Ülkemizi zor, sıkıntılı günler bekliyor.
Geçtiğimiz ay Türkiye gündemi yolsuzluk çekişmeleri ve ekonomik gelişmelerle meşguldü. Ve hatta IMF sadaka vermeye karar verdi diye, sanki Türkiye paçayı yırttı gibi bir hava oluşturuldu. (Halbuki Ağustos ayına kadar 20 katrilyon iç borç faiz ödememiz var. Toplam iç borç stokumuz 80 katrilyona yakın yani 70 milyar dolar. Bu yıl sonuna kadar ödememiz gereken dış borç tutarı ise 12 milyar dolar. Ve hala küresel sermayenin istediği gibi oynamasının önü kapatılmış değil.)
Medya daima gündemi ve insanları kendi çıkarları doğrultusunda kanalize etmekle meşgul olduğu için yıllardan beri dış siyasi gelişmelere karşı ilgisiz kalmıştır. Halbuki Türkiye’nin huzurunu, toprak bütünlüğünü, kısaca her şeyimizi etkileyebilecek çok önemli dış meselelerle karşı karşıya bulunmaktayız.
Yaşanan iki ekonomik krizden sonra ABD ve Avrupa’nın kapısında dilenci durumuna düşen Türkiye kendisinden beklenen teslimiyetçiliğe bir türlü razı olmadı. IMF’nin yeni sadakaları karşılığında ekonomik bir çok taviz verdik fakat Kıbrıs’ta, AGSK’da, Kuzey Irak’ta hala hiçbir geri adım atmadık.
Üstelik NATO tarihinde belki ilk defa bütün NATO ülkelerinin ve ABD’nin ısrarlarına rağmen veto hakkımızı kullanmakta ısrar ediyoruz. Yine ilk defa Kıbrıs için yapılan görüşmelerden çekilme kararı vermiş bulunuyoruz ve bu kararımızı ısrarla devam ettiriyoruz. ABD ve BM’ye rağmen Irak’ta kendi politikamızı dayatıyoruz. Daha da ileri giderek Kuzey Irak’ta bir devlet kurulmasını “Casus belli” = “Savaş sebebi” ilan ediyoruz.
Kabul edilmesi gereken bir gerçek var ki Türkiye’ye yapılan ekonomik taarruzların sebeplerinden birisi de yukarıda sayılan konularda Türkiye’nin direncini kırmak idi. Bunun delili Türkiye’yi ilgilendiren farklı konulardaki uluslararası toplantıların ve hadiselerin tarihlerindeki çakışmaların son zamanlarda hayret uyandıracak boyutlara ulaşmasıdır. 8 Kasım 2000 tarihini iki sefer yazı konusu yapmıştık. 4 Aralık 2000 tarihinde benzer bir çakışma yaşanmıştı. Şu işe bakın ki, AB, ABD, 13 aday ülke, Norveç ve İzlanda’nın Dışişleri ve Savunma Bakanları’nın, aynı anda paralel bir toplantıda NATO ülkelerinin Genelkurmay başkanlarının Brüksel’de AGSK için bir araya geldiği tarihten sadece bir-iki gün sonra IMF’nin sadakasını hakedip etmediğimizin toplantısı ABD’de yapılacaktı. Yine acaba Kuzey Irak’ta ne gibi bir hareketlenme vardı ki, Türkiye bu sadakanın onaylanmasından birkaç gün önce buradaki bir devlet ilanını “Savaş sebebi” ilan etti.
Özellikle bu son çıkışımızın anlamı kısaca “ABD’ye rest çekmek” demektir. Bu restimizden bir gün sonra CASA uçaklarının peşpeşe düşmesi bir tesadüf müdür? İlk düşen uçaktaki şehit askerlerimizin Kuzey Irak’taki bir operasyondan dönmekte olduğu haberlerini ve CASA ihaleleri bahanesi ile bir yıpratma kampanyası açılmasını üst üste koyarak değerlendirmek gerekiyor. Genelkurmay Başkanlığı’na elektromanyetik sistemler hakkında danışmanlık yapan Boğaziçi Üniversitesi profesörlerinden Selim Şeker elektromanyetik silahlarla uyduların bile düşürülebileceğini ve özellikle ABD’nin bu teknolojide çok ileri seviyelere ulaştığını söylüyor. Bir cümlesi aynen şöyle: “ABD bu silah sistemi vasıtasıyla dünyanın herhangi bir yerinden dünyanın herhangi bir yerindeki bir uçağı hiç iz bırakmadan, uçağın elektronik aksamını bozarak düşürebilir.” Meteoroloji yetkilileri de ilk uçağın düştüğü gün anormal bir hava şartı veya elektrik yükü normalin üstünde bir bulut olmadığını açıkladı.
Şubat 2001 tarihli dergimizde şöyle söylemiştik: “Korkaklar ve hainler ne kadar çırpınırsa çırpınsın gerek uluslararası arenadaki gerek ülke içindeki güç mücadelelerinde azimli bir direniş ve gayret sarfeden Türkiye bunun bedelini ödemeyi göze almış bulunmaktadır. Bu bedel ekonomik çalkantılardan siyasi krizlere, terörden iç savaşa, sıcak çatışmalardan uluslararası tecrit ve ambargoya uzanabilecek kapsamlı ve ağır bir şekil de alabilir. Ancak Türkiye gerektiğinde ne kadar ağır da olsa bu bedeli ödemek zorundadır. Zira varlığımızın, vatan ve milletimizin, din ve namusumuzun selameti ancak bu sayede mümkündür.” (Sayı: 89, sh: 42)
Türkiye direniyor, Türkiye yedi düvelle mücadele ediyor, Türkiye yerli işbirlikçilerle, hırsızlarla, yiyicilerle savaşıyor.
Peki hangi Türkiye?
Aralık ayından beri yazdığımız yazılarda ülkemizde ciddi bir mücadele yaşandığını, bu mücadelenin yeni bir Kurtuluş Savaşı olduğunu, hem içeride hem de uluslararası arenada büyük direniş gösteren yerli güçlerimizin olduğunu anlatmaya çalıştık. Ülkemizde cereyan eden bu mücadeleyi tanımlamada ve taraflarını tesbit etmekte bazı tahlil hataları yapılmakla beraber yaşadığımız süreci açıklamaya çalışan birçok beyanat, birçok köşe yazısı yayınlandı. Gazete manşetleri ile ve haber bültenlerinin takdim spotları ile yetinen kimselerin hadiselerin derinliklerine vakıf olması çok zor. Zira tarafsız olması gereken ve halkı bilinçlendirme gibi bir vazifesi bulunan medya maalesef bu savaşın taraflarından birisi durumunda.
İşin ciddiyetinin kavranması için basında çıkan bazı beyanatlardan ve yorumlardan örnekler verelim:
Türkiye’de yaşananları bir internet haber sitesi şöyle dile getirmişti: “Ankara’da yeni bir oluşum var.. Bu oluşumun lideri yok, organizasyonu yok.. Ama bir kuvva-i milliye havasında çalışıyor.. El altından Türkiye’de gidişi ciddi olarak değiştirmeye başladı.. Bu oluşum 28 şubat gibi değil, hiç öne çıkmadan perde arkasından çalışmayı tercih ediyor.. Mesut Yılmaz’a karşı gelişen havanın arkasında da, Demirbank ihalesine, süresi geçmesine karşın Oyak’ın dahil edilmesinin arkasında da bu oluşum var.. Bu oluşum Oyak’ı, muhtemelen telekom özelleştirmesinde devreye sokacak.. Oyak bir “Özel Devlet Holdingi” Belli ki bir kurmay çalışması sözkonusu.” (Haber Türk, 4 Mayıs)
Çok satan gazetelerde de benzer yorumlara rastlamak mümkün:
“Bu bir savaş...
Devletin, öteki devlet ile savaşı...
Şimdiye kadar tüm rezillikler, utanmazlıklar, hırsızlıklar devlet adına yapılmadı mı?
Ama bakın?
Siyasetin, iktidarın, hükümetin, yargının, polisin, jandarmanın, kamu kurumlarının, kısacası devletin her kademesindeki iyi insanlar artık sessiz-sinmiş değiller.
Devleti ele geçirmiş kirli ellere karşı ayaklanıyorlar.” (Bekir Coşkun, Hürriyet, 16 Mayıs)
İçişleri Bakanı Sadettin Tantan alışılmış üslubuyla bakın neler söylüyor:
“Kuralların kesintisiz uygulandığı bir yönetim tarzı istiyorsak, küskünlükleri, dargınlıkları bırakıp mücadelede saf olmak mecburiyeti vardır. Bugünkü mücadele hırsızlarla namusluların karşı karşıya geldiği bir mücadeledir. Bunun siyaseti, ideolojisi yoktur. Burada bir taraftan soyulanlar, diğer tarafta soyanlar ve soyduranlar vardır. ...Gücünüzü birleştirdiğinizde kimse sizin önünüzde duramaz. Canavar can çekişmeye başlamıştır, önünüze gelecektir, sabredin.”
Beyaz Enerji Operasyonunun kahramanı Savcı Talat Şalk ise çok daha keskin konuştu:
“Onlar kılıçları çekti, ben de çektim, savaşacağım.”
Haber Türk sitesinin bir yazarı bazı tahlil hatalarına rağmen önemli ayrıntılardan bahsediyor:
“Genelkurmay sadece yeraltı dünyasına ve yeşil sermayeye savaş açmamıştır. Savaş bugün rantiyeye karşı verilmektedir. Bu operasyonun ilk ayağı bankalardı. İkinci ayağı ise -şimdilik durmuştur ama mutlaka yapılacaktır- SPK’dır.
Asker Türkiye’nin piyasasını temizleme konusunda son derece kararlı. Dün yeşil sermayeye destek verdiği için, içinde “Susurluk kahramanlarını” barındırdığı için partiler tasfiye edilmiş ya da erozyona uğratılmıştır. Gün gelecek, piyasayla istedikleri gibi oynayanlar, bir gecede dolar milyarderi olanlar vb. tasfiye edilecektir. Ve bu operasyonda asker yalnız değildir. Bazı büyük sermaye grupları da bu politikaya destek vermektedirler. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan da bu “temizlik cephesi” içindedir.
Bu yeni dönemde siyasetçinin cezaevine girme süreci, bir dönemin en güçlü ismi Cavit Çağlar ile başlamıştır. Bu süreç devam edecektir... Beklenen piyasanın biraz daha kendine güvenmesi ve güçlenmesidir...” (Uğur İpekçi, Haber Türk, 18 Mayıs)
Yukarıdaki örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak -özellikle uluslararası arenada- cepheler net değil ve kim kimin safında tam bir ayrışma yaşanmadı. Bu sebeple -yukarıdaki alıntılarda da görüldüğü gibi- bazı tahlil hatalarına rastlanabiliyor.
Bunlardan birisi de askeri 28 Şubatın devamı gibi görmek şeklinde beliriyor. Halbuki 28 Şubat generallerinin kimisi batık banka davalarında muhakeme edilirken, kimisi de bizzat Genelkurmay tarafından pasifize edilmiştir. Ayrıca ordu içerisindeki mezhepçi yapılanmanın da önü kesilmiştir.
Tahlil hatalarından bir diğeri içerdeki gelişmeleri dış mihrakların niyetlerinden ve dizayn çalışmalarından bağımsız düşünme eğilimidir. Bu ikincisine bağlı olarak yapılan üçüncü ve önemli bir tahlil hatası mevcut hükümetin ve siyasi yapının değiştirilmesi konusunda dış güçlerin (başta ABD) ve iç güçlerin (özellikle Genelkurmay) aynı görüşte olduğu şeklindeki yaklaşımlardır. Bu yaklaşımın değişik bir şekli; dış güçlerin dizayn çalışmalarına iç güçlerin direnemeyeceği ve Türkiye istemese de belli bir kıvama getirileceği şeklindedir.
ABD ve benzeri emperyal güçler tahakkümleri altında tutmak istedikleri bir ülkede istedikleri bir iktidar şekli dizayn etmeye çalışırlar. Bunda muvaffak olamadıkları takdirde istemedikleri kimselerin -özellikle bağımsızlık taraftarı olanların- iktidara gelmesini önlemek için her şeyi denerler. Bu denemelerin son halkası faili meçhul suikastlerle istemedikleri kimselerin ortadan kaldırılması şeklinde cereyan eder. (İki acı örnek: Pakistan’ın Türk dostu devlet başkanı Ziya ül-Hakk bir uçak kazasında şehit olmuştur. Çeçenistan devlet başkanı Dudayev ise Ruslarla yaptığı telefon görüşmesi sırasında ihanete uğramış, ABD’nin teknolojik yardımı ile şehit edilmiştir. Büyük güçlerin hoşuna gitmeyen icraatlar yapan kimseler daima bu tehlike ile karşı karşıyadır. Eşref Bitlis ve Gaffar Okkan’ın şehit edilmesi ülke olarak yaşadığımız acı tecrübelerdir. Kıbrıs’ta yapılan bir tatbikatta bir albayımızın şehit olmasına neden olan kaza(!)daki hedefin bizzat o zaman Kara Kuvvetleri Komutanı olan Kıvrıkoğlu olduğuna dair kuvvetli rivayetler bulunmaktadır. Türkiye’de yapılan mücadele hem büyük devletleri, hem “Tapınak şövalyeleri”ni, hem uluslararası mafyaları, hem kara paracıları, hem de tefecileri rahatsız ediyor. Nitekim Tantan şöyle söylüyor: “İcraatımdan rahatsız olan geniş bir kesim var. DHKP-C peşimde, Hizbullah peşimde, PKK peşimde. Bir de yolsuzluk ekonomisiyle geçinenler peşimde. Koruma sayım arttı. Bunca sıkıntıyı niye çekiyorum? Kendimi düşünsem sıkıntıya girer miyim?”)
Türkiye’de şu aşamada cereyan eden planlar siyasette yeni oluşumların teşvik edilmesi şeklindedir. Zira ABD gibi reel düşünebilen ülkeler posası çıkmış, halk desteğini kaybetmiş siyasetçileri desteklemek gibi bir hata yapmazlar.
Derviş’in merkez solda bir parti arayışında olduğu ya da bu şekilde yönlendirildiği konusunda basında birçok yorumlar hevesli şekilde dercedildi. Aynı şekilde TOBB’nin bir parti kurma çalışması yaptığı, liderini sır gibi sakladığı da biliniyor. Ancak ne hikmettir ki bu parti için düşünülen lider şu anda ABD’de kurs görüyormuş!
Merkez sağın ilerideki muhtemel başkanı olarak lanse edilen Tayyip Erdoğan da ABD’ye yakın görünmekten hiç rahatsız değil. Kendisi defalarca ABD’yi ziyaret etti. Ekim 1999’dan bu tarafa yaptığı önemli toplantıları, ABD her nedense bizzat konsolos veya bir başka üst protokol görevlisi nezdinde izliyor, destekliyor. Mesela hukuk danışmanı Münci İnci’nin Çatalca’daki çiftlik evinde Tayyip için verdiği özel davette ABD İstanbul konsolos yardımcısı da vardı. (24 Ekim 1999) Bilindiği gibi Şubat ayında oğlunu evlendirdi Tayyip Erdoğan. Düğünün en önemli simalarından birisi ise ABD’nin İstanbul Başkonsolusu idi.
Çiller de sık sık ABD’ye gidiyor ve “Artık değiştim, yeni şeyler öğrendim.” kabilinden göndermelerle yolunu ABD’den açmaya çalışıyor. Partililerine Bush yönetiminin Tayyib’e pek sıcak bakmadığı müjdesini yetiştiriyor.
Faziletliler ise en büyük desteği Avrupalı dostlarından görüyor.
Adı konulmamış ciddi bir savaş yaşanırken, ortamdan siyasi çıkar sağlamaya çalışanlar hangi niyette olursa olsunlar en hafif tabiri ile gaflet içerisindedirler. Hele bir de bu çıkar beklentisinde olanlar cephenin karşısındaki düşmandan medet umuyor veya düşmanla dost görünmekten memnuniyet duyuyorsa bunların düştükleri durumun ismini artık siz koyun.
Halihazırdaki siyasi partilerin ve liderlerinin memlekete verdiği zararlara bütün bir halk olarak yakinen şahit olduk. Siyasiler halk nazarında en az güvenilen insanlar durumuna düştü. Namuslu, dürüst, bölücülükten nefret eden, memleketini düşünen insanlar politikadan ve politikacılardan kaçar hale geldiler. Bu sistem devam ederken vatanperver insanların memleket idaresine talip olmasını, talip olsalar dahi hakettikleri yere gelmelerini beklemek maalesef mümkün görünmüyor.
Bu durum değiştirilemezse siyasi partili her yol gelecekte de Türkiye’nin önünü tıkamaya devam edecek demektir. Ve hatta yukarıdaki izahlarımızda da görüleceği gibi, bu yol ABD’nin ülkemiz üzerindeki tahükkümünü devam ettirebilmesinin en büyük malzemesi durumundadır.
Kurumlar önemlidir. Ancak insan daha önemlidir. En mükemmel sistemin, en zaruri kurumun başına hırsız, hain bir insanı getirdiğiniz zaman nasıl ki her şey kötü giderse, bozuk bir kurumun veya sistemin başına getireceğiniz dürüst, becerikli, vatanperver bir insan kötü giden birçok şeyi değiştirebilir.
Dolayısı ile hainlerin ve hırsızların önünü açan, ülkemizin hegomonik güçlerin oyuncağı olmasına sebep olan bir sistemi ne pahasına olursa olsun devam ettirmeye çalışmak memlekete kötülük yapmaktan başka bir şey değildir.
Vatanperver insanlarımız arasında yolsuzluklara ve yolsuzluk yapanlara karşı gösterilen dayanışma her hal ve şartta devam ettirilmelidir. Düşmanlarımızın dehşetengiz güç ve kudretinin karşısında muvaffak olabilmek için buna mecburuz.
Vatan gemisini selamete çıkarmak noktasında dayanışma gösteren yerli güçlerimizin simgeleşmiş iki ismi bulunuyor: Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve İçişleri Bakanı Sadettin Tantan. Bu listeye Talat Şalk gibi yargı mensuplarını, ismini bilmediğimiz bürokratlarımızı da eklemek gerekiyor. Ve yolsuzluğu tehdit sıralamasının başına yerleştirerek 2 yıldır ısrarla üzerine giden ve gitmeye çalışanları destekleyen Silahlı Kuvvetleri.
Türkiye’nin dış siyasetinde de eski teslimiyetçi anlayış terkedilmiş bulunuyor. Bu yeni anlayışın ve icraatların tabii ki ne hükümetle ne de siyasilerle ilgisi var. Zira Türk dış politikası, sırf AB’ye aday olabilmek için Kıbrıs Rumlarının AB’ye girişine olur verenlere terkedilmiş olsa büyük bir hızla mevzi kaybetmeye devam etmiş ve belki teslim bayrağını çoktan çekmiş olurduk. Olayların özüne vakıf olanlar İsrail’i, ABD’yi ve AB’yi fazlasıyla rahatsız eden bu yeni politikaların dizayn edildiği yerin Dışişleri Bakanlığı olmadığını gayet iyi biliyorlar. Aynı şekilde memleketimiz içindeki yiyicilere, hırsızlara, uluslararası güçlerin işbirlikçisi hainlere karşı yapılan mücadele en büyük desteği yine Silahlı Kuvvetlerden alıyor. Savcılarımızın, İçişleri bakanımızın ve diğer vatanperver insanlarımızın gayretleri biraz da bu destek sayesinde muvaffak olabiliyor.
Bu vatanperver koalisyonun üyelerinin en önemli özelliği “ABD ne der?” kaygısı taşımamalarıdır. Zira ne Cumhurbaşkanımızın, ne İçişleri Bakanımızın, ne cesur savcılarımızın ne de Türk ordusunun ABD’ye diyet borcu yok.
Bu sebeple özellikle dış siyasi gelişmeler iyi takip edilirse görülecektir ki ülkemizi çok çetin ve belki de kanlı günler beklemektedir. Çünkü tıpkı kurtuluş savaşında olduğu gibi Türkiye’yi parçalamak, sömürgeleştirmek isteyen, haddinden fazla işbirlikçiye sahip güçlü bir dış baskı, ve bu baskıya karşı savaş başlatmış yerli güçlerimiz var.
“Kurtuluş Savaşı yıllarında olsaydınız ne yapardınız?” sorusuna düşünmeden “Ben de vatanım için savaşırdım!” diye cevap verenler bilmelidir ki, bu yeni savaş durumunda da vatanımızın selameti için savaşanları desteklemek zorundadırlar. Ancak maalesef Kore’de, Kıbrıs’ta, Güneydoğu’da şehit düşen evlatlarımıza şehit nazarıyla bakmayanlar, zihnini Batıcılıkla malül edenler, direnemeyiz diye teslimiyetçiliği tavsiye edenler bu gerçekleri göremezler. Fakat bilinmelidir ki, Hazret-i Allah’ın lütuf ve desteği ile Türkiye bu savaşı da kazanacaktır.
Eski siyasetçilerden İlhan Kesici mevcut durumu 1920 şartlarına benzettikten sonra şöyle söylüyor:
“Neden 1920 şartlarına benzetilir? Netice itibariyle biz Avrupa Birliği’nden önümüzdeki 30 yıl için neredeyse ümidi kesilmiş, dışarıya itilmiş bir ülke konumundayız. Bu yetmez, yetmedi. İtalyan Dışişleri Bakanı diyor ki: ‘Türkiye’nin doğu sınırları 1920’lerde tam netleşmiş değildi. Buna yeni bir vaziyet etmek lazımdır.’ Bu Türkiye’nin karşılaşabileceği, 1920’den bu yana, en ciddi haldir.”
Almanya’nın eski başbakanlarından sosyal demokrat Helmut Schmidt’in, Berliner Tagesspiegel adlı gazeteye verdiği demeçte Sevr anlaşmasını kastederek bu dönemde Kürtlere bir devlet hakkı verilmemesinin ve Türkiye sınırlarının bugünkü büyüklüğünün Avrupa tarafından kabul edilmesinin büyük hata olduğunu ifade ettiğini biliyorsunuz. (Sayı 89, sh: 41)
Nitekim AİHM’nin Kıbrıs konusundaki son kararı dost(!)larımızın niyetini bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Medya ise her zamanki gibi bu konuyu da çok kısa geçiştirdi.
Kıbrıs meselesinde yaşanan gelişmeler en az Kuzey Irak kadar önemlidir.
Hatırlanacağı üzere AİHM’nin Loizidou davası ismiyle müsemma hukuk katliamından ibaret bir kararı mevcuttu. Bu isimdeki bir Rum kadın Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’taki topraklarına girmesine izin vermediğini öne sürerek tazminat istemişti. Meselenin siyasi yönünü ve Türkiye’nin bir çok haklı sebebini görmezden gelen mahkeme kadının başvurusunu kabul etmişti.
Son olarak Kıbrıs Rum Yönetiminin -daha evvel tam üç sefer reddetmiş olduğu halde- Türkiye’yi suçlayıcı ve işgal kuveti gibi tanımlayan başvurusunu bu sefer kabul etti ve yine hukukla hiçbir alakası olmayan siyasi bir karar verdi.
Avrupa’nın bu yüzünü gördükçe iğrenmemek elde değil. Bir taraftan hukuk dersi vermeyi ihmal etmiyorlar, bir taraftan işlerine geldiği zaman mahkemelerden siyasi kararlar çıkartıyorlar. Bu öyle bir karar ki, 1960 anlaşmalarıyla ve BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla tescil edilen Kıbrıs Türkleri’nin eşit taraf olduğuna dair hukuki durumu hiçe sayıyor. Denktaş’ın sözleri ile: “Müzakere edilen konuların tümünü bu mahkeme Rumların istediği şekilde karara bağladı. Masada Rumlarla bu konuları konuşacak bir durum bırakmadı.”
Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos da bu kararı değerlendirirken şunları söylemiştir: “Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların diyalog yoluyla çözümlenmesi mümkün değildir.”
Hatırlarsanız İngiltere aracılı görüşmelerin tekrar başlaması için Kıbrıs Özel Temsilcisi Sir David Hannay’i Türkiye’ye göndermişti. Bu şahıs Türkiye görüşme masasına dönmezse başına gelecekleri şöyle sıralamıştı:
- AB ve ABD ile ilişkileriniz bozulur.
- Yunanistan ile ilişkileriniz bozulur.
- AİHM’nde Güney Kıbrıs’lı Rumların açtığı toprak talebi davaları artar.
- Kuzey Kıbrıs’ın tanınması için yürüttüğünüz çalışmalar boşa gider.
- Güney Kıbrıs’ın AB üyeliği süreci hızlanır. Bu durumda Türkiye KKTC’nin yükünü taşımakta zorlanır.
- Silah alımında güçlüklerle (ambargo) karşılaşırsınız.
Yine hatırlanacağı gibi, Avrupa Parlamentosu 4 Ekim 2000 tarihinde kabul ettiği bir kararında Kıbrıs Rum Kesimini AB’ye alacağını ilan etmiş, Kıbrısta’ki Türk askerini işgalci diye nitelemiş, hatta “Avrupa Birliği, adanın askerden arındırılması için uluslararası güce katkıda bulunacak olanaklara sahiptir.” diyerek Türkiye’ye silahlı tehditte bulunmuştu.
AİHM’nin son kararı ile Türkiye’nin Kıbrıs’ta işgalci konumuna düşmesinin hukuki(!) altyapısı hazırlanmış oldu. 2 yıl sonra Rum kesimi AB üyesi yapıldığı takdirde Türkiye AB toprağını işgal etmiş pozisyonuna düşürülmüş olacak.
Sir Hannay’in tehditlerinden sonra Denktaş şu değerlendirmelerde bulunmuştu: “İngiltere, bazan unutup kendini hala imparatorluk döneminde görüyor. Tehditle sonuç alacağını sanıyor. Kıbrıs meselesi tehditle çözülmez. Türkiye de tehditlere pabuç bırakmaz. Akılcı olmak zorundalar. Silah ambargosunu kim uygulayacak? Uygulasalar, Türkiye bundan zarar mı görür? Hayır. Kendileri zarar görürler. 1974 Barış harekatından sonra ABD silah ambargosu uygulamıştı. Bu ambargo, Türkiye’nin Ulusal Savunma Sanayisini güçlendirmesini sağladı. Askeri Elektronik Sanayi ASELSANkuruldu. Uçağını yapıyor, tankını yapıyor. İngiltere’nin ambargo tehdidi uygulansa ne olur? Yine aynı şey olur. O nedenle blöftür söyledikleri.”
Vatanperver Denktaş herzamanki dobralığı ile konuşuyor ancak sanki Türkiye’yi teselli etmeye çalışıyor. Zira İngiliz’in söylediklerinin blöf olmadığı AİHM’nin son kararı ile ortaya çıkmış oldu. Hiç şüphe olmasın hadiseler Türk-Yunan savaşına ve uluslararası ambargoya kadar gidebilir.
Bu ‘Sir’ patavatsız ve akılsız bir kimse midir, yoksa İngiltere, ABD ile ilişkilerimizi bozabilecek kadar güçlü mekanizmalara sahip midir?
Rusya, Almanya, Çin, Fransa gibi ülkeler uluslararası arenada cirit atmaya çalışırken, bir zamanların ABD’ye kök söktüren güneş batmayan imparatorluğu İngiltere’nin ismi fazla duyulmuyor. Sanki ABD’nin destekçisi sıradan bir ülke gibi görünüyor. Ancak bize öyle geliyor ki, İngiltere’nin etkinliği görünenden çok daha fazla ve hatta İngiltere’nin istemediği bir hususta ABD’nin muvaffak olması çok zor.
Raif Karadağ’ın Petrol Fırtınası isimli eserini okuyanlar bu “Kara altın” için ne mücadeleler verildiğini dehşetle müşahede edebilir. (Kendisinin bir otel odasındaki esrarlı ölümünü bu araştırmalarına bağlayanlar bulunmaktadır.) Kitabın önemli bir kısmı Amerikan Standart Oil ile İngiliz Royal Dutch/Shell arasındaki mücadelelere ve bu mücadelelerde devletlerin rollerine ayrılmış. Standart’ın sahibi Rockfeller bir zamanlar ABD iç ticaretinin %85’ini, dış ticaretinin %90’ınını kontrol ediyor, ABD başkanları üzerinde büyük bir nüfuzu bulunuyordu. İngiliz Shell İngiliz gizli servisinin ve İngiliz hükümetinin desteği sayesinde bütün dünyada bariz bir üstünlüğe sahipti. Sinsilikte ve kurnazlıkta olduğu kadar gizlilikte de usta olan İngilizler Amerikan Standart ile giriştikleri mücadelelerin hemen hemen hepsinde zafere ulaşmışlardı. ABD ve İngiltere’yi savaşın eşiğine getirecek kadar ciddi işler dönüyordu. ABD’nin burnunun dibindeki Meksika’da bile İngiliz başarılarına rastlamak mümkündü. Bu iki dev petrol tröstü bazen de güç birliği yapıyordu. Bir zamanların İspanya’sında olanları birlikte okuyalım:
“1927 yılında bu kudret ve kuvveti tam manası ile elinde tutan bu zat, İspanyol halkı tarafından delicesine bir sevgi ile seviliyordu.
...Bu zat halkının da sevgisi ile İspanya’da olmadık işler başarmaya çalıştı. Sadece İspanya, sadece İspanyol vatandaşı için çalıştı.
...İspanya’nın zenginliklerinin mühim bir kısmı petrole gidiyordu. Bu durum ise, İspanya’nın sevgilisi diktatör Primo de Rivera’yı ziyadesi ile müteessir ediyordu.
...Çıkardığı bir kanunla Royal Dutch-Shell grubu ile Standart Oil tröstüne ait İspanya’da mevcut bütün tesislere el koydu.
...Bu tip hadiseler karşısında daima yapageldikleri gibi Deterding (Shell) de Rockfeller (Standart Oil) de aralarındaki mücadeleyi durdurdular. İki amansız rakip İspanya’da müşterek tehlikeye karşı birleştiler. İspanya’da korkunç bir mücadele başladı. İspanya’nın her tarafında hergün adamlar ölüyor, devletin bütün gayretlerine rağmen bu ölenlerin ne failleri ne de niçin öldürüldükleri meydana çıkmıyordu. İspanya adeta bir harp meydanına dönmüştü.
...1927 yılının bir günü gazetelerini açan dünya okuyucuları, petrolün, İspanya hariç, dünyanın diğer bütün memleketlerinde %20 ucuzladığını gördüler.
...İspanya’da petrol buhranı korkunç bir hal almıştı. Petrol olmadığı için birçok şehir ve kasaba karanlıkta kalmışlardı. Petrolsüzlükten birçok fabrika kapandı, nakil vasıtaları ise işlemez oldu. İspanya’da bütün münakele hemen hemen durmuştu.
...Petrolcüler, Rus petrolünün İspanya’ya aktığı andan itibaren ellerindeki gazetelerle aleyhte geniş bir neşriyata başladılar. Ayrıca İngiliz gazeteleri, İspanyol mallarına boykot yapılması için geniş bir neşriyata başladı. Bu neşriyat netice vermişti. ...Amerika hükümeti aldığı bir kararla, İspanyol mallarına çok ağır gümrük tarifeleri tatbik etti.
...Petrolcüler, İspanyayı mahkum etmişler, mahkumiyet kararını da Amerika ve İngiltere diplomatlarına tasdik ettirmişlerdi.
...İspanya’da ayaklanma olmuş ve hükümet darbesi yapılmıştı. Zavallı Primo de Rivera devrilmişti. ...sığındığı Fransa’da sefalet içerisinde ve felçli olarak hayata gözlerini kapadı.” (Petrol Fırtınası, sh: 226-233)
20. yy.’ın ilk yarısında İngiltere’nin tartışılmaz bir üstünlüğü vardı. 1. Dünya Savaşı sonunda bazı bölgelerde savaşmayı göze alamayan İngiltere, gizli servisi (SIS) ve kudretli Petrol şirketleri (Royal Dutch/Shell) sayesinde hemen hemen bütün dünyada söz sahibi idi. Shell bir Amerikan şirketi olarak biliniyor. Ancak Shell’in internet sitesinde bir İngiliz - Hollanda ortaklığı olduğu, dünyada 47.000 petrol istasyonunun bulunduğu, grubun 1700’ün üzerinde aktif şirkete sahip olduğu bilgileri verilmektedir.
Türkistan’da petrol ve gaz çıkarma imtiyazını elinde bulunduran konsorsiyumun üyesi olan Shell hem buradaki arama çalışmalarında gönülsüz hareket ediyor, hem de Bakü-Ceyhan hattı yerine Bakü-Supsa hattını tercih ediyor.
Unutulmamalıdır ki, hegomonik güçlerin uluslararası şirketleri kendi gizli servisleri ile iç içedir. Bazı şirketlerin sahibi bizzat gizli servisin kendisidir.
Casusluk romanları ile ün yapmış Frederick Forsyth’un Yeni Şafak’ta yayınlanan röportajında ilginç bilgiler bulunuyor:
“Aslında Secret Intelligence Service (SIS) küçük bir örgüttür. Bu küçüklüğü gözönüne alırsanız fazla güçlü görünmüyor, ama gerçek tam olarak öyle değil. Mesela SIS’ın mali bütçesi Birleşik Devletler gizli servisi CIA’den daha küçüktür. Ancak gerçek şu ki İngiliz gizli servisi nicelikten çok niteliğe önem verir. Hatta kendisini ona adamıştır. Soğuk savaş yıllarında Ruslar’dan bazıları ‘İngilizler’e çalışırız ama Amerikalılara çalışmayız’ diyorlardı. Yüksek düzeydeki Rus görevliler böyle söylüyordu. Bu durum CIA ile SIS arasındaki farkı gösterir. ...Biz ise Amerikalılar’a bilgi veriyorduk ama ajanlarımızın kim olduğunu asla söylemiyorduk. ...Bizim Türkiye’deki büyükelçiliğimiz adeta bir ajan üssüydü. Ama Rus Büyükelçiliği daha büyük bir üstü. Ankara’da pekçok KGB ajanı vardı. Türkiye bir NATO üyesi ülke olmasına rağmen NATO üyesi ülkeler bile Türkiye nezdinde hükümet ajanlığı işine girmişlerdi.”
“Peki Türkiye ile ilgili birşey olsaydı kime sorardınız?” sorusuna şöyle cevap veriyor Forsyth: “Türk gizli servisine başvurmama gerek yoktu. Buradaki Ortadoğu ve Türkiye uzmanlarına sorardım. Çünkü onlar Türk gizli servisi ve çalışma esasları konusunda hiç tahmin edilemeyecek bilgilere sahiptirler. Ama bunu tam anlayabilmek için yıllarca çalışmak, uğraş vermek lazım. Yoksa eksik kalır bilgiler.”
Yeri geldiği zaman -özellikle 20. yy.ın ilk yarısında- ABD ile mücadele etmekten çekinmeyen İngilizler, ABD’lilere kaba ve kültürsüz yakıştırmasıyla küçümseyici nazarla bakarlar. ABD’ye karşı bolşeviklerin palazlanmasına göz yuman İngilizler Komünizmin tehlikeli boyutlara ulaşmasından sonra soğuk savaş yılları ile dünya siyaset sahnesinde geri planda kalmışlardır.
Kısaca söylemek gerekirse, Rusya’nın arkasındaki gerçek kuvvet Almanya’dan ziyade İngilizler olabilir. Ve Kafkasya’daki gerçek rakibimiz belki de İngilizlerdir. Gazprom’da Shell’in de hissesi olduğu düşünülürse, Mavi Akım’ın arkasında biraz da İngiliz parmağı aranabilir. Vahhabiliğin Arabistan’daki muvaffakiyetinde birinci amil İngiliz Gizli Servisi idi. Kafkasya’daki Vahhabi taktiklerini kim akıl etti dersiniz? İngiliz Gizli Servisi Osmanlı zamanında ajanlarını Sadrazamlığa ve hatta Şeyh-ül İslamlığa kadar çıkartabilecek kudrete sahipti. En zeki çocukları İstanbul’a getirir, para ile satın aldıkları bir ailenin yanına verirlerdi. Ayda bir sefer elçiliğe getirilmesi şartı ile bu çocuklar tam bir Osmanlı gibi yetişirlerdi. Özel seçilmiş bu çocuklar başarıları ile üst kademelere yükselmede zorluk çekmezlerdi. Sadrazamlar ve Şeyh-ül İslam’lar kalmadı, ancak İngiliz taktiklerinin Osmanlı ile sona erdiğini iddia etmek haliyle mümkün değil.
Borsada oynayan süpekülatörler arasında istihbarat örgütlerinin de olduğu biliniyor. Bankalar ve aracı kurumlar vasıtasıyla borsamıza ve bankacılık sistemimize bol miktarda yabancı para girip çıkıyor. Son bir senede Türkiye’ye girip çıkan sıcak paranın miktarı 200 milyar dolar olarak hesap ediliyor. (Türkiye’nin gayr-i safi milli hasılası 180 milyar dolar.) Uluslararası fonlar aracılığı ile idare edilen bu paranın gerçek sahipleri perde arkasında kalıyor. Üstelik bu fon sahipleri gayet örgütlü ve bilinçli şekilde ortak hareket ediyorlar. Ülkemize her giriş çıkışlarında büyük tahribatlar veriyorlar. Bu derece büyük tahribatlar yapabilmeleri iş dünyasında, bürokraside, medyada, siyasette çöreklenmiş yandaşlarının haince destekleri sayesinde mümkün olabiliyor. Hala bu spekülatif paranın istediği gibi at koşturmasını engellemeye yönelik önlemler alınmış değil. Basın her seferinde yabancı sermaye geldi Borsa şahlandı diye sevinç çığlıkları atıyor. Evet geliyor, dipte iken alacağını alıyor, şahlandığı (!) zaman satacağını satıp gidiyor. Bankacılık sisteminde de bu kısır döngü devam ediyor. 70 milyar dolara ulaşan iç borcu idare etmek için hazine %36 reel faiz öngörüyor. Eğer bu kısır döngü devam ederse 3 yıl içerisinde Türkiye’nin iç borç stokunun 200 milyar dolara çıkabileceği söyleniyor.
Türk ekonomisi fanusu olmayan bir gaz lambasına benziyor. Ufak bir üflemede sönebilir, ya da yeni krizler yaşayabilir. Hala Yabancı sermayenin istediği gibi at koşturabildiği şu zayıf günlerimizde “Uluslararası vahşi sermaye” insaf eder, bize acırsa uyguladığımız ekonomik program -belki- başarılı olabilir.
Kıbrıs’ta, AGSK’da, Kuzey Irak’ta tavır koyan Türkiye, bu hareketleri ile canavarın diş gıcırtılarının çoğalmasına sebep oluyor. Görünürdeki direnişlerimizin haricinde Filistin-İsrail ihtilafında ağırlığımızı Filistin tarafından yana koymamız ve belki de en önemlisi Manavgat suyunu İsrail’in istediği şartlarla pazarlamayışımız, Bor madenlerini satmaya razı olmayışımız gibi görünmez sebepler de var. Hazar havzasında 4 trilyon dolar değerindeki petrolü o bölgedeki bütün ülkeler paylaşıyor. Dönen dolaplar ortada. Türkiye tek başına 500 milyar dolarlık (kimine göre 2 trilyon dolar) bor rezervine sahip. Üstelik petrol yeni alternatifler sebebiyle yavaş yavaş önemini kaybederken, suyun ve borun stratejik değeri gün geçtikçe artıyor. Merhum Raif Karadağ yukarıda bahsi geçen kitabının önsözüne şu cümlelerle başlamış: “Dünyada her şey, ama akla gelebilen her şey, ham madde kaynaklarına bağlıdır. Harb ve Sulh, ham madde kaynakları üzerinde ve bu kaynakların bulunduğu sahalar civarında cereyan eden gizli ve korkunç birtakım mücadelelerin eseridir.”
Normal şartlarda dahi insaf ve acıma duygusu pek beklenemeyecek “Uluslararası sermaye canavarı”nın bizi parçalamak istediği gün sanki yaklaşıyor. Bir gün Türkiye’nin önünde olağanüstü hal ve seferberlik yönetiminden başka bir yol kalmayabilir. Vatanperverler o günde dahi bir ve beraber olmalıdır. Hainlerin kalemleriyle yaptığı saldırılara karşı birlikte hareket etmek vatan gemisinin selametini düşünen herkesin görevidir.
Sıkıntılı günler için şimdiden tedbir almak, kuvvetlerimizi birleştirmek zamanıdır.