Mevlâna -kuddise sırruh- Hazretlerinin oğlu olan Bahaeddin Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri H. 623, M. 1226 tarihinde şimdi ismi Karaman olan Lârende kasabasında doğdu.
Oğlunu çok seven Mevlâna -kuddise sırruh- Hazretleri ona babasının adını vermiştir. Yakınları tarafından “Bahaeddin” diye çağrılan Hazret, daha çok “Sultan Veled” olarak bilinmektedir.
Önce Halep’e, sonra Şam’a gitmiş, dini tahsilini tamamladıktan sonra Konya’ya dönmüş, babasının bulunduğu her toplantıya katılmış, ilmî ve tasavvufî sohbetleri büyük bir dikkatle takip etmiş, bilgisini ve marifetini artırmıştır.
Mevlâna -kuddise sirruh- Hazretleri oğluna verdiği değeri şu sözleri ile ifade etmiştir:
“Bahaeddin! Benim bu âleme gelişim, senin zuhurun içindir. Benim bütün söylediklerim, nihayet sözlerimden ibarettir. Halbuki sen benim işim ve eserimsin.”
Babasının vefatından sonra onun tasavvufî görüş ve düşüncelerini yaymış, tarikatını kurup kuvvetlendirmiştir.
Doksan yıllık ömrünü hakikatı neşretmekle geçiren Hazret, nihayet M. 1312 tarihinde bir Cumartesi gecesi sabaha karşı Konya’da vefat etmiş ve babasının yanına defnedilmiştir.
Vefatından önce şu beyti okumuştur:
“Bu gece mutluluğa erdiğim ve kendi benliğimden kurtulduğum gecedir.”
Türbesinden üç gün üç gece göğe kadar nur yükselmiş, Konyalılar bu nurun ululuğu karşısında hayran kalmışlar ve günlerce ağlayarak yas tutmuşlardır. (Risâlet-i Sipehsâlâr)
Hazret’in bir Divan’ı, üç ayrı cilt halinde mesnevilerinin yanında bir de “Maârif” adında tasavvufî bir eseri vardır. Eser elli altı fasıla ayrılmıştır.
•
Sultan Veled -kuddise sırruh- Hazretleri “Maârif” adlı eserinde Hâtem-i Veli’den ve onun makamından bahsetmiştir. Açıklaması ile beraber alıyoruz.
“Onun tevazusu, bütün peygamberlerden fazla olduğundan, yerinde olarak ona Hatem’ül-evliya denilir.
Çünkü bir üstad, sanatında ilerlediği ve o sanatı herkesten iyi bildiği zaman: ‘O sanat, onda sona ermiştir.’ derler. Yani, o sanatı onun bildiği kadar kimse bilemez. Bunun gibi onun ilmine, velâyetine ve sanatına vâris olan talebeleri, canının ve gönlünün oğulları da aynı derece ve değerdedirler.
Bu yüzden Musa Aleyhisselâm:
“Keşke ben Muhammed’in ümmetinden olsaydım!” buyurmuştur.
Onun bu temenniden maksadı, lâlettayin bir ümmet değil, Muhammed’in nurundan varolmuş ve onun can ve dilinden bitmiş ve sanatını mükemmel öğrenmiş olan bir ümmet, bir oğul, bir talebe olmaktı.” (Maârif. Sh: 143)
•
“Kendilerini nebilerin ve velilerin emir ve nehiylerine fedâ eden, kendi arzularını bir tarafa bırakan kimse; Allah-u Teâlâ’nın iradesi, Kur’an-ı kerim’in hükümleri, velilerin öğütleri ve içinden gelen ilham ile yaşar. Böyle bir kimse nâdirdir.
Bir de öyle bir makama erişmiş veli vardır ki, doğrudan doğruya arada Kur’an ve Hadis vasıta olmaksızın hareket eder. Bu, evvelkinden de nâdirdir. Evvelki makamda bulunan veliyi herkes ittifak ile kabul eder ve onu bulur, görüşür, konuşur. Fakat bu ikinciyi kimse anlayamaz.
Bu zât:
“Allah dilediğini yapar.” (İbrahim: 27)
Sırrına mazhar olmuştur.
Meselâ Allah adalete uygun olan veya olmayan birçok işler yapar. Aslında Allah-u Teâlâ’nın adalete uymayan işleri yoktur, fakat bizim aklımız bunları adalete aykırı işler olarak görür.
Meselâ Allah tutar, müminleri ve sâlihleri belâya, zahmete düçar ve onları helâk eder. Fakat fâsıklara ve zâlimlere rahatlık ve devlet verir. Hacc’a gitmek isteyen sâlih ve müttaki kimselerin gemilerini batırır, frenklerin ve korsanlık maksadıyla yola çıkan korsanların gemilerini selâmetle vatanlarına eriştirir. Mümin ve müslümanların çocuklarını kâfirlerin eline esir düşürür. Daha sayılamayacak kadar birçok işler doğrudan doğruya O’ndan zuhur eder. Fakat hiç kimse buna itiraz edemez. Bizim itikadımızca hepsi aynen adalettir ve hayırdır. Allah-u Teâlâ’nın yaptığı işler arasında fark bulmak olmaz.” (Maârif. Sh: 257)
•
“Onun tevazusu, bütün peygamberlerden fazla olduğundan, yerinde olarak ona Hatem’ül-evliya denilir.”
Bu sözün sırrını size açmak istiyorum:
Fakir daima, her fırsatta der ki; “Allah’ım! Benim boynumu sevgililerinin ayağı altına koy.” Demek ki bunu diyen olmamış. İşte sır buradadır.
Bu hâlât her zaman için kalbimde yaşar. Yani lafta değildir, her an ve fırsatta tatbikata girer. Boynumu sevgililerinin kademi altında bulundurmasını niyaz ederim. O anda boynum bir ip kadar incelir. Bu bir hâl tevazusudur.
Allah-u Teâlâ fakire mahviyeti sevdirmiş, ben kendimi Âyân-ı sâbite olarak görürüm ve daima bir taşın altında gizlenirim. Bir defasında hâl ile Halil İbrahim makamında bulunuyorum, taşın altına gizlendim. İbrahim Aleyhisselâm geldi, oraya oturdu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Kalk oradan, bak altında kim var?” buyurdu.
Yani Allah-u Teâlâ bize yerin dibini sevdirmiş, yerin üstünü değil. Bize mahviyeti, taşlar altında gizlenmeyi, ayaklar altında bulunmayı sevdirmiş. Çünkü O bizi Âyân-i sâbite ile yetiştirdi.
Âyân-i sâbite ile nasıl yetiştirdi? Bunun misalini verelim:
Tarikat-i aliye’ye yeni intisap etmiştim, üç-dört günlük idim. Çarşıdan geliyordum, önümde dört parmak kadar bir tümsek var. Geçmek için ayağımı attığımda, bütün âlem o anda bir kabir kadar oldu. Ben de o kabrin içinde bulunuyorum. Güçlükle yukarıya doğru baktım, bir delik görünüyor ve Halil Fevzi -kuddise sirruh- Hazretleri o deliğin üzerinde duruyor. Yani bütün kâinatin içinde bir zerre olduğumu, Âyân-i sâbite ile görmüş oldum. Zamanın kutb-u âzâmi Efendi Hazretleri olduğunu anladım.
Yetişme şekli zerreden başladı. Onun için bize herşey kolay geliyor. Çünkü hükümsüz ve değersiz olduğumu gözümle görüyorum, söz itibariyle söylemiyorum. Niçin? Çünkü ben O’nu görüyorum.
Mesela biz “Lâ ilâhe illallah” dediğimiz zaman şu âlemleri vallahi bir çarşafı atar gibi atabiliriz. Çünkü yalnız O’nu görüyorum. Örtüyü görmüyorum. Bütün âlemler bir örtüden ibarettir.
Allah-u Teâlâ İhlâs sûre-i şerif’inde:
“Kul hüvallahu Ehad” buyuruyor. O Ehad’dır, O’ndan başka hiçbir mevcut yok. “Allahüs-Samed.” O Ehad olduğuna göre, bütün yaratıkları O’na muhtaçtır. Olanlar “Ol!” diyor oluyor. “Öl!” diyor ölüyor. Bunu gördüğüm zaman göre göre söylüyorum.
Bu noktada mühim bir sır daha söyleyeceğim:
“Lâ ilâhe illâllah” Yaratılmışlar “Lâ” dan ibarettir, “İlâh” değildir. O’ndan başka “Ehad” yok, olanlar O’nunla var olmuştur.
“Muhammedün Resulullah” Allah-u Teâlâ nurundan onun nurunu yarattı, o nurdan kâinatı donattı. Siz Tevhid getirdiğinizi zannediyorsunuz. Fakir “Muhammedün Resulullah” deyince kâinatı görmüyorum, o nurla kâinatı görüyorum. Cenâb-ı Hakk’ın göstermesiyle bunlar göre göre söyleniyor.
Bu nasıl oluyor?
Allah-u Teâlâ ezelî takdirde nuru vermiş, kaseti de dürmüş, robota koymuş. Zamanı gelince o kaset çalışıyor.
O kadar büyük insanlar yetişmiş ki, geçmişte yaşamış zevât-ı kiram o ezelî takdir kasetini görmüşler ve üzerine eğilmişler. Yani “Bunu verdi, bunu verdi, bunu verdi.” demeleri, ezelî takdirdeki kaseti görmeleri sebebiyledir. Hâtem-i veliye Allah-u Teâlâ’nın neler vereceğini oradan almışlar ve anlamışlar.
Onlar takdir kasetini gördüler. Ona duyurduğunu zamanı gelince O konuşacak. O konuşmayacak, dürdüğü kaset konuşacak.
Onlar bin sene öncesinden görmüşler, şimdikiler bugünü görmüyorlar.
“Çünkü bir üstad, sanatında ilerlediği ve o sanatı herkesten iyi bildiği zaman: ‘O sanat, onda sona ermiştir.’ derler. Yani, o sanatı onun bildiği kadar kimse bilemez.”
Bilemez, bildirmediği için bilemez.
Nitekim Abdülkadir Geylâni -kuddise sırruh- Hazretleri “Fütûhü’l-Gayb” adlı eserinde buyurur ki:
“Hiç kimsenin erişemeyeceği sırları ona sezdirmiştir.” (33. Makale)
“Ona verdiği sırları başkasına vermedi.” diyor. Sır işte bu noktada toplanıyor. Robot robottur, hükümsüzdür, iş gören içine dürülen kasettir.
“Bunun gibi onun ilmine, velâyetine ve sanatına vâris olan talebeleri, canının ve gönlünün oğulları da aynı derece ve değerdedirler.”
Yetişebilene ne mutlu! Bu bir saâdet-i ebediyedir.
Çünkü:
“Yemendeyim yanındayım,
Yanındayım Yemendeyim.”
Yanında bulunmak mârifet değil, gönlünün içine girmek mârifettir. “Girdim” demekle girilmiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah bir kula hayır murad ettiği zaman, onun kalbinin kilidini açar. Onun kalbinde yakîn ve sıdk hâsıl eder. Onun kalbini içine girenleri koruyan bir muhafaza kabı kılar ve o kimsenin kalbini selim, lisanını sâdık, ahlâkını müstakim, kulağını işitici ve gözünü de görücü kılar.” (Râmuz el-Ehâdis)
Bu esrar odasına giren, onun esrârına mazhar olur.
Onun içindir ki bu hâle ermek çok nadirdir.
“Bu yüzden Musa Aleyhisselâm:
“Keşke ben Muhammed’in ümmetinden olsaydım!” buyurmuştur.
Onun bu temenniden maksadı, lâlettayin bir ümmet değil, Muhammed’in nurundan varolmuş ve onun can ve dilinden bitmiş ve sanatını mükemmel öğrenmiş olan bir ümmet, bir oğul, bir talebe olmaktı.” (Maârif. Sh: 143)
Bu da bir sırdır. Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize nurunu verdi ya, işte o nurdan nur alan, onun nuru ile nurlanan ümmettir. Yoksa umum ümmete şâmil değildir.
Fakir her zaman şu tabiri kullanır: Allah-u Teâlâ kime Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu takarsa, kimi kudsî ruhla desteklerse o odur. Desteklediğinden ve taktığından ötürü robot kıymetli oluyor. Yoksa robot robottur.
Meselâ bir astsubay var, bir de general var. İkisi de insan. Bunların arasını ayıran nedir? Rütbe. Kimisine astsubaylığı vermiş, kimisini general yapmış veya ordu kumandanı yapmış. O rütbeyi kime takarsa, O’nun takmasıyla oluyor bu işler. Yoksa o da insan, o da insan.
“Kendilerini nebilerin ve velilerin emir ve nehiylerine fedâ eden, kendi arzularını bir tarafa bırakan kimse; Allah-u Teâlâ’nın iradesi, Kur’an-ı kerim’in hükümleri, velilerin öğütleri ve içinden gelen ilham ile yaşar. Böyle bir kimse nâdirdir.
Bir de öyle bir makama erişmiş veli vardır ki, doğrudan doğruya arada Kur’an ve Hadis vasıta olmaksızın hareket eder.”
O öğretiyor, O dolduruyor, O hareket ettiriyor. Halk bu duruma şaşırıyor, amma sen şaşırma.
O bize öyle bir üslup vermiş ki, hiç kimseyi şaşırtmayacak, şüpheye düşürmeyecek bir üslup vermiş. Hep Âyet-i kerime, hep Hadis-i şerif’lerle konuşuyoruz.
O öğretmese benim bilmem mümkün müdür?
Siz mevzunun resmini görürsünüz, bize ise Cenâb-iı Hakk canlısını gösterir.
Ezelî takdirde nuru koymuş, kaseti de koymuş, bu zamanda sahneye koymuş, destekleyen de yine O.
Bunları duymanızda şu fayda var: “Allah’ım! Allah’ım sana şükürler olsun, dilediğine dilediğin esrârı duyuruyorsun, o esrarla seni bilmiş oluyoruz.”
“Bu, evvelkinden de nâdirdir. Evvelki makamda bulunan veliyi herkes ittifak ile kabul eder ve onu bulur, görüşür, konuşur. Fakat bu ikinciyi kimse anlayamaz.”
Zâhiri bir âlimi herkes görüyor, biliyor, iltifat ediyor. Fakat veliyi kimse bilmez, iltifat da etmez. Bu ise gizlinin de gizlisidir.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Onların adlarını abdal bile işitmemiştir.” buyuruyor. (Mesnevî)
“Bu zât:
“Allah dilediğini yapar.” (İbrahim: 27)
Sırrına mazhar olmuştur.
Meselâ Allah adalete uygun olan veya olmayan birçok işler yapar. Aslında Allah-u Teâlâ’nın adalete uymayan işleri yoktur, fakat bizim aklımız bunları adalete aykırı işler olarak görür.”
Meselâ Hızır Aleyhisselâm’ın bir çocuğu öldürmesi gibi. Bu durum zâhirde ahkâma ters düşüyor. Fakat o Hakk’tan ilim ve emir alıyordu. Yaptığı bu hareket Allah-u Teâlâ tarafından doğrulandı. Musa Aleyhisselâm ulül-azm bir peygamber olduğu halde:
“Doğrusu çok kötü bir iş yaptın!” dedi. (Kehf: 74)
“Meselâ Allah tutar, müminleri ve sâlihleri belâya, zahmete düçar ve onları helâk eder. Fakat fâsıklara ve zâlimlere rahatlık ve devlet verir. Hacc’a gitmek isteyen sâlih ve müttaki kimselerin gemilerini batırır, franklerin ve korsanlık maksadıyla yola çıkan korsanların gemilerini selâmetle vatanlarına eriştirir. Mümin ve müslümanların çocuklarını kâfirlerin eline esir düşürür. Daha sayılamayacak kadar birçok işler doğrudan doğruya O’ndan zuhur eder. Fakat hiç kimse buna itiraz edemez. Bizim itikadımızca hepsi aynen adalettir ve hayırdır. Allah-u Teâlâ’nın yaptığı işler arasında fark bulmak olmaz.” (Maârif. Sh: 257)
Bu hususu da misallerle açıklayalım:
Sâlih bir zât inzivaya çekilmiş, bir çalılıkta kendisini ibadete vermiş, ömrünü geçiriyor.
Bir başka zât da onun durumunu uzaktan dâima takip edermiş. Bir gün bakıyor ki bir arslan gelip onu parçalıyor. O anda keşfi açılıyor, onu cennet-i âlâda makamında otururken görüyor. Yani o parçalanan elbisesi, o zâtta birşey yok.
Mümini ibtilâya uğratıyor, saâdet-i ebediyeyi vermek, selâmete erdirmek için.
Kâfiri refah içinde yaşatıyor, felâketi ebediyeye düçar etmek için.
Bu işlerin sırrını Allah-u Teâlâ’dan başka hiç kimse bilmez.
Bir başka temsil;
Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’dan adaletini göstermesi dileğinde bulunuyor. Allah-u Teâlâ ona bir çeşmenin yanında bulunan ağaca çıkmasını ve olanları seyretmesini vahyediyor.
Ağaca çıkıyor ve bekliyor. Biraz sonra bir süvari geliyor, çeşmenin başında oturuyor, belinden kemerini çıkarıyor, serinliyor, dinleniyor ve kemeri orada unutarak yoluna devam ediyor. Biraz sonra başka bir adam geliyor, bakıyor ki çeşme başında altın dolu bir kemer var, kemeri aldığı gibi oradan uzaklaşıyor.
Derken kör bir adam çıkageliyor. Çeşmenin yanında bulunduğu sırada, az önce oradan ayrılan süvari geri geliyor. “Hani kemerim?” diyor. “Ben almadım, ben zaten körüm.” diyorsa da, o hırsla adamı öldürüyor ve gidiyor.
Allah-u Teâlâ; “Adaletimi gördün mü?” buyuruyor. Musa Aleyhisselâm bu olanlardan hiçbir şey anlamadığını söyleyince şöyle açıklıyor:
“O körün babası vaktiyle bu süvarinin babasını öldürmüştü. O altınlar daha önce, çeşmenin başından altınları alıp giden adamın babasınındı. Bu süvari altınları ondan gasbederek almıştı. Şimdi ise altınlar vârisine geçti. O adam öldürdüğü için, o da onu öldürdü, adalet yerini bulmuş oldu.”
Amma görünüşte ters. Tek kelime ile; Hâlik’ın işine mahlûkun aklı ermez.