İnsanların maddi ve mânevî hayatlarının saâdete ve selâmete kavuşması için dirayetli liderler ve idareciler son derece önemli bir rol oynamaktadır. Lider, koyun güden çoban misali halkının yükünü omuzlamış, halkıyla ilgili bütün sorumluluğu üzerine almış, onun eli ve ayağı olmuştur. Alacağı kararlar toplumun her safhasına etki edecek sonuçları beraberinde getireceğinden, her kararında halkının menfaatini gözetmeli, kendinden önce halkını ön plânda tutmalıdır. Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz:
“Bir idareci, ümmetimin idaresini üzerine alır da kendi şahsına iyi niyet besleyip gayret gösterdiği kadar onlar için de iyi niyet besleyip gayret göstermezse, Allah kıyamet günü onu yüzüstü cehenneme atar.” buyuruyorlar. (C. Sağir)
Gerçek bir lider din ve vatan sevgisini herşeyin üstünde tutar. Bunun neticesi olarak idaresi altındakilerin hak ve hukukuna son derece riayet eder.
Ebû Mesud (r.anh)’den rivayetle Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ey Ebû Mes’ud! Bil ki, senin bu köleye gücünün yettiğinden daha fazla Allah’ın sana gücü yeter.” (C. Sağir)
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz Ebu Mesud (r.anh)’in şahsında, güçlü olanların zayıf ve güçsüzlere zulmetmemeleri ikazında bulunmaktadır.
Çünkü insan kendini güçlü hissedip güçsüz ve savunmasız kimselere zulüm edebilir. Hele kendisine hesap soracak birisinin varlığını hissetmiyorsa veya bunun sorumluluğunu duymuyorsa korkmadan, çekinmeden yapabilir. Ama bir insan Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanıyor, O’nun sonsuz gücünü kabul ediyorsa, kolay kolay zulmedemez. Çünkü bilir ki bu dünyanın bir de hesabı var.
Misâl olarak; Hazret-i Ömer (r.anh) Efendimiz Hacc mevsiminde valileri Kâbe’de toplar, halkın huzurunda hepsini, vazifeleri sırasında yaptıkları icraatlardan dolayı hesaba çekerdi. Valiler böyle bir durumda suçları sebebiyle halkın karşısına çıkmaya cesaret edemeyecekleri için, halka haksızlık yapmaktan çekinirlerdi.
Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Bir idareci, müslümanların işini üzerine aldığı halde aralarında adaleti gözetmezse, cehennemin üzerine kurulan Sırat köprüsünde durdurulur. Sırat, bütün organları yerinden çıkıncaya kadar sallanır.” (C. Sağir)
“Allah-u Teâlâ her idareciyi idare ettikleri hakkında sorguya çekecektir. Haklarını gözetmiş mi, yoksa zâyi mi etmiş? Öyle ki, kişiyi âile fertleri hakkında bile sorguya çeker.” (C. Sağir)
“Allah bir kulun emrine bir topluluk verir, o kişi başında bulunduğu topluluğun hakkını üzerine geçirmiş olarak ölürse, Allah ona mutlaka Cenneti haram kılar.” (C. Sağir)
“Bir idareci, emri altındakileri aldatıp hıyanet ederse, cehennemdedir.” (C. Sağir)
Bu büyük vebal yükünün altına girenler, her konuda İlâhî Ahkâm’a riayet etmeye gayret ederler. Çünkü onlar, kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacak olan bir günden korkarlar.
Ömer bin Abdülaziz Hazretleri’nin halife olunca yaptığı ilk konuşması ne kadar mânidar:
“İyi bilin ki Allah’ın helâl kıldığı kıyamete kadar helâl ve haram kıldığı da kıyamete kadara haramdır. Dikkat edin... Ben hüküm koyucu değilim, sadece konulmuş hükümleri tatbik ediciyim! Ben yeni bir çığır açan değil, sadece açılan bir çığırda tâbi durumunda olup, yürüyen biriyim...”
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayat-ı saâdetleri ile, bir liderde bulunması gereken özellikleri yaşayarak en güzel şekilde yansıtmışlardır. İnsan hayatının her safhası için ve her sınıftan insan için müstesna bir numunedir. Bu konuda onun bir benzerini bulmak mümkün değildir. Zât-ı âli’lerinin bu mümtaz özelliklerini, kendisine en yakın olan vârisinden öğrenelim:
“Herkesin aklına ve idrakine göre söz söyler, dinleyenin idraki karışmazdı. Az kelime ile çok şey anlatırdı. Her işi ve her sözü doğru idi.
Lüzumsuz yere konuşmaz, söze lüzum görmedikçe sükut eder, konuştuğu zaman da sözün en güzelini söylerdi.
Ashâb-ı kiram’ına cihadı emrederken, kendisi de ordunun önüne geçerek bizzat savaşlara katılmıştır.
Bir kimseye darılırsa Kur’an darıldığı için darılır, beğenirse Kur’an beğendiği için beğenirdi.
Hem vakur, hem de son derece mütevazi ve alçak gönüllü idi.
Tevazunun kemâl mertebesinde bulunduğundan dolayı elbisesini yamar, ayakkabısını tamir eder, evi süpürür, hamur yoğurur, koyunları sağar, develeri bağlar, yemlerini verir, hasta olanlara ziyarete gider, cenazelerde bulunurdu.
Hiçbir resmiyet ve külfete bakmadan, ümmetinin herhangi bir ferdi gibi aralarına karışır, en fakir insanlar arasında oturur, onları okşar, onlarla birlikte yemek yer, fakirlerin, yetimlerin, dulların, kimsesizlerin işlerini görmekten zevk alırdı.
Fakiri yoksulluğundan ötürü tahkir etmez, zengine zenginliğinden dolayı saygı göstermezdi.
Fazilet sahiplerine ikram, şeref sahiplerine ihsan ederdi.
Herkese teveccüh eder, herkesin ayrı ayrı hâl ve hatırını sorardı.
Aralarında oturduğu zaman hususi yer ayırttırmaz, yer seçmez, nerede boş bir yer bulursa oraya otururdu.
Hiç kimsenin kendisi için ayağa kalkmasını istemezdi.
Övülmekten asla hoşlanmaz, kimseyi de fazla methetmezdi.
Her şeyde sadeliği tercih ederdi. Sade yer, sade giyinir, sade yaşardı. Bulduğunu yer, bulduğunu giyerdi. Tam mânâsı ile ferâgat sahibi idi.
Eline birçok mal geçtiği halde hepsini dağıtmış, sonra da zenginlere infak ve sadakayı emretmiştir.
Eline geçen her şeyi, bir gün bile yanında tutmadı; fakirlere, gazilere, müslümanların yükselmesine sarfetti.
Kendisine bağışlanan çok kıymetli bağları halkın istifadesine bıraktı. Mahsulleri fukaraya ve muhtaçlara dağıtılırdı.
Ümmetinden en fakir bir kimsenin yaşayışı gibi hayat sürmeyi, sadelik içinde yaşamayı tercih etti.
Tevazu ve sadeliği o kadar ileri götürmüştü ki, bütün mefruşat; bir yatak, bir hasır, toprak bir su kabı gibi eşyadan ibaretti. Süse ve lükse hiç önem vermedi.
Günlerce bacası tütmez, aylarca evinde ışık yanmadığı olurdu.
Yiyecek bir şey bulamadıkları için, hanımları ve çocukları ile beraber, birçok geceler yemek yemeden yatarlardı.
İnsanların en cesaretlisi idi. Düşmanlarından hiçbir zaman korkmadı. Hayatına kastetmek için tertipler hazırlanırken bile, gece ve gündüz Mekke’de korkusuzca dolaşırdı.
Muvaffakiyetle neticelenen her harekette Allah-u Teâlâ’nın bir tecellisini görür ve bundan dolayı secde-i şükrana kapanırdı.
Çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bütün işlerini tam bir intizam içinde yapar, vaktini hiç israf etmezdi. Namaz vakitleri, tesbih ve tehlil zamanları, uyku ve istirahat zamanları, misafirlerini ve ziyaretçilerini kabul zamanları hep belirli idi.
Hem emsalsiz bir devlet başkanı, hem en muvaffak bir muallim, hem en cesur bir kumandan, hem en müşfik bir aile reisi, hem en zengin, hem en fakir...” (Ömer Öngüt, Nûr-i Muhammedî, Ahlâk-ı Resulullah Bölümü)
Resul-i Zişân (s.a.v) Efendimizin bu özelliklerini tarih boyunca kendisine örnek alan pek çok idareciler, yöneticiler çıkmıştır. Her biri, Allah-u Teâlâ’nın adaletini ayakta tutmuş, kendi kurtuluşlarını halkın huzur ve selâmet içerisinde yaşamalarında bulmuş, halkının üzerine titremiş ve gösterdiği üstün hizmetler ile gönülleri fethetmişlerdir. Bu uğurda canları ve mallarını hiçe saymışlar, adeta kendilerini tüketmişlerdir.
Ömer bin Abdülaziz Hazretleri daima üzüntülü ve düşünceli oluşunun sebebini soran kölesine: “Doğudan batıya kadar Ümmet-i Muhammed’in hukukunu korumak bana vazife oldu. Bundan büyük üzüntü mü olur?” diye cevap vermiştir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“İdarecilerinizin en hayırlıları o kimselerdir ki, siz onları seversiniz, onlar da sizi sever. Siz onlara duâ edersiniz, onlar da size duâ eder. İdarecilerinizin en şerlileri ise o kimselerdir ki, siz onlardan nefret edersiniz, onlar da sizden. Siz onlara lânet okursunuz, onlar da size lânet okur.” (C. Sağir)
Şeyh Edebali (k.s.) Hazretleri, şu sözleri ile Osman Gazi Hazretleri’ne hayatı boyunca göstermesi gereken düsturu bildirmiş, cihanın dört bir yanına yayılacak bir imparatorluğu sağlam temeller üzerine oturtmuştur:
“Ey Oğul! Bey’sin...
Bundan sonra öfke bize, uysallık sana...
Gücengenlik bize, gönül almak sana...
Suçlamak bize, katlanmak sana...
Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana...
Kötü söz, şom ağız, haksız yorum bize, bağışlamak sana...
Ey oğul! Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana...
Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana...
Ey oğul! Sabretmesini bil. Vaktinden önce çiçek açmaz.
Şunu da unutma! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.
Ey oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı.
Allah (c.c.) yardımcın olsun.”
Halkını seven, Peygamber müjdesine nâil olmuş bir cihan padişahının tevazu kanatlarını nasıl yerlere serdiğini birlikte okuyalım:
“Ben ki İstanbul Fatihi abd-i âciz Fatih Sultan Mehmed, bizatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde kain ve malûmu’l-hudut olan 136 bap dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki:
Bu gayrı menkulâtımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezerler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükrükleri üzerine bu tozu dökeler ki yevmiye 20’şer akçe alsunlar; ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcı tayin ve nasp eyledim.
Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar bilâistisna her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifası, ya da mümkün ise şifayab olalar. Değilse kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin Darülacezeye kaldırılarak orada salâh bulduralar.
Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vâki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile. Bunlar ki hayvanat-ı vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar.
Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imarethanede şehit ve şühedânın harimleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihi kendûleri gelmeyûp yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.”
Geçmişin ihtişamı karşısında gözleri kamaşanların, bugünkü durum karşısında gözleri yaşarıyor.
Resulullah (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Yağmurun çoğalıp bitkinin az olması; Kur’an okuyanların çok, dini bilenlerin az; idarecilerin çok, emin olanlarının ise az olması kıyametin yaklaştığının delillerindendir.” buyuruyorlar. (C. Sağir)
Bugün öze dönüş vaktidir. Yapılması gereken, elde fırsat dilde ruhsat varken ‘İmana davet eden davetçinin’ uyarılarına kulak vermek, Allah ve Resul’üne yönelmektir.
Hadis-i Kudsî’de:
“...Yok eğer kullar bana isyan ederlerse, ben de onları onlara belâ ederim. Kalplerini kin ve gazapla onlara çeviririm. En kötü azap ile azap ederler.
Binaenaleyh sizi idare edenlere karşı sövmekle, beddua etmekle meşgul olmayınız. Fakat nefislerinizi beni zikretmekle, bana dua ve tazarru ile meşgul ediniz. Böylece ben de onların hakkından gelirim, sizi onların şerrinden korurum.” buyurulmaktadır. (Mişkât-ül Mesabih: 3721)