Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
SİLSİLE-İ SÂDÂT - Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî (Kuddise Sırruh) -38- - Ömer Öngüt
Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî (Kuddise Sırruh) -38-
SİLSİLE-İ SÂDÂT
Dizi Yazı - Silsile-i Sâdat
1 Mayıs 2001

 

Silsile-i Sâdât -33-

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ
(Kuddise Sırruh) -38-

 

Tevbe:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı. Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tevbe edip de kendini düzeltirse, şüphesiz ki Allah bağışlar ve merhamet eder.” (En’am: 54)

İnsan cehaleti sebebiyle günah işlemiştir. Sonra fenalıktan tevbe ve muâmelâtını ıslah etmiştir. İşte bu gibiler hakkında Allah Ğafur ve Rahîm’dir ve bu gibiler için affını farz kılmıştır.

Hadis-i şerif’te ise:

“Günahlarından hâlis olarak tevbe eden kişi hiç günah işlememiş gibidir.” buyurulmuştur. (Ebu Dâvud)

Bir insan hâlis tevbe ederse hiç günah işlememiş gibi temizlenir.

Âyet-i kerime şöyle buyurulmaktadır:

“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezâsını görür.” (Zilzâl: 7-8)

Gerek itaat ve gerekse isyanın zerresi kaybolmaz. İtaat eden mükâfat bulur, isyan eden mücâzat görür.

Şu halde dâire-i itaatta bulunarak kendini Cenâb-ı Hakk’a sevdirmelidir, necât bundadır.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

“Ancak tevbe edip iman eden ve sâlih amel işleyenler başka. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.” (Furkan: 70)

Âyet-i celile’sinde önce tevbeyi beyan buyurmuştur. İman ve amelin makbul ve tam olması için, evvelâ tevbe lâzım geliyor.

Seyyiâtın hasenâta tebeddül etmesi (günahların iyiliklere çevrilmesi) hakkında bu Âyet-i celile’nin tefsirinde beyan buyurulmuştur ki:

Meselâ yüz seyyie (günah) işleyen bir kimse sıdk ve ihlâs ile tevbe eder, amel-i sâlih işlerse yüz hasene (sevap) verilir.

Hatta bir kimse rüyasında âlem-i ahirette günahlarından hesaba çekildiğini görmüş. Günah-ı sağîrelerini (küçük günahlarını) söylemiş, kebiresini (büyüklerini) inkâr etmiş. Sağîrelerine mukabil hasene verildiğini görünce kebirelerin ne olduğunu söyleyerek onun da mukabilinde ecir istemiş.

 

Tarikât-ı Aliye:

Bir müminin mânevî yola girmesi:

“Ey kullarım! Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” (Mâide: 48)

Âyet-i celile’siyle vâcib olmuştur. Burada “Minhâc” münevver bir yol demektir.

Hakk Teâlâ Hazretleri yevm-i âhirette kullarına sual buyuracak, diyecek ki:

“Ey kulum! Benim böyle bir emrim var idi. Sen aradın mı?”

“Aradım amma bulamadım” derse ve mürşid de o zaman bulunmamış ise Allah Zül-celâl Hazretlerinin cevabtan mülzem olması lâzım gelir. Halbuki Allah-u Teâlâ Hazretleri mülzem olur mu? Her zamanda irşâd-ı halk için bir kulunu âleme ibrâz buyurmuştur. Çünkü öyle olsa kulun vüs’atı dışında bir teklif olmuş olacaktır.

Eğer o kimse derse ki:

“Buldum amma kalbim sevmedi, teslim olamadım.”

Cenâb-ı Hakk Hazretleri buyurur ki:

O kuluma başka kullarım tâbi olmamış mı idi? Tevâtüren onun mürşid olduğu malum değil miydi? Madem ki hakkında tevâtür var idi, senin de şer’an kabulün lâzım gelirdi.” diyecek ve o kul azâptan kurtulamayacaktır.

Turuk-ı aliyyenin esâs itibariyle hepsi birdir, Muhammediye’dir:

“Ey iman edenler! Allahı çok çok zikrediniz.” (Ahzab: 41)

Ve buna mümâsil bir hayli Âyet-i celile ile Cenâb-ı Hakk Hazretleri evvelen ve bizzât Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, sâniyen ve bil-ittibâ da ümmet-i muhteremesine zikri emr-u ferman buyurmuştur.

Bazı kimseler Âyet-i celile ve Hadis-i şerif’lerin meânî-i vesîasına kesb-i vukûf edemediklerinden, müctehidîn-i kirâm ve aktâb-ı izâmın mezhep ve mesleklerine hakkiyle âşinâ olamadıklarından itiraz etmişlerdir.

Hakk Teâlâ Hazretleri zikr-i kesîr emr-i celilini Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a tebliğ buyurunca, lisânen ve kalben zikr-i şerife devam buyurmuşlar, zikr-i kalbiyi Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-a tâlim ve bil cümle Ashâb-ı kiram’a da tefhim ve tâlim için tevkil buyurmuşlardır.

Zikri lisâniyi de Hazret-i Ali -radiyallahu anh-a talim ve sâir Ashâb-ı güzine de tefhim ve tâlim hususunda tevkil buyurmuşlardır.

Bu itibarla zikir ikiye ayrılmıştır:

Birincisine Sıddikî,

İkincisine Hayderî veya Alevîye denilmiştir.

Tarîkat lugatte, yol demektir. Istılahta ise, Cenâb-ı Hakk’a tekarrüb maksadiyle sülûk olunacak ibadet yoludur.

“Kişiyi Allah’a ulaştıracak yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.” denilmiştir.

Allah-u Teâlâ:

“Yâ Muhammed! Söyle: Eğer muhabbetullâh-i Teâlâ’yı arzu ederseniz, bana tâbi olunuz. Benim sulûk ettiğim yolları takib ediniz.” buyurmuştur. (Âl-i imran: 31)

Ve kezâ buna mümasil bir hayli Âyet-i celile ve Hadis-i şerif de vardır.

Şeriat, demir yolu gibidir. O yol takib edilirse selâmet vardır, o yoldan çıkılırsa felâket muhakkaktır.

Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- şöyle buyuruyor:

“Tarikat şeriatın hâdimidir. Abdest, temizlik, tahâret namaza hazırlık olduğu gibi; tarikat da, kalbi temizleyip huzura hazırlar.”

 

Zikrin Lüzumu:

Zikir, mânevî gıda olup, yemek yemek gibidir. Bir sâlik zafının vüsatı (genişliği) nisbetinde zikretmelidir. Fazla zikreder, kalbinde fazla ateş olursa mahzurdan sâlim olamaz. Her ne kadar çok lezzetini duyar ve bir takım zuhuratı da olur ise bunlara iltifat etmemelidir.

Füyûzâtın mihengi yalnız şeriattır. Şeriatı sevenler ve icrâ edenler, tarikattan feyz almışlar demektir. Değilse, hayır. Hazret-i Allah muînimiz olsun. Âmin.

Hakk Teâlâ Hazretleri:

“Kim benim zikrimden yüz çevirirse onun hakkı da dar bir geçimdir. Ve biz onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz. Artık o zaman o; ‘Rabbim! Beni niçin kör haşrettin? Halbuki ben hakikaten görüyordum.’ diyecektir. Allah da şöyle buyuracak: ‘Öyledir, sana âyetlerimiz geldi de, sen onları unuttun. İşte bugün de öylece unutuluyorsun.’” buyurmaktadır. (Tâhâ: 124-126)

Âyet-i kerime’leri biraz daha açıklamak icab ederse; bir kimse benim zikrimden irâz ederse (uzaklaşırsa), onun için iki türlü ceza vardır:

Birisi dünyevidir ki, hiç rahat yüzü görmez. Daima kasâvetli olup, gözü hiç doymaz. İnsanların en fakiri gibi kendini ihtiyaç içinde görür. Çünkü harîstir.

Diğeri de, onun âhirette kör olarak haşredilmesidir. O vakit der ki: “Yâ Rabbi! Burada beni niçin kör haşrettin? Ben dünyada kör değildim.”

Allah-u Teâlâ Hazretleri:

“Ben sana Kur’an’da emirlerimi bildirmiştim. İki şey emretmiştim. Bir şeriat, diğeri tarikat. Sen bunları yapmadın, dinlemedin. Benim emirlerimi görmedin. Binaenaleyh, görür gözlerini kör hükmünde eyledin. Ben de seni bugünkü günde böyle yaparım. İnayetimden mahrum eder, kör olarak haşrederim.

Ben size âzâ ve organlar veriyorum, unutmuyorum. Siz ise beni niçin unuttunuz? Dünyada bir veliyy-i nimetin yaptığı iyiliği unutmuyordunuz. Ben ise size her daim veliyy-i nimetlik ediyordum da, beni niçin unutuyordunuz?” buyurur.

Hakk Teâlâ Hazretleri şöyle buyuruyor:

“Benim mahlûkat ve mevcudattan alâ olan Rabbin Teâlâ’nın ismini noksanlıklardan tenzih ve takdis et. Rabbin Teâlâ O zâttır ki, cümle mahlûkatı yarattı ve azâlarını müsavi kıldı. O Rabbin Teâlâ yarattığı mahlûkatın cümlesinin cinsi ve nevini ve efradını muayyen bir miktar üzerine tayin etti. Kendilerine lâyık olacak ef’al ve tevcih etti. Ve onlara maksatlarına ulaştıracak yolları gösterdi. O Rabbin Teâlâ taze otları toprağın altından yeryüzüne çıkardı.” (A’lâ: 1-4)

“Hiçbir şey hariç değil, hepsi O’nu hamd ile tesbih eder. Fakat siz, onların tesbihini anlamazsınız.” (İsrâ: 44)

Muhyiddin-i Arabi -kuddise sırruh- Hazretleri, mevcûdâtı Hakk’ı tesbih cihetinden dört kısma ayırmıştır:

1- Cemâdât,

2- Nebâdât,

3- Hayvânât,

4- İnsanlar.

Bu dört kısım içinde en ziyade cemâdât Hakkı zikrediyor. Zira hiçbir şeye ihtiyaç ve arzuları yoktur. Nebâdât ise neşv-ü nemâya, anâsır-ı erbaaya ihtiyacı olduğundan, cemâdât’a nisbetle daha az zikir ve tesbih ediyorlar. Hayvânâtın ise yemek-içmek ve sâir ihtiyacata arzuları olduğundan nebâdâta nisbetle daha az Cenâb-ı Hakk’ı zikrederler. İnsanlar ise daha ziyade ihtiyaç ve arzuya tâbi olup hubb-i dünya sebebiyle ekseriyetle gaflet etmekte olduklarından hayvânât, nebâdât ve cemâdâta nisbetle daha az olarak Cenâb-ı Hakk’ı zikrediyorlar.

 

Sadır İlmi:

“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)

Âyet-i kerime’si, takvâsı olanlara Cenâb-ı Hakk’ın ilmi ihsan edeceğini gösterir. Buradaki ilimden murad, ilm-i ledünnî’dir. “Medresede tahsil edenlere bildirir.” demek değildir.

İbadet ve tâttan mahrum olduğu halde teessüf ve teessür etmeyen kimsenin kalbi ölmüştür.

Tarik’a dahil olan bir kimse ilmini, amelini, ahlâkî hâlini bidayette ve vasatta tashih ve tadil etmeye muvaffak olamazsa tarikattan istifade edemez ve edememiştir.

Tarikata intisap eden her şahıs mutlaka bir sıcaklık hissetmelidir. Çünkü hamama giren kimse sıcaklık hissetmezse hamamın evinden ne farkı olabilir?

Bir insan yapmış olduğu günah ne kadar büyük olursa olsun, ümidini kesmeyerek tevbe etmelidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın merhameti her şeyden büyüktür. Günahı büyültmek, Cenâb-ı Hakk’ın lütfundan ümidini kesmek, demektir. Bu da yeis hâlidir. Yeis ise küfre müncer olur. Bununla beraber amel ve ibadet gereklidir. Fakat ibadetine de itimat etmemelidir.

Ricâlüllahtan bir zât, “Üç şeyi çok severim: Maraz (hastalık), fakr, mevt (ölüm)” buyurmuş.


  Önceki Sonraki