Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
MAKALE - Borç Zilleti - Ömer Öngüt
Borç Zilleti
MAKALE
Misafir Yazar
1 Haziran 2001

 

Borç Zilleti

 

Halil İbrahim Emre


Milletlerin çöküş ve gerileme sebepleri; Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerine riâyet etmemeye bağlıdır. Bütün bu emir ve yasaklar; adaletli ve huzurlu bir yaşam, sosyal dengeleri kurma, insanlar arasında saygı, sevgi ve yardımlaşma duygularıyla aradaki muhabbeti artırma, en önemlisi ise dünya saâdetini, ahiret selâmetini kazanma gibi insanın sonsuz bir ebedi hayatının kurtuluşunu garanti altına almak için Allah-u Teâlâ tarafından konmuştur. Peygamberleri vasıtası ile insanlara talim ettirilmiş ve hayata geçirilmiştir. Uymayanlara Allah-u Teâlâ’nın intikamı çok elemli ve pek şiddetlidir. Kâfirleri, zâlimleri, fâsık ve fâcirleri yaptıkları isyanlardan dolayı hemen kahredivermez, bir zaman mühlet verir, bu mühletin arkası çok korkunçtur. Küfür ve isyana yönelen milletler ve cemiyetler de böyledir. Binaenaleyh tâ asr-ı saâdetten zamanımıza kadar din-i mübinin kötülüklerden men eden hükümlerine itirazlar hiç eksik olmamış, fakat hiç de etkisi olmamıştır. Din güneş gibi ortada kalmış, onu balçıkla sıvamaya kalkanlar daima hüsrana uğramışlar, kötü emellerinde muvaffak olamamışlardır. Gerek içten, gerek dıştan gelen taarruzlar neticesiz kalmış, din adına dini yıkmak isteyenler, hükümlerini değiştirmeye kalkanlar Allah-u Teâlâ’nın intikamı ile karşılaşmışlardır.

Çünkü Âyet-i kerime’de Hazrez-i Allah şöyle buyurur:

“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr: 9)

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:

“Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemezeler de, Allah nurunu tamamlayacaktır.” buyurulmaktadır. (Saf: 8)

Dinin ahkâmı ile amel edenlerin azalması veya çoğalması onun metanetine halel getirmez. Hidâyete mazhar olanlar bu hükümleri tatbik sahasına koyup amel ettikleri gibi mahrum olanlar şeytanın bir takım vesveseleri ile vehimlerle oyalanır dururlar. İradelerini hayra sarfedenler kıyamete kadar bulunacağı gibi, şerre sarfedenler de eksik olmayacaktır.

Borç hakikaten bir zillettir. Fakat borçlanmaya sebep olan ise Allah-u Teâlâ’nın yasakladığı israftır. İsraf içinde yaşamak borçlanmayı, borçlanma da sonunda fâize dalmayı, yani iflası getirir ve sonu Allah ve Resul’üne harb ilân etmek gibi, diğer büyük günahlarla kıyaslanamayacak kadar büyük bir âfâtı yanında getirir ki bu da büyük bir zillettir. İnsanın dünyasını ve ahiretini harap eder. İsrafa adım atmak aynı yürüyen merdivene adım atmak gibidir. Bir insan israf ile adım attığı merdivenden bir bakmış ki kendisi borç batağında buluvermiş. Ve o borç batağı içinde debelenirken denize düşen yılana sarılır misali bir kurtuluş gördüğü fâize sarılır. Böylece yürüyen merdiven onu alır götürür. Nereye kadar? Allah ve Resul’üne harp ilân edip, cehenneme atıncaya kadar. Müslüman azla yetinmesini bilmeli, kanaatkâr olmalı, sade bir hayatı tercih etmeli, ahkâmca yaşamalı dolayısıyla israftan, masraftan, süsten, lüksten kaçınmalıdır. Çünkü israf etmeyince Cenâb-ı Hakk’ın kendine ayırdığı nasib kadarını kullanacak, borçlanmayacak, borçlanmayınca bir âfât olan fâiz belâsına da bulaşmamış olacak. Çünkü meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde kullanmak farz olduğu gibi, lüzumsuz yerlere ve bilhassa günah yollara sarf edip israf etmek de haramdır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Rabbinizden size indirilene uyun! O’ndan başka dostlara tâbi olmayın. Ne de az öğüt alıyorsunuz!” (A’raf: 3)

“Akrabaya, yoksula, yolda kalana hakkını ver. Malını israf ile saçıp savurma.

Çünkü saçıp savuranlar şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (İsrâ: 26-27)

Mal, mülk, para dünya nimetlerinden olup Hazret-i Allah’ın emanetindendir. Muhafaza hususunda, insanın vücudu gibidir. Çünkü hayatın idamesi için ve imtihan için mala ihtiyaç vardır.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Sâlih bir insanı için helâl mal ne güzeldir.” buyuruyorlar.

Haksız yere başkasının malını yemeyi yasaklayan dinimiz, insana kendi malını dahi ölçülü harcamasını emretmiştir. İnsan Allah ve Resul’ünün koyduğu ölçülere göre harcama yapmazsa kendine yazık etmiş olur. Çünkü israf ettiği şeylerin zerresinden hesap vercek, helâlin suâli var, haramın zaten azabı var.

İsraf; cömertliğin ifrat dereceye varmış olan şeklidir. Cömertlik ise müslümanda bulunması gereken güzel huylardandır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:

“Cömert insan Allah’a yakın, insanlara yakın, cennete yakın ve cehennem ateşinden uzaktır.” (Tirmizi)

Yüce Rabbimiz bize orta yolu tavsiye ediyor, bize itidali emir buyuruyor ve Âyet-i kerime’sinde bunu bize duyuruyor:

“Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme! Büsbütün de saçıp israf etme ki, sonra kınanır, hasret içinde eli boş kalırsın.” (İsrâ: 29)

Buradan anlaşılıyor ki, korunması gereken yerde malı korumalı, sarfedilmesi gereken yerde de bolca harcamalıdır. Korunması gereken yerde bolca harcamak israftır. Bolca sarfedilecek yerde sıkılık etmek ise cimriliktir. İkisi de haram bir davranıştır.

En makbul insan sehâvetli insandır ve Cenâb-ı Hakk tarafından Âyet-i kerime’de övülmüştür:

“Onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur.” (Furkan: 67)

Bunlar güzel huylar olduğu gibi, israf ise Hazret-i Allah’ın hoşuna gitmeyen bir davranıştır. İsraf eden insan ve topluluklar ellerindeki ve avuçlarındakileri kısa zamanda tüketeceklerinden bu sefer borç olarak hayatlarını idame ettirmek isterler. Çünkü israf içinde lüks bir hayata, nefis alıştımı bir kere, o hayatı her zaman isteyecektir.

Şu kadar var ki; hayatî zaruretler olmadıkça borçlanılmamalıdır.

Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz borcu mekruh kılmıştır.

Namazlarında çok zaman; “Allah’ım! Günahtan ve borçtan sana sığınırım.” diye duâ ederlerdi.

“Yâ Resulellah! Sık sık borçtan Allah’a sğınıyorsunuz.” denildiğinde;

“İnsan borçlandığı takdirde, söyleyince yalan söyler, söz verir de sözünde durmaz.” buyurmuşlardır. (Buhari)

Umumiyetle borç kanaatsızlıktan ve israf hayatı sevmekten, ahkâmı yaşamayıp; yiyeyim, içeyim, gezeyim, giyeyim, eğleneyim gibi sufli nefsin arzusuna göre yaşamaktan doğmakta, dolayısıyla insan ağır ve mesuliyetli bir yükün altına kendini sokmaktadır.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise borç ile küfrü eşit tutmuştur.

“Kul borcu ile ölmek ve huzur-u ilâhiye kul hakkı ile varmak, küfürden sonra en büyük günahtır.” (Nesai)

Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz mutadı olarak namazı kılınmak üzere bir cenaze getirildiğinde mevtanın geçmiş hayatının hiç bir safhasını sormazlardı. Yalnız “Onun borcu var mıdır?” diye sorarlardı. Eğer “Borcu vardır.” denilirse kılmaktan vazgeçerler, “Borcu yoktur.” denilirse cenazenin namazını kılarlardı. Onu için şimdiki halimize bir bakalım.

Bir müminin bütün borçlarını açık bir şekilde yazarak vasiyet etmesi son derece mühimdir. Vasiyet etmemek kabirde üzerinde kul hakkı olduğu halde yatmaya sebeptir. Büyük bir zillettir, mesuliyettir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyuruyorlar ki:

“Borçlu kabirde mahpustur.” (C. Sağir)

“Borçlu olarak vefat edenlerin kabirlerinde elleri omuzlarına bağlıdır. Borçlarının ödenmesinden başka bir şey ellerini açamaz.” (Münâvi)

Kul hakkıyla borçlu olarak huzur-u ilâhiye giden, borcunu sevaplarından ödemek mecburiyetinde bırakılır.

İsrafın sonu borçlu yaşamaktır, borçlu ölürse durumu budur. Hele bir de borçtan kurtulmak için fâizle para alınmaya başladımı ki bu iş yürüyen merdiven gibidir demiştik, ayağını ilk basamak olan israf basamağına koydun mu, o seni önce borç, sonra da fâiz basamağından alır götürür. Fâizin durumu hakkında iman edenlere Bakara sûre-i şerif’inin 279. Âyet-i kerime’si yeter de artar bile.

Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (Bakara: 279)

“Allah alışverişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara: 275)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyuruyorlar ki:

“Allah fâiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizi)

İnananlara bu Âyet-i kerime ve bu Hadis-i şerif yeter de artar bile. Amma şimdi seyyiat zamanı, bütün günahlar alabildiğince işleniyor, başımıza gelen deprem felâketleri, sel felâketleri, ekonomik felâketler hiçbir şey fayda etmiyor. Bütün günahları olanca gücümüzle işliyoruz, nimet arttıkça bizde de isyan artıyor.

Senelerdir millet olarak lükse yönlendirildik, büyük bir israf içinde yaşadık. Sonunda para bitince bu sefer borçlanmalar başladı, bir de bunun üzerine fâizler de binince artık bu israf, borç ve fâiz şeytan üçgeninin içinde kaybolup gittik, ekonomimiz de iflas etti, halk da iflas etti. Bu necip millet üç kuruş için oraya buraya avuç açar hale geldi. Zelil bir hale düştük, herkese rezil olduk.

Halbuki gereğince Hazret-i Allah’tan korksaydık, iman edip ahkâmı yaşasaydık, bunlar zaten başımıza gelmezdi. Çünkü O lütfuyla desteklerdi.

Allah-u Teâlâ’nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir. Hikmetin başı ise Allah korkusudur. Azâmet-i ilâhi’yi bilenler o nisbette Allah-u Teâlâ’dan korkarlar.

Âyet-i kerime’sinde:

“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl kormak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” buyurmaktadır. (Âl-i imran: 102)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ise Hadis-i şerif’inde:

“Hikmetin başı insanı her türlü günahtan men eden Allah korkusudur.” buyuruyorlar. (C.Sağir)

Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz. İbadet ve taate yönelir, nefsani arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.

Âyet-i kerime’de:

“Musa’nın öfkesi geçtikten sonra levhaları aldı. Onların bir nüshasında: ‘Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.’ yazılmıştı.” buyuruluyor. (A’raf: 154)

Hadis-i şerif’te ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Vallahi ben hepinizden çok Cenâb-ı Hakk’ı bilirim ve hepinizden çok O’ndan korkarım.” (Münâvi)

Niçin en çok o korkuyor?En çok bildiği için en çok o korkuyor. Bilen çok korkar, fakat cahiller çok cesurdur, hiç korkmazlar.

Halbuki her an imtihandayız, israfımızla, borcumuzla, fâizimizle her şeyin zerresini, hesabını vereceğiz. Neyle imtihan edeceğini ve nereye koyacağını ise Yaratan bilir.

Hazret-i Allah Musa Aleyhisselâm’dan sonra ben-i İsrail’e bir çok peygamberler gönderdi. Fakat onlar zamanla söz dinlemez oldular. Hazret-i Allah da bir kavmi üzerlerine musallat etti. Yurtlarından kovuldular ve perişan oldular. Her biri bir yere dağıldılar.

Bu perişanlık içinde iken ben-i İsrail’e gönderilen peygamberlerden birisi, onlara Hazret-i Allah’ın Tâlût adında bir kimseyi başlarına hükümdar olarak tayin ettiğini söyledi. Başlangıçta ona da karşı çıktılar. Fakat Hazret-i Allah’ın onu tayin ettiğine dair bazı alâmetler zuhur edince tâbi oldular ve onun etrafında toparlandılar.

Tâlût teşkil ettiği ordu ile düşman üzerine giderken onlara: “Şüphesiz ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir. İçinizden kim ki doyasıya içerse o benden değildir. Bir avuç içebilirsiniz.” dedi.

Tâlût bu talimatı kendisinin ben-i İsrail’e hükümdar olacağını haber veren peygamberden almıştı.

Nihayet bahsi geçen nehre geldiler. Bunaltıcı bir sıcak vardı. Çoğunluk nehre kapandılar, kana kana ve doyasıya kadar su içtiler. Pek azı birer avuç içti.

Emre uymayanlar imtihanı kaybetti. İçlerine büyük bir korku düştü. Nehri geçemediler.

Diğerleri ise nehri geçerek Câlût ve ordusunu Allah’ın izniyle bozguna uğrattılar. İmtihanı da kazanmış oldular. (Bakara: 246-252)

Burada bir incelik var. Onlar imtihana tâbi tutuldukları gibi, bizim de her zaman için imtihanda olduğumuzu bilmemiz lâzım. Bize numune olmuş oluyor. Emre tâbi olanlar her zaman için kazanıyor. Arzu ile hareket edenler kaybediyor, hedefe varamıyor. Hiçbir zaman için başıboş değiliz.

İkinci husus, dünyadan zaruret miktarı faydalanmalı, aşırılığa kaçmamalı.

Bu bize imtihanla ilgili güzel bir numune olmuş oluyor. Onun nerede, neyle, nasıl imtihan edeceğini yalnızca kendisi bilir. İmtihanları kazanıp dünya saâdetine, ahiret selâmetine ermenin çaresi ise hükümlere olduğu gibi uymak, iman etmek ve teslim olmaktan geçer. Yoksa Hazret-i Allah’ın çizdiği hudutların dışına çıkmak bugün olduğu gibi düştüğümüz borç batağında, zillet içinde yaşamamıza sebeptir, dünyası bu, ahiretteki cezası ise daha korkunçtur.

Âyet-i kerime’de:

“Nereden yola çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i haram tarafına çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o tarafa çevirin, Tâ ki zâlim olanlardan başka, insanların aleyhinizde bir delili bulunmasın. Sakın onlardan korkmayın! Benden korkun ki, ben de size verdiğim nimetlerimi tamamlayayım, böylece siz de doğru yolu bulmuş olasınız.” buyuruluyor. (Bakara: 150)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Hûd sûresi ile emsâli beni ihtiyarlattı.” buyuruyor. (Tirmizi)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin maksadı; bu sûre-i şerif’lerde anlatılan ahiretin dehşeti ve ümmetin “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” muktezâsı üzere saâdeti için, üzerinde durulan istikâmet emri hatıra geldikçe bu yüzden hasıl olan gam ve büyük sıkıntıyı takdir ve beyanıdır.

Biricik Habib-i Ekrem ümmetinin üzerine bu kadar durup düşünüyor da bizdeki bu başı boşluk, vurdum duymazlık niye?

Nefis yuları takmış götürüyor. Cehenneme girince mi uyanacağız?

Rabbim bizleri emrettiği gibi dosdoğru olan, sevgili, sâlih, sâdık kullarıyla, şehitleriyle, peygamberleriyle dünyada da, ahirette de beraber etsin inşallah.