Tasavvuf ehli arasında en çok kitap yazan zâtlardan biri olan Abdülgâni Nablusî Hazretlerinin üçyüz küsür sene önce geleceğini haber verdiği geçen sayı yayınladığımız Hâtem-i veli hakkındaki ifşaatlarının izahı yoktu. Tekrar ele alıyor ve izahını takdim ediyoruz:
Abdülgâni Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri “Cevâhirü’n-Nusûs” adlı eserinde, velâyet ilimlerinin alındığı asıl kaynak olan Hâtem-i velâyet kandili ile ilgili olarak şu malûmatı vermiştir:
“Kıyâmet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i velî’nin, o zamandaki velâyet kandilinin nûrundan görebilirler.” (Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 36)
Yani Allah-u Teâlâ onu halkettiği zaman ona bir nur bahşetti. Bu nur bir kandil mesabesine konursa, kıyamete kadar gelecek bütün veliler, o kandilin nur ışığından görebilecekler, eserlerini ve hakikatleri oradan çözebilecekler.
•
Hazret eserinde: “Âdem su ile toprak arasında iken ben peygamber idim.” Hadis-i şerif’inin tefsir ve izâhını yaparken, mevzunun bir noktasında, Hâtem-i velâyet mevzusu ile ilgili en gizli sırlardan birisine temas ederek şöyle buyurmuştur:
“Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü’l-evliya da velî iken, Âdem henüz su ile toprak arasında idi. Çünkü o, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir.” (Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 38)
Yani Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin nurunu yarattığı zaman henüz Âdem Aleyhisselâm yaratılmamıştı. O su ile toprak arasında iken peygamberdi, Hatem-i veli de öyledir. O zaman taktığı nurdan ötürü, bütün veliler ve nasipdar olanlar, o zaman taktığı nurdan beri geliyor, sonra takılan birşey yok.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Âdem Aleyhisselâm su ile toprak arasında iken peygamberdi, orada peygamberlik var, burada da velilik var.
Peygamberlikle veliliği size şöyle izah edelim.
Hatem-i veli Resulullah Aleyhisselâm’ın kademi üzerindedir, yani yolu üzeride izi üzeridedir. Fakat sizin anlayacağınız başka bir tabir kullanayım: Meselâ bir kimsenin başından su dökseniz, o su nereye gider? Ayaklarına gider. Bunun gibi, işte onun ayağıdır, onun mânevi ayakkabısıdır, yahut izidir. Feyiz ona geliyor, o feyizi o alıyor, beşeriyet de ondan alıyor. Yani Resulullah Aleyhisselâm’ın mânevi ayakkabısından almak zorundadır. İşte asıl sır bu noktada toplanıyor.
•
Eserin Şit Aleyhisselâm’la ilgili olan ikinci bölümünde ise; bu peygamberin kendi ilmini taşıyanlara yaptığı istimdâttan, velilerin sonuncusu olan bu zâtı istisnâ ederek şöyle buyurmuştur:
“Risâlet velâyeti, nübüvvet velâyeti ve iman velâyeti hususunda evlîyanın Hatm’i olan insanın rûhu bunun dışındadır. Onun ilmi kâmillerinin ruhları arasındaki bir ruhtan değil, ancak vâsıtasız olarak, bir olan Cenâb-ı Allah-u Teâlâ’dan gelir.” (Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 42)
Yani o bunların hepsinden ayrıdır. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ onunla irtibat kurmuş. O ona veriyor, o dilediğine oradan veriyor.
Mesela bir temsil verelim. Hükümet bir bankaya para veriyor. Kişiye de: “Sen maaşını o bankadan alacaksın.” diyor. Allah-u Teâlâ da buyuruyor ki: “Ben oraya koydum, alan oradan alacak, başka yerden alamayacak.”