Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ - Hadîd Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (1) - Ömer Öngüt
Hadîd Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (1)
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ
Dizi Yazı - Tefsir
1 Haziran 2001

 

Hadîd Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (1)

 

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Tamamı Medine döneminde nâzil olan bu mübarek Sûre-i celile; yirmidokuz Âyet-i kerime, beşyüzkırkdört kelime ve bindörtyüzyetmişdört harften müteşekkildir.

Adını 25. Âyet-i kerime’de geçen ve “Demir” mânâsına gelen “Hadîd” kelimesinden alır. Tesbihle başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûre-i şerif’in ilkidir.

Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı (Hadîd, Haşr, Saf, Cumâ ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizi)

 

Muhtevâsı:

Bu mübarek Sûre-i şerif; Allah-u Teâlâ’nın bazı sıfatlarını, ilim ve kudretinin delillerini, iman etmenin önemini, infakta bulunmanın lüzumunu, müminlerle münafıkların ahiretteki durumları bakımından karşılaştırılmasını, dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu anlatıp açıklamaktadır.

Son bölümünde demirin bir nimet olarak yaratıldığından söz edilir.

Hadîd Sûre-i şerif’inden itibaren beşi tesbihle başlayan on sûre, Medine döneminde nâzil olan son sûrelerdir. Daha önce nâzil olan sûreleri tamamlayıcı durumdaki bu sûreler, iman ve ahlâkla ilgili son öğütleri ihtivâ etmektedirler.

 

Allah-u Teâlâ’yı Tesbih:

Yaratılan ne ki varsa hepsi; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, kudret ve azâmetine işarette ve şehâdette bulunur dururlar.

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Hadîd: 1)

Göklerde ve yerde, canlı ve cansız her şey, yokluktan varlık âlemine çıkarıldıktan beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir.

“O Aziz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Hadîd: 1)

Yani Aziz ve Hakîm ancak O’dur. O çok güçlüdür, kuvvet sahibidir, üstündür. Hiç kimse O’nun emirlerine karşı koyamaz. O’na karşı çıkan, O’ndan kaçıp kurtulamaz.

Hiçbir şey O’nu engelleyemez, her şey O’nun tasarrufundadır. O’nun yaptığı her şeyde bir hikmet vardır. Yaratmakta, emir ve hükümlerinde hikmeti sonsuzdur.

 

Mâlik-ül Mülk:

Mülk O’nundur. Mülkünün hem sahibi, hem hükümdarıdır.

“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) O’nundur.” (Hadîd: 2)

Göklerde ve yerde bulunan melekler, insanlar, cinler ne varsa hepsi O’nun mülküdür, yarattığı ve yönettiği varlıklardır.

Bütün hepsi de şerik ve nezirden münezzeh olan Allah-u Teâlâ'nın hâkimiyetinde bulunmaktadırlar.

Bu nihayetsiz mülke ve saltanata bir baksana! Kâinatta her gün, her gece, her saat ve her anda neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhâlar oluyor? Ne kudretler açığa çıkarılıyor, ne hikmetler ortaya konuyor ve uygulanıyor?

Böyle bir saltanatın sahibi olan Allah nelere kâdir olmaz?

O'nun mülkünde ancak O'nun emirleri ve kudreti hüküm sürer. Takdirine ve tedbirine kimse karşı gelemez. Hükümlerinin tersine hareket etmek isteyenler, elbette cezaya müstehak olurlar.

"Diriltir ve öldürür." (Hadid: 2- Bakara: 258- Âl-i imran: 156- A'raf: 158- Tevbe: 116- Yunus: 56- Müminun: 80- Mümin: 68)

Hayat da ölüm de Allah-u Teâlâ'nın göklerde ve yeryüzündeki mutlak hakimiyetinin tezahürlerinden başka bir şey değildir.

Dünyada dirileri öldürür, ahirette ise haşrı ve neşri gerçekleştirmek için ölülere hayat verir.

"O her şeye kâdirdir." (Hadid: 2 - Mâide: 120) (Bakınız. Âl-i imran: 189 - Mâide: 17)

O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır. Dilediğini yapmakta hiç kimse O'na mâni olamaz.

O her şeye karşı kâdirdir, hiçbir şey O'na kâdir değildir. O'nun kudreti hiçbir şekilde kayıt ve tahdide uymaz. Dilediği şeyi yaratır ve o yarattığı şeyde dilediği kadar kudret ve şeref de yaratır. O'ndan başka her şey, yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün kâinâtıyla âlemin bütün sistemleri âcizdir. Onları her an yaşatmakta ve yok etmekte ve hepsinin üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır.

 

Zâhir de O, Bâtın da O:

O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır.” (Hadîd: 3)

O Evvel’dir, ezelîdir. O’ndan evvel hiçbir şey yok idi. Vücud O, mevcud O. O’ndan başka bir mevcut yok, mevcûdatı O yarattı. Bunun içindir ki O “Rabbül-âlemin.” oldu.

Zât-ı akdes’i için aslâ başlangıç tasavvur olunamaz. O’nun varlığı Zât-ı akdes’inin gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O’ndandır.

O Âhir’dir, ebedidir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur. O’ndan başka mevcut olmadığı için Âhir de O’dur.

Hâlık’ın işine mahlûkun aklı da ermez, ilmi de yetmez.

“Allah herşeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)

O öyle bir Allah, öyle bir Allah, öyle bir Allah ki, yalnız kendi kendisini bilir ve kendisini metheder.

Bütün yaratıklar takke mesabesindedir. Takke kişiyi ne anlar?

Yalnız şu kadar var ki kendisini bildirdiği kadarını kul bilir, duyurduğu kadarını duyurur.

Niçin bunu böyle yaptı? Bilenlere sorulsun diye yaptı.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:

“Bunu bir bilene sor! (Sana gerçekten böyle olduğunu anlatacaktır).” buyuruyor. (Furkan: 59)

Rabbim bunu bana biiznillâh-i Teâlâ gösterir, ben bunu bile bile konuşurum. Amma siz duyuyorsunuz. Bilerek söylendiği için size tesir ediyor.

O Zâhir’dir. Zerreden kürreye kadar ne ki varsa O’nun Zâhir ismi-i şerif’i ile ortaya çıkmışlardır. Her yarattığı şeyde ulûhiyet sırları ve hikmetleri vardır.

Görünüşte o şey var, fakat aslında O var. Elbiseyi geçir sen varsın, kaldır O var. Yarın öldüğün zaman yine O var. Ruhunu çektiği zaman hani sendin? O zaman saman çöpü senden hayırlı olacak. Çünkü ruh çıkınca sen kokacaksın, saman çöpü ise kokmayacak.

Amma elbiseyi çıkarabilen kişi, nefsini öldürdüğü için, şimdi de O’nun olduğunu görüyor. Varlığını yok edebilen şimdiden görüyor. Sen ise öldükten sonra anlayacaksın.

Sen buna şaşma! Senin ilmin kavramıyor diye çizmeden yukarıya çıkma, hududunu da aşma. Sen bunun böyle olduğunu öğreneceksin amma, öldükten sonra öğreneceksin. Bunu bilen, ölmeden evvel öğrenmiş, böyle olduğunu bilmiş.

Her şeyi “Ol!” emriyle var ediyor. Zâhir olanlar O’nun “Ol!” emrinden ibarettir. Gökler ve yer de, insanlar da, hayvanlar da, nebatat ve cemâdat da böyledir, O'nun “Ol!” emriyle zuhura gelmiştir. Hepsini O var ediyor. Mukadderâtını, şeklini, şemalini, her şeyini o “Ol!” emrinin içinde dürüyor, “Ol!” diyor ve oluveriyor. “Öl!” diyor ölüyor.

Ve o olanların içinde O var.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara: 255 - Âl-i imran: 2)

O öyle bir Allah ki, Allah’tan başka ne bir Allah vardır, ne de bir mevcud vardır. Her şeye hayat veren O’dur, her şey O’nunla kâimdir.

Yaratılanları “Ol!” emriyle yarattı, herşey O’nun varlığı ile kâimdir. Her görünen şey maskedir, insan da böyledir, kâinat da böyledir.

Ota bir şekil vermiş meydana çıkarmış, çiçeğe bir şekil vermiş meydana çıkarmış, insana bir şekil vermiş meydana çıkarmış, kâinata bir şekil vermiş meydana çıkarmış. Şimdi her meydana çıkan O'nunla çıkıyor. Varlığını çektiği zaman yok oluyor. Hani sen vardın? Yani sen O'nunla kaimsin. Fakat zavallı insan “Ben!” dedi, putuna tapındı. Ben putuna tapındı gitti. Kâinat da böyledir. Yani bir otla, bir çiçekle, bir insanla, bir kâinat Allah-u Teâlâ'nın yanında değişmez.

O Bâtın’dır. Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur ve gizlidir. O’ndan başka bir mevcut yok. Var olanlar vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. “Ol!” buyuruyor, herşey oluveriyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir. O ise her şeyden her şeye yakındır.

“O her şeyi bilendir.” (Hadîd: 3)

O’nun bilmediği, bilemeyeceği hiçbir şey düşünülemez. O’nun ilmine göre gizli de âşikâr da birdir. Bilgisinde artma eksilme olmaz.

 

Göklerin ve Yerin Yaratılışı:

Kur’an-ı kerim’de göklerin ve yerin yaratılması ile ilgili pek çok Âyet-i kerime’ler mevcuttur.

Göklerin ve yerin yaratılmasının mânâsı, bu muazzam kâinatın ve mahlûkatın yoktan var edilişi demektir.

Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.

Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, "Ol!" demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, olgunlaştıra olgunlaştıra yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri bir anda da yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“O Allah ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hadîd: 4) (Bakınız; A’raf: 54 - Yunus: 3 - Hud: 7 - Furkan: 59 - Secde: 4 - Kaf: 38)

Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şâhid olamazdı. Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı. Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz olursak onlar olmazdı veya hepimiz olur ata evlât olmazdık. Şu halde birçok yaratılışları da içine alan dereceleme ile yaratmada Allah-u Teâlâ'nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.

Günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O'nun bildiği merhaleler ve devrelerdir.

Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan önce ise gündüz ve gece yoktu.

 

Arş-ı Rahman:

Allah-u Teâlâ’nın gökleri ve yeri altı günde yarattığını beyan eden Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:

“Sonra Arş’ı istivâ etti.” (Hadîd: 4 - A’raf: 54 - Yunus: 3 - Ra’d: 2 - Secde: 4)

Arş'ın tahsisi mahlûkatın en büyüğü olmasındandır. Kâinat Arş ile son bulmakta ve Allah-u Teâlâ mekândan münezzeh olarak O'nun da ötesinde ve aslında her yerde bulunmaktadır.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Rahman Arş'ı istivâ etti." (Tâhâ: 5)

Bu istivâ; keyfiyetsiz, teşbihsiz, temsilsiz bir istivâdır. Kâinat yaratıldıktan sonra Allah-u Teâlâ onu yönetmekte ve onunla ilgili bütün düzenlemeleri yapmaktadır.

Arş, diğer cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden dolayı veya hükümdarın tahtına benzetildiğinden dolayı bu isim verilmiştir.

Kur'an-ı kerim'de Arş'ın Allah-u Teâlâ'ya nisbet edildiği onsekiz kadar Âyet-i kerime mevcuttur ve yedi gökten ayrı bir âlem olarak ele alınmıştır.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"De ki: Yedi göklerin Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?" (Müminun: 86)

Kimdir tertemiz meleklerin taşıdığı yüce Arş'ı yaratan?

Allah-u Teâlâ Arş'ı ihtiyaç için değil, azametini ve kudretini göstermek için yaratmıştır.

"Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıkları noksan sıfatlardan münezzehtir." (Zuhruf: 82) (Bakınız. Enbiyâ: 22)

Çünkü böyle bir Rububiyet, bütün yaratılmışların tesbihini gerektirir.

Bazı Âyet-i kerime'lerde Arş'ın büyük, değerli ve şerefli oluşundan bahsedilmektedir:

"O, çok bağışlayan, çok sevendir, şerefli Arş'ın sahibidir." (Bürûc: 14-15)

Arş ve diğer yaratıklar üzerindeki hakimiyet O'na aittir.

Arş-ı âzam, Allah-u Teâlâ'nın yarattığı cisimlerin en büyüğüdür. Kürsî'yi de kaplamıştır.

Bir kısım melekler de Arş-ı âzam'ın çevresini sarmış olup tavaf ederler, Allah-u Teâlâ'yı övgü ve tesbih ile anarlar.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Melekleri görürsün ki Rabblerini hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır." (Zümer: 75)

Allah-u Teâlâ'yı lâyık olmadık sıfatlardan tenzih ve meth-ü senâ ile meşgul olurlar.

Allah-u Teâlâ’nın “Arş’ı istivâ etmesi” hususuna gelince;

“İstivâ etti” demek “Oturdu”, “Hükmetti” demektir. “Arş-ı Rahman”dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam ediyor.

Yerden göklere, göklerden Arş'a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O'nun hüküm ve idaresinin altında, andan âna, halden hâle, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yokoluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.

O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.

Bu Âyet-i kerime, olduğu gibi Vahdet-i vücud'u tarif ettiği gibi, bütün yaratıklarını nereden ve nasıl yönettiğini bildiriyor.


  Önceki Sonraki