Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
"Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir.
Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhakî)
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine ve O’nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’a inandığını dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.
Nifak kelimesi “Nâfikâ” kelimesinden türemiştir ve köstebek inine verilen addir. Köstebek iki tane yol yapar. Birincisinden başını çıkarıp gösterir, amma ikinci bir yol yapmıştır ve bu yolu gizlemiştir, bu gizlediği ikinci kapıdan kaçar. Bu ikinci kapıya “Nâfika” denir. Bunun gibi, münafık da kendisini müslüman gösterip gizlice kâfir olduğu için ona bu ad verilmiştir. Münafığın kelime mânâsı budur.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Münafıklık, gerçekten kâfirliktir.
Bir Âyet-i kerime’de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
“Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdetten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Nifak ve münafıklık, Kur’an-ı kerim’de ve Hadis-i şerif’lerde üzerinde çok durulan bir konudur.
İslâm’ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı, küfrün ise sapıklık olduğu, insanlığı karanlıkta bıraktığı apaçık ortadadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 256)
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle birbirinden ayırt edilir haldedir.
Allah-u Teâlâ iman ile küfrü, inananlarla inanmayanları birbirinden kesin olarak ayırmıştır.
İman nûru ile münevver olan “Hakikat ehli” iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşacak, küfür karanlığında kalan “Dalâlet ehli” ise dünyada ve ahirette cezaya çarptırılacak.
“Kim tâğutu inkâr edip de Allah’a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur.” (Bakara: 256)
İman aslâ kopmak bilmeyen bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz. İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan tâğutların, imansız imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk’tan, hakikattan ve doğruluktan uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapıklık içinde bocalar dururlar.
“Allah işitendir, bilendir.” (Bakara: 256)
Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Dili ile “Ben de müslümanım.” deyip, içinde inkârı saklayan kâfirlerin, münafıkların sapıklıklarından Allah-u Teâlâ habersiz değildir.
Tâğutu, yani ilâhî hükümlerle çatışan nefsi, fertleri, düzenleri reddetmedikçe, hâkimiyetin yalnız Allah-u Teâlâ’ya âit olduğunu tasdik etmedikçe, Tevhid kulpuna yapışılamaz.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Yüzden fazla Âyet-i kerime’de münafıkların şerlerinden ve alâmetlerinden bahsedilmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm’a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif’ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
Bakara sûre-i şerif’inin hemen başında müminler hakkında iki Âyet-i kerime, kâfirler hakkında üç Âyet-i kerime, münafıklar hakkında ise onüç Âyet-i kerime ile bilgi verilmesi, bu hususun ne kadar mühim olduğunu göstermektedir.
Allah-u Teâlâ çeşitli Âyet-i kerime’lerinde münafıkların özelliklerini beyan buyurmaktadır:
“Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların dinleri hususunda şaşkın olduklarını, şeytanın onları tereddüte düşürdüğünü beyan buyurmaktadır.
Ne müminlere uyarak tam mümin olurlar, ne de kâfirlere uyarak müşrik olurlar. Ne müminlere katılırlar, ne de kâfirlere.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise en şiddetli azaba çarptırılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan aslâ gafil değildir.” (Bakara: 85)
Kur’an-ı kerim’in bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak küfürdür.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!’ denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 61)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın ulvî hükümlerine uymak istemezler.
“Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz çevirirler.” (Yâsin: 46)
Onlar kelâmullah olan Kur’an-ı hakîm’in ulvî beyanlarını olduğu gibi kabul edip de İslâm’la müşerref, imanla münevver olmak istemezler.
“Onlardan yüz çevir. (Dâvetine uymamalarından dolayı) sen kınanacak değilsin.” (Zâriyat: 54)
“Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi, sizin de inkâr edip sapmanızı isterler ki, onlarla bir olasınız.” (Nisâ: 89)
Herkes aslını icrâ etmek istiyor. Kimisi hayırda, kimisi şerde. İyinin gayesi iyiliğe çekmek olduğu gibi, kötünün gayesi de kötülüğe çekmektir. Hayırda çalışan hayrını artırır, sermayesini çoğaltır. Şerde çalışan kötülüğünü artırır, âkıbetini hazırlar.
“Hayır, öyle değil!.. Rabbin hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ: 65)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine başvurmayı müminlere farz kıldığı gibi, onun verdiği hükümlerden dolayı müminlerin içlerinde herhangi bir sıkıntının yer etmesini de haram kılmıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.” (Nûr: 51)
O itaatkâr müminler dünya saâdetine ahiret selâmetine ererler, umduklarına nâil olurlar, korkunç âkıbetlerden emin bulunurlar.
“Andolsun ki münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve Medine’de yalan haber yayanlar vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz. Sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler.
Hepsi de lânetlenmiş olarak, nerede ele geçirilirlerse yakalanırlar ve öldürülürler.
Allah’ın daha önce geçmiş olanlara uyguladığı sünneti (âdeti) budur. Sen Allah’ın sünnetinde aslâ bir değişiklik bulamazsın.” (Ahzâb: 60-62)
Onlar hakkındaki ilâhî hüküm tecelli eder ve sonunda da ebedî cezalarına kavuşurlar.
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını arttırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici azap vardır.” (Bakara: 10)
Onlar Kitabullah’a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ da bu hastalığı taşıyanların hastalığını daha da artırmıştır. Bu yüzdendir ki Allah-u Teâlâ’nın kahrına müstehak olmuşlardır.
Kendilerinin nasıl bir cehalet ve dalâlet çukuruna düşmüş olduklarının hiç farkında değildirler.
“Onlara güven ve korkuya dâir bir haber gelse, hemen onu yayarlar. Halbuki onu Peygamber’e veya kendilerinden olan emir sahiplerine arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarmaya gücü yetenler elbette onu bilirlerdi. Allah’ın üzerinizdeki lütfû ve nimeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyar giderdiniz.” (Nisâ: 83)
Bugün bütün insanların yanılmaları; ehline müracaat etmemeleri yüzündendir, buna lüzum görüp tenezzül etmeyişindendir, kendi zannını ve fikrini beğenmesinden ötürüdür. Bütün yanılmalar bundan doğmuş, bunun için sapmışlardır.
Eğer bunu ehline sorsaydı, ehli ona yol gösterecekti ve hakikatı öğrenecekti.
Hakikat az da olsa, kıyamete kadar mevcuttur. Sen de o azı bul da tanış. İmansız imamlarla tanışacağına, hakikat ehli ile tanış.
İşte bu Allah-u Teâlâ’nın lütfu da, lütfa mazhar olanlara müracaatla ve yaklaşmakla mümkündür. Onlara müracaat edip yaklaşmadıkça zaten şeytana çoktan uymuş olur.
“Demek ki sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını keseceksiniz öyle mi?” (Muhammed: 22)
Münafıkların en belirgin özelliklerinden birisi de, bir mevkiye geçtikleri zaman yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp ortalığı karıştırmaktır.
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lânetlediği, sağır yaptığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed: 23)
Onların kulaklarını sağır ettiği için ilâhi sözü duyup anlamazlar, gözlerini kör ettiği için gerçekleri göremezler. Onlar böyle aklı kıt kimselerdir.
“Böylesine ‘Allah’tan kork!’ denilince, benlik ve gururu kendisini günaha sürükler.
Ona cehennem yeter. O ne kötü yataktır!” (Bakara: 206)
Ceza olarak, öfkesinden kükreyen cehennem onun için kâfidir.
Söz ve icraatlarıyla isyankâr olan bu kişilere “Allah’tan kork! Bozgunculuktan vazgeç, Hakk’a dön!” diye öğüt verilecek olursa hiç kulak asmaz. Onun bu gibi sözlere hiç tahammülü olmaz. Büsbütün inatlaşır, küfründe ısrar eder ve büyük günahlara kapı açmakta tereddüt göstermez. İsyan ve günahlar onu çepeçevre kuşatır.
“Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve kendilerine göre yorumlamak için onun benzer âyetlerinin üzerine düşerler.” (Âl-i imran: 7)
Akıllarına câzip gelen tevillerle Âyet-i kerime’lere mânâ verirler. Böylece Kur’an-ı kerim’i tahrip ve tahrif etmeye kalkışırlar.
“Sen o münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider.” (Münâfikun: 4)
Dıştan bakınca imreneceğin tutar.
“Söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikun: 4)
Sözlerinin akıcılığı ve edebî konuşmalarından dolayı güzel lâflar ederler. Konuşmaya başladıkları zaman orada bulunanların dinleyesi gelir.
“Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikun: 4)
“Haşebe” kalın kereste demektir. İmandan ve iz’andan, ilim ve irfandan mahrum oldukları için duvara dayandırılmış kütüklere benzetilmişlerdir.
Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi gereken sözler kulaklarına girmez.
Öyle cansız ve yüreksizdirler ki;
“Her gürültüyü, korkularından kendi aleyhlerine sanırlar.” (Münâfikun: 4)
Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde zannederek ürkerler. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Çünkü içleri kurtlu haindirler. Hainler ise içyüzleri açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içindedirler. Yalan söylemeye de alışkın oldukları için, lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerine mânâ çıkarırlar.
“Onlar düşmandırlar.” (Münâfikun: 4)
Onlar her ne kadar müslüman görünseler de, hem İslâm’a hem de müminlere düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler.
“Onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!” (Münâfikun: 4)
Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.
“Allah kahretsin onları!” (Münâfikun: 4)
Onlar böyle bir bedduâya müstehaktırlar. Onlar cezalandırılmaktan aslâ kurtulmayacaklardır.
Sen onları dost edinirsen, sen de bu kahra uğrarsın.
“Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikun: 4)
Delillerin açıklığına rağmen akılları nasıl sapıyor? Nurdan karanlığa nasıl da döndürülüyorlar?
Artık o kalplere ne hidayet ulaşır, ne de nur. Dolayısıyla ne yaptıklarını, kimin peşinde gittiklerini inceden inceye bilecek anlayış kabiliyetleri kalmamıştır.
“Münafık olan erkeklerle, münafık olan kadınlar birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder ve iyilikten sakındırırlar ve Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.
Münafıklar fâsıkların tâ kendileridir.” (Tevbe: 67)
Münafık erkekler ve münafık kadınlar bir tek sınıftır. Onlar bir şeyin parçalarının birbirine benzediği gibi nifakta ve imandan uzak olmada birbirinin benzeridirler. Gayeleri kötülüğü yaymak, iyilikten vazgeçirmektir.
“Münafıklar kalplerinde bulunanı onlara haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler. Resulüm! De ki: Siz alay edip durun. Şüphesiz ki Allah o çekinip durduğunuz şeyi açığa çıkaracaktır.” (Tevbe: 64)
Allah-u Teâlâ münafıkları “Bu alçaklığa devam ediniz, yakında göreceksiniz.” beyân-ı ilâhisi ile açık bir şekilde tehdit etmektedir.
“Onlar korkak bir topluluktur.” (Tevbe: 56)
Bunun içindir ki, iki yüzlü davranmak suretiyle, müslüman olmadıkları halde müslüman olarak görünmektedirler.
“Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler.” (Âl-i imran: 120)
Müslümanlar Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla güçlenirler, zaferler kazanırlarsa onlar bundan hoşlanmazlar. Bir bozgun ile karşılaşırlarsa, bundan dolayı da son derece sevinç duyarlar. Bu ise düşmanlığın en ileri derecesidir.
“Eğer sabreder Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zaman zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i imran: 120)
Bütün bunlara karşı müslümanların vazifesi sabır ve takvâdır.
“Onlar sizinle karşılaştıkları zaman: ‘İnandık!’ derler. Kendi başlarına kaldıkları zaman da, size olan kinlerinden ötürü parmaklarının uçlarını ısırırlar.
De ki: ‘Kininizle geberin!’ Allah kalplerde olanı bilir.” (Âl-i imran: 119)
Eğer müslümanlar Allah-u Teâlâ’ya itaat etmede sabreder ve yasaklarından kaçınmakla iyice korunurlarsa, onların hile ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.
“Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücadele: 14)
Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!” (Mücadele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah’ın yolundan alıkoydular.” (Mücadele: 16)
“Biz de müslümanız!” diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm’ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
“Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücadele: 16)
Allah’ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.
“İnsanlardan kimi de, Allah’a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder.” (Hacc: 11)
Dini samimiyetle kabul etmiş değildir. Dinin bizzat içinde yer almaz. İçten gelerek değil de, belli bir maksat için dindarlık eder. Bir tepenin bir kenarı üzerinde, düşmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmış bir vaziyette bulunuyormuş gibi bir halde, şüphe ve kararsızlık içinde ibadette bulunur.
“Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun olur.” (Hacc: 11)
Kendisine isabet eden bu iyilikler ile tatmin olur, dini üzerinde sebat eder.
“Başina bir belâ gelirse yüz üstü döner. “ (Hacc: 11)
İrtidat edip dinden çıkar ve eski kâfirlik haline döner. Çünkü onun dini ulvi bir maksada müstenid değildir. Maddi menfaatler uğrunda her türlü mukaddesatı feda edecek bir tıynettedir.
Müslümanlar arasında müslüman görünseler de, kendi emsalleri ve yandaşları yanında imandan eser görülmez.
Artık bu gibi kimseler, hiç şüphe yok ki:
“Dünyayı da ahireti de kaybeder.” (Hacc: 11)
Dünyadaki kaybı inananların kendisine düşmanlık etmeleri, kâfirlerin ona güvenmemeleri; ahiretteki kaybı ise ebedi olarak cehennemde kalması ile ortaya çıkacaktır. Onun için hiçbir sevap yoktur.
“İşte apaçık kayıp budur.” (Hacc: 11)
Bir benzeri daha bulunmayan apaçık bir ziyandır, tam bir sapıklık, çok büyük bir hüsrandır, zarar eden bir ticarettir.
“O, Allah’ı bırakıp da kendisine fayda ve zarar vermeyecek şeylere tapar.” (Hacc: 12)
Yani dininde karar etmeyen kimse bir takım taştan ve ağaçtan yapılmış putlara tapınır ki, tapınan kimseye o put bir fayda veremediği gibi, tapınmayı terk etse bile herhangi bir zarar vermeye gücü yoktur.
Bunun da tek sebebi; istikametten ayrılmak, dalâlete yönelmektir.
“İşte en uzak sapıklık budur.” (Hacc: 12)
Sapıklık içinde sapıklık, zulmet üstüne zulmettir. Artık ondan öteye bir iflas yoktur.
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ’nın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar. Şu halde kâfirlerden ve kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne büyük bir sapmışlıktır.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emretmekte, bu emr-i şerif’e uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ’nın dininde onların hiçbir yeri yoktur. Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.
Gerçekten de onlar kâfirlerle birliktedirler. Hem onları severler, hem de sevgilerini gizlerler.
“İnsanların bir takımları vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık.’ derler. Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.” (Bakara: 8-9)
Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar müslümanları aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir, en büyük zararı yine kendileri görürler, yaptıklarının vebali kendilerine döner.
Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Onun içindir ki sapıklık ve kötülüklerini açıklamakta, cahilliklerini tescil etmektedir.
Onların kalpleri nifak ve şüphe ile doludur.
“Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler.” (Bakara: 11)
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İyi bilin ki asıl ortalığı ifsat edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.” (Bakara: 12)
Kalplerinden iman nuru silindiği için bunun böyle olduğunu hissedip anlamazlar.
“Onlara: ‘Müslümanların inandığı gibi siz de inanın!’ denilince de: ‘Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?’ derler. İyi bilin ki asıl beyinsizler kendileridir, fakat bunu bilmezler.” (Bakara: 13)
Bunlar kendilerini malumatlı, bilgili zannederler. Nasıl bir cehâlet ve gaflet çukuruna düştüklerinin farkında değildirler.
“Mü’minlerle karşılaştıkları zaman: ‘İnandık’ derler, elebaşları ile başbaşa kaldıklarında ise: ‘Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz!’ derler. Allah da kendileriyle alay eder, azgınlıklarında onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başı-boş dolaşırlar.” (Bakara: 14-15)
Bu, onların yaptıklarına karşı, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür.
Allah-u Teâlâ çeşitli Âyet-i kerime’lerinde münafıkların özelliklerini beyan buyurmaktadır:
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücadele: 14)
“Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
“Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler.” (Tevbe: 56)
“Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr: 13)
“Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
“Onlara: ‘Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikun: 5)
“Onlar ‘Allah’ın Peygamber’inin yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler!’ diyenlerdir.
Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar bu gerçeği anlamazlar.” (Münâfikun: 7)
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir.” (Tevbe: 127)
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki dünya hayatı hakkında söyledikleri söz senin hoşuna gider. Hatta böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutarlar. Halbuki o hasımların en yamanıdır.” (Bakara: 204)
“Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmaya kalkışıyorlar. Oysa Allah onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir.” (Nisâ: 142)
“Onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar.” (Nisâ: 142)
“İnsanlara gösteriş yaparlar.” (Nisâ: 142)
“Allah’ı pek az zikrederler.” (Nisâ: 142)
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar.” (Bakara: 9)
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
“Onlar korkak bir topluluktur.” (Tevbe: 56)
“Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın.” (Muhammed: 30)
“Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!” (Nisâ: 138)
•
Ayrıca;
Bakara sûre-i şerif’inin 15. Âyet-i kerime’sinde; Allah-u Teâlâ’nın onlara mühlet verdiği, bu yüzden bir müddet başıboş dolaşacakları,
16. Âyet-i kerime’sinde; hidayet karşısında sapıklığı satın aldıkları, bu alış-verişlerinin kendilerine kâr sağlamadığı, doğru yolu da bulamadıkları,
Tevbe sûre-i şerif’inin 127. Âyet-i kerime’sinde onların gerçeği anlamayan kimseler oldukları,
54. Âyet-i kerime’sinde; sadakaları istemeyerek verdikleri,
69. Âyet-i kerime’sinde; amellerinin dünyada da, âhirette de boşa gittiği, çok büyük ziyana uğradıkları,
84. Âyet-i kerime’sinde; münafıkların cenaze namazının kılınmayacağı,
Haşr sûre-i şerif’inin 16. Âyet-i kerime’sinde durumlarının şeytanın durumu gibi olduğu,
Münafikun sûre-i şerif’inin 1. Âyet-i kerime’sinde; yalancı oldukları,
2. Âyet-i kerime’sinde; yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdıkları, yaptıklarının çok kötü olduğu,
3. Âyet-i kerime’sinde; önce iman edip sonra inkâr ettikleri, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiği,
5. Âyet-i kerime’sinde; büyüklük tasladıkları,
6. Âyet-i kerime’sinde; yoldan çıktıkları, Allah-u Teâlâ’nın onları kesinlikle bağışlamayacağı,
Nisâ sûre-i şerif’inin 60 ve 61. Âyet-i kerime’si ile, Nur sûre-i şerif’inin 48. Âyet-i kerime’sinde; Allah-u Teâlâ’nın ve Resul’ünün hükmüne râzı olmadıkları,
139. Âyet-i kerime’sinde; müminleri bırakıp kâfirleri dost edindikleri,
Mücadele sûre-i şerif’inin 14. Âyet-i kerime’si ile Mâide sûre-i şerif’inin 52. Âyet-i kerime’sinde; “Başımıza bir felâket gelmesinden korkarız.” diyerek yahudilere ve hıristiyanlara yandaşlık ettikleri,
Mücadele sûre-i şerif’inin 19. Âyet-i kerime’sinde şeytanin adamları oldukları,
Muhammed sûre-i şerif’inin 16. Âyet-i kerime’sinde peygamberlerle alay ettikleri, kalplerinin mühürlü olduğu,
28. Âyet-i kerime’sinde; yaptıkları iyiliklerin boşa gideceği,
Âl-i imran sûre-i şerif’inin 161. Âyet-i kerime’sinde; peygamberlere iftira ettikleri,
Ahzab sûre-i şerif’inin 1. ve 48. Âyet-i kerime’lerinde; kâfirlere ve münafıklara uymamanın gerektiği,
Yine Nisâ sûre-i şerif’inin 140. Âyet-i kerime’sinde; Allah-u Teâlâ’nın kâfirleri ve münafıkları cehennemde bir araya getireceği,
145. Âyet-i kerime’sinde; cehennemin en alt tabakasında olacakları,
Tevbe sûre-i şerif’inin 68. Âyet-i kerime’sinde “cehennemde ebedi kalacakları” beyan buyurulmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Mekke döneminde kâfirler müşrikler vardı, açıktan açığa inkâr ediyorlar, putlara tapıyorlardı. Medine’de ise münafıklar türemeye başladı. Bunlar özü sözüne, sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden inanmayan kâfirlerdi. Kimileri Medine’nin yerli halkından, kimileri de yahudilerdendi.
Münafıklar, tabiatları icabı müslümanların düşmanları kuvvetli olunca ortaya çıkmadıkları için; hicretten önce münafıkların varlığı bahis mevzuu değildi. Çünkü müslümanlar, müşriklerin korkup çekinmediği bir azınlık durumunda idiler. Dolayısıyla da İslâm düşmanları müslüman gibi görünmek ihtiyacında değildiler. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye yerleşip oradaki müslümanları siyasi bir teşkilâta kavuşturunca, bazı kimseler açıktan açığa onların karşısına çıkamadılar. Münafıklık yolunu seçerek müslüman gibi göründüler ve küfürlerini gizlediler.
Abdullah bin Ubeyy bin Selül hicretten önce Hazreç kabilesine reis olacaktı. Müslümanlığın Medine’de yayılması, Resulullah Aleyhisselâm’ın hicret etmesi, kendi kabilesinin onu bırakıp İslâm’a girmesi reisliğine mâni oldu. Bu sebeple kendisi de taraftarları da İslâm’a düşman oldular. Fakat bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için de, iman etmedikleri halde müslüman göründüler. Böylece bir de münafıklar zümresi türemiş oldu.
Yahudiler hiç boş durmuyorlar, Evs ve Hazreç kabileleri ile olan ittifak ve münasebetlerinden faydalanarak müslümanları kandırmaya çalışıyorlardı. Nicelerini şaşırttılar. Böylece daha birinci hicret yılında bu iki kabile arasında münafıklar türemeye başladı. Dıştan müslüman görünürler, el altından fesat çıkarmaya yeltenirlerdi.
•
Yahudilerden bir kısmı da görünüşte müslüman gibi davranarak, küfür ve inkârı kalplerinde gizlerlerdi.
İslâm’ın kudreti artmış olduğundan, bu gibi fitne ve fesatçılar, Mekke müşrikleri gibi açıktan fesat çıkarmaya cesaret edemezlerse de gizliden gizliye icraatlarını yapmaktan geri kalmazlardı. Yeri geldikçe, fırsat buldukça nifaklarını yayarlardı.
Râfi’ bin Hureymele öldüğünde Resulullah Aleyhisselâm:
“Bugün büyük bir münafık öldü.” buyurmuştur.
Bu münafıklar Mescid’e de gelirlerdi. Bazen de diğer yahudilere ve İslâm düşmanlarına nakletmek için müslümanları dinliyorlardı. Bir defasında Resulullah Aleyhisselâm onlardan bazılarını gizli gizli konuşurken görmüştü. Verdiği emir üzerine Mescid’den dışarı çıkarıldılar. Müslümanlar onları dışarı atarken “Yazıklar olsun size! Resulullah’ın mescidinden çıkarılan pis münafıklar!” dediler.
Münafıkların hepsinin durumu aynı değildi. Bunlardan bir kısmı Abdullah bin Ubeyy ve Hâris bin Süheyh gibi ileri gelenler idi. Büyük çoğunluk ise akrabalık ve müttefiklik gibi çeşitli sebeplerle körü körüne bunlara uyan kimselerdi.
•
Ayrıca bedevî, yani göçebe hayatı yaşayan çöl Arapları arasında da münafıklar vardı.
Kur’an-ı kerim onlardan şu şekilde söz etmektedir:
“Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından münafıklar vardır. Bunlar münafıklıkta mahir olmuşlardır. Sen onları bilmezsin, biz onları iyi biliriz.
Biz onlara iki kez azap edeceğiz. Sonra da onlar daha büyük bir azaba itileceklerdir.” (Tevbe: 101)
Hangi gruptan olursa olsun, bütün münafıklar hemen hemen aynı vasıfları taşımaktadır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlar.” (Âl-i imran: 167)
Münafıklar müslümanlar arasına nifak ve ayrılık sokucu fikirler atıyorlar, Resulullah Aleyhisselâm’ı müminler nazarında küçük düşürmeye çalışıyorlardı.
Bu yıkıcı faaliyetleri birçok defalar Resulullah Aleyhisselâm’a intikal etmiştir. Kendisine ulaşan her bir şikâyeti dinliyor, şikâyet edilenleri sorguya çekiyordu. Fakat bunlar suçlarini inkâr ediyorlar, kelime-i şehadet getirerek müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Fakat sık sık gelen vahiyler, haklarındaki şikâyetleri inkârlarına rağmen teyid ediyordu.
Meşhur ifk hadisesi bunun bir numunesidir.
Resulullah Aleyhisselâm’ı küçük düşürmek için karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme yoluna giderlerdi.
•
Münafıklar müslüman olduklarını ilân etmeleri sebebiyle zâhirde müslüman kabul ediliyorlardı. Müslümanların sahip oldukları bütün haklardan istisna olmaksızın istifade ediyorlardı, cemaatle kılınan bütün namazlara, askeri seferlere katıldıkları gibi, ganimetlerden de eşit şekilde paylarını alıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm onların yıkıcı faaliyetleriyle ilgili bir şikâyet olunca veya ters icraatlarına bizzat şahid olunca gereken tahkikatı yapıyor, sorguya çekiyordu. Suçlarını bazen itiraf ediyorlar, çoğu zaman ise inkâr ediyorlardı. Gerek şahsi tahkikatı, gerekse vahiy yoluyla haklarında verilen bilgi sonunda, sabit olan suçlarından dolayı onları cezalandırmaktan ziyade tevbe etmeye, af dilemeye dâvet ediyordu.
Haklarında uygulanan bu müsamaha karşısında münafıklar Resulullah Aleyhisselâm’ı saflıkla vasıflandırarak alaya almaya başladılar.
Bir defasında bir yerde toplanan münafıklar Resulullah Aleyhisselâm hakkında ileri geri konuşmuşlar, şânına lâyık olmayan şeylerle anmaya başlamışlardı. İçlerinden bazıları “Onun hakkında böyle dedikodu yapmayınız. Korkarım ki kulağına gider, o zaman da bizim için iyi olmaz!” dediler. Cülâs bin Süveyd “Biz istediğimizi söyleriz, sonra da onun yanında söylediğimizi inkâr ederiz. Üstüne bir de yemin bastırdık mı, bizim doğru söylediğimize hemen inanır. O her duyduğuna inanan bir kulaktır.” diye konuştu.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Onların içinde öyleleri vardır ki Peygamber’i incitirler.” (Tevbe: 61)
Onun mübarek kalb-i rahimini rencide etmekten geri durmazlar.
“O her söyleneni dinleyen bir kulaktır derler.” (Tevbe: 61)
Herkesi dinler, işittiği her haberi doğrular, herkesin sözüne inanır.
“Resulüm! De ki: O sizin için bir hayır kulağıdır.” (Tevbe: 61)
Evet bir kulaktır, fakat sizin zannettiğiniz gibi değil. O başka bir şey dinlemez, işitilmesi ve kabul edilmesi gereken şeyleri işitir.
O öyle bir peygamberdir ki;
“Allah’a inanır, müminlere inanır.” (Tevbe: 61)
Allah-u Teâlâ’nın azametini, yüceliğini bildiği için iman eder, buyurduğu hususlarda tasdik eder. İhlâs ve samimiyetlerini bildiği için müminlerin söylediklerini dinler, haber verdikleri hususlarda onları tasdik eder. Çünkü onun nazarında müminler doğru sözlüdürler, yalan söylemezler.
Ve o şânı yüce Peygamber:
“O sizden iman edenler için bir rahmettir.” (Tevbe: 61)
Çünkü Allah-u Teâlâ onun vasıtasıyla küfürden kurtarıp imanı nasip etmiştir.
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da, âhirette de belâlarını bulacak, ebedî azaba düçar olacaklardır.
Bütün müsamahaya rağmen Resulullah Aleyhisselâm münafıklara karşı ihtiyatı elden bırakmamıştır.
Onun bu tedbiri sayesinde hile ve desiseleri ortaya çıkacak diye devamlı bir korku içinde idiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Münafıklar kalplerinde bulunanı onlara haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler.” (Tevbe: 64)
Hem nifaka devam ediyorlar, hem de gizli plânlarını Kuran-ı kerim’de teşhir edecek bir sûrenin inmesinden endişe edip duruyorlardı.
“Resulüm! De ki: Siz alay edip durun. Şüphesiz ki Allah o çekinip durduğunuz şeyi açığa çıkaracaktır.” (Tevbe: 64)
Nitekim açığa çıkarmış, kalplerinde sakladıkları nifakı ve şikakı teşhir etmiştir.
•
Resulullah Aleyhisselâm münafıkların toplanarak bir araya gelmelerine fırsat vermezdi. Süleylim adındaki bir yahudinin evinde toplanarak Tebük seferine katılmak isteyenlere mâni olmaya çalışan bir grup münafığın üzerine Talha -radiyallahu anh- başkanlığında bir ekip göndererek evi yakmalarını emir buyurmuş, emir derhal yerine getirilmiştir.
Keza Resulullah Aleyhisselâm Tebük seferinde iken, münafıklar tarafından inşâ edilmiş olan Dırar mescidinin yıktırılmasını da emir buyurmuştu.
•
Resulullah Aleyhisselâm neticede münafıklara karşı takip ettiği metot sayesinde vahdeti korudu, teşkilâtlanmalarına mâni oldu.
Abdullah bin Ubeyy bin Selül ölünce nifak kaynağı kurudu, etrafında toplandıkları bu baş münafığın ölümü ile münafıklar da dağıldılar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
“Münafıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra küfür vardır.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2120)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerinin bildirdiği üzere münafıklar Asr-ı saâdet’te Abdullah bin Ubeyy bin Selül’ün başkanlığı altında teşekkül etmiş habis bir zümre idi. Bunlar iman ile küfür arasında bir nifak örtüsüne bürünerek hayatlarını korumuşlardır. Fakat Asr-ı saâdet geçtikten sonra iman ile küfür arasında bir nifak merhalesi kalmamıştır. Çünkü bir müslüman gönlünde küfrü gizlemekle “Mürted” olur.
Asr-ı saâdet’te münafıklar savaş, gazâ gibi birliği icap eden her işte yan çizerlerdi. Fakat görünüşte inandıklarını iddiâ ettikleri için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Uhud ve Tebük seferlerindeki döneklikleri gibi birçok bozguncu hareketlerine rağmen cezâ uygulamazdı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- gibi bir kısım Ashab tarafından bu habis zümrenin topluca yok edilmesi teklif olunduğu halde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bırakınız! ‘Muhammed ashabını öldürüyor!’ diye ortaya ikinci bir fitne çıkarılır.” buyurdu.
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerinin buyurduğu üzere daha sonra İslâm dini tamamiyle kuvvet bulunca artık iman ile küfür arasındaki nifak maskesi atılmıştır. Bütün bunlar artık gizli-kapaklı değildir. Öyleyse nifak, imandan sonra küfür gibidir.
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerinin bir beyanları da şöyledir:
“Zamanımızın münafıkları Asr-ı saâdet’teki münafıklardan daha şerlidirler. Çünkü Asr-ı saâdet’teki münafıklar nifaklarını gizlerlerdi. Şimdikiler bütün bütün açığa vuruyorlar.”
Allah-u Teâlâ münafıkların bir kapıdan girip diğer kapıdan çıktıklarını ve hep bu hâl üzere olup, kalplerinde ise tam bir küfür taşıdıklarını Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Size geldikleri zaman: ‘İnandık!’ derler. Halbuki yanınıza kâfir olarak girip kâfir olarak çıkmışlardır.
Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir.” (Mâide: 61)
Durumlarında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Duydukları ve gördükleri şeylerden hiç etkilenmemişlerdir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“‘İtaat ettik!’ derler. Fakat senin yanından ayrıldıktan sonra, içlerinden bir kısmı, sana söylediklerinin tersine geceleyin plân kurarlar. Allah da onların geceleyin tasarladıklarını yazmaktadır. Onlardan yüz çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter!” (Nisâ: 81)
“Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler.” (Tevbe: 56)
Halbuki onların kalpleri, dillerinin söylediğini inkâr etmektedir. Kalpleri inkâr ettiği için onlar mümin değildirler.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir.” (Tevbe: 127)
Onun içindir ki imana yaklaşamamaktadırlar.
“Artık onlar Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?” (Câsiye: 6)
Elbette Kelâmullah’tan sonra iman edecek bir şey olamaz. Kelâmullah’ın uyarması ile uyanmayanları başka hiçbir ses uyaramaz. Hiçbir hakikat Allah-u Teâlâ’nın beyan buyurduğu hakikatlar kadar kesin olamaz.
“Her yalancı, günah yüklü kimseye veyl!” (Câsiye: 7)
En büyük azap ona müteveccih bulunmaktadır. Bu ise çok büyük bir tehdid-i ilâhîdir.
“Allah’ın âyetlerinin kendisine okunduğunu işitir de, sonra onları sanki hiç işitmemiş gibi büyüklük taslamada ısrar eder.
İşte onu acıklı bir azap ile müjdele!” (Câsiye: 8)
Bu azaba müjde denilmesi tahkir içindir.
Allah-u Teâlâ bu yalancıların ahirette karşılaşacakları azabı şöylece açıklamaktadır:
“Önlerinde de cehennem vardır. Kazandıkları şeyler ve Allah’ı bırakıp da edindikleri dostlar, onlara hiçbir fayda vermez. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Câsiye: 10)
Hak ve hakikatı apaçık ortaya koyan Âyet-i kerime’lere rağmen dinden çıkan bir münafık, azabın en acısına müstehak olmuş demektir.
“İşte bu Kur’an bir hidayettir. Rablerinin âyetlerini inkâr edenlere gelince, onlara tiksindiren, elem verici bir azap vardır.” (Câsiye: 11)
Günümüzde ortalığı ifsat ateşine veren münafıklar, Hazret-i Allah’ın din-i mübin’i olan İslâm’ı; menfaatlerine, gaye ve maksatlarına âlet ederek, İslâm’ın ulvî hükümlerini kendi çıkarları doğrultusunda makamı, mevkisi, şöhreti için bozmaya, değiştirmeye, yozlaştırmaya çalışarak Hazret-i Allah’a alenen hasım kesilmektedirler.
“İnsanlar arasında öyleleri var ki, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için boş lâfı satın alır. İşte onlara alçaltıcı bir azap vardır.” (Lokman: 6)
Cühelâ gürûhu nefislerini ilâh edinmişler, Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilmişler, İslâm’mış gibi görünüyorlar ve fakat küfre hizmet ediyorlar. Din-i İslâm’ı tahrif ve tahrip etmek için bütün güçleriyle çalışıyorlar. Din-i İslâm’da olmayan şeyleri; hurafe, bidat, yalan-yanlış olarak bütün güçleriyle yaymaya çalışıyorlar. Öyle ki Hazret-i Kur’an’ın üzerine münakaşa yapıp çekişerek bu yolla tahrip ve tahrif etmeye çalışıyorlar. Müslümanların gönüllerini bulandırmak için, bir yerlere yaranmak için, dinini ve imanını dünyalığa satıyorlar. Böylece münafık durumuna düştüler. Din-i İslâm’ı tahrip etmek isteyen kim olursa olsun kâfirdir, zâlimdir, fâsıktır.
Hazret-i Kur’an’ı tahrip ve tahrif etmek isteyenlere karşı Allah-u Teâlâ’nın hitâb-ı ilâhî’si:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
Reform adı altında İslâm dini’ni aslından çıkarmak ve hurafeler koymak ve din-i İslâm’ı bozmak isteyenlere ilâhî hitap:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini en iyi bilen ve tebliğ eden, âhir zaman peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’dır. Âyet-i kerime’lerle, Hadis-i kudsî’lerle ve Hadis-i şerif’lerle 1400 küsur seneden beri devam edegelen emr-i peygamberî’yi değiştirmek isteyenler hakkında Allah-u Teâlâ’nın hükmü budur:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)
Yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Bunu değiştirmek aleviye mi kalmış? Buna tevessül edenler müslüman değildir. Onlar müslümanmış gibi görünen münafıklardır.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hale düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar hem insanları Kur’an’dan men ederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’am: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmasına engel oluyorlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın dinini tahrip etmeye çalışırken Allah-u Teâlâ da dünyayı tahrip ediyor ve edecek.
Şöyle ki:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fâsıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Âyet-i kerime’lerde Kelâmullah’ı işitmekle beraber onlardan faydalanmaktan yüz çeviren, sağır kesilmiş gibi tavır takınan, din-i ilâhî ile alay etmek küstahlığında bulunan ve bu yüzden pek büyük bir felâkete kendisini atan münafıkların vasıfları ve âkıbetleri beyan buyurulmaktadır:
“İnsanlar arasında öyleleri var ki, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için boş lafı satın alır. İşte onlara alçaltıcı bir azap vardır.” (Lokman: 6)
Kendilerini müslüman gibi gösteren münafıklar saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin sonunu sezdirmeden dini bozmak, insanları Allah yolundan alıkoymak için böyle bir değişmeye girişirler.
Ellerinde hiçbir delil olmadığı halde kupkuru bir laf yığını ile insanları hidayet yolundan saptırmak, Allah-u Teâlâ’nın dosdoğru dininden uzaklaştırmak ve bu yüce Kitab’ın âyetleriyle alay etmek için böyle yaparlar. Hem kendilerini, hem de başkalarını bu boş sözlerle saptırarak ve sapıtarak hayatlarını tüketir giderler. Allah-u Teâlâ’nın dinini alaya almak, O’nun âyetlerini hafife almak ve inkâr etmek kadar büyük dalâlet olamaz.
Nasıl ki onlar Allah’ın âyetlerini ve yolunu hafife almış küçük görmüşlerse, aynı şekilde onlar da ahirette devamlı azaplarla alçaltılacaklardır.
“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında ağırlık varmış da işitmiyormuş gibi büyüklük taslayarak sırt çevirir.” (Lokman: 7)
Onlara iltifat etmez, sağır olmadığı halde duymamış gibi davranır, bu âyetleri işitmekten rahatsız olur. Kendi vehim ve zannı ile karşı çıkar, hükmünü kaldırmaya çalışır.
“Artık sen ona acıklı bir azap ile müjde ver.” (Lokman: 7)
Âyet-i kerime’de en şiddetli azabı müjdelemek suretiyle onunla alay edilmektedir.
“O bizim âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman, onlarla alay eder, işte öyleleri için alçaltıcı bir azap vardır.” (Câsiye: 9)
Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini küçümseyip kendi zannını hüküm yerine koyan kimselerin azabı hiç şüphesiz ki çok ağırdır. Kelâmullah’tan yüz çevirerek onlarla alay eden kimselerin iman etmeyen kimseler olduklarına delildir.
•
Asr-ı saâdet gibi ulvî bir asırda yaşadıkları halde iman kalplerine nüfuz etmeyen münafıklar Resulullah Aleyhisselâm’ın meclisine gelirler, sözlerini dinlerler, fakat iman ile itina ile dinlemedikleri için iyi bellemez, hafife alır, alay ederlerdi.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Resulüm! Onlardan seni dinlemeye gelenler de var. Fakat senin yanından çıkınca, kendilerine ilim verilen kimselere (alay yoluyla) ‘O demin ne demişti?’ derler.” (Muhammed: 16)
Resulullah Aleyhisselâm’ın meclisine tesadüfen bile gelip kulaklarını mecburen ona çevirmiş bile olsalar gönülden ilgi duymuyorlardı, çünkü Resulullah Aleyhisselâm’ın tebliğ etmiş olduğu ilâhî emirler onların nefsanî arzularına uymuyordu.
“İşte böyle. Çünkü onlar Allah’ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır. Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 9)
Bunun içindir ki hak sözleri ve uyarıları kabul etmezler, takip ettikleri bâtıl yoldan geri dönmezler.
Aradan asırlar geçmiş, durum hiç değişmemiştir. Her asırda olduğu gibi günümüzdeki münafıkların durumları da aynıdır. Kur’an-ı kerim’in mucizelerinden birisi de her asra hitap etmesidir.
Münafıkların işittikleri halde “O demin ne demişti?” diye sordukları o ulvî hakikatler, hidayete erenlerin hidayetini daha da artırır. Nasipsizlerin ikrahla terkettikleri o meclisten, nasipli olanlar ilim ve irfanlarını artırmış olarak ayrılırlar.
Mütebâki Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)
O sayede onlar gereken hazırlığı yapmakta; Cenâb-ı Hakk’a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet olmak için çalışmaktadırlar.
•
Münafıklar kâfirlerin en murdarı, en habisi oldukları için ebedî ikametgâhları da cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadir:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Çünkü onlar İslâmiyet’i karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ imansızların âkıbetini haber verirken münafıkları kâfirlerden önce anmış, âkıbetlerini haber vermiştir:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.
Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedî kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
•
Bunlar din-i İslâm’ı eğlenceye alanlardır.
İşte Âyet-i kerime:
“Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak.” (En’am: 70)
Bu gibi kimseler, uymaları ve yoluna girmeleri gereken dinlerini oyun ve eğlence edindiler. Dini hükümleri kendi arzularına göre yalan-yanlış yorumlamaya kalkıştılar. Zan, nam, gaye, maksat ve menfaatleri için bu Din-i mübin’i vasıta olarak telakki ettiler.
İşte Allah-u Teâlâ “Onları bırak!” diye emir veriyor. Onlar büyük bir azaba uğrayacaklar, elim bir cezaya çarptırılacaklardır.
Münafıklar Hakk kelâmını işitmek istemezler. Kur’an-ı kerim âyetlerini dinleyip, emir ve nehiylerini dikkate almazlar. Hükümlerindeki hikmetleri idrak etmezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed: 24)
Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır. Artık o kalplere ne nur girebilir, ne de iman.
Kalpler hakikati aramak, Hakk’ı bulmak için yaratılmıştır. Onda bu hususiyet kalmayınca yok gibi olur.
“Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere, yaptıklarını şeytan hoş göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.” (Muhammed: 25)
Hidayet yolu açıkça görüldükten sonra İslâm’dan ayrılıp küfre dönenlere, şeytan bu işi güzel göstermiş, emel ve arzularını uzattıkça uzatmış, onları aldatıp kandırmıştır.
“İşte böyle. Zira onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: ‘Biz bazı işlerde size itaat edeceğiz.’ dediler. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir.” (Muhammed: 26)
Münafıklar bunu yahudilere gizlice söylediler, Allah-u Teâlâ da ortaya çıkarıp onları rezil etti.
“Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah’ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?” (Muhammed: 29)
Allah-u Teâlâ kalplerinde nifak bulunan münafıkların durumlarını elbette açığa çıkartacak ve çıplak bir şekilde ortaya serecektir. Tâ ki basiret sahibi olan herkes onları iyice anlasın.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İyi bilin ki onlar, içlerindekini O’ndan gizlemek için göğüslerini çevirirler. İyi bilin ki onlar elbiselerine büründükleri zaman da, Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da bilir. O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir.” (Hud: 5)
Nifak, kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
“Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münafıkları da bilir.” (Ankebut: 11)
Kalpte bulunan iman cevheri ile nifak, ancak sabırla veya sıkıntı anında sarsılma ile kendini gösterir.
•
Münafıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde önce onları cezalandıracağını beyan buyurmuştur:
“Ve Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara azap etsin. Kötülük onların başlarına dönsün! Allah onlara gazap etmiş, lânetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Fetih: 6)
Allah-u Teâlâ’nın onlara olan gazabı; onlar için ahirette ceza dilemesi, dünyada da şirk ve nifak üzere olmalarıdır. Lâneti de rahmetinden kovmasıdır.
İslâm dininden saparak nifaka düşenler ve nifak çıkaranlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere istinad ve itibar etmezler. Sadece kendi zanlarına ve çıkarlarına bakarlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İşte böyle... Çünkü onlar Allah’ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır.” (Muhammed: 9)
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayıp tiksinenler İslâm gibi görünürler ve fakat küfre hizmet ederler ve onlarla ünsiyet kurarlar, onlarla birlik olurlar. Dünyaya taparlar. Gayeleri madde, menfaat ve şöhrettir. Şöhret ise bir âfâttır.
Gerçek müslümanlarla aslâ ülfet etmezler ve müslümanları alaya alırlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın hükümlerinden hoşnut olmadıkları için böyle yapıyorlar. Âyet-i kerime’ler karşılarında açık açık okunduğu halde ikrah ettikleri görülüyor.
“Bunun için Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 9)
Çünkü amellerin kabulü için asıl ve esas olan imandır. Onlar ise bu imandan mahrum kimselerdir.
Allah-u Teâlâ onların hidayetten mahrum kalmalarının sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Hayır! Zulmedenler körü körüne heveslerine uymuşlardır.” (Rum: 29)
Onlar ahkâm-ı ilâhi’ye gözü yumuk baktılar. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler önlerine serildiği halde hafife aldılar, kendi zan ve tüzüklerine uydular. Madde ve menfaate taptılar, dünyayı ahirete tercih ettiler.
“Allah’ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da yoktur.” (Rum: 29)
Delilsiz ve ilimsiz olarak kendi bâtıl yollarına gittikleri için İslâm hududundan çıktılar. İradelerini şerre sarfettiler. Allah-u Teâlâ’nın dalâlete düşürdüğü kimseyi hiç kimse hidayete erdiremez. Onların müstehak oldukları azaptan kurtaracak yardımcıları da yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde insanların yalnızca kendi dinine yönelmelerini emir buyurmaktadır:
“Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver.” (Rum: 30)
Allah-u Teâlâ kullarını İslâm’ı kabul edecek ve onu inkâr etmeyecekleri bir kabiliyete sahip olarak yaratmıştır. Her insan İslâm fıtratı üzere dünyaya gönderilmektedir. İnsanlar bu fıtratta sebat etmelidirler. Allah’ın dininden uzaklaşıp başka yollara yönelirlerse, fıtratlarına aykırı hareket etmiş olurlar.
“Zira Allah’ın yaratışında bir değişme yoktur.” (Rum: 30)
Allah’ın yaratışının benzeri ve karşılığı yoktur. İnsanlar kaybettikleri bu kabiliyeti hiçbir şey ile yerine koyamazlar. Allah-u Teâlâ’nın yarattığı fıtratın aksine din uydurmaya hiç kimse sahib-i salâhiyet değildir. İnsanların bu dine muhalefet etmesi aslâ düşünülemez.
“Bu, dimdik ayakta duran bir dindir.” (Rum: 30)
Dimdik ayakta durmak ne demek? Allah-u Teâlâ indirdi, hükmü ile emri ile indirdi. Bu din O’nun şeriatıdır. Ancak bu din ile amel edilir. Bu din ile amel eden müslümandır, bu din ile amel etmeyenler; inkâr etmezse fâsıktır, inkâr ederse kâfirdir. Bu dini bozmaya ve yıkmaya çalışmak, kâfirin küfür alâmetlerinden birisidir.
İnsan aklı kendi başına bırakılmış olsa, başka bir din seçemez. Hak dinden sapan bir insan ise insan ve cin şeytanlarının azdırmaları sonucu sapar.
“Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)
Bu ilâhi nimetin kıymetini ve ulviyetini takdir edemezler, heva ve heveslerine uyarak bâtıl yollara saparlar.
Bunun içindir ki bunlar kendi zanlarını esas olarak tutarlar. Hakikatın o olduğunu zan ve iddiâ ederler. Hakikatı yalnız kendilerinin bildiğini, başka kimsenin bilmediğini zannederler.
Ve böylece hem kendilerini hem de başkalarını gerçekten sapıtırlar. Niçin? Hazret-i Allah’ın âyetlerini ve ahkâmını hiçe saydıkları, kendi zanlarını esas tuttukları için.
“Hepiniz O’na yönelin ve O’ndan korkun, namaz kılın, müşriklerden olmayın.” (Rum: 31)
Allah-u Teâlâ kullarının kendisine yönelmelerini, yalnız kendisinden korkmalarını ve kulluk yapmalarını, nefislerini ilâh edinmemelerini emir buyuruyor. Zira bu bir şirktir, yapan müşriktir. Kim ki bu emr-i ilâhi’yi dinlemezse, onun Hazret-i Allah ile ve İslâm dini ile ne ilgisi kalır?
“Onlar ki dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka oldular. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Rum: 32)
Bu Âyet-i kerime’de de Allah-u Teâlâ, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan bölücülerin müşrik olduğunu ve tuttukları yoldan memnun olduklarını beyan buyuruyor.
Kendi yanında bulunan dinden murad, yaptıkları isimdir. Kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Bunun böyle olduğunu çok iyi bilin.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı saâdetten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Kur’an-ı kerim’in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bu Kur’an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür.” (Târık: 13)
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nûru ile aydınlanmaktır.
“Doğrusu o (Kur’an) takvâ sahipleri için bir öğüttür.” (Hakkâ: 48)
Kur’an-ı kerim’den faydalanabilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Her şeyden önce Hazret-i Allah’tan korkan, Âyet-i kerime’ler okunduğu zaman imanları artan müminler ondan faydalanırlar. Onun hidayeti ile yollarını bulurlar, dünya saâdetine âhiret selâmetine ererler.
Allah’tan korkmayanlara gelince, onların kalpleri katılaşmış, kararmış, o nûru göremez olmuş, gaflet içinde kalmışlardır.
“Bununla beraber biz biliyoruz ki, İÇİNİZDE onu yalanlayanlar vardır.” (Hâkka: 49)
Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğunu bildiği halde; işine gelmediği, menfaatine ters düştüğü için bazı hükümlerini inkâr ve iptal etmeye kalkışmaktadırlar. Değil bir hükmünü, bir harfini bile inkâr eden dinden çıkar.
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler işte bunlardır.
“Muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür (bir iç yarasıdır.)” (Hâkka: 50)
Kur’an nûrunun etrafa yayıldığını, beşeriyetin nurlanmaya başladığını gördükçe içleri yandığı gibi; âhirette Kur’an nûruyla münevver olanların aldıkları mükâfâtı görünce, ebedi bir pişmanlık içinde kalırlar.
“Ve kesinlikle o, şüphe olmayan bir gerçektir.” (Hâkka: 51)
Yalanlayanların yalanlamalarına, hükümlerini çürütmeye çalışmalarına rağmen hakk’al-yâkin bir kitaptır. Kendisinde aslâ kuşku ve tereddüt bulunmayan doğru ve gerçek haberdir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde İslâm dinine dâvet edilen kimselerin bir kısmının kabul edip bir kısmının da kabul etmeyeceğini ve imandan mahrum olanların mesuliyetlerinin kendilerine âit olacağını beyan buyurmaktadır:
“Aralarında ona (Kur’an’a) inanan da vardır, inanmayan da vardır. Rabbin fesat çıkaranları en iyi bilendir.” (Yunus: 40)
Fesatları sebebiyle sapıklıkta kalmayı hakeden ifsatçıları en iyi bilen Allah’tır.
“İçlerinden sana kulak verip dinleyenler eksik değildir. Fakat sağırlarsa sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!” (Yunus: 42)
Sen sağırlıkları ile birlikte akılları da olmayan kimselere işittirebileceğini umuyor musun?
“İçlerinden sana bakanlar da vardır. Fakat körlere sen mi doğru yolu göstereceksin? Üstelik de hiç görmüyorlarsa!” (Yunus: 43)
Baş gözünün körlüğüyle kalp gözünün körlüğü bir araya gelirse, onlara hakikati duyuracağını mı sanıyorsun?
•
Kur’an-ı kerim’in nâzil olduğu Asr-ı saâdet yıllarında münafıklar gizliden gizliye nifak çıkarıyorlar, Kur’an-ı kerim üzerinde şüpheler uyandırmaya çalışıyorlardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münafıkların Kur’an âyetlerini nasıl karşıladıklarını, ilâhî hükümleri nasıl telâkki ettiklerini haber vermekte, günümüzdeki münafıkların içyüzlerini de bu vesile ile ayan beyan ortaya koymaktadır:
“Ne zaman bir sûre indirilse, onlardan (münafıklardan) bazıları ‘Bu sûre hanginizin imanını artırdı?’ derler.” (Tevbe: 124)
Aldatılması mümkün olanları yoldan çıkarmak için, kendi aralarında müminlerle alay eder tarzda buna benzer sorular ortaya atıyorlar, böylece küfür ve nifaklarını etraflarına bulaştırmaya çalışıyorlardı.
Onların bu alay ve inkârlarına cevap olarak Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Halbuki o, iman edenlerin imanını artırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler.” (Tevbe: 124)
İman neşesi ile müjdelenip bunun sevincini yaşarlar, bu durum kalplerinde yakîn bir ilmin tecellisine vesile olur, bir kısım hakikatlere vâkıf olmalarını temin eder.
Nâzil olan her sûre ve âyet, müminlerin iman ve irfanını artırırken, münafıkların ise kalplerinde nifak hastalığını artırır.
“Kalplerinde hastalık olanlara gelince, (o sûre) murdarlıklarına murdarlık katmıştır.” (Tevbe: 125)
Her sûrenin gelişiyle müminlerin iman şulesi ve neşvesi perderpey nasıl artıyorsa, ahlâkları güzelleşip nasıl olgunlaşıyorsa, buna karşılık münafıkların da her inkârında küfürleri, katılıkları ve ahlâksızlıkları bir kat daha artıyordu.
“Ve kâfir olarak ölüp gittiler.” (Tevbe: 125)
Bu haber Allah-u Teâlâ’dan gelen kesin bir hükümdür.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde münafıkların belâ ve musibetlerden ders almadıkları, intibaha gelmedikleri, küfürlerinde ısrar ettikleri beyan buyurulmaktadır:
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı?
Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.” (Tevbe: 126)
Zaman zaman kendilerine suçlarını itiraf ettirecek durumlara düşüyorlar. Tevbeyi hatırlatacak türlü türlü belâlara, hastalık gibi musibetlere uğratılıyorlar. Kendilerine gidişatlarının ne kadar vahim olduğunu, küfre kaydıklarını, dinden çıktıklarını hatırlatanlar da bulunuyor. Fakat ne mümkün? Başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anlamıyorlar. Kendilerine verilen öğütlerin ne kadar uyulmaya lâyık olduğunu mülâhaza etmiyorlar. Nifaklarına tevbe edip, İslâm’a sarılmaya yanaşmıyorlar. Ne içinde bulundukları nifaktan dönüyorlar, ne de ibret alıyorlar.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 127)
Kıt düşünceleri, hakikati aramaktan mahrumiyetleri sebebiyle bu âkıbete müstehak olmuşlardır.
•
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenlerin durumlarını arzetmeye devam ediyoruz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kur’an-ı kerim’inde insanlara misalleri, öğütleri, açık delilleri değişik üslûplarla açıklamıştır. Ki hakikatı öğrensinler de, içinde bulundukları sapıklıktan kurtulsunlar, hidayete ersinler, cennete ve Cemâlullah’a kavuşsunlar.
“Andolsun ki biz, düşünüp anlasınlar diye bu Kur’an’da sözü tekrar tekrar açıkladık. Fakat bu, onlara daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir yarar sağlamıyor.” (İsrâ: 41)
Yine tiksiniyorlar, yine nefret ediyorlar, yine kendi zan hükümlerini bırakmıyorlar.
“Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu korkutmamız onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şeyi artırmıyor.” (İsrâ: 60)
Allah-u Teâlâ’nın bütün korkutma ve uyarıları, onların dalâlet içinde daha da gömülüp gitmelerine sebep oluyor.
“Biz Kur’an’dan öyle şeyler indiriyoruz ki, müminler için şifâ ve rahmettir. Zâlimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (İsrâ: 82)
Kur’an-ı kerim’in nûru ile nûrlanan müminler Allah-u Teâlâ’nın rahmetine mazhar oldukları gibi; onun hidayetine sırtını dönen kimseler ise, o nûrdan istifade edemezler, karanlıklar içinde kalırlar.
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler hakkında diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Âyetlerimiz açık açık kendilerine okunduğu zaman, kâfirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Onlar âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldıracak gibi oluyorlar.
Onlara de ki:
‘Size bundan (bu kin ve öfkenizden) daha kötü bir şey haber vereyim mi? Ateş!’ Allah onu kâfirlere vâdetmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hacc: 72)
Onları bu Âyet-i kerime’lerden tanıyacaksınız. Bu Âyet-i kerime’ler okunup onlar bu hâli kesbettiği zaman, durumlarını açık olarak görün.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlara Rahman’dan yeni bir öğüt geldiğinde mutlaka ondan yüz çevirirler.” (Şuarâ: 5)
Onlar bunu; apaçık delilin ortaya konulmasına, emrin ve nehyin açık ve kesin olmasına rağmen böyle yaparlar.
“Üstelik yalanladılar. Fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında kendilerine gelecektir.” (Şuarâ: 6)
Yalanladıkları ve yüz çevirdikleri şeyin cezası başlarına gelecek, böylece âkibetlerine kavuşmuş olacaklar.
Allah-u Teâlâ Münafikun sûre-i şerif’inde münafıkları ve âkıbetlerini şu şekilde beşeriyete duyurmaktadır:
“Müdikleri zaman: ‘Senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederiz.’ derler. Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu çok iyi bilir. Ve Allah, o münafıkların yalancı olduklarına da şahitlik ediyor.” (Münâfikun: 1)
İşte günümüzdeki münafıklar da halkı soyabilmek için İslâm gibi görünüyorlar. Yoluyorlar, soyuyorlar. Sonra da kendi arzularına göre hareket ediyorlar.
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah’ın yoluna engel oldular.” (Münâfikun: 2)
İslâm’ın ön safında görünürler, müslümanların ağızlarındaki lokmayı dahi alırlar. Arabasını, evini elinden alırlar. Sonuçta küfre hizmet ederler.
İşte münafıklar bu kadar aşağılıktırlar.
“Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar.” (Münâfikun: 2)
Amma bunlar size söyleniyordu.
“Fâsıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvi)
Hadis-i şerif’i yüzünüze karşı okunuyordu, siz bunlara aldanıyordunuz. Amma bunlarla beraber cehenneme düştüğünüz zaman çok nedamet edeceğiniz şüphesizdir.
“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular.” (Münâfikun: 3)
Münafıkça hareketleri, kendilerinin imandan mahrum olduğunu açıkça ortaya koydu.
“Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi de onlar anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikun: 3)
O zamanki münafıklar da böyleydi, bugünkü münafıklar da böyledir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş.” buyuruyor. (Bakara: 118)
O bakımdan onların yaptıklarının aynısını bunlar da yapıyorlar.
O günden bugüne kadar münafıklar her devirde fitnelerini sürdürüyorlar. Çünkü herkes yapacağını yapacak ve karşılığını alacak.
İşte Allah-u Teâlâ’nın münafıklar hakkındaki beyanları budur. Âkıbetlerini siz de görün, âlem de görsün!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde gazâb-ı ilâhi’ye uğramış kimselere karşı gösterilecek bir dostluğun kötü neticelerini ihtar etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)
Şu halde onları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.
“Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Devir onların lehine döner de bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.” (Mâide: 52)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın bu din-i mübinin sahibi olduğunu, dilediği zaman onu yücelteceğini ve koruyacağını hesaba almazlar, aksine bir inkılâp oluverip otoritenin başkalarının eline geçmesi ihtimalini düşünürler ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceklerini ümit ederler. Bununla güya darlık zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyormuş gibi görünmek isterler.
“İman edenler: ‘Sizinle beraber olduklarına dâir bütün güçleriyle Allah’a yemin edenler bunlar mıdır?’ derler.
Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır.” (Mâide: 53)
Hem dünyaları hem de ahiretleri harap olmuştur.
İyi bilinmelidir ki Hak her zaman galip gelir. Bâtılın üstünlüğü saman alevi gibi aniden yükselir ve yerle bir olur. Bunun içindir ki bâtıla ve bâtıl taraftarlarına meyletmek bir müslümana aslâ yakışmaz.
Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği kimselere yardakçılık yapan ve aslında ne müminlerden ne de o kimselerden olmayan münafıkların yalan yere yemin edip kendilerini müslüman göstermek istedikleri diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle haber verilmektedir:
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücadele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücadele: 14)
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp dururlar.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzünü şöyle vasıflandırıyor:
“Hevâ ve hevesini ilâh edinen, Allah’ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak misiniz?” (Câsiye: 23)
Görülüyor ki sapanların ve nefsine tapanların Allah-u Teâlâ gerçekten kalplerini mühürlemiştir ve onlar böylece gizli şirke sapmışlardır.
Bunlar müslümanlık için çok büyük tehlikedir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” buyurmuştur. (Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-i kiram’dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-’a “İslâmı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır” cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir.” buyurdular. (Darimi-Sünen, Katade: 22)
Âlim zannettiğiniz bu cahiller ve bu âhir zaman fesatçıları makam ve mevkileri için, dünya zevkleri için Allah-u Teâlâ’nın hudutlarını kaldırmak isterler. Kendilerine âlim süsü veren, âlim geçinen bu gibi ifsatçı kimseler, hem İslâm’ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime’sinde bize tanıtıyor ve şöyle buyuruyor:
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler.” (Bakara: 9)
Âlim geçinen, fakat aslında zâlim olan bu gibi kimselerin bu cehaletleri, din adına işlenen bir cinayettir. Dinimizin maruz kaldığı en büyük tehlikedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Şerlilerin en şerlisi kötü âlimlerdir.” buyurmuşlardır. (Dârimî)
Hazret-i Allah’ın emir ve yasaklarında zaman ve mekân yoktur. Kur’an-ı Azimüşan belirli bir zamana, herhangi bir millete değil; bütün asırlara, bütün insanlara seslenir ve hükümleri kıyamete kadar bâkidir. Bir harfi bile değişmez, ilâve de edilmez.
Âyet-i kerime’de:
“O’nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur.” buyuruluyor. (Kehf: 27)
İslâmiyet son dindir, kıyamete kadar bâkidir. Her yönü ile ilâhîdir, günün şartlarına uymaz, o şartları değiştirip kendine uydurur. Zamanın değişmesiyle ilâhi hükümler değişmez ve değiştirilemez. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikatı hatırlatmaya, ruhları kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Artık İslâm’dan sonra kıyamete kadar yeni bir din, yeni bir peygamber gelmeyecektir.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki aslâ kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i imran: 85)
Kur’an-ı kerim; çağlar boyunca insanlığın maddi-mânevî bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir.
“Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm: 30)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İslâmiyet dâima âli ve galiptir, mağlup olmaz.” (Münâvî)
En üstün bir varlık olarak yarattığı insanların, dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşabilmeleri için; hayatlarını düzen ve intizama koyacak prensipler, emir ve yasaklar koyma hakkı yalnız Hazret-i Allah’a âittir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yolun doğrusunu göstermek Allah’a âittir.” (Nahl: 9)
O’nun bütün hükümlerinde birer hikmet, emir ve yasaklarında insanlar için birer menfaat vardır. Ya bir zararı giderir veya bir menfaat sağlar.
Allah-u Teâlâ’nın emr-i ilâhisi olduğu bir şeyde, mahlûkun hükmü yoktur. Bu noktada akıl yürütmek yersizdir. Akıl büyük bir nimet olmasına rağmen; vahiy ışığı, peygamber nuru olmadan ne önünü görebilir, ne de doğru yolu bulabilir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur.’” (İsrâ: 81)
Kişi dine uymak zorundadır, din ona uymaz. Ya inanacak müslüman olacak veya inkâr edecek kâfir olacak. Başka bir tevil yolu yoktur. Bunların gayeleri tahrip ve tahriftir. Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr: 9)
Ey müslüman kardeş! Senin dinini yok etmek isteyenleri sen yok et!
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.” (Tahrîm: 9)
“‘Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze geçmedikçe yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.’ Şüphesiz ki Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde bir araya toplayacaktır.” (Nisâ: 140)
Kur’an-ı kerim’le çok oynuyorlar. Âyet-i kerime’ler üzerinde delilsiz ve mesnedsiz olarak tartışmaya girişiyorlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kur’an âyetlerine kendi reyi ile mânâ veren kimse cehennemden kendisine yer hazırlasın.” buyurmuştur. (Münâvî)
Bunları gururları aldatmıştır. İşin temelinde kibir ve küfür bulunmaktadır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine verilmiş kesin bir delil ve salâhiyet olmaksızın, Allah’ın âyetleri üzerinde tartışanların gönüllerinde hiç şüphe yok ki aslâ erişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur.” (Mümin: 56)
Onlar bu büyüklük taslamaları ile İslâm dini’ni tarif etmek, hükümlerini ortadan kaldırmak arzusundadırlar.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin lânete müstehak kimseler olduklarını beşeriyete teşhir etmekte, ahirette de kat kat azaba uğratılacaklarını beyan buyurmaktadır:
“Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?
Bu zâlimler Rablerinin huzuruna arzedilecekler. Şahitler de ‘Rablerine karşı yalan uyduranlar işte bunlardır!’ diyecekler.
İyi bilin ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.
O zâlimler ki, insanları Allah yolundan alıkorlar ve o yolu eğriltmeye çalışırlar. Onlar ahireti de inkâr ederler.” (Hûd: 18-19)
Onun içindir ki Hazret-i Kur’an’ı tahrif etmeye cüret ederler. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inansalardı, O’nun Kitab-ı kerim’i ile oynamazlardı.
“Bil ki onlar sadece heveslerine uyuyorlar.” (Kasas: 50)
Onlar hakkında Allah-u Teâlâ müminleri uyararak şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Haşr: 22)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde imandan yüz çevirenlerin, kendi zulümleri yüzünden cehenneme ebedî olarak kalmak üzere atılacaklarını ve azaplarının hiçbir zaman kesilmeyeceğini beyan buyurmaktadır:
“Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır. Kendilerinden (azap) hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümitsizdirler.
Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zâlim idiler.” (Zuhruf: 74-75-76)
Hiçbir şekilde kurtuluşlarının mümkün olmayacağı kendilerine bildirildiği halde, yine de cehennem muhafızı Mâlik’i aracı yaparak azaplardan kurtulma yolunu denemek isterler.
“‘Ey cehennem muhafızı! Rabbin hiç değilse canımızı alsın, bizim işimizi bitirsin!’ diye feryat ederler.” (Zuhruf: 77)
Mâlik ise, kendileri için hiçbir surette kurtuluş imkânı olmadığını, cehennemde ebedî olarak kalacaklarını ve azaplarının aralıksız devam edeceğini onlara haber verir:
“Siz böyle kalacaksınız!” der. (Zuhruf: 77)
Daha sonra bu bedbahtlıklarının sebebi olan Hakk ve hakikate muhalefetlerini, gerçekler kendilerine defalarca hatırlatıldığı halde yüz çevirerek inatlaştıklarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyordunuz.” (Zuhruf: 78)
Allah’ın dininden, O’nun ilâhî hükümlerinden tiksiniyordunuz. Alabildiğine bâtılı savunuyor, bir türlü Hakk’a yönelmiyordunuz. Hakk taraftarlarına buğz ediyor, onları engellemeye çalışıyordunuz. Artık bundan sonra aslâ kurtuluş yoktur.
Bâtıla uyanlar her ne kadar Hakk’ın meydana çıkmasını engellemeye çalışıyorlarsa da, Allah-u Teâlâ onların bu çalışmalarını boşa çıkaracak, vebalini de başlarına geçirecektir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Yoksa onlar bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de kararlıyız.” (Zuhruf: 79)
Allah-u Teâlâ münafıkların durumlarını haber vermek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Gizli fısıldaşmaları yasak edildikten sonra kendilerine yasaklanan şeye dönenleri ve aralarında günahı, düşmanlığı ve Peygamber’e isyanı gizlice fısıldaşanları görmedin mi?” (Mücadele: 8)
Çünkü bunlar bu halleri ile dine zarar vermektedirler. Durumları gerçekten hayret vericidir.
“Onlar sana geldikleri zaman, seni Allah’ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlarlar.” (Mücadele: 8)
Onlar sözü değiştirirler ve selâm veriyorlarmış gibi intibâ verirlerdi.
“İçlerinden de: ‘Bu söylediğimiz şeyler yüzünden Allah’ın gazap etmesi gerekmez mi?’ derler.” (Mücadele: 8)
Allah-u Teâlâ onların bu sözlerine cevap olarak şöyle buyurdu:
“Cehennem onlara yeter! Oraya gireceklerdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Mücadele: 8)
Bu ihtar-ı ilâhî, onların bu dünyada ceza görmeyeceği mânâsına değildir, lâkin ahiretteki cehennem azabı her azaptan da beter olup, hepsinin yerine yetecek derecededir.
Hakikat önlerinde ayan-beyan tecelli ettiği halde, bunlar gözlerini kapayıp Hakk’tan yüz çevirmişlerdir. Bu sapıklıklarının lâyık bir cezası olarak da zulmetler içinde bırakılmışlardır. Bu sebeple onlar uzaklaşmış oldukları hidayete tekrar dönemezler.
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.” (Bakara: 18)
Kulaklar, diller ve gözler Hakk’ı bulmak, hakikat yolunda yürüyebilmek için yaratıldıkları halde; onlar kendi fıtrî istidatlarını dalâlet yolunda kazanmaya sarfettikleri için, hidayete giden yollar kapanmıştır. Artık kendilerine gelemezler, tamamen şaşkındırlar. Hayırlı hiçbir şeye kulak vermezler, kendilerine fayda verecek şeyleri söylemezler, basiretleri kördür, Hakk ve hakikatı görmek istemezler, hidayet yoluna dönmezler.
Deccal’den daha beter sapıtıcı imamlar olsun, münafıklar olsun, bütün müslümanları kâfir yapabilme imkanları olsa, bin sene de ömürleri olsa, bundan duyacakları zevk ve sefâ vallahi bir anlık azaplarına karşılık olamaz.
Yani o bir anlık azap onlara herşeyi unutturur. Çünkü o azap devamlıdır ve ebedîdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
“Amma yalanlayıcı sapıklardan ise, işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte.” (Vâkıa: 92-95)
Kâfirlere gelince;
“Şüphesiz ki ehl-i kitaptan olsun müşriklerden olsun inkâr edenler cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar yaratıkların en şerlileridirler.” (Beyyine: 6)
Müminlere gelince;
“İman edip sâlih amel işleyenler hiç şüphesiz ki yaratıkların en iyileridirler.
Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnud olmuşlardır. Işte bu, Rabbinden korkanlar içindir.” (Beyyine: 7-8)
Bütün gönüllerin aradığı kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızâdır. Ulviyeti her türlü tasavvurun fevkindedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münafıkların çevirdikleri bütün entrikaların farkında idi. Fakat bütün bunlara rağmen, rahmet peygamberi oluşu sebebiyle, hâl ve hareketlerine çeki düzen vermeleri için onlara her fırsatta nasihatta bulunuyordu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben şöyle buyurur:
“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerindekini bilir. Sen onlara aldırma. Onlara öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle!” (Nisâ: 63)
Gerçekleri en etkileyici bir üslûp ile ulaştırmaya çalış, tâ ki gafletten uyansınlar, azab-ı ilâhî’den korksunlar, şikak ve nifaktan, fitne ve fesattan vazgeçsinler, dünyâ saâdetine âhiret selâmetine kavuşsunlar.
Allah-u Teâlâ münafıkları tevbeye dâvet ediyor, içinde bulundukları bataktan kurtarmak istiyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav, en güzel şekilde önle. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost gibi oluvermiştir.” (Fussilet: 34)
Çünkü bu insan fıtratında mevcuttur. Hiçbir kötülük iyiliğin karşısında tutunamaz.
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde kâfirlere düşmanlık beslemeyi ve onlarla ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmayı şiddetle emrettikten sonra şöyle buyurmaktadır:
“Umulur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasına bir sevgi koyar.” (Mümtehine: 7)
Aranızda dostluğun meydana gelişi, onları iman etmeye muvaffak kılmasıyla ve dinde size uymaları sûretiyle olur.
Nitekim Mekke fethedilince, yirmi senedir düşmanlığın her türlüsünü yapmaya çalışanlar bile hayretler içinde seve seve İslâm’a girmek için can atmışlar, Ashâb-ı kiram ile aralarında büyük bir muhabbet ve tesanüd tecelli etmiştir.
“Allah kâdirdir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine: 7)
Rızâ-i Bâri’si uğrunda çekilen zahmetleri boşa çıkarmaz.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münafıklar hakkında af ve mağfiret dilenmemesini, haklarında duâ edilmemesini, onları bağışlamayacağını haber vermektedir:
“Resulüm! Onlar için ister mağfiret dile, ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah’ı ve Peygamber’ini inkâr etmelerinden ötürüdür. Çünkü Allah, fâsıklar gürûhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe: 80)
Hadlerini aşan, küfürlerinde inat edip duran kimselere hidayet nasip etmez.
“Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma! Mezarı başında da durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Peygamber’ini inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” (Tevbe: 84)
Onlar o rahmete lâyık değildirler.
•
Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ’nın rahmet ve mağfiret kapısı her zaman için açıktır. Günahlarından pişmanlık duyan, inkârından ve kötülüklerden vazgeçen ve yaptıklarından tevbe etmek isteyen kim olursa olsun Allah-u Teâlâ bu kapıyı açık bırakmaktadır.
Allah-u Teâlâ münafıkları kastederek Âyet-i kerime’sinde:
“Eğer tevbe ederlerse kendileri için daha hayırlı olur.” buyurmaktadır. (Tevbe: 74)
Böylece başlarına gelecek felâketlerden, azaplardan kurtulmuş olurlar.
“Şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette elem verici azaba uğratır. Yeryüzünde onların bir dostu ve yardımcıları bulunmaz.” (Tevbe: 74)
Allah-u Teâlâ münafıklar da dahil olmak üzere hulûs-u kalp ile tevbe eden herkesin tevbesini kabul buyuracağını Âyet-i kerime’sinde işaret buyurmaktadır:
“Ki Allah sadâkat gösterenleri sadâkatleri sebebiyle mükâfatlandırsın, münafıklara da dilerse azap etsin veyahut tevbelerini kabul buyursun.
Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıcıdır, çok merhametlidir.” (Ahzab: 24)
Kullarına tevbe etmelerini emretmesi ve tevbelerini kabul buyurması da Allah-u Teâlâ’nın pek büyük rahmet ve âtıfetinin bir tecellisidir.
Allah-u Teâlâ münafıkların âkıbeti hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.” buyurdu. (Nisâ: 145)
Çünkü bunlar kâfirlerin en çirkini, en aşağısı olduklarından, yerleri de cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ bu korkunç âkibeti haber verdikten sonra, hemen bir kurtuluş kapısı aralıyor, kurtulmak isteyenlere tevbe kapısını açıveriyor, en şiddetli azaplardan emin olacaklarını beyan buyuruyor.
“Ancak tevbe edenler, nefislerini ıslah edenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerinde Allah için ihlas sahibi olanlar muradlarına erenlerdir. İşte bunlar mü’minlerle beraberdirler. Allah yakında müminlere büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisâ: 146)
O halde münafıklar da tevbe etmek, hallerini ıslah etmek ve dinlerini Allah’a hâlis kılmakla ellerini çabuk tutsunlar ki, bu büyük mükâfata müminlerle birlikte nail olabilsinler, onlar da bu ebedî saâdete iştirak etsinler.
Günahından tevbe eden kimse, o günahı işlememiş gibidir. Allah-u Teâlâ tevbe eden münafıkları müminlerin saflarına yükseltiyor, her türlü vebalden ve ağırlıktan kurtarıyor.