Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış ve şöyle buyurmuştur:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Ashâb-ı kiram'dan bir zât "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)
İslâm dini adâleti, doğruluğu, hakkı, hakikatı emreder.
Aslında, müslümanlar İslâmiyet’in nezafetini, ulviyetini, adaletini, doğruluğunu dünyaya yaydılar. Bunu gören kâfir, bazı güzel hasletleri benimsedi ve kendine mâletti. Fakat müslüman olduğunu zanneden bu sahteler de kâfirin kötü hasletlerini aldılar ve benimsediler. Kâfir dediklerinde iyi hasletler kaldı, bunlarda kötü hasletler kaldı. Müslümanlar böyle bozuldu ve bu duruma düştü.
Allah-u Teâlâ’nın emirleri alenen reddediliyor, nehiyler çiğneniyor, küfür ve nifak adetleri yayılmaya çalışılıyor. Helâl, haram karışmış, şer-î nikâh, mehir nedir bilinmiyor. Zekât ve öşür verilmiyor. Kötülük moda, İslâm’ı yaşamak ayıp sayılıyor. Fuhuş alenileşmiş, içki su gibi içiliyor, kumar oynanıyor, fâiz alıp verme son haddini bulmuş, bölücülük ateşi her yeri sarmış.
Seyyiat zamanındaki bu fitne ve fesatlar; birçok sıkıntıyı, musibeti, felâketi, uğursuzluğu ve bereketsizliği celbediyor ve çok ciddi maddi-mânevi sıkıntıları beraberinde getiriyor. Din ve vatan düşmanları çalışıyor, hazine soyuluyor. Ülkenin altı oyuluyor.
Kasalarını, keselerini doldurayım derken bu kadar büyük zararlar verdiler. Birkaç kişinin yüzünden devlet batırılmaya çalışılıyor, hazine soyuluyor, halk inliyor ve böylece bütün dünya bizi ayıplıyor ama düşmanın da hırsı artıyor.
Bu hırsızlama ve hortumlamalar, bu kayırma ve iltimaslar vatanı nasıl sarstı gördünüz. Koca bir ülke sarsıldı yani. Çok büyük paralar çekildi.
Farelerin ambarları kemirip, altını delip çok büyük zararlar vermesi gibi bu zamandaki birkaç büyük farenin yüzünden de devlet hazinesi, kasası delinmiş, boşaltılmış, ülkemiz büyük bir sarsıntı geçirmiştir. Zamanın fareleri neler kemirdi? Vatanı nasıl sarstılar?
Bu çok büyük paraların çekilmesi, vatanın çok büyük sarsılmasına sebep olmuştur.
Bütün iç ve dış düşmanlar, bölücüler bu vatan gemisini bütün güçleri ile batırmaya çalışıyorlar.
Buna rağmen ayakta tutan Hazret-i Allah’a hamd-ü senâlar olsun.
“Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.”
Bu nifakın, bu ihanetin sonu ne olacak?Bu vatan hâinlerinin eline ne geçecek? Nedamet ve pişmanlık çok olacak. Zira mülkün sahibi, mülkünü dilediğine verecek.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Kasalarını, keselerini doldurayım derken bu kadar büyük zararlar verdiler. Birkaç kişinin yüzünden devlet batırılmaya çalışılıyor, hazine soyuluyor, halk inliyor ve böylece bütün dünya bizi ayıplıyor ama düşmanın da hırsı artıyor.
Bu hırsızlama ve hortumlamalar, bu kayırma ve iltimaslar vatanı nasıl sarstı gördünüz. Koca bir ülke sarsıldı yani. Çok büyük paralar çekildi. Bu çok büyük paraların çekilmesi, vatanın çok büyük sarsılmasına sebep olmuştur. Buna rağmen ayakta tutan Hazret-i Allah’a hamd-ü senâlar olsun.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Eğer ümerânız sizin hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehavetli cömert kimselerse, işlerinizi aranızda istişare ile hallediyorsanız, bu durumda yerin üstü altından hayırlıdır.
Yok eğer ümerânız şerlilerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise, yerin altı üstünden (yani ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır.” (Tirmizi: 2267)
Görülüyor ki âmirlerin hayırlı veya şerli olmalarının yanında zenginlerin cömert ve cimri olmaları da toplumun huzuru ile yakından ilgilidir.
Dikkat ederseniz herkes huzur arıyor; zengini fakiri, genci yaşlısı, amiri memuru hepsi.
Halbuki huzur, Hazret-i Allah’a yönelmekle, emirlerini yapmak, nehiylerinden kaçmakla olur.
Doğruluk İslâm’ın en temel esaslarından birisidir.
Allah-u Teâlâ inanan kullarına istikamet üzerinde olmalarını, dosdoğru yolda sebat etmelerini farz kılmış ve şöyle buyurmuştur:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)
Doğruluk; bir müslümanın niyetinde, söz ve davranışlarında dürüst olması, yalandan ikiyüzlülükten uzak olması demektir.
Ashâb-ı kiram'dan bir zât "Yâ Resulellah! İslâmiyet hakkında bana öyle bir söz söyle ki, o hususta sizden başka hiçbir kimseden sormaya ihtiyacım kalmasın." diye sorduğunda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!" buyurdular. (Müslim)
İslâm dini adâleti, doğruluğu, hakkı, hakikatı emreder.
Aslında, müslümanlar İslâmiyet’in nezafetini, ulviyetini, adaletini, doğruluğunu dünyaya yaydılar. Bunu gören kâfir, bazı güzel hasletleri benimsedi ve kendine mâletti. Fakat müslüman olduğunu zanneden bu sahteler de kâfirin kötü hasletlerini aldılar ve benimsediler. Kâfir dediklerinde iyi hasletler kaldı, bunlarda kötü hasletler kaldı. Müslümanlar böyle bozuldu ve bu duruma düştü.
Gayr-i müslimlerde görülmeyen rezaletler bizde zuhur etti. Hakikaten korkunç bir durum var. Hatırlanacağı üzere Ebabil kuşları da görünmüştü. Bu çok büyük bir tehdit demiştik. O taşları kime attıklarını, bundan sonra başımıza ne geleceğini, azgınlığımızın cezasını ne ile çekeceğimizi Yaradan bilir. Bugüne kadar birçok hadiseler zuhur etti, halk bu sarhoşluk içinde yüzedursun.
Günahlar açık olarak işleniyor ve isyana dönüşüyor. Her türlü kötülüğün anası bugün mevcut. Böyle bir devir gelmemiş ve görülmemiştir.
Allah-u Teâlâ’nın emirleri alenen reddediliyor, nehiyler çiğneniyor, küfür ve nifak adetleri yayılmaya çalışılıyor. Helâl, haram karışmış, şer-î nikâh, mehir nedir bilinmiyor. Zekât ve öşür verilmiyor. Kötülük moda, İslâm’ı yaşamak ayıp sayılıyor. Fuhuş alenileşmiş, içki su gibi içiliyor, kumar oynanıyor, fâiz alıp verme son haddini bulmuş, bölücülük ateşi her yeri sarmış.
Seyyiat zamanındaki bu fitne ve fesatlar; birçok sıkıntıyı, musibeti, felâketi, uğursuzluğu ve bereketsizliği celbediyor ve çok ciddi maddi-mânevi sıkıntıları beraberinde getiriyor. Din ve vatan düşmanları çalışıyor, hazine soyuluyor. Ülkenin altı oyuluyor.
Kasalarını, keselerini doldurayım derken bu kadar büyük zararlar verdiler. Birkaç kişinin yüzünden devlet batırılmaya çalışılıyor, hazine soyuluyor, halk inliyor ve böylece bütün dünya bizi ayıplıyor ama düşmanın da hırsı artıyor.
Bu hırsızlama ve hortumlamalar, bu kayırma ve iltimaslar vatanı nasıl sarstı gördünüz. Koca bir ülke sarsıldı yani. Çok büyük paralar çekildi.
Farelerin ambarları kemirip, altını delip çok büyük zararlar vermesi gibi bu zamandaki birkaç büyük farenin yüzünden de devlet hazinesi, kasası delinmiş, boşaltılmış, ülkemiz büyük bir sarsıntı geçirmiştir. Zamanın fareleri neler kemirdi? Vatanı nasıl sarstılar?
Bu çok büyük paraların çekilmesi, vatanın çok büyük sarsılmasına sebep olmuştur.
Bir hırsız bir şey çaldığı zaman, onu mahkemeye çıkarırlar ve muhakeme ederler. Onlar ise alenen hazineyi soyuyorlar.
Hem yetimin, fakirin hakkını çalıyorlar, hem de haram ile irtikab ediyorlar. Ya âkıbetleri ne olacak?Hem dünyada rezillik, hem de ahirette rüsvaylık. Ne kıymeti var, değer mi?
Amma bütün bunları biz kendi elimizle hazırladık.
Biz bu hale kabahat bizde olduğu için düştük. Bunları biz doğurmuşuzdur. Bu felâketleri kendi elimizle hazırlamışızdır.
Zira Hadis-i şerif’te:
“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler getirilir.” buyuruluyor. (Deylemi)
Ve fakat yine de Hazret-i Allah bu memleketi lütfuyla ayakta tutuyor ve tutacak inşallah. Batırmak isteyenler batıramayacaklar. Ve fakat çok hadiseler zuhur edecek, çok sıkıntılar çekilecek. Bunlar çok uzak değil.
Bütün iç ve dış düşmanlar, bölücüler bu vatan gemisini bütün güçleri ile batırmaya çalışıyorlar.
Buna rağmen ayakta tutan Hazret-i Allah’a hamd-ü senâlar olsun.
“Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.”
Bu nifakın, bu ihanetin sonu ne olacak?Bu vatan hâinlerinin eline ne geçecek?Nedamet ve pişmanlık çok olacak. Zira mülkün sahibi, mülkünü dilediğine verecek.
Âyet-i kerime’sinde şöyle duâ etmemizi emir buyurmaktadır:
“De ki:
Ey Mülkün sahibi Allah!
Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın.
Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i imran: 26)
Şimdi bu mühim Hadis-i şerif’i izah edelim:
İyi âmirler, Allah-u Teâlâ’nın hükmü ile hükmedenlerdir. Onların her iş ve icraatlarında ilâhî hüküm mevcuttur, o hükümden ayrılmazlar. Resulullah Aleyhisselâm’ın yolundan da, o çizgiden de çıkmazlar. Onlar bu hayatı yaşamışlardır. İslâm gibi görünerek iş görmek başka, o hayatı yaşamak başka.
O hayatı yaşamak, Allah-u Teâlâ’nın yaşatması ile kaimdir. Onları O destekler. O destekleyince her iş ve icraat ona göre olur.
Onun desteklemediği âmirler, nefisleri ile hareket ederler. Hakk için çıkar, amma “Ben yapıyorum!” der.
İdare mevkiinde olan âmirlere, Allah’a ve Peygamber’e itaat ettikleri takdirde itaat etmek vaciptir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.” (Nisâ: 59)
Burada “Sizden” ile kastedilen, müslümanlardan olmasıdır. Ulül-emr müslüman olan emir sahipleridir. Müslüman olmayan ulül-emr’in ise, müslümanlar üzerinde hiçbir itaat hakkı yoktur.
Fert ve toplum olarak bütün müslümanlar Allah-u Teâlâ’ya bağlıdırlar ve bu bağa boyun eğmek mecburiyetindedirler. İslâm dininin ikinci mühim prensibi Peygamber’e itaat ve bağlılıktır. Bu itaat bizatihi Allah-u Teâlâ’ya itaattır. Çünkü itaatin başka bir yolu yoktur.
Diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur.” buyuruluyor. (Nisâ: 80)
Bu iki bağlılıktan sonra bir de ulül-emr denilen âmirlere bağlılık vardır. “Kendilerine salâhiyet verilenler” mânâsına gelen bu tâbir, müslümanların herhangi bir işinin başında bulunan herkesi kapsar. Onun içindir ki müslümanlar arasından seçilip kendilerine yetki verilen her âmire itaat edilmelidir.
Bu bir emr-i ilâhîdir. Eğer bir müslüman Hazret-i Allah ve Resul’üne itaat edip ulül-emre itaat etmezse, Hazret-i Allah’ın emrine itaat etmemiş demektir.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Hükümdar yeryüzünde Cenâb-ı Allah’ın gölgesidir. Emirlerine itaat ve inkıyat edeni Cenâb-ı Allah aziz ve hilâfı halinde bulunanları zelil eyler.” (C. Sağir)
Zira bir devletin ferahı ve salâhı ancak dirayetli bir iyi âmirin yapacağı güzel iş ve icraatlarla kaimdir. Bunun içindir ki ona itaat etmek emrolunmuştur. İsyan ise yasaklanmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Üzerinize, sizi Allah’ın kitabı ile idare eden bir köle bile vâli tayin edilse, onu dinleyin ve itaat edin.” (Müslim: 1838)
Buradan anlaşılıyor ki ancak Hazret-i Allah’a itaat edene itaat emrediliyor.
Hadis-i şerif’te:
“Yaratana isyan yolunda yaratığa itaat edilmez.” buyuruluyor. (Ahmed bin Hanbel)
Seni isyana sevk eden bir âmire de itaat etmemek gerektiğini bu Hadis-i şerif beyan ediyor.
İyi âmirin bütün iş ve icraatları rızâ-î Bârî’ye göredir. Ahkâm-ı ilâhîye göre hareket eder ve ettirir. Rızâ-î Bârî’ye nâil olmak için, dini ve vatanı için canını malını feda eder.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Cenâb-ı Allah’ın sultanını yücelteni, Cenâb-ı Allah kıyamet gününde yüceltir.” (Tirmizi)
O kimseyi dünyada şerefli kılar. Hazret-i Allah ve Resul’ünün yanında makbuldür, meleklerin yanında makbuldür, insanlar arasında da itibarlıdır.
Fakat âsi olanı ise zelil eder.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“İslâm hükümdarına hürmet etmeyeni Cenâb-ı Allah zelil eyler.” (Tirmizi)
Buradan da ancak Hazret-i Allah’a itaat edene itaatın gerektiği ifadesi çıkıyor.
Allah-u Teâlâ’nın zelil ettiği kimseye hiç kimse şeref veremez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Allah-u Teâlâ’nın kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgelendireceği yedi sınıf insanı arzederken ilk olarak adaletli hükümdarları beyan buyurmuştur. (Müslim: 1031)
Çünkü gördükleri işler pek çoktur ve faydası da umumidir. Onlar vasıtasıyla pek büyük işler yoluna girer.
Allah-u Teâlâ’nın emirleri doğrultusunda hareket ettikleri sürece, Allah-u Teâlâ onlara her türlü imkânları bahşeder.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Şüphesiz ki kıyamet gününde Allah katında kulların en faziletlisi; yumuşak tabiatlı ve merhametli olan adaletli hükümdardır.” (Tirmizi)
İşte Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, övdüğü böyle âmirler; hem ilâhî hoşnutluğu kazanmışlardır, aynı zamanda insanların sevgisini de üzerlerinde toplamışlardır. Bu gibi merhametli insanlar hep müslümanların iyiliğini düşünürler, kötülüğünden incinir ve rahatsız olurlar. Çünkü onlara verilmiş gerçekten bir merhamet var ki, kendilerinden daha çok maiyetlerini düşünürler ve onlar için üzülürler. Bunlar Hakk katında övülmüş kimselerdir.
Bu gibi âmirler hakkında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“İslâm hükümdarının muvaffakiyet ve muzafferiyeti için duâ etmek mağfiret sebebidir.” (Münâvî)
Bunun içindir ki bunlara gerçekten bağlanmak, itaat etmek, muvaffak ve muzaffer olmaları için canla başla gayret etmek gerekmektedir. Bunu yapamayanların hiç olmazsa duâ etmeleri lâzımdır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Sizi idare edenlerinizin hayırlıları o kimselerdir ki, siz onları seversiniz, onlar da sizi severler.
Siz onlara duâ edersiniz, onlar da size duâ ederler.” (Müslim: 1855)
Bu karşılıklı anlayış uhuvvet ve tesanüt sayesindedir ki, Allah-u Teâlâ bu gibi topluluklara huzur ve sükun bahşetmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Her kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur.
Bir de kim âmire itaat ederse bana itaat etmiş, kim âmire baş kaldırırsa bana isyan etmiş olur.” (Müslim: 1835)
Görülüyor ki âmire itaat, Hazret-i Allah ve Resül’üne itaatla birlikte zikredilmektedir.
Bu hüküm her ümerâya şâmil değildir. Ancak Hazret-i Allah ve Resul’üne inanmış ve itaat etmiş, ilâhi ahkâma göre amel eden ümerâya şâmildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde iyi bir âmirin müslümanlar için ne büyük bir lütuf ve nimet olduğunu veciz bir şekilde beyan buyurmaktadır:
“İyi bilinmelidir ki devlet başkanı (millet için) siperdir. Onun önünde onun başkanlığında düşmanla harp olunur, onunla (düşmandan) korunulur.” (Buhâri. Tecrid-i sarih: 1240)
Hakk ile olan, bütün iş ve icraatlarını Hakk için yapan kimse her saâdete ermiş, her lütfa mazhar olmuştur. Hem dünyada hem de ahirette.
Allah-u Teâlâ’nın inayet ve desteğine mazhar olan iyi âmirler, devleti Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’i dairesinde idare ederler. Hakk ile hükmederek verdikleri hükümlerde adalet yaparlar. Halkı dünya saâdetine erdirmek, ahiret selâmetine çıkarmak isterler. İşlerinde kolaylık gösterirler. Bunun için de gerekirse uykularını terkederler, dini ve vatanı için canlarını dahi feda etmekten çekinmezler. Bütün iş ve icraatları rızâ-i Bâri’ye uygundur.
Çünkü onlar şu Âyet-i kerime’ye gönülden inanmışlardır:
“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi.
İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7)
Bu güzel sıfatları taşıyan kimseler, yaşayış ve icraatlarında doğru yolu bulmuş kimselerdir.
•
Gerçekten iman sahibi olan bu iyi âmirler Allah-u Teâlâ’ya sığınmışlar, Allah-u Teâlâ’ya yönelmişler, Allah-u Teâlâ’ya dayanarak ve O’na yönelerek iş ve icraatlarda bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ’ya öyle bağlı idilerdi ki, öyle teslim olmuşlardı ki, şecaat ve adalet gibi bütün faziletlerin nümunesi oldular.
Zira onlar:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah ihsan erbabı ile beraberdir.” (Ankebut: 69)
Âyet-i kerime’sine gönülden iman etmişlerdi.
Allah-u Teâlâ’nın sözü Kelimetullah’ın daha yüce olması, küfür ve azgınlığın durdurulması, fitne ve fesadın önlenmesi, İslâmiyet’in dimdik ayakta durması için O’nun yolunda her türlü fedakârlığa katlanmışlar; bütün dünyayı karşılarına almak pahasına da olsa, gizli ve aleni olan din düşmanlarına karşı cihada atılmışlardı.
Azim ve gayretleri nisbetinde Allah-u Teâlâ onların yollarını açtı. Karşılarına çıkan bütün engelleri kaldırdı. Fisebilillah yaptıkları cihad karşılığında hidayetlerini artırdı, imanlarını kemâlleştirdi. Onlara destek vererek önlerine çıkan düşmanlara karşı galip getirdi. Karşılarında hiç kimse duramıyordu.
Onları dünyada nusret, muvaffakiyet ve muzafferiyetlere nâil kıldığı gibi; âhiret âleminde de uhrevî nimetlere kavuşturacağını, mükâfatların en büyüğüne erdireceğini vaad buyurdu.
Allah yolunda mücahede edenleri öven, onların hidayet üzerinde bulunduğunu ve sebat ettiğini metheden bu Âyet-i kerime’de; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onun Ashâb-ı kiram’ı ve kıyamet gününe kadar ona tâbi olan müminler kastedilmektedir.
Her ne kadar şer kuvvetler çoğalsa da, onların bir benzeri yoktur, güçleri de yoktur.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“İslâmiyet daima âlî ve galiptir, mağlup olmaz.” (Münâvî)
Bu galibiyet onlara Hazret-i Allah’a dayandıklarından, O’na sığınıp O’na yöneldiklerinden ötürü bahşedilmiştir. Hazret-i Allah onları lütfuyla desteklemiştir. O’nun desteklediği herhangi bir kimse, herhangi bir devlet hiçbir zaman mağlup olmaz.
Nitekim Osmanlı hükümdarlarının hayatlarına dikkat edildiği zaman, Allah yolunda nasıl mücadele ettiklerini görmüş oluruz. Bu iman aşkı ile canlarını ve mallarını Allah uğrunda seve seve verdiler. Kendi hayatlarını hiçe saydılar, vatanın ve ordunun selâmetini düşündüler. Böylece şan ve şerefleri bütün dünyaya yayıldı. Gittikleri yerlere adalet götürdüler, huzur ve saâdeti, barışı yaydılar. Emri altındaki bir kâfire dahi, bir müslümana gösterdikleri ihtimamın aynısını gösterdiler. Bu eşsiz adaleti ve apaçık hakikatı gören nice gayr-i müslimler hidayete nail oldular. Kâfir dahi olsa, beşeriyet hâlâ onları saygıyla, hayranlıkla anmaktadır.
İtaatkâr müminler, ellerindeki servetin hakiki sahibinin Hazret-i Allah olduğunu her an için itiraf ederler. O’nun malını muhtaç olanlara ulaştırmaya memur kılındıklarını idrak ederler.
Bilirler ki, bunlar rızık olarak Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine bahşedilen bir ikramdan ibarettir. Bu maddi ve manevi ikramlardan az veya çok infak edip O’nun yolunda sarfiyatta bulunurlar. Aslında bu verdikleri, rızık veren gerçek Rezzak’ın verdiği şeylerin bir kısmıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” (Bakara: 3 - Enfal: 3 - Hacc: 35 - Kasas: 54 - Secde: 16 - Şûrâ: 38)
Rızık; Arapçada haz ve nasip demek olup, Allah-u Teâlâ’nın canlılara gönderip faydalanmalarını nasip ettiği şey manasına gelmektedir.
Allah-u Teâlâ, kendilerinin ve aile fertlerinin açlıklarını gidermek için, o yemeğe ihtiyaçları olmasına rağmen, onu daha fazla ihtiyaç sahiplerine yediren, onları kendilerine tercih eden itaatkâr müminleri Âyet-i kerime’sinde övmektedir:
“Onlar, kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan: 8)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz bir aileye sadaka gönderdiğinde, sadakayı götüren cariyesine, sadakayı kabul edince ne dediklerini sorar; eğer dua etmişlerse, o sadakanın sevabının noksan olmaması için aynı dua ile mukabele ederlerdi.
İmam-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri bir fakire bir şey verdiğinde, fakir teşekkür etmiş. “Bana niçin teşekkür ediyorsun, ben senin hakkını sana veriyorum.” buyurmuşlar.
İtaatkâr müminler yaptıkları bir iyilik karşısında halktan bir teşekkür ve bir karşılık beklemezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle beyan buyuruluyor:
“Biz sizi sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizlerden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz. Biz sert ve belalı bir günde Rabbimizden korkarız.” (İnsan: 9-10)
Dil ile böyle söylemeseler bile, kalben böyle düşünmektedirler.
Hakk’ın rızâsından gayrı hiçbir karşılık beklemedikleri içindir ki, O’nun katında övülmeye lâyık görülmüşlerdir:
“Allah da onları bu yüzden o günün fenalığından korur, onların yüzüne parlaklık ve sevinç verir.” (İnsan: 11)
“Sabretmelerine karşılık onları cennet ve ipekle mükâfatlandırmıştır.” (İnsan: 12)
Mülkün asıl sahibi olan Allah-u Teâlâ, insanları yeryüzüne halife tayin etmiş ve onlara nimetlerini lütfetmiştir. Mal ve mülkün nesilden nesile, kuşaktan kuşağa miras yolu ile geçtiği, herkesin bunlara vekil olarak bir süre sahip olduğu malûmdur. Öyleyse mülk sahibinin, kendilerine verdiği şeylerden bir kısmını infak etmesi gerekmektedir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Allah’a ve Resul’üne iman edin, sizden önce geçenlerin ardından Allah’ın size infak için yetki verdiği şeylerden sarfedin. İçinizden iman edip de infak eden kimselere büyük mükâfat vardır.” (Hadid: 7)
İnfak edenler kendiliklerinden infak etmiyorlar, tasarrufları hususunda Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde halife kıldığı şeylerden infak ediyorlar. Onlar gerçekte O’nundur, çünkü onları O yaratmıştır. Hakimiyet O’nun olduğu gibi, mülkiyet de O’nundur.
Bu Âyet-i kerime kişinin mal ve mülküne daha sonra başkalarının halef olacağına işaret etmektedir. O elindekilerine nasıl başkalarından miras olarak sahip olduysa, başkaları da kendisinden miras olarak alacaklardır.
Dinin şuuruna eren takvâ sahibi insanlar “Bizim servetimizde yardıma muhtaç olanların hakları vardı.” diye düşünerek infakta bulunurlar. Yaptıkları iyilikler karşısında hiçbir teşekkür beklemezler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onların mallarında muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı. (Onu verirlerdi.)” (Zâriyât: 19)
Mahrum; ihtiyacı olduğu halde, iffet ve hayâsından ötürü el açmaktan utanan fakir demektir. Halk onları zengin zannederler, halbuki onlar fakirliğin en zor şartları altında bulunmaktadırlar.
•
İman, ibadet ve infak... Birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.
Birincisi; Küfür ve nifaktan kurtarır, saâdet kapılarını açar.
İkincisi; Hakk’a yaklaştırır ve insanı, şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.
Üçüncü ise; İlâhî rahmete erdirir, Hakk’ın sevgisine vesiledir.
Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadakatına delildir, O’na yönelmenin belirtisidir.
Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak mallarınızdan infak edin.” (Teğabün: 16)
Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak edenler aslında doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır hazırlığında bulunmaktadırlar.
Nefsin cimriliğinden korunmak da şüphesiz ki ilâhî bir lütuftur.
Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Teğabün: 16 - Haşr: 9)
İyinin iyiliği herkesedir, fakat en büyüğü kendisinedir. Kötünün kötülüğü herkesedir, fakat en büyüğü kendisinedir.
Az bir ameline karşılık ona ebedi sevabını ihsan eder.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kim bir iyilikle huzurumuza gelirse, ona daha iyisi verilir. Ve onlar o günün korkusundan emin kalırlar.” (Neml: 89)
O günün korkusundan emin olmak çok büyük bir mükâfattır. Dünyada korkmaları sebebiyle âhiret korkularından emin olmakla müjdelenmişlerdir.
Kur’an-ı kerim şûrâya, onu imana bağlayacak kadar önem vermiş, müşâvereyi müminlerin vasıfları arasında saymıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Müminlerin işleri kendi aralarında danışma iledir.” buyuruyor. (Şûrâ: 38)
Bu Âyet-i kerime’nin delâletiyle şûrâ iki taraflıdır. Hem idare edenler, hem de idare edilenler fikirlerini söyleyebilirler.
İnsanlar akıl ve zekâ bakımından eşit olarak yaratılmamıştır. Herkesin her hakikati anlamak hususundaki kabiliyetleri bir değildir.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Her ilim sahibinin üstünde daha üstün bir bilen vardır.” (Yusuf: 76)
İstişâre sünnettir. Zirâ istişâre, meselelerin kolaylıkla hallolmasına sebeptir.
Hakkında açık ve kesin hüküm bildirilmeyen meselelerde müminlerin birbirleriyle istişâre yapmaları ilâhî bir emirdir:
“İşlerinde müminlerle istişâre et. Müşâvereden sonra bir kere de azmettin mi, artık Allah’a güvenip dayan. Çünkü Allah kendisine bağlananları sever.” (Âl-i imran: 159)
İstişâre hem devlet idaresinin, hem de müslümanların ayırıcı bir vasfıdır. Müslümanlar her önemli işte toplanır, birbirine danışarak bir karara varırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Müminlerin güzel gördüğü şeyler Allah katında da güzeldir.” buyuruyorlar. (Münâvî)
İslâm’ın istişâre emir ve tavsiyesini ilk tatbik eden Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri: “Ben Resulullah’dan daha çok istişâre eden hiçbir kimse görmedim.” buyurmuşlardır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kur’an-ı kerim’in açık ve kesin hüküm getirmediği dünya işleri ile ilgili bazı hususlarda Ashâb’ının görüşlerini almıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Ashâbı ile istişâre etmesinin hikmeti; onların gönüllerini almak, aradaki irtibat ve muhabbeti artırmak, ümmetine de istişârenin ehemmiyetini benimsetmektir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde meâlen şöyle buyuruyorlar:
“Biliniz ki Allah ve Resulü istişare etmeye muhtaç değildirler. Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ bunu ümmetim için bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişâre ederse doğruluktan ayrılmaz. Her kim de terk ederse hatadan kurtulamaz.”
Bedir savaşına hazırlanırken, Ashâbı ile istişâre yapmıştı. Ashâb-ı kiram kendilerine nasıl değer verildiğini görerek fevkâlade mahzuz olmuşlar ve şöyle söylemişlerdi:
“Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm’a dediği gibi ‘Sen ve Rabb’in varın savaşın, biz burada oturacağız.’ demeyiz, fakat biz deriz ki ‘Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.”
Savaş düzeni için karargâh yerinin uygun olup olmadığı hususunda onların görüşünü almış, kuyuya yakın bir yerde bulunmanın isabetli olacağı söylenince de bu fikri benimsemiştir.
Uhud savaşında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine’de kalıp müdafaa yapılmasına taraftar iken, büyük çoğunluğun düşmanı Medine dışında karşılamak istemeleri üzerine onların fikirlerine iştirak buyurmuştur.
Asr-ı saâdette ve hulefâ-i râşidin devrinde hiçbir önemli iş şûrâ dışı bırakılmamıştır.
Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-, Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvetinden önce de en sadık dostu, Resulullah Aleyhisselâm’ın dâvetini ilk kabul eden, vefatına kadar da yanından hiç ayrılmayan, İslâm dinine büyük hizmetler yapan, yüksek seciye sahibi bir zât idi.
Kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu kendilerine halife seçtiler. Biat edildiği gün minbere çıkarak şöyle buyurdu.
“Ey Müslümanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım halde riyaset makamına geçirilmiş bulunuyorum. Eğer vazifemi gereği gibi güzel yaparsam bana yardım ediniz. Yanılırsam beni doğrultunuz. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli olan da, hak sahibi kendisinden hakkını alıncaya kadar zayıftır.
Bir millet Allah yolunda cihadı bırakacak olursa, Allah o milleti belâya uğratır.
Ben Allah’a ve Peygamber’e itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz. Eğer Allah’a ve Peygamber’ine isyan edersem siz de bana itaat etmekle mükellef değilsiniz.
Haydi şimdi namaza kalkınız. Allah-u Teâlâ’nın rahmetine nâil olasınız.”
Onun bu hutbesi, hilafeti süresince takip edeceği yolun bir nevi hülâsası idi.
Şûrâ belli vasıfları taşıyan ve bu gaye için seçilmiş kimselerden teşekkül eder.
Şûrâyı teşkil eden kişilerin sayısı belli bir rakam olmadığı gibi, yaşları için de belli bir sınırlama yoktur.
Şûrâda bulunanların kararının kabul görmesi, onların sayısına değil, verdikleri kararın dayandığı delillerin gücüne bağlıdır.
Şûrâ, Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’ye aykırı karar almaz.
Şûrâda bütün görüşlerin bir noktada birleşmesi şart olmayıp, ekseriyetin kararına uyulur.
Din ve dünyasına faydalı olan işlerinde müminlerin takvâ sahibi, bilgili ve tecrübeli kimselerle istişâre yapmaları emr-i Peygamberî’dir:
“İstişâre olunacak zât, tam bir emniyet ile mevsuf olmalıdır.” (C. Sağir)
“İstişâre olunan zât, kendisine güvenilen kişidir. İstişâre olundukta kendi nefsi için arzu ettiği hayırları kendisiyle istişâre edenlere de söylemeli.” (Camiüssağir)
“Fâsıklarla istişâre etmeyiniz. Zirâ onlar doğru ve isabetli bir reye sahip değillerdir.” (Münâvî)
Mümin her işini Hakk ile yapmalı, neticenin hayırlı olması için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmelidir.
Hadis-i şerif’te beyan edilen bu husus o kadar mühimdir ki; yerin üstünün altından hayırlı olmasına sebep teşkil etmektedir.
Aslında dünya çok mükerremdir. Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; ahireti ise mükâfat ve mücazat yeri olarak yaratmıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir.” (Necm: 39-40)
Allah-u Teâlâ’nın rahmet hazinelerinin sonu yoktur. O’nun dünyevî ve uhrevî bütün nimetleri birer saâdet vesilesidir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizin yanınızda olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir, tükenmez.
Sabredenlerin karşılığını, yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.” (Nahl: 96)
Onlar, yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını âhirette almak için sabırla beklerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler.
Bu gibi kimseler bol bir rızka nail olurlarsa şükrederler, âhiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler, kısmetlerine râzı olurlar, bunun için de âhiret mükâfatlarına namzet olurlar.
Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde buyurur ki:
“Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız. (Âhirette ise) mükâfatlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz.” (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânîdir.
Mümin, insanın rızkının Allah-u Teâlâ’nın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiği için, ilâhi taksime râzı olur, rızkı ne kadar az da olsa kalbi rahat eder. Kâfirin ise kanaatı olmadığından, rızkı ne kadar çok ve zengin de olsa kalp darlığından kurtulamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip amel-i sâlih işleyenlerin kötülüklerini elbette örteriz ve onlara yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.” (Ankebut: 7)
•
Dünyada ne kadar büyük menfaatlar ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçicidir.
Dünya hayatı dünya gözüyle ölçüldüğünde çok büyük bir şeymiş gibi görünür. Ahiret terazisine konulduğunda ise, ne kadar değersiz ve önemsiz olduğu apaçık meydana çıkar.
Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İyi bilin ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süstür, aranızda övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olmak isteğinden ibarettir.
Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitki gibidir.
Ki, sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çer çöp olur.
İşte hayatı bu şekilde olan kimse için ahirette şiddetli azap, müminler için ise, Allah’ın mağfireti ve rızâsı vardır.
Dünya hayatı insanı oyalayan aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadid: 20)
Dünya hayatının, dünyaya meyil ve gönül verenler nazarındaki sonucu işte bundan ibarettir.
Bu misal, dünya hayatının bir gün olup son bulacağına işaret etmekte, bunun için de meyilleri ve gönülleri ahiret hayatına doğru yöneltmektedir.
Bu dünya hayatı, çocukların oyun oynayarak kendilerini yordukları gibi insanların kendilerini yordukları bir oyuna benzemektedir. Ömrün akşamı olunca, çocukların oyunlarını bırakıp evlerine döndükleri gibi, her şey yüzüstü bırakılıp âhiret âlemine göç edilmekte, elde edilen her şey başkalarına bırakılmaktadır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan kifayet fevkinde (ihtiyacından fazlasını) alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Bu dünya hayatı, zaman öldürmekten başka bir işe yaramayan eğlence gibidir.
Bu dünya hayatı, “Ben filânın oğluyum!.. Ben şundan üstünüm!..” gibi bir böbürlenme ve kibirlenmedir.
Dünya, insanı ahireti için çalışmaktan alıkoyuyorsa, bir aldanma sebebi olur. Ahireti kazanmak için sermaye oluyorsa, kazanma sebebi olur. Daha doğrusu cennete girmeye vesile olursa övülmüş bir yer, cehenneme girmeye vesile olursa yerilmiş bir yerdir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Haberiniz olsun ki dünya melundur, içindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ’yı zikretmek ve O’nun rızâsına uygun şeylerle, bilen ve öğreten müstesnâdır.” (Tirmizî)
Diğer insanlar da ekim yapıyor amma, onlar dünyanın melun kısmına dalmışlar, hayatlarını hiçe müncer etmişler.
Dünya vasıta, ahiret gaye hayattır. Dünyanın cazip güzelliklerinin, gelip geçici tat ve lezzetlerinin insanı Allah yolundan alıkoymaması ve gaye hayat olan ahireti unutturmaması gerekir.
Çoğu zaman yüz seneyi bile geçmeyen dünya hayatı ile sonsuzluğu tasavvur olunamayan ahiret hayatı mukayese edilirse, ehemmiyet derecesi kendiliğinden ortaya çıkar.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedi olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedî hayatlarını mahvetmekten sakındırmıştır:
“Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli bir geçimidir.
Allah’ın yanında bulunanlar ise, daha hayırlı ve daha devamlıdır.
Bu mükâfat iman edenler ve Rablerine tevekkül edip güvenenler içindir.” (Şûrâ: 36)
Bu mükâfatı hak edenler Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutlar içinde ömürlerini sürdürürler, her vesile ile Rızâ-i ilâhî’yi ararlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Dünya geçimi azdır. Ahiret ise Allah’tan korkup kötülükten sakınanlar için daha hayırlıdır.
Size kıl kadar haksızlık edilmez.” (Nisâ: 77)
Bir şey zeval bulmakla karşı karşıya ise, çok bile olsa az sayılır. Hem az hem de geçici ise durum daha da değişir.
Ahiretin kendileri hakkında dünyadan daha hayırlı olacağı kimseler ise takvâ sahipleridir.
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir.
Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır, keşke bilseler!” (Ankebut: 64)
Eğer insanlar ahiretin devamını bilselerdi, dünyayı ahiret üzerine tercih etmezlerdi.
Ukbâ’yı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı bırakıp dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belâya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
Âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerde zaten hayat da yoktur. Kalplerinde yalnız dünya muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Hayat ise huzurla kaimdir, huzursuz hayat yaşanmaz. Günahlar kalp üzerine baskı yaparlar ve onu sıkıştırırlar. Zengin de olsalar, her arzularına nail de olsalar, o darlıktan o huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olunca koca dünya insana dar gelir.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” buyuruluyor. (Tâhâ: 124)
Zâhiren nimetler içinde görünse bile, dilediğini yiyip içip, dilediğini giyinip, dilediği meskenlerde yaşasa bile; ne rahatı ne huzuru olur, ne kalbinde genişlik ne de ferahlık olur. Tereddütlerden, kuruntulardan, boş hayallerden, uzun emellerden kendisini kurtaramaz. Bunun da sebebi hidayetten uzak oluşlarındandır.
Âmirlerin iyi ve kötü olmaları o kadar mühimdir ki, doğrudan doğruya halkın huzurunu ve huzursuzluğunu ilgilendirmektedir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“O yanından ayrıldığında (iş başına geçip idareci olduğunda) yeryüzünde fesat (anarşi ve terör) çıkarır. Ekini (ekonomiyi) ve nesli helâk eder.
Allah fesadı sevmez.” (Bakara: 205)
Ne fesadı sever, ne de fesat çıkaranları.
Bütün kötülükler kötü âmirlerin kötülüklerinden kaynaklanır, müsebbib onlardır. Her ne kadar iş yapıcı gibi görünseler de, gerçekte yıkıcıdırlar, çünkü başkasına hizmet etmektedirler.
Onlar idareyi ele aldıklarında fesat çıkmasının sebebi “Sen öl, ben yaşayayım!” felsefesi ile hareket etmelerinden dolayıdır.
Birçok adaletsizliklerin ve kötülüklerin neticesi olarak da anarşi ve terör husule gelir. İnsanlar arasında kan dökmeler yaygınlaşır. Katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilmez olur.
Devlet kasasını aralarında taksim ederler. Allah-u Teâlâ da bereketi kaldırır, ekonomi altüst olur, memlekette büyük sefalet husule gelir. Fakir inler, onlar ise sefa sürerler. Zevk ve sefaları bozulmasın diye, bu iniltiyi duymak bile istemezler. Çünkü haindirler.
Nesli helâk etmeye gelince;
Bunlar ilâhi hükümlere riayet etmedikleri gibi, nikâha da dikkat etmezler. Bunun içindir ki neslin nereden geldiği, kimden doğduğu bilinmez. Helâle harama bakılmadığı için, aslı-nesli belli olmayan türemeler türemiş olur.
“Allah fesadı sevmez.”
Allah-u Teâlâ fesadı sevmediği için, halkı onlarla başbaşa bırakıyor.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın ve Resul-i Ekrem’inin yolundan ayrıldıktan sonra, artık onun Din-i mübin ile işi kalmaz, vatanperverlik de ondan gider, vatanına ihanet etmekten çekinmez. Nefis putuna tapar, var gücüyle madde ve makama dalar. Bütün fenalıklara yol verir. Kâfire hizmet ettiği için devletin yıkılmasını ister. Kime hizmet ediyorsa onun emrini yerine getirmeye çalışır. Çeşitli vasıtalarla zehirini akıtmaya gayret eder. Yeryüzünde fesat çıkarmaktan başka bir çabası yoktur. Sözü yalan, inancı fasid, icraatları kötüdür.
Kötü âmirler hakkında pek büyük bir tehdit olmak üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
“Allah bir halk kitlesinin başına getirip de, öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölen hiçbir kul yoktur ki, Allah ona cenneti kesinlikle haram etmesin.” (Müslim: 142)
Ve bütün yaratıklar ona lânet etmemiş olsun. Yani bu gibi kimseler Cennet-i âlâ’ya giremezler. Onlara destek verenlerin de onlarla beraber olacakları şüphesizdir.
Yaptıkları hıyanetlerin hesabı ahirette kendilerine bir bir sorulacak, bu kadar insanın vebali üzerlerine yüklenecektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah kime müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına, isteklerine, darlıklarına perde olur giderirse; kıyamet gününde Allah da onun ihtiyaç, istek ve darlıklarına perde olur, giderir.” (Tirmizi)
Bu Hadis-i şerif, hangi mertebede olursa olsun halkın idaresinde bulunan kimselerin halka yakınlık göstermesi, işlerini kolaylaştırması gerektiğine işaret etmektedir.
Ebu Saîd -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet günü insanların Allah’a en sevgili ve mekân olarak en yakın olanı, adaletli âmirdir.
O gün insanların Allah’a en menfuru ve O’ndan mekân olarak en uzak olanı da zâlim âmirdir.” (Tirmizi: 1329)
Kötü âmir, dinine ve vatanına ihanet eder. Hem nefsine hem de halkına zulmeder.
Kötü âmir haindir, devlete en büyük ihaneti eder. Her fırsatta devlet kalesinin taşlarını bir bir yuvarlar, yıkmak için çalışır. Çünkü o kime hizmet ediyorsa onun kuludur. Herkes sevdiği ile beraberdir ve sevdiği ile beraber haşrolunacaktır.
Âyet-i kerime’de:
“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruluyor. (Mâide: 41)
Sen ise onları müslüman zannediyorsun.
Allah-u Teâlâ’ya gönül veren kimse Hakk’ın kuludur. Kalbini bâtıla çevirenler halkın kuludur. Bu gibi kimselerin cismine aldanman, senin aptallığına delâlet eder.
Şerefsiz bir âmir olmaktansa, şerefli bir vatandaş olmak ondan çok daha hayırlıdır. Zira şerefi ile yaşar.
Şerefsiz bir âmirin ruhu ölmüştür. Vicdanı ona rahat vermez ve kalbi daima huzursuzdur.
Bir âmir konuşurken sözüne dikkat et! Doğru mu konuşuyor, yalan mı konuşuyor? Eğer yalancı ise onun hiçbir sözüne ve icraatına itibar edilmez. Çünkü o haindir, hainliğini yürütür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Hâinlerin savunucusu olma!” buyuruyor. (Nisâ: 105)
Allah-u Teâlâ’nın halkettiği bütün mahlûkat bu hainlere lânet eder. Niçin? Çünkü müslüman gibi görünüyor, fakat Din-i İslâm’a ihanet ediyor. Bir taraftan dini, diğer taraftan devleti yıkmaya çalışıyor. Fakat onlar bunu bilmezler, gayeleri peşinde koşarlar.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde âhirzaman âlimlerinden haber verdiği gibi, kötü âmirlerden de haber vermiştir.
Kâ’b bin Ucre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ey Kâ’b bin Ucre! Seni, benden sonra gelecek ümerâya karşı Allah’a sığındırırım. Kim onların kapılarına gider ve onları yalanlarında tasdik eder, zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim.
Ahiret’te Kevser Havz’ının başında yanıma da gelemez.
Kim onların kapısına gitmeyip, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa, o bendendir, ben de ondanım. O kimse Havz’ın başında yanıma gelecektir.
Ey Kâ’b bin Ucre! Namaz burhandır. Oruç sağlam bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürdüğü gibi.
Ey Kâ’b bin Ucre! Haramla biten bir ete mutlaka ateş gerekir.” (Tirmizi: 614)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kâ’b bin Ucre -radiyallahu anh-i muhatap ederek müslümanlara yalancı, zâlim ve sefih âmirlere karşı nasıl davranılacağını ders vermektedir.
•
Mervan bin Hakem’in Medine valiliği yaptığı yıllar idi. Bir gün yüzünü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Kabr-i şerif’lerinin taşına koymuş bir kişiyi gördü. Yakasından tutarak “Ne yaptığını sanıyorsun?” dedi. O kişi başını çevirince bir de ne görsün, meğer o zât Ebu Eyyûb Ensârî -radiyallahu anh- Hazretleri imiş.
Şöyle cevap verdi:
“Evet, ne yaptığımı biliyorum. Ben taşa değil, Resulullah Aleyhisselâm’a (şikâyete) geldim. Çünkü onu şöyle buyururken duymuştum:
“Din (işlerin)i ehil olanlar üzerlerine aldığı zaman din için kaygılanmayın. Fakat ehil olmayanlar din (işlerin)i tedvire başladıklarında, ne kadar endişelensen, ağlasan yeridir.” (Ahmed bin Hanbel. c. 5, sh. 422)
Hadis-i şerif, ehliyetsiz âmirlerin topluma vereceği büyük zararları gözler önüne sermektedir.
Ebu Eyyûb Ensârî -radiyallahu anh- Hazretleri, Resulullah Aleyhisselâm’ın kabr-i şerif’lerine yüz sürerek vali Mervan’a en canlı bir şekilde ikazını yapmış, Hadis-i şerif’te haber verilen günlere gelindiğini duyurmaya çalışmıştır.
Nice münafıklar sûret-i haktan görünüyorlar, haince maksatlarına nail olmak için her türlü hilelere başvuruyorlar. Hakikat ile dalâleti ayıramayan gafiller ise onlara aldanıyorlar. Bu noktada ne büyük kayıplara uğradıklarının farkında bile değiller.
Bir Âyet-i kerime’de:
“O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” buyuruluyor. (Kasas: 86)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’a isyan eden kimseye itaat yoktur.” (İbn-i Mâce: 2865)
Allah-u Teâlâ haksızların haksızlığını, hainlerin hainliklerini bildiği halde zulüm ve hainliğe yardım edenlere, Hakk’ın hükümlerini esas almayıp kendi arzusuna tâbi olanlara karşı bir tehdit mahiyetinde olmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine hainlik edenleri savunma. Çünkü Allah hain günahkârları sevmez.” (Nisâ: 107)
Sevmemekle kalmaz buğzeder, onu ikaba ve azaba uğratır.
•
Onlar zâhirde başkalarına hainlik ediyorlarsa da, gerçekte kendi nefislerine hıyanet etmektedirler. Bu hıyanetleri sebebiyle cezaların en şiddetlisine sebep olan bir günaha kendilerini mahkûm ettiler.
Haine taraftar olmak ve onları savunmak da bir hıyanettir. Allah-u Teâlâ hain günahkârları sevmediğine göre, bir müslüman nasıl olur da onları savunmaya kalkışır?
“Onlardan hiçbir günahkâra veya hiçbir nanköre itaat etme!” (İnsan: 4)
“Bunlar (hâinliklerini) insanlardan gizler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O, râzı olmayacağı sözü geceleyin uydurup düzdükleri zaman onlarla beraberdi.” (Nisâ: 108)
Bu gibi kimseler zihinlerinde veya aralarında hâinlikler düşünürler. Allah-u Teâlâ’nın hoşlanmayacağı bir takım kararlar alırlar. Bunları yaparken de Allah’tan korkmazlar, insanlardan son derece çekinirler ve onları aldatmaya çalışırlar.
•
Bu gibi hâinlere taraf olup onları savunanlar, onlardan yana mücadele edenler hakkında nasıl bir sonuç hazırlandığına dair Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İşte siz öyle kimselersiniz ki, dünya hayatında onlara taraf çıkıp savunuyorsunuz.
Peki kıyamet gününde Allah’ın huzurunda onları kim savunacak? Yahut onlara kim vekil olacak?” (Nisâ: 109)
Onları azap ile yakaladığı zaman ahirette onları kim savunmaya kalkışabilir? Allah-u Teâlâ’nın azabından ve intikamından onları kim koruyabilir?
Kişiler o hâinleri savunmakla onları kurtarmış olmadıkları gibi, aksine onların mesuliyetlerine iştirak ederek kendi nefislerine de hâinlik etmiş, kendilerini aldatmış ve zulmetmiş oluyorlar.
•
Hâinlerin sermayesi yalandır. Hem yalan konuşurlar, hem de halkı aptal yerine koyarlar. Kendi etrafları da onları tasdik ederler. Çünkü onlar da kendileri gibi hâindir.
Hâinlerin tahripleri büyüktür. Din, iman tanımazlar. Yalnız maddi çıkarlarını düşünürler. Hem dini zayıflatmak hem de vatanı çöktürmek için çalışırlar. Zira onlar kâfire hizmet ederler, onların uşaklarıdırlar. Aptal olanlar da onları müslüman zannederler ve peşlerinden koşarlar.
Bu gibi kimseler hâin olduklarının bilinmediğini sanırlar. Oysa Allah-u Teâlâ henüz cenin halindeyken mukadderâtı yazmıştır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bindörtyüz sene önce bunları görmüş ve bize tanıtıyor.
Din ve dünya işini bozmak için çalışırlar. Yenilik bahanesiyle dini tahrif etmek, küfrü yerleştirmek için açık olarak çalışırlar.
Balık otu yutan ve bunlara müslümandır diyenler de seyre dalarlar, bu hâinleri alkışlarlar. Zira haram lokma onları bu hale koymuştur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler getirilir.” (Deylemî)
O millet bu duruma müstehak olmuştur. Daha evvel arzettiğimiz gibi; zengini sarhoş, kadını çılgın, fakiri şaşkın... Hepsi de balık otu yutmuş balıklara benziyorlar. Bir balık karnımı doyuruyorum zannıyla balık otu yutar, fakat bu onun hayatına malolur. Bunların bu durumları ise ebedi hayatlarına malolur.
•
Allah-u Teâlâ Nasr sûre-i şerif’inde insanların alay alay, dalga dalga İslâmiyet’e gireceklerini beyan buyuruyor:
“Resulüm! Allah’ın yardımı ve zafer günü geldiğinde ve insanların akın akın dalga dalga Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde, hemen Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri dâima kabul edendir.” (Nasr: 1-3)
Bir zamanlar insanlar bölük bölük, alay alay İslâm’a giriyorlardı. Bugün ise imansız imamlar bir taraftan iman hırsızlığı yaptılar, diğer taraftan cep cihatçılığı yaptılar, ümmet-i Muhammed’i yoldular, soydular, müslümanları bölük bölük, alay alay İslâm’dan çıkardılar.
“Hepiniz O’na yönelin ve O’ndan korkun, namazı kılın, müşriklerden olmayın.
Onlar ki dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka oldular. Her fırka kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Rûm: 31-32)
Deccalden daha beter bu sapıtıcı imamlar neler yaptı, bu siyahsetçiler neler yaptılar. Ve güzel vatanımızı ne hale soktular!
Bu din kurucu, bölücü, sapıtıcı imamlar, İslâm dini ile hiçbir ilgileri olmadığı halde, kendilerini İslâm'mış gibi gösteriyorlar.
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Bu Âyet-i kerime bütün bölücülerin İslâm dâiresinden atıldıklarına dair hudut çizmektedir.
Allah-u Teâlâ burada onların dinden çıktığını belirtiyor ve sakın onlarla ilgi kurma diye de emir veriyor. "Onlarla ilgi kurmayın ve ünsiyet etmeyin." diyor. Zira onlar İslâm'dan çıktılar, bir isimle din kurdular.
İslâm dininden ayrılıp bir isimle ortaya çıkan, dinini ilân eden her bölük ayrı bir dindir. Artık o, kendi ismiyle çağrılır.
Bir isim altında ayrılanlar bir bölük oluyor. Öyleyse kendine has isim veren ve o isimle türeyenlerin hepsinin dini ayrıdır.
Kâfir olanlar alenen, münafık olanlar sinsice, din kurucu imansız imamlar ise kurdukları dinlerini ayakta tutmak için, İslâm dinini ve vatanımızı yok etmek için bütün güçleri ile çalışıyorlar.
Bunlar nefsini ilâh edinen ve Hazret-i Allah’a hasım kesilenlerdir.
Altın ve gümüş biriktirmeyi, mal ve mülk edinmeyi tek hedef seçip; ölümü ve ahireti unutan, dünyada devamlı kalacağını zanneden bir takım kimselerin nasıl bir cezaya maruz kalacaklarını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde ihtar buyurmaktadır:
“Mal toplayarak onu tekrar tekrar sayan, arkadan çekiştirip yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı adet edinen herkesin vay haline!
O, malının kendisini ebedi kılacağını zanneder.” (Hümeze: 1-2-3)
Malını yığar ve onu sayar durur, saydıkça zevk alır, Allah-u Teâlâ’nın o maldaki hakkını vermez, ölüm ve ahiret hiç aklına gelmez. Gün gelip dünyadan ayrılacağını, bilcümle malının bu dünyada kalacağını hiç düşünmez. Malına son derece güvenir, bir takım hülyalara dalar, büyük emeller taşır. O fani serveti sayesinde büyük bir mevki sahibi olduğunu zanneder.
İnsanları küçümseyip onlarla alay etmenin sebebi işte budur. Gelip geçici bir servete sahip olmakla azgınlık eden, isyanını artıran bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Gerçek şu ki, insan kendini zengin görerek azgınlık eder. Şüphesiz ki dönüş Rabbinedir.” (Alâk: 6-7-8)
Helal ve haram demeksizin topladıkları servet yüzünden ahirette pek acıklı bir azaba uğrayacaklardır.
“Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda sarfedip harcamayanlara acıklı bir azabı müjdele!” (Tevbe: 34)
Allah yolunda harcamak şöyle dursun, başkalarını da O yolda harcamaktan alıkoyarlar.
Bir malın zekâtı verilmezse, bu maldan hacc gibi bir farz yerine getirilmezse, bakmakla mükellef olduğu kişilerin nafakalarına sarfedilmesi gereken miktar sarfedilmezse; bir de bu mal gururlanma ve övünmeye sebep olursa, hele hele gayr-i meşru şekilde haram yollardan kazanılmışsa, haram yollarda harcanmışsa, sahibini gaflet ve şehvete düşürmüşse, Rabbine karşı kulluk vazifelerini ifaya mani olmuşsa, kalbini ulvi düşüncelerden mahrum bırakmışsa... o fazla mal ve servet, sahibi için bir nimet değil, bir felâket olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“O biriktirilen altın ve gümüşlerin üzerleri o gün cehennem ateşinde kızdırılır, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır.” (Tevbe: 35)
Onlara denir ki:
“İşte bu kendiniz için yığdıklarınızdır. Yığdıklarınızı tadın!” (Tevbe: 35)
O gün bu mallar alevli ateşte kızdırılır, alınları, yanları ve sırtları dağlanarak yakılır, kendi mallarıyla rüsvay olurlar. “Eyvah!” derler, fakat fayda etmez, artık iş işten geçmiştir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“O müşrikler ki, zekâtlarını vermezler ve ahireti de inkâr ederler.” (Fussilet: 7)
Bu beyân-ı ilâhî’den zekât vermemenin ahireti inkâra alâmet olduğu anlaşılmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Deve (kıyamet) gününde bugünkü şeklinden daha güçlü ve kuvvetli bir halde sahibine gelir. Zekâtı verilmedi ise sahibine musallat olup tabanlarıyla onu çiğner.
Zekât verilmeyen koyun da gayet semiz ve kuvvetli hali ile gelerek sahibine musallat olup tırnaklarıyla onu çiğner, boynuzlarıyla da süser.
Sakın sizden biriniz, kıyamet gününde omuzuna zekâtını vermediği koyununu yüklenip avaz avaz bağırarak ve ‘Yâ Muhammed!’ diye imdat isteyerek bana gelmesin. Ben ona ‘Bugün seni kurtarmak için hiçbir yetkiye sahip değilim, dünyada ben sana hükm-i ilâhî’yi ulaştırdım’ diye cevap veririm.
Deveyi yüklenerek gelip de ‘Yâ Muhammed’ diye feryad etmesin. ‘Bugün seni kurtaramam, ben sana hükm-i ilâhî’yi ulaştırmıştım.’ diye cevap veririm.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 690)
•
Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Cömertlik, insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Cimrilikten sakının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirinin kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevketmiştir.” (Müslim: 2577)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cömertliğin, dalları dünyaya uzanan bir cennet ağacı olduğunu, kim onun bir dalını tutarsa o dalın kendisini cennete sokuncaya kadar terketmeyeceğini; cimriliğin ise dalları dünyaya uzanan cehennem ağaçlarından birisi olduğunu, kim onun bir dalına yapışırsa, o dalın kendisini cehenneme sokuncaya kadar bırakmayacağını haber vermişlerdir. (Feyz-ül kadir)
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Cimri kimse Allah’tan uzak, insanlardan uzak, cennetten uzak, cehenneme yakındır.” (Tirmizi)
Allah-u Teâlâ münafıklar hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Onlar ellerini sıkı tutarlar.” buyurmuştur. (Tevbe: 67)
Bütün münafıkların ortak özelliği budur. Hepsi de kötülükle meşgul olurlar ve iyiliğe düşmandırlar. Elleri sıkıdır. Allah yolunda bir şey infak etmezler. Zekât gibi, sadaka gibi insanî vazifelerden kaçınırlar.
Allah-u Teâlâ insanın yaratılışında bulunan dünya malına şiddetli hırsından ve kötü huylarından haber vererek Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsan gerçekten pek hırslı yaratılmıştır. Başına bir felâket gelince sızlanır, feryat eder.
Bir iyilik dokunduğunda ise cimri kesilir, onu herkesten meneder.” (Meâric: 19-20-21)
Kendisine bir musibet dokunursa fazla teessür gösterir, sabrı azdır. Bir servete sahip olursa elinde tutar, hiçbir mâli fedâkârlıkta bulunmaz.
•
Emr-i ilâhî’ye muhalefet edip cimrilik yapan, ihsan ve infaktan kaçınan kimselerin bu acıklı halini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Onlar cimrilik ederler, insanlara da cimriliği tavsiye ederler. Allah’ın kendilerine lütfundan verdiğini gizlerler.
Biz kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisâ: 37)
Yahudilerden bazıları Ensar’ın yanına gelir. “Malınızı sarfetmeyin, sizin yoksul düşmenizden endişe ediyoruz. Malınızı çarçabuk harcamayın, sonunuzun ne olacağını bilemezsiniz.” diyerek öğüt vermeye kalkarlardı.
Küfür; örtme ve gizleme mânâsına gelmektedir. Cimri de Allah-u Teâlâ’nın kendisine vermiş olduğu nimetleri örter, gizler. Bu nimetler o kişide görülmez ve açığa çıkmaz. Ne yemesinde, ne giyiminde, ne de rızâ-î Bâri için harcamasında.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Allah-u Teâlâ kuluna verdiği nimetlerin eserini üzerinde görmek ister.” buyurmuşlardır. (C. Sağir)
Münafıklar Resulullah Aleyhisselâm’a ve müminlere iyi görünmek için, icabeden bazı hususlarda bazı yerlere infak ederlerdi, halbuki onlar inanmıyorlardı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar Allah’a ve âhiret gününe inanmadıkları halde, mallarını insanlara gösteriş için sarfederler.
Şayet şeytan bir kimseye arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır!” (Nisâ: 38)
Kendisine “Ne kadar cömert!” desinler diye infak eden kimselerin şeytana arkadaş olduklarını Allah-u Teâlâ haber veriyor. Bu gibi harcamaların, ne kadar çok olursa olsun, hiçbir değeri ve kıymeti yoktur.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde, elde fırsat dilde ruhsat varken uyanmaları için hatırlatmada bulunmaktadır:
“Ne olurdu sanki, onlar Allah’a, ahiret gününe inanmış ve Allah’ın kendilerine verdiği rızıklardan (O’nun yolunda) infak etmiş olsalardı!
Allah onları çok iyi bilendir.” (Nisâ: 39)
Eğer bir kul ilâhî dâvete icabet eder, O’nun rızâsı ve buyrukları istikametinde ömrünü geçirirse; karşılığını alacak, kat kat fazlasıyla mükâfatını görecektir.
İşlerin kadınların eline geçmesi, nâehlin iş başına geçmesi demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kadın idareci hakkında Hadis-i şerif’lerinde:
“Mukadderâtını bir kadının eline veren millet felâh bulmaz.” buyuruyorlar. (Buhari 1660, Megazi 82, Fiten 18, Tirmizi Fiten 75, Nesai Kada: 8, Ahmed bin Hanbel 5743, 51, 38, 47)
Gerek dini ve gerekse dünyevî vazifeler birer emanettir. Bu vazifelerin ehil olan kimselere, lâyık olanlara verilmesi lâzımdır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah size emanetleri ehil olanlara vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ: 58)
“Kıyamet ne zamandır?” diye soran bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular:
“Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!” (Buharî. Tecrid-i sarih: 54)
Ebu Zerr-i Gıfârî -radiyallahu anh- “Yâ Resulellah! Beni bir göreve tayin etmez misin?” diye sorduğunda, mübarek ellerini omuzuna koyarak şöyle buyurdular:
“Yâ Ebu Zerr! Sen zayıfsın, vazife ise emanettir ve kıyamet gününde rüsvaylıktır ve pişmanlıktır. Ancak bu emaneti hakkıyla alıp yürütenler müstesnâ.” (Müslim)
Ehliyet ve salâhiyeti olmayan, yapacağı işe hakkıyla vakıf olamayan bir kimse, bir işi üzerine alıp da lâyıkıyla yapamazsa, bu da emanete hıyanettir.
İşte öyle bir duruma düştük ki artık gerçekten yerin altı üstünden daha hayırlı hale geleli çok oldu.
Daha evvel arzettiğimiz gibi müslümanlar İslâmiyet’in nezafetini, ulviyetini, adaletini, doğruluğunu dünyaya yaydılar. Bunu gören kâfir, bazı güzel hasletleri benimsedi ve kendine maletti. Fakat müslüman olduğunu zanneden bu sahteler de kâfirin kötü hasletlerini aldılar ve benimsediler. Kâfir dediklerinde iyi hasletler kaldı, bunlarda kötü hasletler kaldı. Müslümanlar böyle bozuldu ve bu duruma düştü.
Bu durumda Allah-u Teâlâ bu milletin başına ona göre idareci gönderir.
Hadis-i şerif’te:
“Siz ne halde iseniz, başınıza o halde idareciler getirilir.” buyuruluyor. (Deylemî)
Bir gün Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize “Son zamanlarda senin hızla yaşlandığını görüyorum, bunun sebebi nedir?” diye sorduğu zaman:
“Hûd sûresi ve benzeri sûreler beni ihtiyarlattı.” buyurmuştur. (Tirmizi)
Çünkü Hûd sûre-i şerif’inde geçmiş ümmetlerin helâk olma durumları beyan edilmektedir.
Allah-u Teâlâ Hûd sûre-i şerif’inde geçmiş ümmetlerin helâk olma durumlarını Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize haber verirken Lut Aleyhisselâm’ın kavmi hakkında şöyle buyuruyor:
“Vaktaki azap emrimiz gelince, o memleketin altını üstüne getirdik ve tepelerine Rabb’inin katında damgalanmış ve pişirilmiş balçıktan taşları arka arkaya yağdırdık.” (Hud: 82-83)
Âyet-i kerime’nin nihayetinde ise:
“Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir.” buyuruluyor. (Hud: 83)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrail Aleyhisselâm’a “Zâlimlerden murad kimdir?” diye sorduğu zaman “Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir.” buyurdu.
Helâk olan eski kavimler bollukta, zevk ve sefada iken belâ ve afatlara uğramışlardı. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına felâketler gelmişti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine yapılan uyarıları unutunca, üzerlerine nimet ve zevklerden her şeyin kapılarını açıverdik. Nihayet kendilerine verilenlerle şımarıp ferahlandıkları sırada da ansızın onları yakaladık. Birdenbire bütün umutlarını yitirdiler.” (En’am: 44)
Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi putperestlikte inat ettikleri için tufanla yok oldular.
Ad kavmi, Hud Aleyhisselâm’ı beyinsizlikle, yalancılıkla suçladıkları için şiddetli rüzgârla helâk oldular.
Salih Aleyhisselâm’ın kavmi Semud, mucize deveyi öldürdükleri için yürekleri yerinden oynatan korkunç bir sesle cezalandırıldılar.
Lut Aleyhisselâm’ın kavmi helâl olan eşlerini bırakıp erkeklere gittikleri için, Allah-u Teâlâ memleketlerini alt üst etti ve üzerlerine taş yağdırdı.
Şuayb Aleyhisselâm’ın kavmi olan Medyen ve Eyke halkı; ticaret ahlâkını bozdukları, ölçü ve tartıda hile yaptıkları için buluttan inen ateşle cezalandırıldılar.
O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcuttur. Onun içindir ki dünya kurulalıdan beri böyle bir devir gelmiş değil, böyle bir bunalım da geçirilmiş değil.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemizden rivayet edildiğine göre Mahzum oğullarından bir kadın bir şey çalmış olduğundan elinin kesilmesi gerekiyordu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında onun cezadan affı için aracılık edilmesini istediler. Kimse buna cesaret edemedi. Üsame -radiyallahu anh- bunu yapınca buyurdular ki:
“İsrailoğulları, ileri gelenlerinden biri çalarsa bırakırlar, zayıf olan biri çalarsa elini keserlerdi. Kızım Fâtıma çalmış olsaydı onun da elini keserdim!” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1507)
Bir kadın kendisini ikrah ettirmemek için kirli bezini herkesten gizlemek ister. Ve fakat onlar birbirlerinin bunca pis, kirli çamaşırlarını sergilediler. Değil Türkiye’yi, dünyayı kokuttular.
Biri diğerinin pisliğini ortaya çıkarıyor, sonra da kendi pisliği meydana çıkmasın diye, çıkardığı pisliği yine kendisi örtüyor.
Bir yüzüyle çıkıyor, kendisinin doğru olduğunu göstermek için “Filân kişi hırsızdır, şu kadar mal varlığı var!” diyor. Ötekisi çıkıyor “Sen de hırsızsın, senin de şu kadar paran var.” diyor. O zaman kendi ayıbının meydana çıkmaması için, ikinci yüzünü kullanıyor o hırsızın ayıbını örtüyor. Böylece hırsızlar birbirlerini kollamış oluyorlar.
Diğer taraftan da bütün dünya, serilmiş olan bu kirli çamaşırları seyrediyor. Bunu bir müslüman yapar mı? Yapmaz. O halde bunlar nedir? İmandan soyulmuşlar, İslâm’dan çıkmışlar. Her biri kendi partisine, her bir bölücü kendi yoluna göre bir din tutmuş.
Bunlar İslâm’dan çıktıktan sonra, benimsedikleri dine göre icraat yapıyorlar, her biri kendi dinine göre hüküm veriyor.
Bunların bütün pisliklerini, rezaletlerini, hırsızlıklarını herkes görüyor. Fakat ruhu ölmüş şuursuz şakşakçılar yine bunları destekliyor, yine peşlerinden gidiyor. Gözüne perde çekilmiş, kulağı da kapanmış duymuyor. Birbirlerinin kirli çamaşırlarını günâgün ortaya serdikleri halde ibret almıyor ve hâlâ ayılamıyor. Onun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde: “Küllühüm finnâr” buyurdu. Bunların hepsi cehennemlik. Hadis-i şerif böylece tecelli ediyor.
Bir de şu husus var ki, dış memleketlerdeki müslümanlar Türkiye’ye ümit bağlıyorlardı. Bir gün gelir bu devlet bize öncülük eder diyorlardı. Fakat bu rezaleti, bu pisliği görünce bütün ümitleri kırıldı. Kasalarını, keselerini doldurayım derken bu kadar büyük zararlar verdiler. Birkaç kişinin yüzünden bütün dünya Türkiye’yi ayıplıyor. Düşmanın da hırsı artıyor.
O bir fırka Allah yolunda selâmete erdi. Fakat gözü kör olanlar göremedi ve hidayete eremedi. Münafıkların peşine takılmış ve uykuda. Onlar şeytanlarla beraber cehenneme tepetakla atılırken ayılıp uyanacaklar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Buyurduğu halde, bu emr-i ilâhî’yi arkalarına attılar, şeytanın peşine takıldılar. Hem bölücü hem partici oldular. Böyle ifsat ve fesat devri gelmedi.
Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Perdeciler ondan bir nesne saklayamaz.” buyuruyor. Perdeciler kimdir? Kötü siyasetçiler. Siyaset ne demek? Yalancılıktır. Politika ne demek? Sen oturma ben oturayım, sen öl ben yaşayayım. Amma şuursuz şakşakçılar hâlâ peşinde.
Kötü siyasetten ve siyasetçilerden de Allah’a sığınırım. Bir toplulukta onlardan mevzu geçtiği zaman “Eûzübillahimineşşeytânirracim, Bismillâhirrahmânirrahim.” de. Ve hemen kalk.
•
“Selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına!” (Neml: 59)
“Selâm olsun hidayete tâbi olanlara!” (Tâhâ: 47)