O iki kıymetli cevher, her ne kadar acı denizden çıkmakta ise de, tatlı denizlerden de çıkarılmaktadır.
Allah-u Teâlâ topraktan hububat ve güzel kokulu bitkiler çıkardığı gibi; sudan da insanlar için inci ve mercan çıkarmaktadır.
"Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar." (Rahman: 22)
Bu cevherler süs eşyası olarak kullanıldığı gibi, aynı zamanda ticaret nimetlerindendir. Nimetlerinin inceliklerini kullarına hatırlatan Allah-u Teâlâ sayıya ve hesaba gelmeyen nimetlerini tamamlayarak mükemmellik noktasına ulaştığını göstermektedir.
İnci; kabuklu deniz hayvanlarının içinden çıkan, sedef renginde sert taneciktir. Süs olarak kullanılır. Bazı memleketlerden geçen nehirlerdeki midyelerden de inci elde edilir.
Mercan ise küçük incilerdir, daha çok sıcak denizlerde bulunur.
Allah-u Teâlâ denizlerdeki ilâhî nimetin insan hayatına giren bir bölümünü insanlara hatırlatmaktadır.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 23)
Denizlerin bir şekilde birer mücevher merkezi, nimetler menbaı olmaları ve insanların bunları süs olarak kullanmaları, hep birer nimettir. Bu nimetleri hangi akil inkâr edebilir?
Büyüklükleri itibariyle dağları andıran gemileri Allah-u Teâlâ insana musahhar kılmıştır. Bu sayede denizde istedikleri yere gidebilmekte, diledikleri gibi tasarruf edebilmektedirler.
"Denizde koca dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nundur." (Rahman: 24)
Dağlar kadar gemilerin, demirden yapılmış uçakların ve diğer çeşit çeşit nakil vasıtalarının hepsi de ilâhî birer kudret eseridir. İnsanların bunlardan diledikleri gibi istifade etmeleri, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi ile mümkün olabilmektedir. Bundan dolayıdır ki insanlar ne kadar arz-i şükranda bulunsalar yine de kulluk vazifelerini bihakkın yerine getirmiş olamazlar.
Denizin sırtında gemilerini dolaştırma gücünü insanoğluna veren Allah-u Teâlâ; doğrulukla kullanıp kullanmadıklarını, O'nun ve O'ndan olduğunu bilip bilmediklerini hiç şüphesiz ki soracaktır.
Allah-u Teâlâ suda gemileri kaldıracak bir güç yaratmış olmasaydı, hiç şüphesiz ki gemiler denizin kabaran dalgalarını yararak akıp gidemezlerdi.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
"O'nun izniyle denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi, nehirleri de size musahhar kıldı." (İbrahim: 32)
Gemileri insanlar yaptığı halde Allah-u Teâlâ insanlara musahhar kıldığını beyan buyurmaktadır. Çünkü gemilerin yapımına imkân veren sert ağaçları, demiri ve diğer malzemeleri O yaratmış, gemiyi nasıl inşa edeceklerini onlara ilham etmiş, suyu geminin akmasına uygun düşen akıcı özelliğe sahip kılmıştır. Bütün bunları O yarattığı için, bütün bunların yöneticisi O olduğu için, gemileri Zât-i akdes'ine nisbet etmiştir.
İçinde ağır yükler, yüzlerce insanlar olduğu halde batmayan gemiler, görenler için pek büyük bir ibret manzarası teşkil etmektedirler.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi ile yüzmektedirler.
"Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun (varlığının) delillerindendir." (Şûrâ: 32)
Denizleri yaratan O'dur. Denizlere yoğunluk, derinlik ve genişlik gibi hassaları O vermiştir. Denizin üzerinde gemileri yüzdüren, rüzgârı gönderen O'dur.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 25)
Bu nimetler o derece gözler önündedir ki, inkâr edilmesi mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’inden başka bütün varlıkların yokluğa maruz bulunduklarını bildirmektedir.
“Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacaktır.” (Rahman: 26)
Hiçbir mahlûk dünyada ebedî surette yaşayacak değildir. İnsanlar da cinler de tamamen öleceklerdir. Buradaki ölüp gitme, tamamen yok olup gitme değildir. Her şeyin aslına dönmesidir. Daha sonra ilâhî bir kuvvetle yeniden hayata kavuşup, ahiret âlemine sevk edileceklerdir.
“Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin veçhi (Zâtı) bâki kalacaktır.” (Rahman: 27)
Zât-ı akdes’i ezelî ve ebedîdir. O’ndan önce hiçbir şey yok idi, O’ndan gayri kalacak da yoktur. Varlığı daimidir, nihayete ermez.
Bu iki Âyet-i kerime, tasavvufta “Bekâbillah” makamını ifade eder. Bir velinin en son çıkarıldığı “Sıddıkiyet” makamıdır. Mârifetullah’ın bu noktasına çıkan, bu tecelliyâta mazhar olur. Bu tecelliyâta mazhar olan kimsenin aklı da kendisi de kül haline gelir, varlığa ait hiç bir şeyi kalmaz. Allah-u Teâlâ'nın bir kimseyi "Ulül’el-bâb"a çıkarması, O'nun bildirmesi ve göstermesi ile kaimdir. Bu, ilimle ibadetle olacak bir şey değildir. Burada artık mahlukun hükmü yoktur. Var olan Hazret-i Allah husule gelir. Vücud O, mevcud O... Bu mevzu "Bütün mevcudâtın O'nun vücud nûrunun zerrelerinin zuhur mahalli olduğunu" bilenin ve görenin bilebileceği bir esrar-ı ilâhîdir, başkası bunu bilemez.
Halbuki gören için O var, başka bir şey yok. O “Var” dedi göründüler, “Yok” dediği zaman hiçbir şey yok. Yine O'ndan başka hiçbir şey yok.
Bu mevzu beşer gözü ile görülüp beşer aklı ile bilinmez.
O'nun nûru ile O baktırırsa, O gösterirse; O'nun varlığı, mevcudâtın da yokluğu görülmüş olur.
Kelime-i tevhid'in öz mânâsı da şudur: O'nu gördükten sonra, zaten başka bir şey olmadığını kişi gözü ile görür.
Bu âlemin hakikatına bakacak olursan, bir gölgeden ibaret olduğunu anlarsın.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
"O'nun zâtindan başka her şey helâk olucudur." (Kasas: 88)
Bu varlıkları dilediği zaman yok edecek.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 28)
Düşünülürse; hayat da, vefat da insan için büyük bir nimettir. Hayattan istifade edenler dünyalarını da ahiretlerini de kazanmış olurlar. Vefat ile de, müminler dünyanın fânî varlığından kurtularak ahirette ebedî bir saâdete ve selâmete kavuşmuş olurlar. Bu büyük bir nimet değil midir?Bu nimet nasıl inkâr edilebilir?
Allah öyle bir Allah ki; itaat edeni-etmeyeni, sevdiğini-sevmediğini ayırdetmeden bütün mahlûkatına sayısız nimetler bahşetmektedir. Sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler veriyor, kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor. Bütün istek ve ihtiyaçları o verir, ihtiyaçlar yalnız ve yalnız O’ndan talep olunur.
“Göklerde ve yerde bulunanlar O’ndan isterler.” (Rahman: 29)
Gerek sonradan meydana gelmeleri ve gerekse aynı hal üzere kalmaları ve diğer halleri itibariyle muhtaç oldukları her dileği, daima O'ndan ister dururlar.
“O her an yeni bir iştedir.” (Rahman: 29)
O’nun tecelliyatları her an tekerrür ediyor da kimse görmüyor.
Dilediği zaman yaratıyor, dilediği zaman öldürüyor. Dirilten de O, öldüren de O. Bu tecelliyattan âlemlerin hiç haberi olmaz.
O her an yeni bir işte, yeni bir tecellidedir. O’nun tecellilerinin ne sonu ne de sınırı vardır.
Kimine çeşitli ibtilâlar verir, kiminin sıkıntılarını kaldırır, kimini yükseltir, kimini alçaltır. Kimini aziz eder, kimini zelil ve hakir yapar. Bazılarına zenginlik verir, bazılarını fakir kılar.
Rızıkları dilediği şekilde genişleten ve daraltan O’dur.
Geceyi gündüze, gündüzü geceye katar. Ölüyü diriden, diriyi de ölüden çıkarır. Zira O, her an bir iş ve tecellîdedir.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 30)
Kerim olan, rahîm olan Allah-u Azîmüşan’ın hangi lütuf ve ihsanı inkâr edilebilir?
Mahşer yerinde insanlar amel defterlerinde belirtilen sevap ve günahları ölçtürmek için Mizan başına geleceklerdir.
İlâhi mahkeme kurulduğunda yürekler çarpar, akıllar şaşkına döner. Herkes sadece kendisinin hesaba çekileceğini zanneder.
"Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız." (Rahman: 31)
Bu ilâhi bir tehdittir. O'nun bir meşguliyeti olup, O bu meşguliyeti bitirdikten sonra hesaba başlayacak değildir. Hiçbir şey O'nu bu işten alıkoymayacaktır. İnsanlarla cinlerin hesabını görecek, geriye bir şey bırakmayıp hükmünü verecektir. O gün perdeler kaldırılacak, her şeyin iç yüzü açığa çıkacaktır.
Âyet-i kerime’de geçen “Sekalân” iki ağırlık mânâsına gelmekte olup, insanlar ve cinler kastedilmektedir. Zira onlardan her biri değer ve mânâ bakımından ayrı ayrı ağırlıklar arzetmektedir. Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize “Resûlüs-sekaleyn” denilmiştir.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 32)
Yarın böyle hesap gelip çatacakken; gerek bugün içinde bulunduğunuz hayat nimetlerine ve gerek yarının ceza ve mükâfatlarına nasıl nankörlük hissedersiniz?
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde, nereye gittiğini, hangi yolu takip edeceğini bilmeyen şaşırmış kimselerle, apaçık nûrlu bir yolda bulunan ve o yolda ilerlemekte olan kimseler için misal getirerek şöyle buyurmaktadır:
"Yüzüstü tökezleyerek yürüyen mi varılacak yere daha iyi erişir, yoksa dosdoğru yolda düzgün yürüyen mi?" (Mülk: 22)
Bu onların dünyadaki misalleridir. Ahirette de durumları böyle olur.
Bu bakımdan insan bir düşünmelidir: Hangi taraftan olmalı, hangisinin ardından gitmelidir?
"Bunlar Allah'ın âyetleridir. Belki düşünüp ibret alırlar." (A'raf: 26)
•
Allah-u Teâlâ insanların ve cinlerin, isterlerse göklerin ve yerin çevresinden kaçıp kurtulma çareleri arayabileceklerini meydan okuyarak beyan buyurmaktadır:
"Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin sınırlarını aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa hemen geçin.
Amma geçemezsiniz, ancak bir sultan (Allah'ın verdiği bir güç) ile çıkabilirsiniz." (Rahman: 33)
Allah-u Teâlâ tarafından bahşedilecek bir kuvvet veya bir emir olmadıkça çıkamazsınız, kaçamazsınız. Zaten öyle bir kuvvetiniz de yoktur.
Cin ve insan, kendilerine “Sekalân” ismi verilecek kadar bir itibara sahip olmakla beraber, bütün şu yer ve gök kuvvetlerinin üstüne çikacak derecede bir kuvvet ve saltanatı elde etmiş değillerdir.
Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, ilâhî mahkemeden kurtulamazlar. Allah-u Teâlâ’nın emrinden ve hükmünden kaçamazlar.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 34)
O’nun hüküm ve saltanatının hududundan çıkmak imkânı olmadığı halde, O’na karşı nankörlük etmeye nasıl cesaret edersiniz?
İlâhî tehdit devam ediyor ve Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Üzerinize dumansız bir ateş ve bunaltıcı bir duman gönderilir de artık birbirinizi kurtaramaz ve yardımlaşamazsınız.” (Rahman: 35)
Bu iki şey hem yakar, hem de boğar. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın sorgusundan cinler de insanlar da aslâ kaçıp kurtulamazlar.
“Öyleyken Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman: 36)
İsyan edenle itaat edeni ayırmak ve kâfirlerden intikam almak da bir nimettir. Bu büyük nimet de hiçbir zaman inkâr edilemez.