Hazret-i Kur’an’ı tahrip ve tahrif etmek isteyenlerle, reform adı altında İslâm dini’ni aslından çıkarmak, hurafeler koymak ve din-i İslâm’ı bozmak isteyenler, 1400 küsur seneden beri devam edegelen emr-i peygamberi’yi hiçe saymakla alenen müslüman olmadıklarını ilân etmiş oldular.
Onlar müslümanmış gibi görünen münafıklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı, hem de lâfzı itibârı ile mucizedir. Semâvî kitapların hülâsasıdır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Peygamberlerden hiçbiri yoktur ki, ona beşerin emsaline iman ettiği mucizelerin bir misli verilmiş olmasın. Bana verilen mucize ise ancak Allah’ın bana vahyettiği (Kur’an-ı kerim)dir.
Binaenaleyh kıyamet gününde ben peygamberlerin en çok tâbii bulunanı olmayı ümit ederim.” (Müslim: 152)
Diğer Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’in mucizeleri yaşadıkları zamanlarda tecellî etmiş, vefatları ile sona ermiş, o mucizeleri o zamanlarda hazır bulunanlardan başkaları görmemiştir. Getirdikleri ve tebliğ ettikleri dinler de kendilerinden sonra ümmetleri tarafından tamamen değiştirilmiştir.
Bedevî bir muhitte, tahsil görmeden yetişen ve okuyup yazması da olmayan ümmî peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın en büyük mucizesi Kur’an-ı kerim’in ise; Asr-ı saâdet’ten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir. Kıyamete kadar da asla değişmeyecektir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri onu muhafaza edeceğini ferman buyurmaktadır:
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr: 9)
Bu hitâb-ı ilâhî, Kur’an-ı azîmüşan’ın kıyamete kadar bâki ve daim olacağına en büyük delildir.
“Şüphesiz ki bu (Kur’an), çok şerefli bir elçinin (getirdiği) sözdür. O elçi güçlüdür, Arş’ın sahibi katında itibarlıdır. Orada kendisine uyulandır, güvenilen bir elçidir. Arkadaşınız aslâ deli değildir.” (Tekvir: 19-22)
Kâfir ve münâfıklar her ne kadar bu ilâhî Kitab-ı kerim’i bozmaya çalışsalar da, Allah-u Teâlâ onun bizzat koruyucusu olduğunu beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Allah-u Teâlâ’nın ilâhi fermanları apaçık önlerine sürüldüğü halde inanmıyorlar ve o büyük kurtuluşa ermek istemiyorlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Hayır! O kâfirler yalanlayıp dururlar.” (Bürûc: 19)
Bu, her asrın inatçı kâfirlerine şâmildir. Onlar da eskilerin inkârlarından daha beter olan bu inkârlarında devam ederek korkunç âkıbetlerini kendi elleriyle hazırlamaktadırlar.
“Oysa Allah onları arkalarından kuşatmıştır.” (Bürûc: 20)
Kaçıp kurtulabilecek bir yer bulamayacaklardır.
“Hayır! O şerefli bir Kur’an’dır.” (Bürûc: 21)
Öyle kerim bir Kur’an ki, Allah-u Teâlâ’nın en son ve en büyük kitabıdır. Bir tek Âyet-i kerime’sine bile inanmayan kimse, kendi nefsini ilâh edinmiş, arzularını hüküm yerine koymaya çalışmış, bunun için de kâfir olmuştur. İman eden müslümandır, iman etmeyen kâfirdir.
Öyle hakîm bir Kur’an’dır ki, Allah-u Teâlâ’nın koruması sayesinde bozulmaktan, yanlışlıktan korunmuştur.
“Levh-i mahfuz’dadır.” (Bürûc: 22)
Onun aslı ümmül-kitap olan Allah’ın ilmindedir. Bunun içindir ki tahrif ve tebdilden her bakımdan muhafaza olunmuştur.
“Resulüm! Biz onu (Kur’an’ı) senin dilin ile kolaylaştırdık ki, düşünüp ibret alsınlar.
Öyle ise bekle, onlar da beklemektedirler.” (Duhan: 58-59)
Çok yakında senin ümitlerin gerçekleşecek, onların ümitleri ise boşa çıkacaktır.
Bir tek Âyet-i kerime’sini değiştirmeye kalkışan, ilâhî hükmü değiştirmek isteyen kimse; kendi nefsini ilâh edinmiş, arzularını hüküm yerine koymaya çalışmış, bunun için de küfre kaymıştır. Kesinlikle bilin ki bunlar kâfirdirler.
Bindörtyüz yıldan bu yana Kur’an-ı kerim’in bir benzeri ortaya konmamıştır, kıyamete kadar da beşer bundan âciz kalacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Yemin olsun eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmek için bir araya gelseler, birbirine yardım da etseler, imkânı yok onun benzerini getiremezler.” (İsrâ: 88)
Çünkü bu güç yetirilemeyecek bir iştir, onlar ise mahlûktur, acizdir. O Hakk’tan gelmiştir ve koruyucusu da bizzat Hazret-i Allah’tır. Münâfıklar ise güya halka kolaylık olsun diye ilâhi hükümleri kaldırmak ve Hazret-i Kur’an’ı tahrip ve tahrif etmek isterler. Bu Kur’an-ı kerim ilâhî’dir, Allah kelâmıdır. Hükümleri Allah-u Teâlâ koymuştur. Bu hükümleri kaldırmak isteyen kim olursa olsun kâfirdir.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar bütün insanlara ve cinlere hitap ederek şöyle buyuruyor:
“Yoksa Kur’an’ı kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki, öyleyse haydi siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre meydana getirin. İddiânızda samimi iseniz, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de yardıma çağırın.” (Hûd: 13)
Bu fermân-ı ilâhî ile Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in i’câzını belirterek onlara karşı delili ortaya koymuştur. Bu delil kıyamet gününe kadar geçerliliğini sürdürecek, hiç kimse Kur’an-ı kerim’in bir benzerini getiremeyecektir.
“Yok eğer yardıma çağırdığınız kimseler size cevap veremedilerse, artık bilin ki Kur’an ancak Allah’ın ilmi ile indirilmiştir. O’ndan başka ilâh yoktur. Artık siz müslüman olmuyor musunuz?” (Hûd: 14)
Allah-u Teâlâ’nın bu hitâbından sonra Kelâmullah’a iman eden müslümandır, iman etmeyen de kâfirdir.
Kur’an-ı kerim’i inkâr ve itirazlar, nâzil olduğu zamanlarda başlamış, müşrikler aleyhte söylemedik hiçbir söz bırakmamışlardı. Sonraki asırlardan günümüze kadar gelen inkârcılar ise, Asr-ı saâdet müşriklerinin sözlerini tekrar edip durmaktan başka hiçbir şey yapmamışlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kalpleri ne kadar da birbirine benzemiş.” (Bakara: 118)
Allah-u Teâlâ’nın bunca açık emir ve beyanları karşısında kâfirlerin kalpleri yekvücut olmuş, ilâhi hükümlere hep karşı çıkmak istiyorlar.
•
Cenâb-ı Vâcib’ül-vücud Hazretleri eşi-ortagi olmayan tek ve benzersiz olduğu gibi, Kelâm-i kadim’i de diğer söz ve kitaplara nisbetle eşsiz ve benzersizdir.
İlim ve kudret sahibi olan ve kâinatı hikmetlerle dolu olarak yaratan Hazret-i Allah, kullarını cehalet karanlığından kurtarmak için Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a peygamberlik müddeti esnasında zaman zaman ve çeşitli vesilelerle, ilâhî bir nûr, ilâhi bir düstur ve bir ahlâk fermanı olan Kur’an-ı azimüşan’ı ihsan buyurmuştur.
Bütün kâinat cehalet, dalâlet, vahşet içinde yüzerken Hazret-i Allah, o an ve zamana göre hakikatı arzetmekle insanları tenvir etmiş, iman edenlerin dalâlet bataklığından çıkmasına vesile olmuştur. Hidayet nuruna kavuşanlar ebedî saâdet ve selameti bulmuşlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bu Kur’an öyle bir kitaptır ki; Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yegâne galip ve övülmeye lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik.” (İbrahim: 1)
Bu Âyet-i kerime sözlerimizi teyid etmiş oluyor.
“Bu Kur’an insanlara açık bir tebliğdir.” (İbrahim: 52)
İnsanlara indirilmiş apaçık hükümlerdir.
“Bununla hem korkutulsunlar, hem Allah’ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler, hem de akl-ı selim sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar.” (İbrahim: 52)
Akl-ı selim sahiplerinin iyice düşünüp Allah-u Teâlâ’nın öğüdünü aldıktan sonra ebedî saâdet ve selamete kavuşmaları ve kurtuluşa ermeleri, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ tarafından insanlara en büyük lütuftur.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah sözün en güzeli olan Kur’an’ı; âyetleri birbirine benzer, uyumlu, ahenkli ve yer yer tekrar eden bir kitap olarak indirmiştir.” (Zümer: 23)
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in, sözlerin en güzeli olduğunu beyan buyuruyor. Çünkü O indirdi.
Birbirine benzediği ve uyumlu olduğu için ezberlenip okunabiliyor, unutulmuyor.
Allah-u Teâlâ ona öyle bir fesahat ve belâğat vermiş ki, bir hafız onu birbirine ekleyerek okuyabiliyor. Akıp giden bir kitap.
Öyle bir ahenk, öyle bir üslûp var ki; insan mânâsını anlamasa bile, can kulağı ile dinlediği zaman haz duyuyor.
“Rablerinden korkanların bu Kitap’tan derileri ürperir.” (Zümer: 23)
Çünkü Kur’an-ı kerim Allah-u Teâlâ’nın azap ve ikabından haber vermektedir. Rablerinin rızâsından mahrum olmaktan ve azabından korktukları, Kelâm-ı kadim’ine saygı gösterdikleri için müminleri bir korku sarar ve kendilerini bir ürperme alır.
“Sonra hem derileri hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır.” (Zümer: 23)
Bundan ötürüdür ki hemen Hazret-i Allah’ı hatırlarlar, boyun bükerler, zikirle fikirle meşgul olurlar ve bu suretle nurlanırlar. Bütün vücutları sükûnet bulur.
“Bu kitap, Allah’ın hidayet rehberidir. Dilediğini onunla doğru yola iletir. Allah kimi saptırırsa artık ona yol gösteren bulunmaz.” (Zümer: 23)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bu kitabın en büyük hidayet rehberi olduğunu bize buyuruyor ve duyuruyor. O kime hidayet ihsan ederse onu saâdet-i ebediyesine kavuşturur, cennet-i alâsına koyar. Murad ettiğini cemal-i bâkemali ile de müşerref eder. Bu lütuf, saâdetlerin en büyüğü değil midir?
•
“Çünkü o (Kur’an) bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır.” (Abese: 11-12)
Çünkü yararı da zararı da kendisine âittir. Öğüt alan istifade eder, yola koyulur.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’in değerinin büyüklüğünü bildirmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“O, çok şerefli sayfalardadır. Yüceltilmiş ve tertemiz kılınmıştır. Kâtip (melek)lerin elleriyle (yazılmıştır). Ki o kâtipler kıymetli ve güvenilirdirler.” (Abese: 13-16)
Onun içindir ki dileyen öğüt alsın, dileyen düşünsün, istikamet bulsun.
•
Amma sapanların, sapıtanların hali ne kadar acı ve ne korkunçtur! Onların ilk ziyafeti kaynar suya atılmak ve orada gezdirilmektir. Oradaki azap müddeti bitince cehenneme götürülüp yanmaktır. Orada ölüm olmadığına göre bu azap ebedîdir. Bu da felaketlerin en büyüğü değil midir?
Kur’an-ı kerim Hazret-i Allah’ın varlığına, birliğine, sıfatlarına, gayb âlemine, hayrın ve şerrin mânâsına, ölümden sonraki ahiret hayatının hakikatına dair meseleleri en güzel bir şekilde açıklığa kavuşturmuştur.
Cenâb-ı Hakk’ın birliğine inanan ve O’nun küllî iradesine teslim olanların maddi ve mânevî ilerlemeyi sağlayacak ilim ve irfanı tahsil etmelerini, iffete sarılmalarını, din kardeşliğinin esaslarını sağlamlaştırmalarını ve insanlığın irşadı için gerekli olan diğer şartları ve sebepleri izah eder.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Elif. Lâm. Mim. Bu Kur’an doğruluğu şüphe götürmeyen, Allah’a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren bir kitaptır.” (Bakara: 1-2)
Düşünüp tefekkür eden veya onu dinleyen kimse, onun Allah katından geldiğinden şüphe etmez.
Öyle bir kitap ki; Allah-u Teâlâ’nın emirlerine sarılmak, nehiylerinden sakınmak suretiyle O’nun gazabından korunan ve itaat etmek suretiyle de azabından kurtulan müminler için yol göstericidir.
“Gerçekten bu Kur’an insanları en doğru yola götürür ve sâlih amellerde bulunan müminlere de kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsrâ: 9)
Bu ilâhi düstura riayet edip ahlâkî fermanlara uygun hareket edenler; ahlâkın yüksek pâyesine vasıl olarak hürmete layık bir millet olmuşlar, allâmeler ve en yüksek medeniyetin yetiştirebileceği en büyük insanlar vücuda getirmişlerdir.
Bu ise Kur’an-ı azimüşan’ın alelâde bir kitap olmadığını, insanları gaflet ve cehalet uykusundan kurtaracak, ahlâksızlık ve fenalığı kökünden kazıyıp, sevgi, doğruluk, merhamet ve cesaret, çalışma ve gayret gibi en kıymetli bilgileri öğreten Rabbâni bir kitap, Rahmâni bir hitap olduğunu göstermeye kâfi bir delildir.
•
“Bu Kur’an kovulmuş şeytanin sözü değildir.” (Tekvir: 25)
Âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından beşeriyetin saâdet ve selâmeti için indirilmiştir.
“O halde nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir: 26)
Bu hakikatlere karşı doğru yolu bırakıp da hangi görüş ve düşüncelere kapılıyorsunuz?
Tam bir teslimiyetle, İslâm’ın sulh ve selâmetine niçin girmiyorsunuz? İslâm bir bütün olduğu halde, işinize gelene inanıyor, işinize gelmeyene, bilhassa içyüzünüzü ortaya koyan hükümlere inanmıyorsunuz.
“O, âlemler için bir öğüttür.” (Tekvir: 27)
Bütün beşeriyete, saâdet ve selâmet yolunu gösteren bir hidayet rehberidir.
Kur’an-ı kerim’in indirilmesinden asıl gaye, doğru yolda gitmek isteyenlere o yolu anlatmaktır. Doğru gitmek istemeyen kimseler ise bu hatırlatmadan hoşlanmaz, ondan istifade etmezler. Allah-u Teâlâ’nın hükümleri onları körlükten, sağırlıktan uyandırmaz. Uyandırsa da, onlar eğrilikten hoşlandıkları için, sapıklık yolunda gitmek isterler.
“İçinizden dosdoğru bir yola gitmek isteyenler için.” (Tekvir: 28)
Çünkü hatırlatmadan, ikaz ve irşaddan faydalanacak olanlar ancak onlardır.
“İşte onlar Rablerinin yolunda olanlardır. İşte onlar saâdete erenlerdir.” (Bakara: 5)
Kur’an-ı kerim’i dikkatle inceleyenler insanların kazanabileceği bütün şan ve şerefi, dünya ve ahirete ait bütün selâmet ve saâdeti bulacaklarına aslâ şüphe etmezler.
Allah-u Teâlâ onu hasta gönüllere bir şifa, bir hidayet rehberi ve bir rahmet olarak göndermiştir. Yaştan kurudan her ne varsa hepsi onda mevcuttur. Hiçbir şey eksik bırakılmamıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, hastalanmış gönüllere bir şifa ve müminler için hidayet rehberi ve rahmet gelmiştir.” (Yunus: 57)
Kur’an-ı kerim’in harflerinin hakiki mânâlarını Hazret-i Allah açığa vursaydı, yedi kat gökler ve yer hatta arş dahi bu tecelliye dayanamazdı.
Bunun içindir ki Âyet-i kerime’sinde:
“Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onun Allah’ın korkusundan baş eğdiğini ve parça parça olduğunu görürdün. Biz bu temsilleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” buyuruyor. (Haşr: 21)
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kelamına bir mahluk takat getiremez, hakikatını bilemez, aslına vakıf olamaz. Onu yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ bilir ve dilediğine dilediği kadar bildirir. Çünkü o Allah kelamıdır, kul ise mahlukudur. Değil kulun takat getirmesi; ne yer, ne gök, ne arş hiçbir şeyin ona takat getirmesi mümkün değildir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, endişeye düştüler. İnsan ise o emaneti yüklendi.” (Ahzab: 72)
•
Allah-u Teâlâ büyük bir nimet olarak göndermiş olduğu Kur’an-ı azimüşan’ın şükrünü ifa etmemizi emrederek şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve ondaki hikmeti düşünün.” (Bakara: 231)
Allah-u Teâlâ’nın sonsuz nimetlerinin en büyüğü hiç şüphesiz ki Kur’an-ı azîmüşan’dır. Hakk ve hakikatı bulmak için bir vesile ve en güzel bir rehberdir. İnsanları kötülüklerden çıkarıp hidayet nûruna kavuşturur.
“İndirdiğimiz bu Kur’an, feyz kaynağı mübarek bir kitaptır.” (En’âm: 155)
Şanı büyüktür, feyiz ve bereketine sinir yoktur.
“Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah’tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız.” (En’âm: 155)
Allah-u Teâlâ kullarına olan merhametinden ötürü Kur’an-ı Azimüşan’a nasıl teslim olmamız ve tâzim göstermemiz gerektiğini beyan ediyor. Bu hidayet rehberiyle Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne varacak yolu göstermektedir.
•
Kitab-ı kerim’in şeref ve faziletine dair Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Haberiniz olsun ki, ilerde (karanlık gece kıtaları gibi) bir takım fitneler zuhur edecektir!
(Yâ Resulellah! O fitnelerden çıkıp, kurtuluş çaresi nedir? denildi.)
Allah-u Teâlâ’nın kitabı Kur’an’dır. Onda sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberleri vardır. Aranızdaki meseleleri halleden hükümlerle doludur.
O, hakk ile batılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir.
Onu cebbarlıkla zorbalıkla terkeden kimsenin, Allah boynunu kırar.
Hidayeti ondan başkasında arayan kimseyi dalâlete düşürür.
O, Allah’ın en sağlam ve kopmaz ipidir.
O, hikmetli bir zikir, Allah’a giden dosdoğru bir yoldur.
O, nefsin kötü arzularını uyarır. Sapık ve maksatlı kişiler onu bozamaz.
Onu okuyan diller zorluk çekmez. Âlimler ona doyamaz. Fazla tekrardan dolayı okunuşundaki haz kaybolmaz. Akılları hayrette bırakan incelik ve meziyetleri bitmez tükenmez.
O öyle hikmetle dolu bir kitaptır ki, cinlerden bir zümre onu dinledikleri zaman “Gerçekten biz, hayranlık veren çok hoş bir Kur’an dinledik. O hakka ve doğru yola götürüyor. Bundan dolayı biz de ona inandık iman ettik.” (Cin: 1-2) demişlerdir.
Ona dayanarak konuşan kişi doğru söylemiştir. Onunla âmel eden er-geç mükâfatlandırılır.
Onunla hükmeden, hükmünde adalet eder.
İnsanları ona dâvet eden, doğruya ve doğru yola dâvet etmiş olur.” (Tirmizi)
Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur’an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.
Şayet o, Kur’an-ı kerim’e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze eder ve yeryüzünden alırdı.
Kur’an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabbinden indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm’a izafe edilmiştir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür.” (Hâkka: 38-39-40)
Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin edilmektedir.
Her peygamber bir nurdur. Toprak onları çürütemez. Allah-u Teâlâ toprağa onları haram kılmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm ise nurların nurudur. Aynı zamanda Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’den her biri Resulullah Aleyhisselâm’ın alnındaki emanet nurunu taşıdıkları için ayrı bir şeref ve meziyete mazhar olmuşlardır. O nur alınlarının sağ tarafının köşesinde durur, alından alına geçer.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’sinde, onun ne kadar şerefli ve aziz olduğunu bize duyurmak için “Kur’an elbette şerefli bir peygamberin sözüdür.” buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ şerefli bir peygamberin sözüdür diye vasıflandırdığına göre, artık burada mahlukun dimağı çalışmaz. Çünkü onu yaratan bizzat onu meth-ü sena ediyor. Burada mahlukun hükmü yoktur.
Ona bizzat o şerefi Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bahşetmiş, beşeriyete Hakk ve hakikati duyurmak için Hazret-i Kur’an’ı ihsan buyurmuştur.
•
“O bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!” (Hâkka: 41)
Kur’an-ı kerim’in beyanlarını tasdik etmiyorsunuz.
“Bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!” (Hâkka: 42)
Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.
Allah-u Teâlâ burada ona şair ve kâhin diyenlere cevap veriyor ve onu lütfuyla yâd ediyor.
“Kur’an âlemlerin Rabbinden indirilmedir.
Eğer o Peygamber, bize karşı bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı; elbette biz onu kuvvetle yakalardık, sonra da kalp damarını koparırdık. Sizden hiç kimse onu koruyamazdı.” (Hâkka: 43-44-45-46-47)
Nitekim bu Âyet-i kerime’lerde, bu sözleri kendinden uydurup katsaydı, onu muhakkak yok edeceğini beyan ediyor. Fakat o böyle bir şeyi hayalinden bile geçirmedi, ilâhi hükmü olduğu gibi tebliğ etti.
Günümüzde ortalığı ifsat ateşine veren münafıklar, Hazret-i Allah’ın din-i mübin’i olan İslâm’ı; menfaatlerine, gaye ve maksatlarına âlet ederek, İslâm’ın ulvî hükümlerini kendi çıkarları doğrultusunda makamı, mevkisi, şöhreti için bozmaya, değiştirmeye, yozlaştırmaya çalışarak Hazret-i Allah’a alenen hasım kesilmektedirler.
“İnsanlar arasında öyleleri var ki, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için boş lâfı satın alır. İşte onlara alçaltıcı bir azap vardır.” (Lokman: 6)
Cühelâ gürûhu nefislerini ilâh edinmişler, Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilmişler, İslâm’mış gibi görünüyorlar ve fakat küfre hizmet ediyorlar. Din-i İslâm’ı tahrif ve tahrip etmek için bütün güçleriyle çalışıyorlar. Din-i İslâm’da olmayan şeyleri; hurafe, bidat, yalan-yanlış olarak bütün güçleriyle yaymaya çalışıyorlar. Öyle ki Hazret-i Kur’an’ın üzerine münakaşa yapıp çekişerek bu yolla tahrip ve tahrif etmeye çalışıyorlar. Müslümanların gönüllerini bulandırmak için. Bir yerlere yaranmak için, dinini ve imanını dünyalığa satıyorlar. Böylece münafık durumuna düştüler. O ki senin dinini ve kitabını tahrif ve tahrip etmek istiyor. Sen de onu yok et! Din-i İslâm’ı tahrip etmek isteyen kim olursa olsun kâfirdir, zâlimdir, fâsıktır.
Hazret-i Kur’an’ı tahrip ve tahrif etmek isteyenlere karşı Allah-u Teâlâ’nın hitâb-ı ilâhî’si:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
Reform adı altında İslâm dini’ni aslından çıkarmak ve hurafeler koymak ve din-i İslâm’ı bozmak isteyenlere ilâhî hitap:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermez,e işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini en iyi bilen ve tebliğ eden, âhir zaman peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’dır. Âyet-i kerime’lerle, Hadis-i kudsî’lerle ve Hadis-i şerif’lerle 1400 küsur seneden beri devam edegelen emr-i peygamberî’yi değiştirmek isteyenler hakkında Allah-u Teâlâ’nın hükmü budur:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)
Yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur. Mahlûkun hiç hükmü yoktur. Bunu değiştirmek aleviye mi kalmış? Buna tevessül edenler müslüman değildir. Onlar müslümanmış gibi görünen münafıklardır.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hale düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar hem insanları Kur’an’dan men ederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’am: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmasına engel oluyorlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın dinini tahrip etmeye çalışırken Allah-u Teâlâ da dünyayı tahrip ediyor ve edecek.
Şöyle ki:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fâsıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram’dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-’a “İslâmı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır” cevabını verdi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
“İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir.” buyurdular. (Darimi-Sünen, Katade: 22)
Âlim zannettiğiniz bu cahiller ve bu âhir zaman fesatçıları makam ve mevkileri için, dünya zevkleri için Allah-u Teâlâ’nın hudutlarını kaldırmak isterler. Kendilerine âlim süsü veren, âlim geçinen bu gibi ifsatçı kimseler, hem İslâm’ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime’sinde bize tanıtıyor ve şöyle buyuruyor:
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler.” (Bakara: 9)
Âlim geçinen, fakat aslında zâlim olan bu gibi kimselerin bu cehaletleri, din adına işlenen bir cinayettir. Dinimizin maruz kaldığı en büyük tehlikedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Şerlilerin en şerlisi kötü âlimlerdir.” buyurmuşlardır. (Dârimî)
Hazret-i Allah’ın emir ve yasaklarında zaman ve mekân yoktur. Kur’an-ı Azimüşan belirli bir zamana, herhangi bir millete değil; bütün asırlara, bütün insanlara seslenir ve hükümleri kıyamete kadar bâkidir. Bir harfi bile değişmez, ilâve de edilmez.
Âyet-i kerime’de:
“O’nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur.” buyuruluyor. (Kehf: 27)
İslâmiyet son dindir, kıyamete kadar bâkidir. Her yönü ile ilâhîdir, günün şartlarına uymaz, o şartları değiştirip kendine uydurur. Zamanın değişmesiyle ilâhi hükümler değişmez ve değiştirilemez. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikatı hatırlatmaya, ruhları kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Artık İslâm’dan sonra kıyamete kadar yeni bir din, yeni bir peygamber gelmeyecektir.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki aslâ kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i imran: 85)
Kur’an-ı kerim; çağlar boyunca insanlığın maddi mânevî bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir.
“Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm: 30)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İslâmiyet dâima âli ve galiptir, mağlup olmaz.” (Münâvî)
En üstün bir varlık olarak yarattığı insanların, dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşabilmeleri için; hayatlarını düzen ve intizama koyacak prensipler, emir ve yasaklar koyma hakkı yalnız Hazret-i Allah’a âittir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yolun doğrusunu göstermek Allah’a âittir.” (Nahl: 9)
O’nun bütün hükümlerinde birer hikmet, emir ve yasaklarında insanlar için birer menfaat vardır. Ya bir zararı giderir veya bir menfaat sağlar.
Allah-u Teâlâ’nın emr-i ilâhisi olduğu bir şeyde, mahlûkun hükmü yoktur. Bu noktada akıl yürütmek yersizdir. Akıl büyük bir nimet olmasına rağmen; vahiy ışığı, peygamber nuru olmadan ne önünü görebilir, ne de doğru yolu bulabilir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur.’” (İsrâ: 81)
Kişi dine uymak zorundadır, din ona uymaz. Ya inanacak müslüman olacak veya inkâr edecek kâfir olacak. Başka bir tevil yolu yoktur. Bunların gayeleri tahrip ve tahriftir. Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr: 9)
Ey müslüman kardeş! Senin dinini yok etmek isteyenleri sen yok et!
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.” (Tahrîm: 9)
“‘Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze geçmedikçe yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.’ Şüphesiz ki Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde bir araya toplayacaktır.” (Nisâ: 140)
Kur’an-ı kerim’le çok oynuyorlar. Âyet-i kerime’ler üzerinde delilsiz ve mesnedsiz olarak tartışmaya girişiyorlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Kur’an âyetlerine kendi reyi ile mânâ veren kimse cehennemden kendisine yer hazırlasın.” buyurmuştur. (Münâvî)
Bunları gururları aldatmıştır. İşin temelinde kibir ve küfür bulunmaktadır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine verilmiş kesin bir delil ve salâhiyet olmaksızın, Allah’ın âyetleri üzerinde tartışanların gönüllerinde hiç şüphe yok ki aslâ erişemeyecekleri bir büyüklük taslamaktan başka bir şey yoktur.” (Mümin: 56)
Onlar bu büyüklük taslamaları ile İslâm dini’ni tahrif etmek, hükümlerini ortadan kaldırmak arzusundadırlar.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin lânete müstehak kimseler olduklarını beşeriyete teşhir etmekte, ahirette de kat kat azaba uğratılacaklarını beyan buyurmaktadır:
“Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?
Bu zâlimler Rablerinin huzuruna arzedilecekler. Şahitler de ‘Rablerine karşı yalan uyduranlar işte bunlardır!’ diyecekler.
İyi bilin ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerinedir.
O zâlimler ki, insanları Allah yolundan alıkorlar ve o yolu eğriltmeye çalışırlar. Onlar ahireti de inkâr ederler.” (Hûd: 18-19)
Onun içindir ki Hazret-i Kur’an’ı tahrif etmeye cüret ederler. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inansalardı, O’nun Kitab-ı kerim’i ile oynamazlardı.
“Bil ki onlar sadece heveslerine uyuyorlar.” (Kasas: 50)
Onlar hakkında Allah-u Teâlâ müminleri uyararak şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Haşr: 22)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terk etmelerini emir buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin.” (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin, İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.
İslâm bir bütündür, hükümlerinden hiçbiri birbirinden ayrılmaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Hüküm yücelerin yücesi Allah’ındır.” (Mümin: 12)
Çünkü O, mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O’nun verdiği hükümler belirli bir zaman ve asır ile sınırlı değildir. Kıyamete kadar geçerlidir.
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, bir Âyet-i kerime’yi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O’nun hükmü esastır.
Söz O’nun sözü, hüküm O’nun hükmü, kitap O’nun kitabı, mülk O’nun mülküdür. O’nun sözlerini değiştirecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
"Allah hüküm verenlerin en güzel hüküm vereni değil midir?" (Tin: 8)
Allah-u Teâlâ’nın dininden söz edebilmek için ancak O’nun indirdikleriyle hükmetmek gerekir. Çünkü O’nun hükümranlığının tecellisi budur.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)
Allah-u Teâlâ bu ilâhî beyanlarında kendi indirdiği ile hükmetmeyenlerin “Kâfir”, “Zâlim”, “Fâsık” olduklarını belirtmektedir. Bu ilâhi hükümleri bırakıp, kendisinin veya başkalarının ortaya koyduğu ile hükmeden bir kimse bu üç suçu da işlemiş olur.
Önce O’nun indirdiğini reddetmekle küfür suçu işlemiştir. İkinci olarak O’nun hükümlerini çiğnemekle zulüm suçu işlemiştir. Üçüncü olarak ise sapmakla fâsık olmuştur.
Bu hükmünü mahlûkun zannına bırakmamıştır. Kim olursa olsun, mahlûkun hiç hükmü yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz.
Hazret-i Kur’an’ı tahrip ve tahrif etmek isteyenlerle, reform adı altında İslâm dini’ni aslından çıkarmak, hurafeler koymak ve din-i İslâm’ı bozmak isteyenler, 1400 küsur seneden beri devam edegelen emr-i peygamberi’yi hiçe saymakla alenen müslüman olmadıklarını ilân etmiş oldular. Onlar müslümanmış gibi görünen münafıklardır.
“Rabbinin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemalindedir. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur.” (En’am: 115)
Hazret-i Allah’ın hükmü esastır, mahlûkun hükmü yoktur. Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O’na âittir. Mülk O’nundur, O’ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmesine hakki ve salâhiyeti yoktur. Yalnız emir, yasak, tedbir, irade, tam tasarruf O’na âittir. Hükmünü hiç kimse değiştiremez.
Zira hüküm Allah’ındır.
Çünkü O mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O’nun verdiği hükümler belirli bir asır ve zaman ile sınırlı değildir, kıyamete kadar geçerlidir.
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i imran: 26)
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiçbirisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O’nun haber verdiği her şey gerçeğin ta kendisidir. O’nun emrettiği her şey adaletlidir, O’nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O’nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O’ndan daha doğru söz söyleyemez, hiç kimse O’ndan daha adil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
O’nun hükmünü kim bozabilir? O’nun hükmünden kim kurtulabilir?
“Hüküm veren Allah’tır, O’nun hükmünü bozacak kimse yoktur.” (Ra’d: 41)
O’nun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir kuvvet, hiçbir makam ve merci yoktur.
Emr-i ilâhi’yi kenara itip bırakan, kendi arzu ve reyini ortaya koyan, kendi nefsini ilâh olarak ilân etti demektir. Bu gibi kimselerin sözü doğrudur diyenler de onu ilâh edinmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Nefis putuna dayanmış olduğundan, bunlara uyan ve tâbi olan kimse bunları ilâh olarak kabul etmiştir.
Allah-u Teâlâ’ya karşı gelenlere gelince:
“İnsan bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Bu ilâhi bir emirdir ve hükümdür. İnsan, Hazret-i Allah’ın kendisini kerih bir nutfeden yarattığını görmedi, şeytana uydu ve apaçık hasım kesildi.
Buna rağmen insanoğlu bir damla kerih sudan yaratıldığı halde Yaratan’a hasım kesiliyor, ihsan ve ikram sahibi olan Allah-u Teâlâ’ya isyan ediyor.
Yaratmak da emretmek de Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Mahlûkun hiçbir hükmü yoktur. Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümlerini hafife alıp alay edenlerle, tahrip ve tahrif etmek isteyenler müslümanmış gibi görünen münafıklardır.
Bu münafıklar, Hazret-i Allah’ın Din-i mübin’i olan İslâm’ı; menfaatlerine, gaye ve maksatlarına âlet ederek, İslâm’ın ulvî hükümlerini kendi çıkarları doğrultusunda bozmaya, değiştirmeye, yozlaştırmaya çalışarak Hazret-i Allah’a hasım kesilmektedirler.
Bu ise akl-ı selim sahibi olanların kabul etmeyeceği, hafsalanın almayacağı bir durumdur. Halbuki yaratıldığı aslî maddesini düşünseydi nankörlük etmez, hasım kesilmezdi.
Hiç şüphesiz ki iman nuruyla münevver, İslâm şerefiyle müşerref olmayan kişiler, yaratılış icaplarını yerine getirmezler, Yaratan’a hasım kesildikleri gibi; dinini alaya alırlar, içten yıkmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ en belirgin noktaları hatırlatarak, başlangıcını ve sonunu düşündürmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör! Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu nutfeden yaratıp merhalelerden geçirerek şekil verdi. Sonra ona tutacağı yolu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürür ve kabre koyar. Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir.” (Abese: 17-22)
Onu mahşere sevk eder, muhasebesini görür, ameline göre cezasını verir.
Bunca ihsan ve ikram sahibi olan Hazret-i Allah’a isyan eden münafıklar, bu ilâhî cezaya müstehak olmuşlardır.
Şeytan onları şaşırtmış, çıkmaza sokmuş. Onlar da ona kanmışlar, bu büyük hakikatı, Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı gücünü göremez olmuşlar. İlk yaratılış apaçık önlerinde iken görmemezlikten gelmişler.
O bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istedi.
“O, kullarının işlediklerini ve işleyeceklerini bilir. O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.” (Bakara: 255)
Hazret-i Allah’a isyan eden münafıklara ise Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Çünkü insan çok zâlim ve câhildir.” (Ahzab: 72)
İddiâ ettiği gibi âlim değil, aksine çok câhildir. Çünkü her sözünde ve her icraatında cehaletini sergilemektedir.
“Gerçekten insan Rabbine karşı çok nankördür ve kendisi de buna şahittir.” (Âdiyat: 6-7)
Rabbine karşı çok nankör olduğuna insanın kendisi de şahittir, başka bir delile ihtiyaç yoktur, çünkü yaptıkları ayan-beyan ortadadır. Bu durumu kendi vicdani da kabul eder ve dile getirir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör!” (Abese: 17)
Bu hitap, inkârcı ve yalanlayıcı insanlar içindir. İman nuruyla münevver, İslâm şerefiyle müşerref olmayan insanlar, Rablerine karşı nankörlük ederler.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“Rabbinizden size indirilene uyun.” buyuruyor. (A’raf: 3)
Kişi dine uyar, din ona uymaz. Ya iman ya küfür, ya mümin ya kâfir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah’a mahsustur. İşte benim Rabbim olan Allah budur. Ben ancak O’na güvenirim ve yalnız O’na sığınırım.” (Şûrâ: 10)
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, kasten bir Âyet-i kerime’yi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlûkun hükmü yoktur, O’nun hükmü esastır.
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiçbirisi birbirinden ayrılmaz.
“Dillerinizin yalan yere vasfettiği şeyler hakkında ‘Bu helâldir, bu haramdır.’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.
Allah’a karşı yalan uyduranlar iflâh olmazlar.” (Nahl: 116)
Hüküm verme yetkisi sadece O’na âittir. İnsanların kendi görüş, anlayış ve mantıklarına göre rastgele hüküm vermeleri, Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı bir hükmü kendi cehalet ve heveslerine uyarak helâl kılmaları; Allah-u Teâlâ’nın hükmüne muhalefet etmektir, O’nun şeriatını tahrif, ahkâmını tağyir arzusundan başka bir şey değildir. Bu iddiâların her biri Allah-u Teâlâ’ya karşı uydurulmuş bir yalan ve iftiradır. Doğruyu yalanlamak, gerçeği reddetmek hiç şüphesiz ki Hakk’a karşı bir zulümdür, suçların da en büyüğüdür.
İman ettik demelerine rağmen, Allah ve Resul’ünün hükmünü beğenmiyorlar, kendi zanlarına uyuyorlar, böylece imansızlıkları ortaya çıkıyor.
Oysa:
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: ‘İşittik ve itaat ettik!’ demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.” (Nur: 51)
Müminlerin tavrının böyle olması gerektiği buyuruluyor.
O itaatkâr müminler dünya saâdetine ahiret selâmetine ererler, umduklarına nail olurlar, korkunç âkıbetlerden emin bulunurlar.
"Kim Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederse, Allah'tan korkar ve ondan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr: 52)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmeyen nimetlere erenler ancak bunlardır.
Hazret-i Allah dinini kemâle erdirip insanlara gönderdikten sonra, ona uymaktan başka bir yol kalmamıştır.
“Allah ve Resulü bir işe dair hüküm verdikleri zaman, mümin bir erkekle, mümin bir kadın için o işinde istediği bir şeyi tercih etme yetkisi yoktur. Kim (başka bir tercihte bulunarak) Allah’a ve Resul’üne isyan ederse şüphe yok ki apaçık bir sapıklıkla sapmış olur.” (Ahzab: 36)
Allah ve Resul’ünün hükmü bellidir. Hazret-i Allah, Kur’an-ı kerim’inde ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayatında, her şeyi açıklamıştır. Müminler için uyulması gereken yol budur. Zira tercih hakkı bile yoktur. Bu tercihi kullanmak, Allah’a ve Resul’üne karşı gelmek demektir. Bize düşen görev, İslâm’ı harfiyyen yaşamaktır. Nasıl gelmişse, nasıl tebliğ edilmişse, nasıl inzal olmuşsa.
Âyet-i kerime’de:
“Peygamber size ne verdiyse onu alın, sizi neden alıkoyduysa ondan sakının.” buyuruluyor. (Haşr: 7)
İslâm’ın emirlerini emir bilip, nehiylerini kabul ettikten sonra, arzularımızın dahi o ahkâma uyması gerekmektedir.
Hadis-i şerif’te:
“Sizden hiçbirinizin arzuları benim tebliğ ettiğim şeylere tâbi olmadıkça iman etmiş olmazsınız.” buyurulmaktadır. (Buhari)
İlâhî emir ve hükümleri bırakıp kendi arzularını hüküm yerine koyan hem şirke düşmüş hem de küfre girmiştir. Bunun böyle olduğunu kesin olarak bilin. Esas budur. Öz, Allah-u Teâlâ'nın kelâmı, Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanıdır.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücadele: 18-19)
Öz ve özden alanlar öz söyler, özden nasipdar olmayanlar söz söyler. Bu sözleri söyleyenler nefis putuna dayanarak, şeytandan ilham alarak ve zanna uyarak söylerler. Bunların da alâmeti budur.
Nur ehlinin kaynağı Hazret-i Allah ve Resul’üdür. Diğerlerinin kaynağı ise şeytanın iğvâsı ve kendi zannıdır.
Birisi Allah ehli, diğeri dalâlet ehlidir. Bütün insanların etrafında birleşmelerinin mümkün olduğu tek şey hak ve hakikattır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Şüphesiz ki siz çelişkili sözler içerisindesiniz.” (Zâriyat: 8)
Yani sözleriniz hiç birbirini tutmuyor, bir hüküm altında toplanmıyorsunuz. Dalâlet ehli bir süre sonra ayrılmak için birleşirler ve fakat hemen sonra aralarında çekişmeler başlar.
“Ondan döndürülen kimseler döndürülür.” (Zâriyat: 9)
O çeşitli görüşlerden, çelişkili fikirlerden Allah-u Teâlâ’nın ilm-i ezelisinde döneceği bilinen kişiler döner ve iman eder.
İman etmeyenlere gelince:
“Kahrolsun o koyu yalancılar! Onlar koyu bir cehâlet içinde kalmış gâfillerdir.” (Zâriyat: 10-11)
“Koyu yalancılar” diye mânâ verilen “Harrâsûn”, aslında “Zan ve tahmin ile hüküm veren kimseler” demektir. Her meselede kendi heveslerini ile süren yalancılar, başlarına gelecek felâketin farkında değiller.
•
İslâm, çeşitli hükümleriyle insanları dünya saâdetine ve âhiret selâmetine eriştirmek için gelmiştir. Toplumun her türlü ihtiyaçlarını karşılayan tam ve mükemmel bir nizamdır. İslâm’ın gayesi bu olduğuna göre, hükümlerini birbirinden ayırmadan bir bütün olarak kabul etmek gerekir. Bir kısmını alıp bir kısmını terk etmek mümkün değildir. Böyle bir durum, İslâm’ın gerçekleştirmek istediği gayeye engel olur.
Hükümleri her zaman için toplumun seviyesinden üstün olup, toplum seviyesi ne kadar yükselirse yükselsin, İslâm’ın hükümleri o seviyeden daha üstündür. Bu hükümler yılların, asırların değişmesiyle değişmeyip, bütün zaman ve mekâna hitâp eder.
İslâm’ın intişârından bu yana bu kadar zaman geçmesine rağmen, toplum düzeni defalarca değişip altüst olmuş, birçok yeni keşif ve icatlar bulunmuş, buna rağmen Allah-u Teâlâ’nın değişmez nizamı değişmemiş, hâlâ indiği şekliyle dimdik ayakta durmaktadır.
İslâm’ın hak din olduğu, imanın insanları aydınlığa çıkardığı, küfrün ise sapıklık olduğu, insanları karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İşte size Rabbinizden açık bir delil, hidayet ve rahmet gelmiştir.” (En’am: 157)
Onlara uyanlar dalâletten kurtulur, hidayete ererler.
•
Farz-ı muhal ki, sınıfta talebeler gürültü yapıyor. Öğretmen dese ki: “Susun çocuklar, size mühim bir şey söyleyeceğim!” Çocuklar hemen susarlar, ne söyleyecek diye bakarlar.
Devletin içinde bir gürültü çıksa, “Devlet reisi size bir şey söyleyecek, dinleyin!” denilse, herkes kulak kesilir, ne diyecek diye bakarlar.
“Yaratan ve mülkün sahibi olan Hazret-i Allah, size bir şey söyleyecek!” denildiği zaman, insanların nasıl dinlemesi lâzımdır, varın bir kıyas edin.
Öğretmeni dinlemeyeni öğretmen cezalandırır, devlet reisini dinlemeyeni devlet reisi cezalandırır. Hazret-i Allah’ın fermanını dinlemeyeni de Hazret-i Allah cezalandırır.
Dinleyenlerin mükâfatına gelince, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kitabı sağ eline verilen kimse: ‘Alın kitabımı okuyun! Ben zaten hesabıma kavuşacağımı sezmiştim.’ der. Artık o meyveleri sarkmış, yüce bir cennette, safalı bir hayat içindedir. (Ona şöyle denilir): ‘Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü âfiyetle yiyin için.’” (Hâkka: 19-24)
Dinlemeyenlere gelince, onları nasıl cezâlandıracağını mütebâki Âyet-i kerime’lerinde şöyle beyan buyuruyor:
“Kitabı sol eline verilmiş olanlara gelince, o da der ki: ‘Kitabım keşke bana verilmeseydi! Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim! Ah! Keşke bu iş son bulmuş olsaydı! Malım bana hiç fayda vermedi, saltanatım benden ayrılıp gitti. (Ona denilir ki): ‘Tutun onu! Hemen bağlayın! Sonra atın onu cehenneme! Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun! Çünkü o, ulu Allah’a iman etmezdi, yoksulu doyurmayı teşvik etmezdi.’” (Hâkka: 25-34)
Yaratan, mülkün sahibi olan Hazret-i Allah’ın hükmü budur, mülkün sahibi işte böyle cezalandırır, amma O’nun cezalandırması çok şiddetlidir.
Çünkü; “Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.”
Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resul’ünün emir ve arzusuna boyun eğmek, “İşittim ve itaat ettim!” demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
“Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir?” (En’am: 157)
Kendisi saptığı gibi, başkalarını da saptıran ve insanların Allah-u Teâlâ’nın hükmüne yönelmelerini engelleyen kimseden daha zâlim birisi düşünülemez.
“Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirdiklerinden dolayı azabın en kötüsü ile cezalandıracağız.” (En’am: 157)
İnsanları Allah-u Teâlâ’nın nurlu yolundan saptıran, hidayetlerine engel olan kimseleri cezasız bırakmayacağız.
“Böylece hak dinden çıkmış fâsıklara Rabbinin kelimesi şöyle gerçekleşti: Onlar artık imana gelmezler.” (Yunus: 33)
Onların hak din İslâm’dan çıkıp dalâlete yöneldikleri gerçekten kesinleşti. O fâsıklar Hakk’tan böylesine yüz çevirmiş, imandan böylesine mahrumdurlar.
“İyi bilin ki zâlimler sürekli bir azap içindedirler.” (Şûrâ: 45)
O azaplardan hiçbir zaman kurtulamayacaklardır.
“Onların Allah’tan başka kendilerine yardim edecek dostları da yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık onun için bir yol yoktur.” (Şûrâ: 46)
Çünkü kurtuluş yolu kapanmıştır.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki inkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine hidayet belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onların yaptıklarını hep boşa çıkaracaktır.” (Muhammed: 32)
O yoldaki bütün mesaileri, çalışmaları hiçe gidecektir.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve amellerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed: 33)
Diğerlerinin yaptığı gibi küfür, nifak, tefâhür, riyâ ve bunlara benzer şeylerle imanınızı ve amellerinizi boşa gidermeyin.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kıyamet gününün bir sahnesi hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Her ümmet içinden âyetlerimizi yalanlayan birer cemaati toplarız.” (Neml: 83)
Cemaatten maksat, kendilerine uyulan öncülerdir. Allah-u Teâlâ’nın hükmünü bırakarak kendi zan kitaplarına, nefislerinin arzularına göre hüküm veren imansız imamlardır.
“Onlar o gün bir arada tutulurlar.” (Neml: 83)
Arkasından da hesap görüleceği yere sürülürler.
“Nihayet (hesap yerine) geldikleri zaman Allah buyurur: Siz benim âyetlerimi ilminiz ihata etmediği (kapsamadığı) halde yalanladınız öyle mi?” (Neml: 84)
Zira onların, Allah’ın âyetlerini yalanladıkları bilinen bir gerçektir.
“Değilse ne yaptınız?” (Neml: 84)
Yani onların cehaletlerinden, yalanlama ve inkârlarından başka hiçbir amelleri yoktur.
“Yaptıkları zulümden ötürü o söz başlarına gelmiştir. Artık onlar konuşamazlar.” (Neml: 85)
Elbette ki böyle bir soruya susmaktan ve baş eğmekten başka verilecek cevap yoktur. Şimdi artık hiçbir gizlinin kendisine gizli kalmadığı Allah’a döndürülmüşlerdir.
•
Allah-u Teâlâ bu yalanlayıcıların ahiretteki âkıbetleri hakkında Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurmaktadır:
“Haydi yalanlamış olduğunuz azaba doğru gidin!” (Mürselât: 29)
İnkârınızın cezasına kavuşun. Yalanladığınız gerçekler ne kadar hakikat imiş!
Hesabı ikabı aslâ düşünmediler, inkârlarında ısrar edip durdular. İşte o pek müthiş azaba müstehak olanlar onlardır.
Zebaniler, ateşe girinceye kadar enselerine vururlar.
Şimdi artık girin oraya!
“Üç kola ayrılmış olan, fakat ne gölgelendiren ne de alevlerden koruyan bir gölgeye gidin!” (Mürselât: 30-31)
Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır. Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır. Bir gölge ki ateşin alazlamasından, alevlerinden korumuyor. Azap üstüne azap veriyor.
“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir.” (Mürselât: 32)
O kıvılcımlar ulu saraylar gibi, dumanları da böyle olunca cehennemliklerin hâlinin ne olacağını bir düşün!
“Sanki o kıvılcımlar sarı sarı develer gibidir.” (Mürselât: 33)
Düşünmeli ki kıvılcımları böyle olan alevler ne kadar salgın olacaktır! Böyle üç çatallı bir gölgeye sığınmanın ne felâket olduğunu düşünmelidir.
“O gün, (hakikatları) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 34)
Kendilerinden hiçbir azabı bertaraf edemeyeceklerdir.
İşte bu azgınların gideceği yer burasıdır. Binaenaleyh mülk O’nun, hüküm O’nundur.
Hüküm vermek Allah-u Teâlâ’ya mahsustur, sahtelere, makam ve mevki düşkünlerine, dinini dünyaya değiştirenlere âit değil.
Hakikat budur. Hüküm Allah-u Teâlâ’nın hükmüdür. Mahlûkun hükmü yoktur. O’nun emri haricindeki bütün söz ve davranışlar pislikten ibarettir. Pis konuşuyorsunuz, nefisle konuşuyorsunuz!
İyi bil ki seni denemek için gönderdi, sahneye koydu. Yarın çekecek ve seni ateşe koyacak ve o ateşte yakacak. Nefsini ilâh edinenleri kahredecek.
“O gün, (hakikatları) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 47)
Ahir zaman âlimleri gökkubbe altında en şerli kimselerdir, tahripçidirler. İlimleri zandan ibarettir, zan ile hareket ederler, bütün iş ve icraatları zandan öteye geçmez. Cehaletlerinden ötürü hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dinin felâketine yol açan üç sebep vardır: Günahkâr fakih, zâlim devlet başkanı ve cahil müctehid.” (Feyz-ül Kadir)
Çünkü onlar hükm-ü ilâhî’ye değil de kendi zanlarına uymuşlar, kendi mesnetsiz iddiâlarını hüküm yerine koymuşlardır.
Güya İslâm dinini temsil ediyorlar, fakat aslında İslâm dinini ifsad ediyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla çekip almaz. Lâkin âlimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara cahil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (Âyet, Hadis gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetva verip, hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2174)
“Ben âlimim!” diyenlerin, kendilerine âlim süsü verenlerin ekserisinin imanları “Suretî” olduğu gibi, ilimleri de zandan ibarettir. Bütün iş ve icraatları zandan öteye geçmez. Zannın ise hakikat karşısında hiçbir hükmü yoktur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.
Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” (Yunus: 36)
Onların her yaptığını bilmekte ve görmektedir. İmtihan sahnesi kapanınca onlara bu yaptıklarının cezasını, en ağır bir şekilde verecektir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini ortaya koyan ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz ki kâfirlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şûrâ: 21)
Bu beyan kötü âlimler için en büyük bir ihtar-ı ilâhî’dir.
Çünkü haram ve helâl ahkâmını beyan etmek, bir şeyi meşru kılmak, Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun gönderdiği Peygamber’e mahsustur. Hüküm koyucu tek makam O’dur, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmez. O’nun ortaya koyduğu ahkâmdan başka bir hükmü ortaya koymaya kimsenin hakkı yoktur.
Âyet-i kerime’de geçen “Ortaklar”, insanların kendilerine Allah ile beraber hüküm koymada ortak kabul ettiği kimseler demektir. Allah’tan başkasına kulluk yapmak nasıl şirkse, bu da onun gibi şirktir. Bu sefihler Din-i mübin’in ahkâmını kendi arzularına uydurmak suretiyle değiştirmek isterler. Çünkü şeytanları onlara bu yolda talimat verir ve yaptıklarını kendilerine güzel gösterir.
Allah-u Teâlâ’nın hüküm olarak koymuş olduğu dosdoğru dine uymayıp muhalefet etmeye kalkışmak, dünya hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin başında gelir.
İmanları suretâ, ilimleri zandan ibaret olan saptırıcı, Din-i mübin’i yıkıcı, halkı şaşırtıcı âlimler, cehaletlerinden ötürü hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar. Onlar münafıktırlar, önde görünürler, makam ve mevki, isim sahibidir amma zerre kadar imanı yoktur.
Allah-u Teâlâ onları "İlmi ile dünyalık elde edenler" diye vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
"Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kötü!" (Âl-i imran: 187)
Allah-u Teâlâ ilmi aziz kıldığı halde, kötü âlimler ilmi mal ve mevki elde etmeye âlet ederler.
"Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak." (En'am: 70)
Bu gibi kimseler, uymaları ve yoluna girmeleri gereken dinlerini oyun ve eğlence edindiler. Dini hükümleri kendi arzularına göre yalan-yanlış yorumlamaya kalkıştılar. Zan, nam, gaye, maksat ve menfaatları için bu Din-i mübin'i vasıta olarak telakki ettiler.
Onlar artık Hazret-i Allah ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız nam ve şöhret düşünürler, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler. Halk da bunlara rağbet eder. Sözüne, kalıbına, elbisesine bakar.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider, ne söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikun: 4)
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar nefislerine değer verdikleri için, Hazret-i Allah’ın yanında gerçekten en düşük insanlardır.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“İlmi, âlimlere karşı böbürlenmek, cahillerle münakaşa etmek veya mevki-makam elde etmek için öğrenmeyin. Kim bunu yaparsa ona ateş gerekir ateş!” (İbn-i Mâce)
Tedris ve fetvâ işleri makam-mevki, mal-şöhret için olmadığı, ancak Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için olduğu zaman faydalı olur. Aksi halde çok büyük zararlar açar.
Diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Kim ki onunla, Aziz ve Celil olan Allah’ın rızâsı aranan ilimlerden bir ilmi dünyevi bir menfaat için öğrenirse, kıyamet gününde cennetin kokusunu bulamaz.” (Ebu Dâvud)
Şimdi bir bu Hadis-i şerif’e dikkat edin, bir de “Ben âlimim!” diyenlere bakın. Zira menfaatsiz adım bile atmazlar.
Allah-u Teâlâ ilmi aziz kıldığı halde, onlar ilmi mal ve mevki elde etmeye âlet ediyorlar. Halbuki dünyaya düşkün olmak Allah-u Teâlâ’nın sevmediği bir şeydir.
Kötü âlimler, Allah-u Teâlâ'nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hale düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar hem insanları Kur'an'dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar." (En'am: 26)
Kendileri Hazret-i Kur'an'ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmasına engel oluyorlar.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhakî)
Burada görülüyor ki bunlar, gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır.
Bu gibi kimselerin cezasını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Allah'ın âyetleri üzerinde tartışanları görmez misin? Nasıl da döndürülüyorlar?
Onlar Kur'an'ı ve peygamberlerimize gönderdiklerimizi yalanlayanlardır.
Pek yakında bilecekler!
Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suda sürükleneceklerdir, sonra da ateşte yakılacaklardır.
Sonra da onlara denilecektir ki: Ortak koştuklarınız nerede?" (Mü'min: 69-73)
Allah-u Teâlâ'nın hükmünü kaldırmaya çalışıp kendi arzusunu hüküm yerine koymaya çalışmak bir şirktir, bunu yapan müşriktir. Bu bir ulûhiyet dâvâsıdır. Çünkü harama helâl diyorlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni?
Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkan: 43)
Eğer cân-ı gönülden Din-i mübin’i savunuyorsa, Hazret-i Kur’an’ı yaşıyorsa, Resulullah Âleyhisselâm’ın sünnet-i seniye’sini tatbik ediyorsa, bu gibi kimseye “İyi âlimdir” zannını verebiliriz. Hakiki âlimler bütün hâl ve ahvâlini dine uydururlar, Resulullah Âleyhisselâm’ın izinde bulunurlar.
Ve fakat “Ben âlimim!” diyor, ahkâmca hareket etmiyor, ilâhî hükümleri arkasına atarak kendi zannını yürütüyorsa; bu gibi kimseler sapıktır, kendileri saptığı gibi halkı da saptırırlar.
Hazret-i Allah’ı bilmeyen ve O’ndan korkmayan, emirlerine riâyet edip nehiylerinden kaçınmayan kimselere “Âlimdir” demek en büyük hatadır. Mâsiyet işleyene âlim denmez. Zira Allah-u Teâlâ’dan en çok korkanlar âlimlerdir. Bunlar korkmadıklarına göre ulemâ vasfını kaybetmişlerdir.
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Tahripçidirler, dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri ise dini aslından çıkarmak, bid’at ve küfrü yaymaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için de acıklı bir azap vardır.” (Sebe: 5)
Âyet-i kerime’de geçen “Ricz” azabın gayet çirkini ve en murdarı mânâsına gelmektedir. Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini çürütmek isteyen, hükümsüz bırakmak ve kendi arzusunu hüküm yerine koymak isteyenlerin bu cürümleri pek büyük olduğu için kendilerine verilen ceza da o nisbette iğrenç ve acıklı olacaktır.
Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Onun içindir ki sapıklık ve kötülüklerini açıklamakta, cahilliklerini tescil etmektedir.
Dışarıdan âlim zannettiğiniz fesatçılar, ifsatlarını yürütürler ve Din-i mübin’e en büyük tahribâtı yaparlar.
Bunun içindir ki her kelimesinin ahkâma uyup uymadığına dikkat edin.
Hidayeti dalâletle değiştiren, sapıklığı satın alan bu iftiracılar her zalimden daha zalimdirler. Doğruyu yalanlamak, gerçeği reddetmek hiç şüphesiz ki Hakk’a karşı bir zulümdür, suçların da en büyüğüdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a karşı yalan uydurandan ve kendisine gelmiş olan doğruyu yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?
Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?” (Zümer: 32)
Elbette vardır! Onların ebedî ikametgâhları cehennemden başka bir yer olmayacaktır.
Çünkü onlar çok kötü bir çığır açmışlar, beşeriyete çok kötü bir numune olmuşlar, kendi nefislerini de en acıklı azaplara maruz bırakmışlardır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Allah’a karşı yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?
Zâlimler şüphesiz ki iflâh olmazlar.” (En’am: 21)
En büyük gadâb-ı ilâhî’ye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ’nın kesinlikle yasak etmiş olduğu şeylere “Allah-u Teâlâ böyle emrediyor.” diye kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
Bilmeden veya kasten fetva verenler Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sini inkâr etmiş, kendi hükmünü âyet yerine koymuş olur.
Işte bunlar nefislerini ilâh edinenlerdir. Bunlara uyanlar da bunlara tapmış olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları:
“Allah’ın ve Peygamber’inin haram kıldığını haram saymayanlar. Hak dini kendilerine din edinmeyenler.” olarak vasıflandırmaktadır. (Tevbe: 29)
İlâhî hükümler üzerine onların batıl fikirlerini tercih edip benimsemekle, onları mabud edinmiş oldular ve şirke düştüler.
•
Bu gibi kimselere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle cevap veriyor:
"Küfre varıp âyetlerimizi yalanlayanlar ise cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî olarak kalacaklardır." (Bakara: 39)
Zira Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kiyamet gününde azabın en şiddetlisiyle azap görecek olan kimse, ilmi kendisine fayda sağlamamış bulunan âlimdir." (Câmi'üs-sagîr)
Âlim sıfatında görünüp zâlim olduğu için Din-i mübin'in yıkılmasına çalışır. Çünkü o gerçek müslüman değildir, başkasına hizmet eder.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselerin iç yüzünü bize tanıtıyor.
Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:
"İnsanların bir takımları vardır ki, inanmadıkları halde 'Allah'a ve ahiret gününe inandık.' derler." (Bakara: 8)
"Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir." (Bakara: 9)
Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar müslümanları aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir, en büyük zararı yine kendileri görürler, yaptıklarının vebali kendilerine döner.
Onların kalpleri nifak ve şüphe ile doludur.
Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere:
"Onlarin kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını arttırmıştır.
Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici azap vardır." (Bakara: 10)
Onlar Kitabullah'a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ da bu hastalığı taşıyanların hastalığını daha da arttırmıştır. Bu yüzdendir ki Allah-u Teâlâ'nın kahrına müstehak olmuşlardır.
Kendilerinin nasıl bir cehalet ve dalâlet çukuruna düşmüş olduklarının hiç farkında değildirler.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kendilerine 'Yeryüzünde fesad çıkarmayın!' denildiği zaman 'Biz ancak islah edicileriz.' derler." (Bakara: 11)
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:
"İyi bilin ki asil ortalığı ifsad edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar." (Bakara: 12)
Kalplerinden iman nuru silindiği için bunun böyle olduğunu hissedip anlamazlar.
Bu hususta mahlûkun hükmü yoktur.
Âyet-i kerime'sinde:
"İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir." buyuruyor. (A'raf: 54)
Mülk O'nundur, O'ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmesine hakkı ve salahiyeti yoktur. Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve idare, tam tasarruf O'na âittir.
"Rabbinin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemalindedir. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur." (En'am: 115)
Diğerlerine gelince...
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah'ın yolundan saptırırlar.
Onlar sadece zanna uyarlar ve yalandan başka söz de söylemezler." (En'am: 116)
"Onlar durmadan yalana kulak verirler." (Mâide: 41)
Ne inançlarında yakin, ne ölçülerinde hakkaniyet, ne de kararlarında isabet bulunur. Bütün iş ve icraatlarında nefsânî arzu ve heveslerine uyarlar. Şahsi takdir ve tahminlerini hüküm yerine koyarlar.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Senin Rabbin kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da en iyi bilen O'dur." (En'am: 117)
Allah-u Teâlâ yeryüzü halkının çoğunun durumunun sapık olduğunu haber vermektedir.
Nitekim diğer Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Andolsun ki onlardan önce gelip geçenlerin de çoğu sapıtmıştı." (Saffat: 71)
"İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır." (Mâide: 49)
İslâm dininden saparak nifaka düşenler ve nifak çıkaranlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere istinad ve itibar etmezler. Sadece kendi zanlarına ve çıkarlarına bakarlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İşte böyle... Çünkü onlar Allah'ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır." (Muhammed: 9)
Hazret-i Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayıp tiksinenler İslâm gibi görünürler ve fakat küfre hizmet ederler ve onlarla ünsiyet kurarlar, onlarla birlik olurlar. Dünyaya taparlar. Gayeleri madde, menfaat ve şöhrettir. Şöhret ise bir âfâttır.
Gerçek müslümanlarla aslâ ülfet etmezler ve müslümanları alaya alırlar.
Onlar Allah-u Teâlâ'nın hükümlerinden hoşnut olmadıkları için böyle yapıyorlar. Âyet-i kerime'ler karşılarında açık açık okunduğu halde ikrah ettikleri görülüyor.
"Bunun için Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 9)
Çünkü amellerin kabulü için asıl ve esas olan imandır. Onlar ise bu imandan mahrum kimselerdir.
Allah-u Teâlâ onların hidayetten mahrum kalmalarının sebebini beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Hayır! Zulmedenler körü körüne heveslerine uymuşlardır." (Rum: 29)
Onlar ahkâm-ı ilâhî’ye gözü yumuk baktılar. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler önlerine serildiği halde hafife aldılar, kendi zan ve tüzüklerine uydular. Madde ve menfaata taptılar, dünyayı ahirete tercih ettiler.
"Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da yoktur." (Rum: 29)
Delilsiz ve ilimsiz olarak kendi batıl yollarına gittikleri için İslâm hududundan çıktılar. İradelerini şerre sarfettiler. Allah-u Teâlâ'nın dalâlete düşürdüğü kimseyi hiç kimse hidayete erdiremez. Onların müstehak oldukları azaptan kurtaracak yardımcıları da yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde:
"Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan kimselerin durumu ne kötüdür! Allah zâlimleri doğru yola eriştirmez." (Cuma: 5)
"Seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin sesidir." buyuruyor. (Lokman: 19)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyuruyorlar ki:
"Ölçüde bereket vardır. Binaenaleyh her şeyi ölçünüz. Eğer Hazret-i Allah'ın kelâmına uyuyorsa alınız. Uymuyorsa reddediniz. Resulullah'ın sünnetine uyuyorsa alınız, uymuyorsa reddediniz." (Tirmizî)
Bunlar müslüman mıdır? Mason mudur? Alevi midir? Kâfir midir? Nasıl anlarsınız?
Kimin namına konuşuyorsa, kimi temsil ediyorsa o ondandır. Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Allah size imanı sevdirdi, onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı, isyanı ise çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar onlardır." (Hucurat: 7)
Bu gibi kimselerin söyledikleri eğer İslâm dinine, Hazret-i Allah'ın Kur’an-ı kerim'ine, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in Sünnet-i seniye'sine uyuyorsa; işte onun İslâm'ı temsil edeceğine şehadet edersiniz. Şayet Din-i İslâm'ın düşmanlarını temsil ediyorsa, kimi destekliyorsa o ondandır. Aleviyi destekliyorsa alevidir, masonu destekliyorsa masondur, hıristiyanı destekliyorsa hıristiyandır, kâfiri destekliyorsa kâfirdir.
O derse ki, "Ben İslâmı temsil ediyorum."
O halde Cenab-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Yaratmak da emretmek de Allah'a mahsustur." (A'raf: 54)
Mahlûkun hiçbir hükmü yoktur. Ve sözü geçerli değildir. Eğer Allah-u Teâlâ'nın emirlerine iman ediyorsa mümin, etmiyorsa kâfirdir. En kestirme yol budur.
Bunlar kendilerini müçtehid yerine koyuyorlar. Bunlarınki içtihad değil, ifsadtır. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyuruyorlar ki:
"Ümmetimden yalancılar ve deccaller vücuda gelir." (Münavî)
Müçtehid kim, bunlar kim? Oysa Kur’an-ı kerim'in hükmü kıyamete kadar bâkidir. Bunlar din-i mübini ifsad ve Hazret-i Kur’an’ı aslından çıkarmak için vazifelidirler. Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Bir zikir olan Kur’an'ı biz indirdik. Elbette onu biz koruyacağız." (Hicr: 9)
Oysa Hazret-i Allah'ın kelâmını kıyamete kadar koruyacağına dair açık beyanı vardır. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır." buyuruyor. (Saf: 8)
Çünkü bunların imanları sureta, ilimleri ise zandan ibarettir. Onlar Allah'tan korkmaz. Çünkü imanları boğazlarından aşağıya geçmemiştir. Kendi zanlarını hüküm yerine koyarlar. Nefis putunu eline almıştır. Onunla irşada kalkmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki; İslâm'ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." buyurmuştur. (Beyhaki)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunları göre göre söyledi.
En şerli oluşları nedendir? Çünkü hiçbir din düşmanı bunların yaptığı tahribatı yapamaz. Çünkü düşmanın cephesi var. Bunların ise cephesi yok. Müslüman gibi görünüyorlar ve din-i mübin'i parçalamaya çalışıyorlar. Onlar müslüman gibi görünen münafıklardır.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde:
"Bu dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." buyuruyor. (Rum: 30)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Kıyamet gününde azabın en şiddetlisiyle azap görecek olan, ilmi kendisine fayda sağlamamış bulunan âlimdir." (Heysemi)
Allah'ın hükmünü bırakıp, kendi zanlarına göre hareket ettiklerinden dolayı küfre kaymışlardır.
Çünkü Hazret-i Allah'ın hükmünü kaldırıp kimlerin hükmünü koymak istediğini buradan tanırsınız. Ve bunların kim olduğunu buradan öğrenirsiniz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Âyetlerimizi inkâr etmek için yarışırcasına gayret sarf edenler var ya, işte onlar için acıklı bir azap vardır." buyuruyor. (Sebe: 5)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde onlara azap vadediyor.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
"Ahir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt, aklını kötüye kullanan bir zümre yetişecektir. Onlar, iyiler gibi peygamberin tebligatından, âyet ve hadisten bahsedeceklerdir. Fakat onlar, tıpkı okun hedefi delip geçtiği gibi İslâm'dan hemen çıkıvereceklerdir. İmanları boğazlarından ileri geçmez.
Siz onlara nerede rastgelirseniz hemen öldürünüz. Zira bunları öldürene kıyamet gününde sevap vardır." (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1472)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Âyet ve Hadis'ten bahsedecekler buyuruyor. Bunlar Âyet ve Hadis'ten de bahsetmiyor.
Onlar Hazret-i Kur’an'a uymazlar. Hazret-i Kur’an'ı arzularına göre uydurmaya çalışırlar. Çünkü Ahkâm-ı ilâhi'ye imanları yoktur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sünnetini işlemezler. Ona benzemek istemezler. Kendilerini gayrıya benzetirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Onların kalpleri iman etmedi." buyuruyor. (Maide: 41)
İşte cidden bu beyinsizlerin bu kadar ileri gidişinden Allah'ın gadabına uğrayabiliriz. Çünkü o kadar ileri gittiler ki, bindörtyüz senedir bir harfi değişmemiş olan Hazret-i Kur’an'ı beğenmiyorlar ve kendi zanlarına göre hüküm değiştirmeye çalışıyorlar.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Aramızdaki beyinsizler yüzünden bizi de helâk eder misin Allah'ım!" buyuruyor. (A'raf: 155)
Bunlar din-i mübini parçalamaya ve yok etmeye çalışıyorlar. Bunlar hangi dine göre, kime hizmet ediyorlar?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:
"Zulmedenler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını, hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görecekler." (Şuara: 227)
İşte ferman-ı ilâhi budur ve çok açıktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek bile suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azap edeceğiz." buyuruyor. (Tevbe: 66)
İşte bu ihtar-ı ilâhî umumadır. Çünkü siz hakikata göz yumup baktınız. Bunların kötü söz ve davranışlarını hoş gördünüz.
Mü'min midir? Kâfir midir? Tetkik edip araştırmadınız. Ehline de sormadınız. Onun için bir kısmını af etse de, diğer kısmını af etmeyeceğini açık olarak bize buyuruyor ve duyuruyor. Neden?
"Kör oldular, sağır kesildiler." buyuruluyor. (Maide: 71)
Gerçekten bu körlüğünüz ve sağırlığınız size çok pahalıya mal olur. Bu yüzden dünyada birçok ibtilalara, sıkıntı ve belâlara uğradığınız gibi, ahiret azabına da düçar olursunuz. Neden? Çünkü Allah-u Teâlâ’nın iyi ve kötüyü bilmeniz için verdiği en büyük nimetlerinden birisi de akıldır. Ve fakat sen aklını kullanmadın. İlâhî ahkâma bakmadan, kendi zannına uydun ve bu helâkine vesile oldu. Nedamet çok, fakat faydası hiç yok.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurur:
"Sizden cehennem ateşine en ziyade cesur olan kimse sağlam bilgisi olmaksızın dini meselelerde fetva vermeye cesaret gösterendir." (Darimi, Sünen)
Onlardan fetvâ için gelenlere aklına cazip olan şeyleri söyler. Gerçekten, hakikatten mahrumdur. Ve Hazret-i Allah'ın ahkâmını inkâr eder, kendi zannını ahkâm yerine koyar. Ve halka fetva verir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Allah kimi dalâlette bırakırsa ona hidayet edecek yoktur." buyuruyor. (Zümer: 36)
İşte bunların durumu budur.
Allah-u Teâlâ onlarda hayır görseydi onları dalâlette bırakmazdı.
Gökkubbe altındaki en kötü insanlar olmaları nedendir? Hiçbir İslâm dini düşmanı bunların İslâm dinine yaptığı tahribatı yapamaz. Bunun için.
Zira bunlar âlim gibi göründüğünden halk bunlara inanır, aldanır ve dinden çıkar. Ve fakat din düşmanına dikkat edilir, çünkü onların cephesi var. Amma bunların cephesi yoktur. Tahribat çok büyüktür.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'de şöyle buyuruyor:
"Asra yemin olsun ki insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak inanıp iyi işler yapanlar, birbirine Hakk'ı tavsiye edenler, birbirlerine sabri tavsiye edenler müstesna. Onlar ziyandan kurtulmuşlardır." (Asr: 1-3)
İşte bunların durumları budur.
Allah-u Teâlâ ümmet-i Muhammed'i bunların şerrinden korusun.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti.” (Tevbe: 31)
Bu Âyet-i kerime’nin mânâsını bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisi açıklamıştır.
Şöyle ki:
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim boynunda gümüşten bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine’ye gelmişti. Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm’a bazı sorular sordu. “Bu âyet bizi âlimlerimizi, rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz onları kendimize rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir?” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm “Onlar helâli haram kıldılar, haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?” diye sorunca Adiy “Evet böyledir.” diye tasdik etti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir.” buyurdu. (İbn-i Kesir)
Çünkü Allah-u Teâlâ’nın açık hükmü varken, sen bu açık hükmü dinlemiyorsun, onları dinliyorsun, onu hâşâ ilâh olarak kabul ediyorsun.
Münafık olanlar Hazret-i Kur’an’ı tahrip ve tahrif etmek isterler ki müslümanlar Hazret-i Allah’ı değil de onları ilâh edinsinler diye.
Yani yahudi ve hıristiyanların yapmak istediğini şimdi münafıklar yapmak istiyor. Bu perde altında İslâm dinini ve vatanımızı yok etmek istiyorlar.
Senin dinini ve vatanını yok etmek isteyen münafık olsun, sapıtıcı imam olsun sen önce onu yok et ki vatanını, namusunu, dinini kurtarmış olasın.
Münafık olanlar kendilerini gizlemek isterler, bilinmemek için. Kisvesine bakma, icraatına bak. İmanın varsa hemen kararını ver, işe oradan başla. İsmi, vazifesi ne olursa olsun. İlâhi emirlere bak da imanın varsa tanıyarak, bilerek kararını ver.
Zira kâfirleri severler, dostluk bağları kurarlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde hakiki müminlerin vasıflarını beyan buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah'a ve Peygamber'ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücâdele: 22)
Sen ise onları dost edindin. Oysa onları dost edindiğin için sen de kâfirsin.
“Sen de onlarla beraber kâfirsin!” dediğinde kızar. Oysa ya kâfir olduğunu kabul edecek, ya da bu Âyet-i kerime’yi kabul edeceksin.
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin!” (Mâide: 51)
Onlar İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdırlar. Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı, aynı safta bulunmayı yasaklamış olup bu emr-i ilâhî kıyamete kadar bütün müslümanlara şâmildir.
“Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Onları dost edinen onlara benzemiş, onlardan bir kimse gibi olmuştur. O artık İslâm’a değil, onlara ve isteklerine hizmet eder, onlardan sayılır, ahirette de onlarla beraber haşrolur. Zira o safını değiştirmiştir.
Binaenaleyh; münafıkların müdafileri münafıktır. Kim olursa olsun.
Yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur, mahlûkun hükmü yoktur.
“Şüphesiz ki biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliriz.
İnsan, bizim kendisini nutfeden (kerih bir sudan) yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 76-77)
Ben de müslümanım demekle kendisini aldatır. Başkasını değil.
Allah-u Teâlâ müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık olarak Âyet-i kerime’sinde beşeriyete ilân etmektedir:
“Birbirine hasım iki zümre!” (Hacc: 19)
Allah-u Teâlâ’nın hükmü budur.
Onları seven de böyledir. O da münafıktır. Zira önünüze deliller koyuyorum. Onlar Allah-u Teâlâ’nın emirlerini inkâr ederler, arkaya atarlar. Ben istediğimi severim derler. O ise “sen münafıksın tam kendisisin” dendiği zaman, “bunun münafıklıkla ne ilgisi var” derler, aslını gizlerler. O ise münafığın ta kendisidir de bilmez.
Allah-u Teâlâ değil onlarla dost olmayı, onlarla oturup kalkmayı bile yasaklamaktadır:
"O size Kitap'ta şunu indirdi:
Allah'ın âyetlerine küfredildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir söze geçmedikçe yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.
Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır." (Nisâ: 140)
Onlarla aralarında hiçbir fark kalmayacaktır. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir. Dünyada hemhal oldukları gibi cehennemde de beraber bulunacaklardır.
Bir işte ki Âyet-i kerime, Hadis-i şerif var, artık mahlûkun seçme hakkı yoktur. O yoldan çıkmıştır da içyüzünü gizler, bilinmesin diye. Bu yüzden münafıkları korumak için böyle konuşurlar. Ortalığı bulandırırlar. İlâhi emir ve nehiyleri çürütmek için böyle konuşur ve hareket ederler.
Bütün gayeleri İslâm’ı tahrip ve tahrif etmek, ilâh edindikleri kâfiri müdafaa etmektir.
O ise Deccal’den daha beter olmaları, sûret-i haktan görünmeleridir.
Aslını ve asaletini gizlediklerinden İslâm’ın ön safında imiş gibi göründüler.
O büyük velinin izinde imiş gibi yola koyuldular. Hadi o zaman bu münafıkların içyüzünü, aslını bilmiyordun. Küfrünü alenen ilân edince de mi bilemedin?
Dinimizi ve vatanımızı yok etmek için kimlere hizmet ediyormuş?Bütün gücüyle dini tahrip ve tahrif etmek, müslümanları hıristiyanlaştırmak için çalışıyormuş. Bu gayelerini gördüğün halde onun müdafisi kesildin. Be hey münafık!
Hem bu vatanda yaşıyor, hem hainlik yapıyorsunuz. İki yüzlü münafığın ta kendisisiniz.
Bunun böyle olduğunu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle ortaya koyuyorum. Doğru sözlü iseniz Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle cevap verin.
Ya küfrünüzü, münafıklığınızı kabul edeceksiniz. Ya da Âyet-i kerime’lerle cevap vereceksiniz.
Bir taraftan sapıtıcı imamların, diğer taraftan münafıkların, diğer taraftan onlara muhabbet edenlerin üzerine gidiyoruz.
Bunlar halen kendilerini müslüman kabul ediyorlar ve onları müdafaa ediyorlar.
Eğer bu Âyet-i kerime’lere iman etselerdi onları müdafaa etmezlerdi.
Bakın!
Sûret-i hakktan görünen bu münafık kimin uşağı imiş, kimlere hizmet ediyormuş?
İslâm gibi göründü, din-i İslâm’ı ve güzel vatanımızı kimlere peşkeş çekmek istedi?
Bunca müslümanı kâfir yaptıktan sonra aslını, asaletini ortaya koydu ve küfür diyarına sığındı.
Bu hain ve nankör, bu münafık, buradaki müslümanları soyduktan ve yolduktan sonra paraları bakın nerelerde harcıyor?
Vâiz kürsülerinde müslümanların merhametini celp etmek için gözyaşı döken, dünyalık bir evimden başka hiçbir şeyim yok diyen münafığı artık şimdi tanıdınız mı?
Oysa size Âyet-i kerime’lerle hakikatı izah ediyorduk.
“Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyetin yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’ini her fırsatta arzediyorduk.
Hak sözü dinlemeyenin âkıbeti nasıl oldu? Hem dinden imandan oldu, dünyalığından oldu, hem de ahirette cehennemde onlarla beraber oldu.
İşte içyüzlerini ortaya koymaya çalıştığımız ahir zaman âlimlerin durumu budur. Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm’ın ön safında görünmek isterler, hem de Din-i mübin-i kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar. İlâhî hükümleri değiştirmek ya da aslından uzaklaştırmak suretiyle bir takım çözümler ortaya koyarlar. Zamanın değişmesiyle ahkâmın da değişebileceğini, günün şartlarına göre hükümlerin ayarlanabileceğini ileri sürerler.
Bu ise apaçık bir küfürdür. Bu küfre rızâ göstermek de küfürdür.
Zira bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr etmek küfre mucip olduğu gibi, bir küfrü hoş gören de aynı küfre ortaktır, o da küfre kayar.
Allah-u Teâlâ’nın helâl kıldığı şey kıyamete kadar helâldir, haram kıldığı şey de ebediyyen haramdır. Zira İslâm’ın hükümleri zaman ve zeminle sınırlı değildir. Mevki ve rütbesi ne olursa olsun; İslâm’ın helâl kıldığına haram, haram kıldığına da helâl demeye hiç kimsenin hakkı ve salâhiyeti yoktur.
Bazıları da hidayetten uzak kimseleri İslâm’a ısındırmak için din adına bazı tavizler vermekte bir mahzur görmezler. Böylece akıllarınca bir münkiri veya bir münafığı dine ısındıracağız derken hem kendileri dinden çıkıp uzaklaşırlar, hem de etraflarını dinden çıkarırlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor.
“Rabbinin dosdoğru yolu işte budur. Biz öğüt alacak bir topluluk için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.” (En’am: 126)
Ancak Allah-u Teâlâ’nın haber verdiği esastır.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” buyuruluyor. (Fâtır: 14)
Bu Âyet-i kerime’ye gönülden iman eden kimsenin kurtulmasına vesile olduğu gibi, umursamayanların da helâkine vesile olur.
Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Reşit Rıza gibi tahripçi, reformcu, mason, sufli olan nakilci âlimlerin atmış olduğu fitne, fesad tohumları hâlâ günümüzde etkilerini sürdürmektedir.
Gerek İslâm’ı tahrif ve tahrip etmek isteyen reformcular, gerek din kurucular, gerekse ahir zaman âlimleri, bunların hepsi bu kapsamın içindedir. Şu kadar var ki bu yaptıkları yanlarına kalmayacak. Bu fitneleri, bu fesatları çıkardılar ve fakat yine onlara dönecek ve bunun zararını onlar çekecekler.
“Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Burada görülüyor ki bunlar gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde hevâ ve hevesine uyan kimselerden söz ederek, onların hidayete eremeyeceğini, doğru yolu bulamayacağını beyan buyurmaktadır:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü?” (Câsiye: 23)
Böyle bir kimse dini, dünyası ve ahireti hakkında kendisine fayda verecek hiçbir şeyi işitmez. Kendisiyle hidayet bulacağı hiçbir şeye kulak verip anlamaz. Önünü aydınlatacak hiçbir delili görmez. Kendisine verilen öğütlerden etkilenmez. Çünkü hevâ ve heves gözü kör, kulağı sağır, kalbi duygusuz eder. O kimse âlim de olsa, bilgili de olsa, ilmine rağmen hakikatı duymaz olur.
“Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir?Hâlâ ibret almayacak misiniz?” (Câsiye: 23)
Bu uyarılar karşısında hevâ ve hevesleri bırakarak hak ve hakikatı anlamayacak mısınız?
Ey müslüman kardeş!
Yahudi ve hıristiyanların yapmak istediğini şimdi münafıklar yapmaya çalışıyor.
Reform adı altında din-i İslâm’ı tahrip ve tahrif ederek, dinimizi aslından çıkartıp yok etmek istiyorlar.
Senin dinini, vatanını yok etmek isteyen münafık olsun, sapıtıcı imam olsun, ahir zaman âlimi olsun, sen önce onu yok etki dinini, vatanını, namusunu kurtarmış olasın.