Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
MAKALE - Hazret-İ Allah’ın Lütfu Olmadan Kimse Cennete Giremez - Ömer Öngüt
Hazret-İ Allah’ın Lütfu Olmadan Kimse Cennete Giremez
MAKALE
Misafir Yazar
1 Nisan 2001

 

Hazret-İ Allah’ın Lütfu Olmadan Kimse Cennete Giremez

 

Halil İbrahim Emre


Nefis kâfirdir, nefis zâlimdir, anne-babaya karşıdır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşıdır. Hazret-i Allah’a bile karşıdır. Onun şerrinden ancak Hazret-i Allah’ın lütfettiği, lütfuyla doldurduğu, lütfuyla desteklediği, lütfuyla muamele ettiği, zerreden hesaba çekmediği kulları kurtulur. O’nun lütfu olmazsa kimseye kurtuluş yoktur. O’nun lütuf rızâsı olacak ki, lütuf birliğinde haşr-u cem edecek ki, O’nun lütuf deryasına dalabilsin.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Asr sûre-i şerif’inde:

“Asra yemin olsun ki! İnsan gerçekten hüsran içindedir.

Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ.” buyuruluyor. (Asr: 1-3)

Burada Allah-u Teâlâ Asra yemin ederek “insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını” buyuruyor. Bunu anlayabilen için bu çok büyük bir âfâttır. Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler. Demek ki ancak ve ancak iman edenler kurtuluyor.

Yunus Aleyhisselâm kavmini imana dâvet ettiği zaman, hep karşı geldiler, isyan ettiler. Buna çok üzüldü ve çok canı sıkıldı. Bir peygamber olduğu halde kavmini terk etti. Hazret-i Allah’ın kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağını sandı. Fakat Allah-u Teâlâ onu gemiden attırdı, balığın karnına düşürdü orada onu ibtilâ ve imtihana maruz bıraktı.

Balığın karnında iken Hazret-i Allah’a şöyle niyaz etti:

“Allah’ım senden başka ilâh yoktur. Sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin ben hata ettim, zâlimlerden oldum.”

“Allah’ım beni buraya niye attın.” demedi.

“Ben nefsime zulmettim, beni affet.” buyurdu.

O kadar çok niyaz etti, Rabbine sığındı ki, Rabbisi de onu balığın karnından çıkardı, selâmete erdirdi.

Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Zünnun’u (Yunus’u) da an! Hani o bir vakit öfkeli bir halde geçip gitmişti. Kendisini hiç sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde: ‘Allah’ım! Senden başka ilâh yoktur, sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin. Gerçekten ben zâlimlerden oldum.’ diye niyaz etti.” (Enbiyâ: 87)

“Şüphesiz ki Yunus da gönderilen peygamberlerdendi.” (Sâffât: 139)

İnsan Hazret-i Allah’ın bu ince noktasına inmedikçe, her zaman isyanda oluyor. O’nun her emrine nefsi karşı geliyor.

Hava günlük güneşlik, işimiz yolunda iken bizdeki iman kimsede yok. Fakat sıkı bir ibtilâ ve imtihanla hava birden bulandı mı, hava fırtınaya döndü mü, o zaman ne iman kalıyor, ne iz’an. O zaman iman derecemiz, nefis ile Hâlık’ımızın arasındaki durum ortaya çıkıyor.

“Eyübüm!” dediği Eyüp Aleyhisselâm’ı bir taşın içinde ibtilâya maruz bıraktı ve imtihan etti. Fakat o bir an bile Rabbisinden ayrı kalmadı. Görünüşte acınacak bir halde gözükse de o Rabbisiyle büyük bir mest içindeydi. Sonunda O’nun lütfuyla daha güzel bir hale Rabbisi onu koyuverdi.

“Halilim!” dediği İbrahim Aleyhisselâm ateşe atılırken bile, Cebrâil Aleyhisselâm’a tutunmadı. “Hasbünallahu ve ni’mel vekil.” virdine devam ediyordu. Onların imanı o kadar kemâlli hâle geldi ki Rabbisine râm olmuştu. Onlar Rabbisine o şekilde teslim olmuştu. O’ndan gelen herşeye baştan râzı olmuşlardı.

Bâtınî mânâda Allah-u Teâlâ kulu kendisine ne kadar yaklaştırdı ise, ona kendisini ne kadar bildirdi ise Hazret-i Allah’ı bilir. Herşeyin O’nun ve O’ndan olduğunu hem bilir hem görür, kendisini görmez ve bu tecelliyat sonsuzdur. Allah-u Teâlâ kalbine ne döktüyse, kalp gözüne ne gösterdiyse, kalp kulağına ne duyurduysa onu bilir. Bu kullarında arzu ve irade yaşamaz. Ne takdir ettiyse râzı olmuş, nasıl hükmeder ise teslim olmuşlardır.

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“İnsanlar helâk olmuşlardır, ancak âlimler müstesna. Âlimler de helâk olmuşlardır, ilmi ile amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk olmuşlardır, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahipleri de büyük bir tehlike üzerindedirler.” (K. Hafâ)

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’de “İnsanlar hüsrandadır.” buyuruyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde “İnsanlar helâk olmuşlardır.” buyuruyor.

Bu Âyet-i kerime ve bu Hadis-i şerif’e bakılırsa durum cidden çok korkunç. Bu helâk olanlar kimlerdir? Sayıları ne kadardır? Ölçüsü nedir?Bu sorulara cevaben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

"(Kıyamet günü) Allah Tebâreke ve Teâlâ 'Ey Âdem!' buyuracak. O da icabet ederek 'Buyur Yâ Rabbi! Buyruğunu bekliyorum. Bahtiyarlık ve her hayır senin emir ve fermanında tecelli eder.' diyecek.

Allah-u Teâlâ 'Cehenneme gidecekleri seç.' buyuracak. Âdem Peygamber 'Cehenneme gönderileceklerin sayıları ne kadardır?' diye soracak. Allah-u Teâlâ 'Binde biri cennete, dokuzyüzdoksandokuzu cehenneme!' diye cevap verecek.

Cenab-ı Hakk Âdem peygambere böyle buyurduğu sırada, bunu duyan çocuklar ihtiyarlayacak, her hamile kadın çocuğunu düşürecek.

Ve o anda mahşer halkını sarhoş sanırsın, halbuki onlar hiç de sarhoş değillerdir. Bununla beraber Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Buharî. Tecrid-i Sarih: 1373)

Bu öyle bir duyuruş ki; bir taraftan Âdem Aleyhisselâm’a duyuruyor, bir taraftan halka duyuruyor, bir taraftan da kıyamet kopuyor. Bu öyle bir andır.

İnsanlar niçin helâk olmuştur? Nefis Hakk’ı görmedi ve tanımadı. Allah-u Teâlâ’ya hasım kesildi, kâfir nefis “Ben” dedi, alenen küfrünü ilân etti. Nefis putunu dikti ve helâk oldu. Halbuki vareden de, yok eden de O idi. O bize bir ânâ kadar ruhsat veriyor, fakat kıyamet koptuğu anda öyle bir gadaba gelecek ki ansızın pek korkunç bir görültü ortalığı kaplayacak, yerlerin ve göklerin düzeni bozulacak, gökler çalkalana çalkalana yarılacak, yıldızlar kararacak, dağılıp dökülecek, güneş dürülecek, ziyası söndürülecek, yer korkunç gürültülerle sarsılıp parçalanacak, bütün denizler kaynayıp birbirine karışacak, ter bir deniz olacak, dağlar taşlar atılmış yün gibi toz duman olup göklere savrulacak, karalar alt-üst olup içi dışına çıkacak.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde bu durumu bize şöyle haber veriyor:

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyamet saatinin zelzelesi, şüphesiz ki çok büyük bir şeydir.

Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın çocuğunu düşürür. insanları da sarhoş bir halde görürsün! Halbuki onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” (Hacc: 1-2)

İşte o zaman uykuda olan insanlar sıfat-ı hayvaniyelerinden uyanacaklar. Bir ömür boyu “Ben ben” diyen kâfir nefis herşeyin O olduğunu görecek.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“İnsanlar uykudadırlar ölünce uyanırlar.” buyuruyor. Uyandığı an iş işten geçti.

Sayısız nimetler ihsan ettiği halde, O’na hasım kesilmek akıl kârı değildir. Kesilsek ne olacak?Herkes yaptığının cezasını görecek. O Galip’tir, herkesi yerlere seriyor, herkesi yok ediyor.Galibiyet yine O’ndadır. İstediğimiz kadar hasım olalım. Hani o hasım kesilenler? Hepsi serilmiş, yok olmuş, mahvolmuş, kahrolmuş. Galip hep O. Ruhu çekip alınca bir çer-çöp haline geleceğiz. Hepsini bizim zannediyorduk, meğer Sahib-i hakiki’ninmiş. “Biz de kuvvetliyiz” diyorduk. Meğer yegâne kuvvet ve kudret sahibi O imiş. Kendimizi zengin zannediyorduk, biz fakirmişiz gâni olan O imiş. O zaman mı anlayacaktık bunu? O zaman herkes anlayacak, ruh çekilince hakikat meydana çıkmış ve ahiret hayatına geçmiş olacağız. Ortada yalnız bir nedâmet var, hiç de faydası yok. İş işten geçmiş olacak. “Sen nedamet etmek için mi gönderildin?” demezler mi insana? Onun için elde fırsat dilde ruhsat varken, benleri bırakıp Allah deyip, sayısız ihsanların, lütufların kıymetini bilip, ömrümüzü elimizdeki nefis putuna tutunarak hiç yere helâk etmemeliyiz.

Bu lütuf da Allah’tan istenecek, o lütuf ile hidayete erilsin. O lütfettiği kuluna sermaye verir, o sermayeyle iş görür. İman-küfür, itaat-isyan, hayır-şer, bunların her biri insanın kabiliyetine göre Cenâb-ı Hakk’tan talep ettiği şeylerdir, ne diledi ise o verilmiş ve verildiği şeyin yolu kendisine kolaylaştırılmıştır.

Âyet-i kerime’de:

“Kim ahiret ekimini dilerse, onun ekimini arttırırız. Kim de sadece dünya ekimini isterse ona da yalnız bundan veririz. Ahirette ise onun hiçbir nasibi yoktur.” buyuruyor. (Şûrâ: 20)

Birisi Hazret-i Allah’ı ve ahireti istiyor, onu tercih ediyor, onu seçmiş iman ve taatı istiyor. Hazret-i Allah da ona o yolu kolaylaştırıyor. İyiliği sevdiği için ona iyilik yaptırıyor. Azim nisbetinde Cenâb-ı Hakk kulunu destekliyor, hidayetini artırıyor, önüne ışık tutuyor.

Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah muhsinlerle beraberdir.” (Rûm: 69)

Diğeri yalnız dünyayı istediği için Cenâb-ı Hakk da ona onu müyesser kılıyor. Yani istediği için kötülük yapmayı kolaylaştırıyor. Yaptıkça hoşlanıyor, böylece arzularına nail olmuş oluyor. İyilik isteyene iyilik, kötülük isteyene kötülük veriyor. Buradaki murad şu ki; yarın Huzur-u ilâhiye çıkıldığında:

“Yâ Rabbi sen bizi dünyada istediğin gibi hareket ettirdin, bizim kabahatimiz ne?” diyemesinler.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:

“Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkarıp almıştı ve onları kendi kendilerine karşı şâhit tutmuştu. ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet Rabbimizsin, buna şâhidiz.’ dediler. İşte bu şâhitlendirme, kıyamet günü: ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ dememeniz içindi.” buyuruyor. (A’raf: 172)

Peygamber Efendilerimiz masum oldukları halde ibadet ve taatdan bir an bile geri kalmadılar. Aşere-i mübeşşere -radiyallahu anhüm- cennetle müjdelenmelerine rağmen ibadet ve taatta bir an bile geri kalmadılar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ayakları şişinceye kadar gece kalkar ibadet ederdi. Cennetle müjdelenmesine rağmen “Niçin bu kadar ibadet yaptığını” soran Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemize “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” diye cevap vermiştir. Kula düşen şudur, Hazret-i Allah’ın her emrine incelikle dikkat, nehyinden de ictinâb edecek, her şeyi ile Hazret-i Allah’a muhtaç olduğunu bilecek, O’ndan isteyecek, O’na sığınacak, O’na yalvaracak, O’na boyun bükecek, gözyaşı dökecek, O’nu bilecek, başka birşey bilmeyecek.

Bir de kendine seçtiği, sevdiği, ilm-i ezelinden nasipdar ettiği has kulları vardır. Onların durumu ayrıdır. Onların yolunda olan taht-ı terbiyesinde Fenâfişşeyh, Fenâfirresul, Fenâfillah makamlarına, varabilirse sonunda ilâhi lütfa erişilir ve muradı hâsıl olunur. O sevgilisini bulunca arzularını ve isteklerini şeyhinin eline bırakacak, arzu yaşamayacak, yani şeyhinde fenâ olacak, onun boyasına boyanacak ki, o boyayla Hakk’ın huzurunda, kendini lütuf deryasında bulsun.

Asr sûre-i şerif’inde Cenâb-ı Hakk “İnsanlar hüsrandadır.” buyurduğuna göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizde “İnsanlar helâk olmuşlardır.” buyurduğuna göre bizim yapacağımız bu nefis putuyla bu varlıklardan kurtulamayacağımıza göre İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretlerimizin buyurduğu gibi kâmil bir şeyhe, Cenâb-ı Hakk kavuşturduktan sonra bütün arzu ve istekleri bırakarak, kendimizi tam bir teslimiyetle ona teslim etmeliyiz ki o bizi daire-i saâdetin içinde lütuf deryasına ulaştırsın. Çünkü Hazret-i Allah’ın lütfu olmadan kimse cennete giremez, Cemâlullah’a kavuşamaz.

İmâm-ı Rabbâni -kuddise sırruh-Hazretleri Mektubât adlı eserinde şöyle buyuruyor:

“Kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuştuktan sonra, bütün arzuları onun eline bırakmalı, gassalın elinde teneşirdeki meyyit gibi olmalıdır. İlk fenâ hâli Fenâfişşeyh'te başlar, bu ise Fenâfillâh'a çıkmaya vesiledir.” (61. Mektup)

Fenâfişşeyh olamayan, Fenâfirresul olamaz. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimizin terbiyesine giremez. Fenâfirresul olmayan Fenâfillah olamaz. Fenâfillah’ın ilk basamağı, Fenâfişşeyhten başlar. O eşiğe başını koyamayan nefis putuyla ahirete çıkar.

“Bu tarikat-ı aliye'de tâlibin ilerlemesi, bağlı olduğu şeyhin tasarrufu ile olur. Onun tasarrufu olmadan hiç ilerleyemez. Zirâ nihayetin başlangıca yerleştirilmesi, onun mübarek teveccühünün eseridir. Anlaşılmayan, bilinmeyen mânâlara kavuşmak, hep onun yüksek tasarrufunun bir neticesidir.”

“Bu büyükler birisini bu yola almaya ve sadâkatlı bir tâlibe kısa zamanda şuur ve huzur vermeye güçlü oldukları gibi, bunları geri almaya da güçlüdürler. Bir edebin terki sonunda kalplerinin bir incinmesi sâliki müflis bir hâle getirir.” (221. Mektup)

“Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve ihsanı ile kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuşulursa, onun mümtaz varlığını ganimet bilmeli, her şeyi ile ona teslim olmalı, saadetini onun rızâsına kavuşmakta aramalı, onun râzı olmadığı şeyleri kendisi için felâket bilmelidir. Yâni bütün arzusu onun rızâsına kavuşmak olmalıdır.

Tâlib, gönülden her şeyi çıkarıp bütün varlığı ile şeyhine teveccüh etmelidir. Huzurunda ondan izin almadan, o emretmedikçe nafilelerle ve zikirle dahi meşgul olmamalıdır. Onun yanında iken ondan başka kimseye bakmamalı, kimseyle konuşmamalı, kimseye iltifat etmemelidir.”

“Şeyhini seven bir tâlibe, şeyhin her yaptığı ve her sözü sevgili gelir. Onda itiraza yer yoktur.

Külli ve cüz'i her işte, yemekte-içmekte, giyim-kuşamda, ibadet ve taatlarda hep ona uymalıdır. Namazı onun gibi kılmalıdır. Fıkhı onun ibadetlerini görerek öğrenmelidir.”

“Şayet bir mürid edeplerden bazılarını yapamadığı için üzülürse, çalıştığı halde başaramazsa afv olunur. Lâkin mutlak surette kusurunu itiraf etmesi lâzımdır. Eğer Allah korusun edeplere riâyet etmez, bundan dolayı da üzülmezse, bu büyüklerin bereketlerinden mahrum olur.” (292. Mektup)

“İyi biliniz ki, bu tâifeyi inkâr etmek, öldürücü zehirdir. Bu büyüklerin fiillerine ve sözlerine itiraz etmek, insanı ebedi ölüme ve sonsuz felâkete götürür. Hele bu inkâr ve itiraz kendi mürşidine karşı olursa, o zaman tehlike daha büyük olur.

Bu tâifeyi inkâr edenler, onların bereketlerinden mahrum olurlar. Onlara iftira edenler ziyan ederler, hem de her zaman...” (313. Mektup)

Nefsimize tâbi olduğumuz için gerçekten bugün hakiki mürid pek azdır, azın da azıdır.

Bir kimse mürşidini kendisine tercih etmedikçe hakiki mürid olamaz. Mürşidinden hizmet ve hürmet bekleyen, velev ki gönlünden bile geçirse gerçekten mürid olamamıştır.

Hazret-i Allah’ın lütuf deryasından mahrum kalmıştır, ama içeride gözükür. Kimileri vardır ki dışarıdadır ama içeridedir, kimileri de vardır ki içeridedir ama dışarıdadır. Kimlerin içeride, kimlerin dışarıda olduğunu ancak Allah-u Teâlâ bilir.

Mürşid tevazu kanatlarını yerlere kadar serecek, herkes o kanatların üzerine rahatça basabilecek. Allah ve Resul’ünün yolunun temeli budur. Gaye Allah için hizmettir. Nam, şan, şöhret, beylik değildir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Bir topluluğun efendisi onlara hizmet edendir.” buyuruyor. (C. Sağir)

Bu yolda gaye hizmettir, muhabbettir, teslimiyettir. Mürşidin tevazu kanatları herkesin ayakları altındadır. Ama ne mutlu o insana ki o kanadın altına girer, kendisini lütuf deryasının içinde bulur, dünya saâdetine ahiret selâmetine erer, ne hüsranda olur, ne helâkta olur. O merhamet ve rahmet deryasının içindedir. Onlar Hazret-i Allah’ı tercih ettiği için Hazret-i Allah da onları tercih etmiştir.

Onlar Hazret-i Allah’ı zikretti, Hazret-i Allah da onları zikretti.

Ne bahtsız o insana ki üstüne çıkar, onlar hüsrandadır. Bu bahtsızlar dünyada da, ahirette de kaybedenlerdendir.

Allah’ım! Bizi lütfuyla cennetine ve Cemâlullah’ına kavuşturduğu, Var’ı bulan, varlığından fenâ olan bahtiyar kullarından etsin.