde ebedi ve daimi kalarak içecektir.
Her kim de dağdan yuvarlanır da kendini öldürürse, o da cehennem ateşinde ebedi ve daimi olarak yuvarlanacaktır.” (Müslim: 109)
“Cezâ amel cinsinden olur.” kaidesine göre, intihar eden kimse, ne suretle canına kıymışsa, o şekilde azaba maruz kalacaktır.
Bu gibi kimselerin cehennemde ebedî kalması, haram olan intiharı helâl saydığı takdirdedir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Kendi kendini boğan kimse, cehennemde kendini boğa boğa, kendini vuran kimse de cehennemde kendine vura vura azab eder.” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 669)
Kişi emr-i ilâhi gelmeden kendini öldürdüğü için Allah-u Teâlâ’nın takdirine karışmış oluyor. Bunun için de cehenneme giriyor. Çünkü O’nun verdiği canı ancak O alır.
Bir insan da organlarını vasiyet etmekle; ilâhî takdire müdahale etmiş, kendisinin öldürülmesine izin verdiği için takdire karışmış, Hazret-i Allah’ın emanetini çiğnemiş ve kendisini katletmiş, böylece de azaba müstehak olmuş olmaktadır. O’nun verdiği organı yine O alır. Kimin malını kime ve ne sıfatla veriyorsun? Halbuki Hazret-i Allah belki ona sıhhatini tekrar iade edecekti, sağlık verecekti. Diğer taraftan kendisinin adına karar veren varisleri de böyle bir işleme izin verdikleri için bu katliama sebep oluyorlar.
Binaenaleyh organ nakli organlar canlı iken yapılıyor, çünkü kalp durduktan sonra organlar işe yaramıyor. Nice insanlar bitkisel hayattan (beyin ölümü) çıktıktan sonra dirilmiş, yaşamışlardır.
Bu yüzden organın işe yaraması için kalp durmadan organların alınması icab ettiğine göre, insanın da hayata dönmesi muhtemel iken bu esnada alınan organlar veren kişi için intihardır, kişi vermediği halde zorla alınırsa katilliktir. Her ikisi de haramdır.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:
Tufeyl bin Amr ed-Devsî -radiyallahu anh- Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek “Yâ Resulellah! Muhkem bir kal’aya ve muhafızların yanına gitmek ister misin?” demiş. (Câbir ‘Cahiliye devrinde Devs kabilesine ait muhkem bir kal’a vardı.’ diyor.)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buna râzı olmamıştı. Çünkü Allah muhafızlığı Medine’li Ensar’a ayırmıştı.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine’ye hicret edince Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- de Medine’ye hicret etti. Onunla birlikte kavminden bir zât da hicret etti. Fakat Medine’de sıkıldılar. O zât hastalandı ve sabırsızlık ederek oklarını aldı, onlarla parmak eklerini kesti. Derken ellerinden kan fışkırmaya başladı, sonra da öldü.
Daha sonraki günlerde Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- onu rüyasında gördü. Kılık kıyafeti güzel olmasına rağmen elleri sarılı idi. Tufeyl -radiyallahu anh- ona “Rabbin sana ne yaptı?” diye sordu. O da “Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına hicret ettiğim için beni affetti.” diye cevap verdi. Tufeyl -radiyallahu anh- “Neden seni ellerini sarmış görüyorum?” deyince:
“Bana ‘Senin bozduğun bir organını biz düzeltemeyiz.’ denildi.” cevabını verdi.
Tufeyl -radiyallahu anh- bu rüyayı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e anlattığında:
“Allah’ım! Onun ellerini de affeyle!” diye duâ etti. (Müslim: 116)
Bunca Hadis-i şerif’leri görüp organ nakli ve vasiyetinin caiz olduğunu söylerse küfre kayar. Çünkü bu bir intihardır, intihar ise hem katliamdır, hem haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kesin olarak emir buyuruyor:
“Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Bakara: 195)
Allah-u Teâlâ’nın hükmü budur. Kim ki bu Âyet-i kerime’yi görüp organ naklinin caiz olduğunu söylerse küfre kayar.
Organ Nakli ve vasiyeti tehlikelidir. Çünkü kişi kendisine en büyük tehlikeyi kast ediyor. Bir kimse organının alınmasını vasiyet ederse, bundan büyük tehlike mi olur? Zira kimin malını kime veriyorsun? Böyle yapmakla kendilerini katletmiş olmaktadırlar.
İslâm dininde insanlara kendilerini tehlikeye atmamaları emredilmiş, hastalıklara çare ve tedavi aranması istenmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Allah-u Teâlâ derdi de devâyı da indirdiği gibi, her dert için bir devâ yaratmıştır. Binaenaleyh tedaviye devam ediniz. Fakat haram ile tedavi etmeyiniz.” buyuruyorlar. (Ebu Dâvud: 3874)
İnsan vücudu Allah-u Teâlâ’nın kullarına bahşettiği ilâhî bir emanettir. Şahsa ait değildir ki, organlarını başkasına bağışlayabilsin.
Birisi öldü diye onun evinden istediğin malzemeyi alıp kendi binana kullanabiliyor musun? Diyeceksin ki “Hayır kullanamam, çünkü onun vârisleri var.”
Beşerî bir insanı varis kabul ediyorsun da, yaratanı nasıl unutuyorsun? Satın mı aldın o organları?
Can Allah-u Teâlâ’nın bir emanetidir. Allah-u Teâlâ’nın verdiğini ancak Allah-u Teâlâ alır. Dilerse tekrar iade eder. Vasiyet edip kendi arzunla verdiğin o organını bir daha sana verecek mi acaba? O zaman kimden bulacaksın?
İnsanın hayatta olduğu müddetçe tehlikeli bir durum dahi olsa ölümüne sebep olabilecek bir organını alıp başkasına nakletmek caiz değildir. Bu katl’dir, çünkü ecelin ne zaman geleceğini kimse bilemez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz yarasının ıstırabına dayanamayıp kendisini öldüren için Allah-u Teâlâ’nın:
“Kulum acele ederek bana geldi, ben de ona cenneti haram kıldım.” buyurduğunu haber veriyorlar. (Buharî. Tecrid-i Sarih: 668)
Organlarının alınmasını vasiyet eden kişi, ölümünü Hazret-i Allah’ın takdirine değil, doktorların kararına bırakmıştır.
Şayet onlar ölümüne hüküm verirlerse organlarını alacaklar ve ölmemiş olan veya daha yaşaması muhtemel olan kendisinin hayatına son vereceklerdir.
İşte bu bir intihardır.
Artık kalbi, böbreği, gözü, ciğeri alınan biri nasıl yaşasın. Ama belki yaşayacaktı. Hazret-i Allah belki tekrar sıhhat verecekti.
Şimdi düşünün! Organlarını vasiyet etmekle; ilâhi takdire müdahale etmiş, Hazret-i Allah’ın emanetini çiğnemiş, emr-i ilahi gelmeden kendisini öldürdüğü için Hazret-i Allah’ın takdirine karışmış ve kendini katletmiş oluyor. Böylece de azaba müstehak oluyor.
O’nun verdiği canı vakti saati geldiğinde yine O alır.
Bir cümlenin noktasını virgülünü aldığında o cümle düzgün olmadığı gibi, o âzânın öz noktasını alınca; o âzâ da, âzâ olmaktan çıkıyor. Organ bir parçası, tamamı diye birşey olmaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onların çoğunu hakikaten söz dinlerler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun?” (Furkan: 44)
Daha evvel arzedilmişti; Profesör Saffet Solak, oğlunun geçirdiği trafik kazası sonucu kalbinin durduğunu, morga kaldırıldığını söyledi.
Bir şüphe üzerine masaj yapıla yapıla Allah-u Teâlâ yeniden hayata döndürüyor.
Başka bir hadise ise biri kendini diğeri için feda etmiş, böbreğini veriyor. Tek böbreğiyle bir müddet yaşıyor, sonra üzüntülü bir haber duyuyor, tek böbreği ile dayanamayıp o da vefat ediyor.
Şimdi bu adam da iyilik edeyim derken kendini feda ettiğinden en büyük tehlikeyi kast ediyor. Böylece kendi ebedi hayatını hiçe müncer ediyor.
Yine kalp krizi geçiren genç bir adam ölüyor ve hastaneye kaldırılıyor, doktorlar elektroşok uyguluyorlar. Gencin kalbi yarım saat sonra tekrar çalışmaya başlıyor.
Ölümün kalbin durmasından beş dakika geçmesi ile kabul edildiği söyleniyor. Burada ise yarım saat geçtikten sonra kişinin kalbini Cenâb-ı Hakk tekrar çalıştırıyor.
Ölüm olayı için kalbin durması hukuken kabul edildiği halde, yine de ölünün hayata dönmesi mümkün iken, tıbben beyin fonksiyonları durduğu için bu arada kalp çalışıyor olduğu halde organların alınması cidden çok düşünülmesi gereken bir durumdur. Büyük bir katliamdır.
Kalp durmasından sonra alınan organlar işe yaramıyor diye, bir başkasını kurtaralım derken hayata dönmesi bir çok misalleriyle muhtemel bir insanın canına, hayatına son vermek katl’dir. Katl ise haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bir mü’mini haksız yere öldürmenin büyük bir cinayet olduğunu ve o nisbette cezaya sebep olacağını beyan buyurmaktadır:
“Kim bir mümini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir.” (Nisâ: 93)
Kim ki bu Âyet-i kerime’yi görüp caiz olduğunu söylerse küfre kayar. Çünkü o, çok büyük bir suç işlemiştir.
Bir kimse sahipsiz bir adamın organını almak için o aciz adamın canına kast ediyor. O onun katili oluyor. Adam aciz, hasta, ölüm anında; adamı hastaneye getiriyorlar. Ama gayeleri organlarını almakla adamı öldürmek. Bu doğrudan doğruya katldir. Çünkü organlar öldükten sonra alınmıyor ki, ölmeden evvel alındığı için bunu yapan doğrudan doğruya katildir. Bu adam mahşere de katil olarak çıkacaktır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Şüphesiz ki dünyanın yok olup gitmesi, Allah katında haksız yere bir mümini öldürmekten daha hafiftir.” (İbn-i Mâce: 2619)
Vasiyet etmediği halde, varisin de haberi olmadığı halde öldü diye organlarını alanlar ve fetvasını verenler mesuldürler.
“Eğer gök ve yer sakinleri bir müminin kanının akıtılmasına (öldürülmesine) katılsalar, Allah mutlaka onları cehenneme yüzü üzere sürer.” (Tirmizi:Diyât: 8)
İnsanların nazarında dünya büyük ve önemli bir varlık olmasına rağmen, bir mümini öldürmek; anlatılmayacak derecede tehlikeli ve korkunç bir âfet olduğu belirtilmektedir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide: 32)
Burada insan hayatının ne kadar değerli olduğu gözler önüne serilmektedir.
Haksız yere bir başkasının hayatını alan veya ölümüne sebep olan kimse, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının ulvîliğini ayaklar altına almış, bu hususta başkalarına da cesaret vermiş, Allah-u Teâlâ’nın gazabını haketmiş olur.
Daha ölmemiş, kalbi çalışır bir vaziyette bulunan bir kimsenin organlarını almak, o kimsenin ölmesine mucip olur, böylece de bir mümin öldürülmüş olur. Belki o kimse bitkisel hayattan çıkacaktı.
Ölü vasiyet etmemiş, varislerinin haberi yok veya izin vermemiş ama organlarını öldü diye doktorlar almış. Mesul olan ve fetvayı verendir.
Halbuki organ nakli, organlar canlı iken yapılıyor. Öleceğine yakın bir zamanda vazifeli melekler canını alırken, doktorlar da organlarını alıyor. Kişi hem içten, hem de dıştan ıstırap görüyor. Bir taraftan en büyük eza ve cefâ çekiliyor, bir taraftan da bir nevi cinayet işleniyor. Bu ise haramdır.
Allah-u Teâlâ’nın sonsuz hikmetlerini ihtiva eden iradesinin gerektirdiğine göre, insanların her birine belli bir ecel tayin ve taksim etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyuruyor:
“Aranızda ölümü biz takdir ettik. (Ne zaman öleceğinizi belirleyen biziz.)” (Vâkıa: 60)
İnsanların hayat süreleri değişik değişiktir. Kimi uzun kimi kısadır. Büyük küçük, genç ihtiyar hiç kimse belirlenmiş olan vakti gelmeden ölmez. Vakti gelince de bir dakika tehir olmaz.
“Ve bizim önümüze geçilmez.” (Vâkıa: 60)
Hiç kimse O’nu iradesinden alıkoyamaz. Her dilediğini dilediği şekilde yapar.
Hazret-i Allah böyle buyururken, bunlar bir insanı öldürüyorlar veya fetvasını veriyorlar. Böylece Hazret-i Allah’ın önüne geçiyorlar. Gadab-ı ilâhî’yi celbediyorlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O sizi çamurdan yaratmış, sonra da size bir ecel takdir etmiştir. Bir de O’nun katında belli bir ecel vardır. Böyle iken siz hâlâ şüphe edip duruyorsunuz.” (En’am: 2)
Hiç bir şey tesadüf değildir. Her biri mutlaka ilm-i ilâhide takdir edilmiş ve levh-i mahfuzda yazılmış olarak meydana gelir. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’ya göre çok kolaydır. O’na göre öldükten sonra diriltmek de kolaydır.
“Allah eceli gelince hiç bir canı geri bırakmaz. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Münafikun: 11)
Hüküm O’nundur. Mahluk ise onun işine karışamaz. Ruh ise onun bilgisindedir. O bir emr-i ilâhî’dir.
“De ki: Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsra: 85)
Binaenaleyh bir kimse organları vasiyet etmekle veya varis ise organların alınmasına izin vermekle, doktor ise öldü diye almakla, ilahi takdire müdahale etmiş, Hazret-i Allah’ın emanetini çiğnemiş oluyor. Belki Hazret-i Allah yaşatacaktı.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir.” (Ebu Dâvud: 3207 - İbn-i Mâce: 1616)
Hadis-i şerif’ten; kişinin hayatta iken eziyet duyduğu şeylerden ölü iken de eziyet duyduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim Ashab-ı kiram’dan İbn-i Mesud -radiyallahu anh-:
“Bir mümine ölü iken eziyet etmek, hayatta iken eziyet etmek gibidir.” demiştir.
Hadis-i şerif’ten maksat; dirinin kemiğini kırmak haram olduğu gibi, ölünün kemiğini kırmak da haramdır.
Süyutî, Ebu Dâvud’un haşiyesinde, bu Hadis-i şerif’in sebebini şöyle zikretmektedir:
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Biz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile beraber, bir cenazeye çıktık. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kabrin kenarında oturdu, biz de beraberinde oturduk. Mezar kazıcısı toprak altından bir bacak veya kol kemiği çıkardı. Onu kırmak istedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Onu kırma! Senin onu ölü iken kırman, onu diri iken kırman gibidir. Lâkin onu kabrin kenarında toprağa göm.” buyurdu.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Günah hususunda ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir.” (İbn-i Mâce: 1617)
Daha önce de arzedildiği üzere, Medine-i münevvere’ye hicret eden Devs kabilesinden bir zât hastalanmış ve sabırsızlık ederek oklarla parmak eklerini kesmiş, ellerinden kan fışkırmaya başlamış, sonra da ölmüştü. Daha sonraki günlerde Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- onu rüyasında gördü. Kılık kıyafeti güzel olmasına rağmen elleri sarılı idi. “Rabbin sana ne yaptı?” diye sorduğunda “Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına hicret ettiğim için beni affetti.” dedi. “Neden seni ellerini sarmış görüyorum?” deyince:
“Bana ‘Senin bozduğun bir organı biz düzeltemeyiz.’ denildi.” cevabını verdi. (Müslim: 116)
Organ nakli ölüye eziyettir, eziyet ise haramdır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir müslümana eziyet eden, bana eziyet etmiş gibi olur. Bana edilen eziyet ise Allah’a edilen ezâ gibidir.” (C. Sağir: 8269)
Kim ki bu Hadis-i şerif’leri görüp caiz olduğunu söylerse küfre kayar.
Bir de var ki, organ naklinde vücud hayattaki gibi aynı acıyı duyar. Çünkü ruh alınmıştır amma, cesed ile irtibatı vardır. Diş de cansız fakat acıyor, içindeki sinir irtibatı sağlıyor.
Hazret-i Allah bütün ruhları lâhut âleminde yarattı. Sonra kâinatın en aşağısına indirdi.
Bu mülk âleminde cesetlere giren ruhlar mülk elbisesine bürünerek cismânî ruh oldular.
Hakiki hayat ölümden sonra başlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar.” buyurmuşlardır. (K. Hafâ c.2, sh. 312, 2795)
Çürüyen elbisedir ve hükümsüzdür. Ruh intikal etmiş olduğu berzahta o âleme mahsus lâtif bir kalıba bürünür. Kabirde insan, dünyada iken huy edindiği sıfatlara göre elbise giyer.
Meselâ hırsızlık yapan fare sıfatında, âilesini kıskanmayan domuz sıfatında, başkalarına hırlayan kelp sıfatında, büyük düşman ejderha sıfatında, diğer düşmanlar yılan sıfatında bir kalıp içine girer.
Hayvanî sıfatlardan arınanlar, orada insan şeklinde ve sıfatındadırlar. Mükemmel bir hayat sürerler; oturur, kalkar ve gezerler yer ve içerler.
Mahşere çıktıkları zaman da oranın elbisesini giyerler.
Bu ne zaman belli olacak? Perde kalktığı zaman.
Vücud bir elbisedir. Elbisenin altındaki elbise görünmediği için zanla hareket ediliyor.
Bu görünen dış âlemdir, içini göremezsiniz. Bunların hepsi o kapalı âlemin altındadır.
Kapalı bir âlem var, fakat dıştakiler bilmiyor.
“Onlar dünyâ hayatının yalnız görünen dış kısmını bilirler. Ahiretten ise habersizdirler.” (Rum: 7)
Âyet-i kerime’si bunu ispat eder.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki sen bundan gafildin. İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.” (Kaf: 22)
Kabirde fevkalâde bir hayat mevcuttur. Berzah âlemi ile dünya arasında hassas bir perde vardır. Kabirdekiler dünyaya emirsiz gelemiyor, dünyadakiler de onların hâlini göremiyorlar.
Bir Âyet-i kerime’de:
“O Allah ki iki denizi birbirine salıverip yaklaştırmıştır. Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki ise tuzlu ve acıdır. İkisinin arasına birbirlerine karışmalarına engel olan bir perde koymuştur.” buyuruluyor. (Furkan: 53)
Nitekim ünlü Fransız deniz araştırmacısı kaptan Kusto, uzun araştırmalardan sonra iki denizin arasındaki hassas perdeyi görmesi ile bu hakikata vakıf oldu.
Onun araştırıp bulduğu gibi sen de araştırırsan, sen de gerçek mânâda ilâhi bir lütfa erişirsen; âlem-i berzah ile irtibat kurabilirsin ve bu esrarı çözmüş olursun. Şu kadar var ki, milyonlarda bir kişi bu lütfa mazhar olur.
Uzak bir memlekette bulunan bir evlâdından haber alabilmen, onun yazacağı bir mektup veya edeceği bir telefona bağlı olduğu gibi; âlem-i berzahtaki durum da, oradaki fevkalâde hayat da ancak Hazret-i Allah ve Habib-i Ekrem’inin -sallallahu aleyhi ve sellem- beyanları ile anlaşılır.
Âyet-i kerime:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi, sana hiç kimse haber veremez.” (Fatır: 14)
Vücud bir elbisedir. Onu ayakta tutan, düşündüren, konuşturan, hareket ettiren ruhtur. O bir emr-i ilâhidir.
Âyet-i kerime’de:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki, ruh Rabbimin emrindendir.” buyuruluyor. (İsrâ: 85)
Uyku halinde iken ruh; bedenden çıkarak misâl ve melekût âlemine intikal eder, Arşurahman’a yükselir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerin ruhunu yanında tutar, diğerlerini belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir.
Şüphesiz ki bunda iyi düşünen kimseler için öğütler ve ibretler vardır.” (Zümer: 42)
Ruh ile vücudun ilgisi olduğu için, ruh rüyâ gördüğü zaman beden de etkilenir. Vücud güzel rüyalardan neşelenip haz duyduğu gibi, korkunç rüyalardan da üzüntü duyar.
Yani rüyâyı ruh görüyor, vücuda da tesiri oluyor. Demek ki ruh ile cesed arasında irtibat var.
Ölüm kati bir tükeniş değildir, diyar değişikliğidir.
Biz burada imtihan sahasındayız. Gerçek hayat ölümden sonra başlar. Ya sefa, ya cefa.
Âyet-i kerime’de:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” buyuruluyor. (Mülk: 2)
Zira bu dünya hayatı hayalidir, süfli bir âlemdir. İçi bilinmediği için yanlış hüküm veriliyor.
Ashab-ı kehf’in mağaradaki hayatları hakkında Kur’an-ı kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar mağaranın genişçe bir yerinde idiler.” (Kehf: 17)
Görünüşte dar yerde, fakat Cenâb-ı Hakk Âyet–i kerime’sinde onları geniş bir vâdide yaşattığını bildiriyor. Yani iç âlemin dışarıdan görülmediğini ifade ediyoruz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Nihayet onlardan her birine ölüm geldiği vakit der ki ‘Rabbim! Beni dünyaya geri döndür. Belki yapmadan bıraktığımı tamamlar ve yararlı iş işlerim.’
Hayır, bu söylediği sadece kendi lafıdır. Tekrar diriltilip kaldırılacakları güne kadar, önlerinde geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah bir perde vardır.” (Müminun: 99-100)
“Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah akşam ateşe sunulur. Kıyamet koptuğu gün de ‘Firavun hânedanını azabın en çetinine sokun’ denilir.” (Mümin: 46)
Allah-u Teâlâ günahkâr kişilerin âhirete intikal ettiklerinde:
“Keşke benim için (dünyaya) dönüş imkânı bulunsa da iyilerden olsam!” (Zümer: 58)
“Rabbimiz! Gördük, işittik. Artık bizi dünyaya geri döndür de salih bir amel işleyelim.” diyeceklerini haber vermektedir. (Secde: 12)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir mezar ziyaretinde şöyle buyurmuştur:
“Ey mümin kavimlerin yurdu! Size selâm olsun. İnşaallah biz de arkanızdan gelip size katılacağız.” (Müslim)
Diğer Hadis-i şerif’lerinde ise buyururlar ki:
“Bir ölü tabuta konulup taşınırken, iyi bir kişi ise ‘Beni bir an evvel yerime ulaştırınız!’ der. Kötü bir kişi ise ‘Eyvah! Beni nereye götürüyorsunuz?’ diye feryat eder.
Bu sesi insanlardan başka her mahluk duyar. Eğer insan da bunu duymuş olsa, derhal bayılırdı.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 652)
“Bir kul kabrine konulduğunda, cenazeye gelenler dönüp giderlerken onların ayak seslerini işitir.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 658)
“Ölü, yakınlarının kendisine ağlamasından dolayı azab görür.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 638)
“Yas tutularak ardından ağlanan ölü, bundan ötürü azab görür.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 640)
“Vasiyet etmeksizin vefat eden mümin, çevresinde gömülü bulunan ölüler ile konuşma ve muhabbet etmeye izinli olamaz.” (C. Sağîr; sh. 167)
“Ölülerinizi salih insanların civarına defnediniz. Zira diriler fena komşudan eziyet gördükleri gibi ölüler de fenaların karşılıklı konuşmalarıyla rahatsız olur.” (C. Sağîr; sh.13)
“Borçlu kimse kabirde mahpustur.” (C. Sağîr; sh. 36)
“Biriniz ölünce sabah ve akşam ona gideceği yer gösterilir. Cennetlik ise, cennet ehlinin makamlarından bir makam; cehennemlik ise cehennem hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ona ‘Burası senin yerindir’. Kıyamet günü Allah seni buraya gönderecektir denir.” (Buhari. Tecrid-i Sarih: 678)
Yani bunları size kabirde fevkalâde bir hayat olduğunu belirtmek için arzediyoruz.
Bir Yahudi karısı ölmüştü, ev halkı başında ağlaşıyorlardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz oradan geçerken şöyle buyurdu:
“Bunlar ölülerine ağlıyorlar. Ölü ise kabrinde azab görüyor.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 639)
Bir defasında da iki kabrin yanından geçerken şöyle buyurdular:
“Bunlar azab görüyorlar. Halbuki azab görmeleri büyük bir şey için değildir. Birisi idrar sıçramasından sakınmazdı. Diğeri de koğuculuk ederdi.” (Buhari)
Bedir savaşında öldürülen müşriklerin ileri gelenlerinden yirmidördü’nün cesetlerinin kör bir kuyuya atılmasını emretmişti. Daha sonra kuyunun başına gelerek “Siz Allah’a ve Resulullah’a itaat etseydiniz sevinirdiniz. Biz Rabbimizin bize vaadini gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad etmiş olduğu azâbı gerçekleşmiş buldunuz mu?” buyurdu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz “Yâ Resulellah!... Kendilerinde hayat eseri bulunmayan şu kokmuş cesetlere mi sesleniyorsun?” deyince şu sözü söylediler:
“Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim bu söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitir değilsiniz. Fakat onların bana cevap vermeye güçleri yetmez.” (Buhari)
Hazret-i Allah Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şahitlik edecekler.” (Nur: 24)
Bu dünyada organı alınan insanın organı kendisinde mi yoksa sonradan organı taşıyanda mı şehadet edecek?
Elbette Hazret-i Allah herşeye kadirdir. Ancak Hazret-i Allah’ın nizamını, düzenini kimse bozamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Suçlular simalarından tanınırlar, alın saçlarından ve ayaklarından yakalanırlar.” (Rahman: 41)
Ahirette insanlar yeniden dirildiği zaman, Cenâb-ı Hakk aynı sureti verecek ki, insanlar birbirlerini tanıyabilecekler. Sen âzânı başkasına verdiğinde o âzâ sende olmayacağına göre nasıl tanınacak?
Diğer Âyet-i kerime’de ise:
“O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Bizimle elleri konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” buyurmaktadır. (Yâsin: 65)
Binaenaleyh mahşer gününde Hazret-i Allah ağızı mühürleyip âzâları kişinin lehine veya aleyhine konuşturduğu zaman, nakledilen o organ kimde konuşacak? İlk sahibinde mi konuşacak, nakli yapılan kimsede mi konuşacak? Böyle bir nakil yapıldığında o organ kimin hakkında şahitlik edecek? Her âzânın sahibinde olması gerekir. Bunun için aslâ vasiyet câiz değildir.
“Onları diriltip bir araya getirerek toplayacağı gün, sanki dünyada gündüz bir saat kadar kalmış gibi olurlar. Kendi aralarında birbirlerini tanırlar.” (Yunus: 45)
Kim ki bunca Âyet-i kerime’leri görüp caiz olduğunu söylerse küfre kayar.
İfsad ediciler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın.’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
Bu katliama cevaz vermek büyük bir dalâlettir, doğrudan doğruya bir ifsattır.
Allah-u Teâlâ Secde sûresi 22. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Kendisine Rabbinin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!”
Unutmayın ki Allah-u Teâlâ sizden öç alacağını bu Âyet-i kerime ile açık olarak beyan buyuruyor.
Niçin? Bu kadar Âyet-i kerime’ler yüzünüze karşı okunup izah edildiği halde, gözü yumuk bakıyorsunuz, kılınız bile kıpırdamıyor. Artık kendi imanınızı kendiniz düşünün.
Halbuki bir tek Âyet-i kerime’ye bütün insanlar, cinler, melekler dahi karşı çıksalar, hepsi kâfir olurlar.
Siz ise kupkuru zanna dayanıyorsunuz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde bir insanın organlarının kendisine şahitlik edeceğini, yaptıkları işleri bir bir söyleyeceklerini haber vererek şöyle buyurur:
“Sonunda oraya varınca, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhinde şahidlik ederler.
Derilerine ‘Aleyhimize niçin şahidlik ettiniz?’ derler. ‘Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştır, yine O’na döndürülüyorsunuz.” cevabını verirler.
Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahidlik edeceğinden korkarak kötü iş işlemekten çekinmiyordunuz. Hayır, Allah’ın yaptıklarınızın çoğunu bilmediğini sanıyordunuz.” (Fussilet: 20-21-22)
Bu Âyet-i kerime’yi inkâr edip organ nakline caiz diyenler küfre kayarlar. Bu organ kimde şahitlik edecek?
“Bilmediğin şeyin ardına düşme! Doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.” (İsrâ: 36)
Bu Âyet-i kerime’lere göre bu organlar sende mi şâhidlik edecek, bağışladığın kimsede mi şâhidlik edecek?
Âzâlarını kaçırmakla, Hazret-i Allah’ın azabından kaçırabileceğini mi zannediyorsun?
Ya bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri tekzib edeceksiniz, veya Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere bir bir cevap vereceksiniz!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Doğrusu bir çokları bilmeden hevâ ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (En’am: 119)
•
Kelime-i Tevhid tohumunu kalbe düşürmek çok çalışmayı icabettirir. Bir de bu Tevhid tohumu kalbe düşerse, hemen filiz verir ve büyük bir iman ağacı olur. Dalları bütün âzâlara yayılır. O kişinin imanının kökleşmesine vesile olur. Göz, imanlı olduğu için harama bakmaz; el, harama uzanmaz; ayak, harama gitmez. Evvelce hoşlandığı şeylerden kişi artık kaçınmaya başlar.
Yani iman nûru ile parlamış bir âzâ, daima nûra yöneldiği gibi; haramla yoğrulmuş, kalbine Tevhid tohumu ekilmemiş âzâlar da pek tabi olarak kötü işlerle meşgul olur.
Meselâ kalbinde Tevhid tohumu ekilmiş ve âzâları nûrlanmış bir kişi, Kur’an-ı kerim’e alışkın bir göz, puta bakmayı istemediği gibi; her türlü kötü işleri yapmaya ve putlara bakmaya alışkın olanlar da, Kur’an-ı kerim’e bakmak ve iyilik yapmak istemezler.
Binaenaleyh kötü bir kimsenin âzâsı iyi bir kimseye takıldığı zaman yanlış icraat yapar.
Bunun için organ nakli mahzurludur.
Organ nakli ve vasiyeti caiz olmadığı gibi, kan da böyledir, kan nakline de çok dikkat etmek lâzım.
Fasık bir kimsenin kanı ihlâslı bir kimseye nakledildiğinde akidesi bozulur ve kötü işlere meyleder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Akılsız yani diyanetsiz kadınların sütünü çocuklarınıza vermeyiniz. Zirâ tesir eder.” (Münâvî)
Müslümanları bu katliamdan muhakkak kurtarmak lâzım.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Biri diğerine zulüm, eziyet etmez. Onu, eziyet edecek kimselere teslim de etmez.
Kim bir kardeşinin işine gücüne bakarsa, Allah da onun işine gücüne bakar.
Kim bir kardeşinin kederini kaldırırsa, Allah da onun kıyamet gününün kederlerinden bir kederini kaldırır.
Kim bir müslümanın kusurunu örterse, Allah da kıyamet gününde onun kusurunu örter. (Buharî. Tecrid-i sarih: 1087)
Vasiyet etmeksizin âzâları zorla alınanlar, şayet imanla gitmişlerse şehid olmasına, rütbe ve derecesinin yükselmesine vesile olduğu gibi; arzusu ile âzâlarını verenler de kendi kendilerinin katline vesile olurlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Sadakanın efdâli, vücudun sıhhatte iken, malın sevildiği, hayatın uzun bir müddet olduğu ve fakirlikten zaruretten korkulduğu bir zamanda tehir etmeden sadaka verdiğin bir maldır. Ölüm anı gelinceye kadar ihmal edip de o vakit ‘Falana şu kadar, falana şu kadar’ deme ki, o anda ister istemez mal senin değil gösterdiğin kimsenindir. (C. Sağîr)
Bu Hadis-i şerif’te insanın sağlığında iken verilenin ind-i ilâhide makbul olacağı, öldükten sonra verilecek olanın zaten hükümsüz olduğu beyan edilmektedir.
Bu işin öncülüğünü yapanlar ise büyük bir vebal altındadırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim güzel bir işde aracılık ederse, ona da o işden ötürü bir pay ayrılır. Kim de kötü bir işde aracılık ederse, o kötülükten kendisine bir günah payı vardır.
Allah her şeyi görüp gözeten ve her şeye gücü yetendir.” (Nisâ: 85)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Herhangi bir kimse zulmen öldürülürse, onun kanından bir hisse Âdem’in ilk oğlu Kabil’e ayrılır. Çünkü o, adam öldürme çığırını ilk açandır.” (Buharî)
Organ nakline fetvâ verenler:
“Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir” (Mâide: 32)
Âyet-i kerime’sini delil olarak göstermektedirler. Bu Âyet-i kerime gaflette bulunmasından dolayı nefsine mağlup olmuş, ruhu ölmüş olanlara aittir, cesetle ilgili değildir. Bu kişileri ikaz edip uyandırmak ve böylece ruhunu diriltmekle imanını kurtarmakla ilgilidir.
Madem ki böyle bir hüneriniz var; ölen en sevdiğiniz birisini diriltin, veya canı çıkmak üzere olan birinin canını geri çevirin de görelim!
Ve fakat onlar âcizdirler, bunu yapamazlar. Onlarınkisi kuru lâftan ibarettir.
Doğum esnasında ölmek üzere olan veya ölen bir kadının, karnını yarıp çocuğunu almaya dahi kurtarma denir. Doğru sözlü iseler, bu ölen kadını diriltsinler:
Şu Âyet-i kerime’ler onlara cevap verir:
“Dirilten de O’dur, öldüren de O’dur.” (Müminun: 80)
“Can boğaza dayandığında, siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.
Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz, iddianızda doğru sözlü iseniz, o çıkmak üzere olan canı geri çevirsenize!...” (Vâkıa: 83-87)
“Onların çoğu zanna uyarlar. “Gerçekte ise zan, hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” (Yunus: 36)
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“Sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe: 119)
Buyuruyor, ruhların dirilmesi için.
Biz onlara cevap vermiyoruz. Zira Hazret-i Allah ve Resulü’nden kim daha güzel cevap verebilir? Bunun içindir ki, hep Âyet-i kerime ve hadis-i şerif’lerle hakikatı neşrediyoruz. Beşeriyeti uyandırmak ve bu katliamdan kurtarmak için...
Eğer âlim iseler, bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerdeki ikazlardan ötürü Hazret-i Allah’a şükür ve bize teşekkür etmeleri gerekmez mi?
Cahil iseler nefis ve şeytan onlara düşman olarak yeter. Bizim asla hiç kimseye garazımız yoktur.
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan yaşayan ölü mesabesindedir. Dünyaya niçin geldiklerini, nereye gideceklerini bilemezler. Nefis ne demek, ruh ne demek hiç haberleri yok. İki günlük hayatlarında sermaye toplayamadan giderler.
Bize verilen kısa bir ömür var. Bu kısa ömür içinde hakikatı aramak, hakikatı bulmak ve yaşamak en başta gelen vazifemizdir. Dünyaya geliş gayemiz de zaten budur.
Hakk ve hakikattan gafil, ahiret yolculuğunu düşünmekten habersiz olanları ikaz edip uyandırmak, imanlarını kurtarmak için çok gayret sarfetmek, dinlerini bildirmek ve sevdirmek lâzım. İnsana hayat veren, nefes bahşeden, organlar lütfeden Yaratıcı’nın nimet ve ihsanlarını anlatmak; öleceğini, kabre gireceğini, mahşer-mizan-sırat ve cehennem azabını hatırlatmak; gaflet uykusundan uyandırmak ve ruhunu diriltmek lâzım.
Farz-ı muhal ki bir sel gelmiş, bir insanı almış götürüyor. Bir ip atıyorsunuz, boğulmak üzere iken onu kurtarıyorsunuz. Burada bir can kurtuluyor. Aslında pek de mühim bir iş yapmış sayılmazsınız. Çünkü eğer kurtarmasaydınız belki de şehid olacaktı.
Dalâlet ve imansızlık girdabına kapılmış kimseleri kurtarmak bundan daha mühimdir. Onu kurtardığınız zaman bir iman kurtulmuş, saadeti ebediye kazanılmış oluyor.
Şöyle düşünürsek, bir tarafta can kurtuluyor, bir tarafta iman kurtuluyor. Aradaki farkı varın siz kıyas edin. Bir kimseyi imansızlık felâketinden kurtarmak için nasıl çalışmak lâzım? Bir samanlık yansa herkes söndürmeye koşuyor. Gönüller yanıyor da hiç kimsenin kılı kıpırdamıyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Onlara öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle.” (Nisâ: 63)
“İnanan kullarıma söyle, en güzel sözü söylesinler.” (İsrâ: 53)
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav, en güzel şekilde önle. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost gibi oluvermiştir.” buyuruyorlar. (Fussilet: 34)
Allah ve Resulü’nü sevdirmeye çalışmak, bugün için en büyük cihaddır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Mekke devrindeki cihadı bu şekilde idi. Bütün engellere rağmen müslümanlık hızla yayılıyordu. Onun için bu cihad “Cihad-ı Ekber” adını almıştı.
Âyet-i kerime’de:
“Onlarla büyük cihad yap.” buyuruluyor. (Furkan: 52)
Çünkü bu, cephe savaşlarının temeli olmuştur.
Bu vazifeyi yapmak lâzım.
Diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.” buyuruluyor. (Ankebut: 69)
Azami gayret mânâsı çıkıyor. Hazret-i Allah o kulunun hidayetini artırır, sermayesini çoğaltır, yollarını açar. Yeter ki çalışılsın, çalışıldığını O görsün.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Hayra vasıta olan o hayrı işlemiş gibidir.” (Tirmizi)
“Senin vasıtanla Allah-u Teâlâ’nın bir kişiyi hidayete erdirmesi senin için dünyadan ve içindekilere sahip olmaktan daha hayırlıdır.” (Buharî-Müslim)
Hayat kurtarmaya gelince: Esaretten, trafik kazasından, suda boğulmaktan, ateşte yanmaktan, düşmandan, doktorun niyet-i halisa ile yaptığı müdahale ve buna benzer kurtarmalar zahiri kurtarmadır. Bunlara kurtarma denir, diriltme denmez.
“Ameller niyetlere göredir.” (Buharî)
Hadis-i şerif’ine göre bütün bu kurtarmalarda iyi niyet aranır.
Bu nokta da dahi bir incelik var. Bir diğer Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Mü’minlerin niyetleri amellerinden, münafıkların da amelleri niyetlerinden hayırlıdır.” (C. Sağir)
Niçin? Çünkü amel işlerken riyâ girebilir. Ama niyette riyâ olmaz.
Münafığın ise niyeti bozuktur, yaptığı işi iyi olabilir.
Organ naklinin caiz olduğuna dair hiç bir Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif gösteremezler. Zirâ bu husus dinimize ters düşer.
Organ nakli, organlar canlı iken yapılıyor. Öleceğine yakın bir zamanda vazifeli melekler canını alırken, doktorlar da organları alıyor. Hem içten hem de dıştan ıstırap görüyor. Şöyle bir temsil getirirsek “Keçi can derdinde, kasap et derdinde.” Bunun da müsebbibi sensin, çünkü vasiyetini yaptın.
Bir taraftan en büyük ezâ ve cefâ çekiliyor, bir taraftan da bir nevi cinayet işleniyor. Bu ise haramdır. “Kilise harabesiyle cami tamir edilmez.” sözü meşhurdur.
Bir de şu var ki, iç hastalıklar sebebiyle ölenler şehittir. Şehitlerin ise ölmeyecekleri Kur’an-ı kerim’de haber verilmektedir:
“Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar diridirler.” (Âl-i İmran: 169)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İç hastalığı ile olsun, boğularak olsun, ölenler şehittir.” (Münavî)
“Humma ile ölenler şehittir.” (Münavî)
“Taun (Veba) hastalığı ile ölen her bir müslüman şehittir.” (C. Sağîr)
“Her bir şehit, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder.” (Münavî)
Bunlar ölü değildir ki organlarını nasıl alabilirsin!
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Mü’minler ölmezler. Ancak bir evden bir eve naklolunurlar.”
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölülerden sanmayın, onlar diridirler. Rabbleri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de, hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.” (Âl-i İmran: 169-170)
Âyet-i kerime’si ile şehidlerin ölmediğini beyan buyururken;
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde iç hastalıkları ile, humma ve veba gibi ateşli hastalıklarla, boğularak ve yanarak ölenlerin şehit olduğunu arzederken;
Bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir.” (Ebu Dâvud: 3207)
Buyururken; bunca hakikatlar karşısında, hele böyle mühim bir mevzuda, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’e dayanmadan, zandan öteye geçmeyen bir ilimle fetva vermek büyük bir cesaret, dalâlet ve cehalettir.
İşte din böylece esastan çıkarılıyor.
Biz kendimizden konuşmuyoruz. Bunca Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri delil olarak gösteriyoruz.
Arzedildiği üzere Medine-i münevvere’ye hicret eden Devs kabilesinden bir zât hastalanmış ve sabırsızlık ederek oklarla parmak eklerini kesmiş, ellerinden kan fışkırmaya başlamış, sonra da ölmüştü. Daha sonraki günlerde Tufeyl bin Amr -radiyallahu anh- onu rüyasında gördü. Kılık kıyafeti güzel olmasına rağmen elleri sarılı idi. “Rabbin sana ne yaptı?” diye sorduğunda “Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanına hicret ettiğim için beni affetti.” dedi. “Neden seni ellerini sarmış görüyorum?” deyince:
“Bana ‘Senin bozduğun bir organı biz düzeltemeyiz.’ denildi.” cevabını verdi. (Müslim: 116)
Allah için hicret ettiği, Allah’a ve Resulü’ne gönül verdiği halde arzusu ile parmak eklerini kestiğinden ötürü böyle bir ihtar almaya sebep oldu. Ya kendisini katlettiren, organlarını vasiyet edip aldıranın halini siz düşünün!
Oysa bu bir katliamdır ve bir intihardır.
Bu Hadis-i şerif organ nakline cevaz verenlerin ve kasapların kulağına küpe olsun.
Doğru sözlü iseler; bir tek Âyet-i kerime ve bir tek Hadis-i şerif ibraz etsinler. Ve fakat aslâ ibraz edemezler.
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)
Organ nakli ve vasiyeti asla caiz değildir. Buna rağmen bir takım kimseler bilinçli olarak halkı yoldan çıkarmaya, hem kendilerini katletmeye, hem de organlarını vasiyet ettirmekle intihar etmelerine ve cehenneme girmelerine vesile oluyorlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde ahirzamanda gökkubbe altında en şerli insanların âlimler olacağını haber vermiştir:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhaki)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Hadis-i şerif’inde “Ateşperest, putperest, hıristiyan ve yahudi.” buyurmadı. “Gökkubbe altında en şerli insanların ahirzaman ulemâsı olacağını.” haber verdi.
Niçin en şerli insanlardır? Bunun sebebi nedir?
Bir müslüman ateşperestin, putperestin, hıristiyanın, yahudinin kâfir olduğunu bilir ve onlardan sakınır.
Ve fakat “İslâm âlimi” ile karşılaştığı zaman itimat eder, sözlerinin doğru olduğunu düşünür, fetvâsına inanır. O da onu o fetvâ ile saptırır, hem canından hem de imanından eder.
Meselâ Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kendi kendinizi katletmeyin!” (Nisâ: 29)
Buyurduğu halde, bu ilâhî hükmü kaldırmaya ve çürütmeye çalışır. Halbuki bu Âyet-i kerime’yi görüp caiz olduğunu söyleyen küfre kayar. Onlar organ nakline ve vasiyetine fetvâ verip, kendi arzusunu hüküm yerine koyuyorlar.
Kişiyi hem canından hem de imanından ederler.
Yine Allah-u Teâlâ:
“Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” buyuruyor. (Bakara: 195)
Bu da bir emr-i ilâhî’dir. Bunu inkâr edip cevaz verenler küfre kayar.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri diğer bir Âyet-i kerime’sinde halkı saptıran yoldan çıkartanlar hakkında şöyle buyuruyor:
“Böylece onlar kıyamet gününde hem kendi günahlarını tam olarak yüklenirler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının bir kısmını yüklenirler.
Dikkat edin! Yüklendikleri yük ne kötüdür.” (Nahl: 25)
Allah-u Teâlâ’nın, halkı sapıtanlar hakkında verdiği hüküm budur. Onlar da bunu görsün, onlara uyanlar da âkibetlerini görsün ve bilsin.
Yani onlar her ne kadar başkalarının günahlarını yüklenemeyeceklerse de, iki katı bir azap yüklenmekten kurtulamayacaklardır. Birincisi kendi sapmışlıklarının vebali, ikincisi de önderlik edip saptırdıkları kimselerin yükü. Sapanla saptıran azapta ortaktırlar. Birisi öbürünü saptırmış, öbürü de onun saptırmasına boyun eğmiştir. Böylece günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir. Bu da tek başına iyi niyetin yetersizliğini göstermektedir.
Beşeriyeti en büyük bir tehlikeye atıyorlar. Öyle bir tehlike ki, dünyada en büyük eziyeti çektiriyorlar. Kendi kendisini katlettirdikleri için kişinin ebedi hayatına da mâloluyor. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın emrini dinlemedi, onlara uydu. İşte bunun içindir ki gökkubbe altında en şerli insanlar oldular.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)
Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.
Kendileri küfrü irtikap ettikleri gibi, başkalarını da küfre sevketmişlerdir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’am: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nûr ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmasına engel oluyorlar. Gökkubbe altındaki en şerli insanların cezasını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmaktadır:
“Allah’ın Âyetleri üzerinde tartışanları görmez misin? Nasıl da döndürülüyorlar?” (Mü’min: 69)
Kendilerini sapıklığa düşüren yanlış düşünce ve inançlarının asıl sebebini hâlâ anlayamıyorlar.
“Onlar Kur’an’ı ve peygamberlerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlardır.” (Mü’min: 70)
Önlerine konulan Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri, bir kalemde kenara itiyorlar.
“Pek yakında bilecekler.” (Mü’min: 70)
Kendileri ve emsallari için hazırlanmış olan azabı gördükleri zaman anlayacaklar.
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suda sürükleneceklerdir, sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mü’min: 71-72)
İşte acı âkıbetleri!
“Sonra da onlara denilecektir ki: Ortak koştuklarınız nerede?” (Mü’min: 73)
Allah-u Teâlâ’nın hükmünü kaldırmaya çalışıp kendi arzusunu hüküm yerine koymaya çalışmak bir şirktir, bunu yapan müşriktir. Bu bir ulûhiyet dâvâsıdır. Çünkü harama helâl diyorlar.
Âhirzaman âlimlerinin icraatları budur. Bu sebepledir ki, Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i muhterem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gökkubbe altında en şerli ve en kötü insanlar olarak tarif ediyor.
Bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizin aranızda öyle zümreler türeyecektir ki; siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, oruçlarının yanında kendi oruçlarınızı, iyi işleri yanında kendi iyi işlerinizi küçük göreceksiniz. (Yani onların yaptıkları işler dıştan sizinkinden üstün gibi görünecektir.)
Onlar Kur’an da okuyacaklar fakat Kur’an(ın feyzi) onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Okun sahibi (avı delip geçen) okunun demirine bakar, (kana benzer) bir şey göremez. Sonra ağaç kısmına bakar bir şey göremez, yelesine bakar orada da bir kan izi göremez. Daha sonra (acaba ava dokunmadı mı) şüphesiyle, kirişe gelen ve fok denilen çatal yerine bakar, orada da bir iz göremez.” (Buharî. Tecrid-i Sarih: 1783)
Yaratmak da emretmek de Hazret-i Allah’a mahsustur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” (A’raf: 54)
Hazret-i Allah’ın hükmü esastır, O’nun hükmü karşısında mahlukun hiç hükmü yoktur.
“Hüküm yücelerin yücesi Allah’ındır.” (Mü’min: 12)
Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O’na âittir.
Allah-u Teâlâ insanları mükerrem yaratmış, onu izzet ve şerefli kılmıştır.
Allah-u Teâlâ insanoğluna verdiği değeri, ikram edip şereflendirdiğini, onu en güzel bir şekilde ve mükemmellikte yarattığını Âyet-i kerime’sinde haber vermektedir:
“Andolsun ki biz insanı mükerrem kıldık (üstün bir izzet ve şeref’e mazhar kıldık.)” (İsrâ: 70)
Allah-u Teâlâ’nın yarattığı en değerli varlık insandır. Göklerde ve yerde bulunan her şey insan için yaratılmıştır.
Allah-u Teâlâ dünya mülkünde ona halifelik gibi üstün meziyet vermiştir. Ona lütfettiği yüksek kabiliyetler sayesinde, bütün varlıklar arasında en mümtaz yerini almıştır.
İsrâ sûre-i şerif’inin devamında:
“Yaratmış olduklarımızdan çoğuna onları üstün kıldık.” buyuruluyor. (İsrâ: 70)
Yeryüzündeki bütün varlıklardan üstün olma şerefini insana Allah-u Teâlâ vermiştir. Bu ancak O’nun tarafından verilen nimet ve ikramdır.
Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz buyururlar ki:
“Devân sendedir bilmezsin
Derdin de sendendir görmezsin
Sen kendini küçücük bir cirim zannedersin
Halbuki bütün âlemler sende dürülmüştür de bilmezsin.”
İnsan niçin mükerremdir?
O yarattığı, O donattığı için. İçinde O olduğu için.
O yarattığı için;
Zira Âyet-i kerime’de:
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” buyuruluyor. (Tin: 4)
Gerek bedenî ve organları bakımından, gerekse mânevi bakımdan insan en güzel biçimde yaratılmıştır. Allah-u Teâlâ’nın verdiği bu kıymet, onun fevkalâde cismânî yapısında, eşi ve benzeri bulunmayan aklî durumunda ve ruhî bünyesinde apaçık görülmektedir.
Mühim olan ise, insanın Allah-u Teâlâ tarafından verilen, fazilet ve meziyetini koruması, Rabbinin kendisine bir lütuf olarak bağışladığı eşsiz emsalsiz nimetlerine karşı O’na nankörlük etmemesi; bedeninin, organlarının, akıl ve zekâsının hikmet ve değerini bilip, her birini en güzel bir şekilde kullanmaya ihtimam göstermesidir.
İnsanların bütün organları mükerremdir ve hürmete lâyıktır. Alınıp satılması, herhangi bir işte kullanılması helâl değildir.
Onlar ise bu ulviyeti bir kenara itiyorlar, en mükerrem yaratılan bir varlığın organlarını alıyorlar. İnsanın yerini doldurabilecek başka bir canlı yoktur. Bu sebeple hiçbir insanın hayatının tehlikeye atılmaması gerekmektedir ki, hasta bir kimseyi tedavi maksadıyla sağlam bir kimse zarar görsün. Bu yüzden fedakârlık mubah olan hususlarda geçerlidir, haram olan bir işte fedakârlık olmaz. İnsan cisminde fedakârlık mevzubahis olamaz.
Binaenaleyh insanın bütün azaları da mükerremdir ve hürmete layıktır.
O donattığı için;
Âyet-i kerime’de:
“O Allah ki seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde seni terkip etti.” buyuruluyor. (İnfitar: 7-8)
Allah-u Teâlâ’nın bir insan üzerindeki nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Bir damla kerih sudan yaratıp, insan suretine çeviriyor. Hem ne nimetler. Hem zahir, hem batın.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Görmediniz mi, göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah size boyun eğdirdi.” (Lokman: 20)
İnsanın ruhu ilâhî nefhanın tezahürü, bedeni Allah-u Teâlâ’nın kudretinin surette tecelli eden eseridir.
İçinde O olduğu için;
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde; “İçindeyim, görmüyor musun?” buyuruyor.
Ve fakat sizin ilminiz buna yetmez. Bunun böyle olduğu hem bilmiyor, hem göremiyorsun.
İçinde deyince sen kendi nefis putunda arayacaksın. Sen ise Hazret-i Allah’ı O’nun yarattığı mülkün içinde arıyorsun. Bunların işi suretadır, zan ile konuşurlar. Gerçekte ise hakikatten mahrumdurlar, mahrum olduklarını da bilmezler.
Amma siz zaten bunları görmeye muktedir değilsiniz.
Bizim bütün beyanlarımız Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’tir. Asla laf kabul edilmez.
Gazete Küpürleri:
Bunların şimdi duyurduğunu
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz 1400 sene evvel buyurmuştu.
İşte burada görüldüğü gibi doğrudan doğruya öldü diye organlarını alsalardı bu adamı katili idiler.
Onun için organ nakli çok tehlikelidir.