Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
GÜNDEM - Türkiye Yeni Bir “SEVR”e Doğru Gidiyor - Ömer Öngüt
Türkiye Yeni Bir “SEVR”e Doğru Gidiyor
GÜNDEM
Uğur Kara
1 Ağustos 2000

 

Türkiye Yeni Bir “SEVR”e Doğru Gidiyor

 

Türkiye’nin iç ve dış politikası ile ekonomisine yön veren kişi ve kurumlardaki anlayış, kavrayış ve stratejik hesap hataları öyle büyük boyutlara ulaşmıştır ki ülkemiz çok büyük tehlikelerle karşı karşıyadır.

Ülkemizin geleceğini ve tarihimizden gelen yüksek değerlerimizi yok etmek isteyen uluslararası çember daralmaktadır. Bu çemberi göremeyen yetki sahibi merciler, basın ve yerli işbirlikçiler ülkemiz üzerindeki hesapların hayata geçirilmesine bilerek veya bilmeyerek hizmet etmektedir.

Uluslararası alanda (özellikle etki alanımızda bulunan Orta Asya, Kafkaslar, Ortadoğu ülkelerinde) Türkiye’nin kredisini sıfır noktasına indirecek gelişmeler yaşanmakta, Türkiye durmadan mevzileri başkalarına teslim etmektedir.

İçerde de dışımızdaki gelişmelere paralel faaliyetler bütün hızıyla devam etmektedir. Ege ve Kıbrıs’ta işler daha kötüye gittigi halde basin “Türk-Yunan dostluğu” çığırtkanlığı yapmaktadır. AB PKK’dan sonra Alevilere el atmıştır. Yahudi sermayeli şirketler ve Hıristiyan misyonerler Güneydoğumuz’da hummalı bir faaliyete girişmişlerdir. Bütün bu gelişmelere paralel önemli bir saç ayağı; içimizdeki en önemli kaleyi, milli ve manevi değerlerine bağlı insanlarımızın direncini yıkmaya yönelik Hoşgörü-Diyalog çığırtkanlarının faaliyetidir.

İç ve dış politikamıza yön veren kişi ve kurumlardaki kavrayış hatalarının en büyüklerinden birisi ülkemizin uzun ve kısa vadedeki çıkarları ile ABD’nin çıkarlarının çakıştığına dair genel bir kanaatin bulunmasıdır. Hatta öyle ki, dış politikamız ABD’nin yönlendirmeleri ile (bilerek veya bilmeyerek) şekillendirilmektedir.

Türkiye her şeye ragmen Yunanistan kaynakli meselelerinde uyanik hareket edebildigi halde ABD’nin Türkiye’yi ilgilendiren uzun vadeli hesaplarının neticelerini iyi tahlil edemediği için büyük tehlikelerle karşı karşıya bulunmaktadır.

AB üyeliği sürecinde ABD’nin AB ülkeleri nezdinde ciddi girişimlerde bulunmasi, hatta Türkiye’nin adaylığının bu girişimler neticesinde ilan edilmiş olması, bütün enerjisini AB üyeliğine hasretmiş, sırtını “Doğu”ya, “Tarihi mirasımız”a dönmüş kişilerin gözünün ve fikrinin kapanmasi için yeterli bir sebep teşkil etmiştir. Fakat ülkesinin menfaatini, vatanin selametini düşünen bu memleketin evlatlari geniş düşünmek, neyin kâr neyin zarar oldugunu tefrik etmek, gerektigi takdirde en güçlü devletlere dahi “Dur bakalım!” demek mesuliyetindedir.

 

Boru Hattı Projeleri
Kafkasya ve Orta Asya:

Bakü-Ceyhan Boru Hattı ABD şirketleri’nin birer birer konsorsiyumdan çekilmesiyle yatmış bulunuyor. ABD hükümetinin de bu hat hakkında sebebi irdelenmesi gereken bir gönülsüzlüğe sahip olduğu herkesin malumu.

Trans-Hazar ve Bakü-Ceyhan boru hattı projeleri ile Türkiye bölgedeki etkinliğini artırmayı, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Kafkas ülkeleri ile daha gelişmiş bir ilişki tesis etmeyi hedeflemekteydi. Fakat maalesef Türkiye bu projelerin ortaya çıkmasından önceki konumunu dahi muhafaza edememiştir. Bu projelerin gerçekleşmesini bırakın insiyatif Rusya gibi ülkelere geçmiş görünmektedir.

Bu projelerin en büyük destekçisi zannettiğimiz ABD bilindiği gibi son yıllarda alternatif hatlar üzerinde durmuş, konsorsiyum üyesi Amerikan firmaları birer birer projeden çekilmişlerdir. Bu ülkenin yetkili ağızları hep destek sözleri vermesine rağmen olaylar daima aksi yönde gelişmiştir.

ABD’nin bu bölgelerde ne yapmak istediğini irdelersek olan-bitene biraz ışık tutmuş oluruz.

Başkan Carter zamanında Ulusal Güvenlik Danışmanlığı yapmış Zbigniev Brzezinski’nin “Büyük Satranç Tahtası” isimli eserinde şöyle bir cümlesi var:

“ABD Jeostrateji politikasının en öncelikli bölgesi Avrasya olmalıdır. Bunun birbirine bağlı iki nedeni var. Birincisi, malum, bu bölge muazzam doğal gaz ve petrol rezervleri ihtiva etmektedir. Ve dünya enerji tüketimi baş döndürücü bir hızla artıyor. İkincisi, bu “Avrasya Balkanları” (Kafkasya’yı kastediyor.) büyük bir istikrarsızlığa ve hatta kargaşaya gebe. Bu yüzden, Rusya, İran ve Türkiye gibi bölgesel güçler, bu alanın kontrolu için çatışabilirler. Böyle bir çatışmayı önlemek ve bunlardan herhangi birinin bölgede liderliği kapmasına mani olmak için, ABD’nin buraya güçlü bir şekilde müdahalesi şarttir.”

Bu sözler ABD’nin resmi sözleri değil. Ancak şu andaki ABD’nin oyalama siyasetini çok güzel özetliyor.

Zira ABD için önemli olan petrol ve doğalgazdır. Dolayısı ile bu bölgede liderliği Türkiye, İran, ya da Rusya lehine çevirecek gelişmeler önlenmelidir ki, buradaki dengeler ABD lehine korunmuş olsun.

Çeçenistan’daki soykırıma karşı sessizliğin arkasında da bu durumun izlerini görmek mümkündür.

Hatta Kafkasya üzerinde yazılı olmayan bir anlaşmanın varlığından söz edebiliriz. Şöyle ki, Kuzey Kafkasya ABD ve Batı dünyası tarafından Rusya’nın nüfuz bölgesi olarak kabul edilmiş ve buna karşılık, Güney Kafkasya, ABD ve Batı Dünyası’na açık tutulmuştur. Zira ABD ve Batı için önemli olan Orta Asya ve Hazar’daki enerji kaynaklarıdır. Bunların Batı’ya ulaştirilmasinda önemli olan bölge Güney Kafkasya’dır. (Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan)

Kuzey Kafkasya ise Rusya için önemlidir. Zira bu bölge’den “Büyük Rus Platosu”nun merkezine gidişte dogal hiçbir başka engel yoktur.

Hal böyle olunca Türkiye, Iran ya da Rusya’dan herhangi birinin öne çıkmasını istemeyen ABD Türkiye lehine büyük bir üstünlük sağlayacak Bakü-Ceyhan’ı niye desteklesin ki? Kafkasya’yı nüfuzuna aldıktan sonra Bulgaristan üzerinden de bu petrol ve doğalgazı Batı’ya taşiyabilir ya da başka bir yol bulabilir.

Dolayisi ile Çeçenistan ve Kuzey Kafkasya’nın satışına rıza gösteren Türkiye kendi kuyusunu kazmaktadır. Nitekim Rusya yukarıda bahsedilen gizli anlaşmaya rağmen Güney Kafkasya’yı karıştırmak için elinden geleni yapmakta, en büyük desteği de Ermenistan’dan bulmaktadır. Ermenistan’ın aykırı politikalarına rağmen ABD’nin Güney Kafkasya’da en çok bu ülkeye destek vermesinde aranması gereken bir çok nokta olduğu kanaatindeyiz.

Trans-Hazar ve Bakü-Ceyhan Boru Hattı Projeleri’nin akamete uğraması ile Türkiye’nin Çin ve Rusya ile yakınlaşmasını birlikte değerlendirmek gerekmektedir.

 

Kuzey Irak:

ABD hükümeti Kuzey Irak’ta bir devlet kurma gayesi gütmediğini söyleyip duruyor. Fakat söylenenlerle yapılanların birbirine zıt olduğu artık iyice ortada.

Türkiye Kuzey Irak’ta bir devlet istemiyor. ABD de “Ben de istemiyorum.” diyor. Fakat bu bölgede fiili bir devlet kuruldu bile. Unutulmamalıdır ki, 1975’lerde sona eren baba Barzani liderliğindeki ayaklanmanın destekçilerinden birisi ABD idi. 1996 yılındaki başarısız operasyonda Kuzey Irak’ta sıkışan binlerce yandaşını hiç üşenmeden ülkesine taşıyan da ABD idi. BM Kuzey ve Güney Irak için Saddam’a kısıtlama getirmesine rağmen, ABD’nin kuzeye tanıdığı ayrıcalık ve desteğin güneye tanınmaması düşünülmesi gereken ayrı bir noktadır. Üzerinde düşünülmesi gereken diğer bir nokta İsrail’de 150.000’den fazla Kürt kökenli yahudinin yaşamasidir. The Israeli Kurdish Friendship League (Israil-Kürt Dostluk Ligi)’nin 150.000’den fazla üyesi bulunmaktadır. Bu insanların kendilerine Irak göçmeni Yahudiler veya Kuzey Iraklı Yahudiler gibi bir isim yerine “Kürt yahudileri” ismini yakıştırmaları önemli bir siyasi tercihten kaynaklanmaktadır. Zira Yahudiliğe göre İsrailoğlu soyundan gelmeyenler yahudi kabul edilmediği gibi İsrail’e de getirilmezler. Bu kuruluş Israil’in özellikle Kuzey Iraklı Kürtler üzerindeki hesaplarında önemli roller üstlenmektedir. En önemli rolü Kürtlere en yakın ülkenin İsrail olduğu yönündeki propagandasıdır. Türkiye’de de Kürt aydını geçinen Medyalı, Beşikçi gibi yazarların Kürtlerin en yakın dostu olarak yahudileri göstermesi bu bakımdan hangi noktaya gelindiğinin önemli bir göstergesidir.

The Israeli Kurdish Friendship League (İsrail-Kürt Dostluk Ligi)’nin kurucusu Moti Zaken bir söyleşide Londradaki Oriental and Asian Studies okulunda Kürt ögrencilerle yaptigi toplantida genç bir katilimcinin saf ve umutla şu sözleri sarfettigini aktarmiştir:

“Öyle öngörüyorum ki, gelecekte Ermenistan, Kürdistan ve İsrail arasındaki ilişkilerin özel bir stratejik önemi olacak.”

Barzani ailesinin İsrail ile yakın ilişkisi çok eskilere dayanmaktadır. Hatta bu aileden birçok hahamın çıktığı iddiaları da önemle üzerinde durulması gereken diğer bir konudur.

ABD’nin güneydoğuda irtibat bürosu açmak istemesi, özellikle yahudi sermayeli yerli ve ABD’li şirketlerin GAP’a olan aşiri ilgisi, ABD büyükeliçisinin Güneydogu ziyaretleri, Kuzey Irak meselesi, Israil’in su ve buna paralel tarımsal ürün ihtiyacı, yahudilerin “Vadedilmiş Toprak” inancı birlikte değerlendirildiği takdirde ürkütücü bir tablo ile karşılaşmaktayız.

ABD büyükelçisinin ve Yahudi sermayeli şirketlerin Güneydoğuya ilgisini kim nasıl izah edebilir? GÜNSİAD ile Mark Parris arasında Amerikan İş Merkezi açılması yönünde bir protokol imzalanacakken, ABD’li yetkililer niçin “İrtibat Bürosu” isminde ısrar etmişlerdir?

 

PKK:

PKK’nın bitirilmesi işinde ve bölücübaşının yakalanmasında Amerikalılar Türkiye’ye yardım ettiği zaman birçok kimse otomatikman “Niye?” sorusunu kendi kendine sormuştu. ABD sirf yardim maksadiyla mi hareket etmişti, yoksa PKK uzun vadeli başka hesaplarin önündeki bir engel miydi?

PKK’nın Türkiye’li ve Kuzey Irak’lı Kürtleri sindirmeye çalışması, bu terörist örgütün bölgenin ekonomik kalkınmasına darbe vurması, despotizmin her türlü yöntemlerini uygulaması, ideolojisinin komunizme yakın olması ABD’nin bölge üzerindeki hesapları ile çelişmekteydi. Avrupa, Türkiye aleyhindeki her hareketi sonucu ne olursa olsun desteklemek gibi bir dar görüşlülüğe sahip iken, ABD uzun vadedeki planlarını uygulayabilmek için PKK engelinden kurtulması gerektiğinin hesabını yapmıştır. Kısa vadede PKK terörünün azalması Türkiye lehine olmuştur. Ancak lehimize olan bu durumu aleyhimize çevirmeye çalışanlara fırsat verilmemelidir.

Apo’nun yakalanış tarzındaki gelişmeler, canını kurtarabilmek için Türkiye’ye hizmet etmek istediğini söylemesi, kanaatimizce Güneydoğumuzda hesabı olan bütün ülkelerin beklemediği sonuçlar doğurdu. Hatta Türkiye ile yakın olmaktan Arap ülkeleri nezdinde çıkar uman İsrail, Suriye’nin sıkıştırılması ve Apo’nun Türkiye’ye getirilmesi ile açıkça dile getirmese bile büyük bir hesap hatası yaptığını anladı. Zira Türkiye-Suriye ilişkileri düzelme yoluna girdiği gibi Arap ülkeleri nezdinde de Suriye’ye karşi takindigimiz tavrin hakli bir sebebi oldugu anlaşilmiş oldu. Üstelik Apo hadisesinde satıldığını düşünen Kürtlerin Israil elçiliklerine saldırması, bölgeye ve Kürtlere özel önem veren bu ülke için istenmeyen neticelerdi.

PKK olayindaki beklenmeyen gelişmelere ragmen Güneydogumuz üzerindeki planlar hayata geçirilmeye çalişilmaktadir.

 

AB:

Türkiye’nin AB’ye girmesi ABD dış politikasının en önemli öncelik konularındandır. Bunun delillerini Clinton’un AGİT zirvesi esnasında TBMM’nde yaptığı konuşmada bulabiliriz. O konuşmada Clinton 20. yy.lı Osmanlı İmparatorluğu’nun parçlanması neticesinde ortaya çıkan siyasi yapının tayin ettiğini, 21. yy.ın şekillenmesinde de Türkiye’nin bulunduğu yerin belirleyici rolünü dile getirmişti. Bu konuşma Türkleri okşamak için hazırlanmış sıradan bir metin değildi. ABD Türkiye’nin yerinin önemini bizden iyi bildiği gibi, bu yerin AB’nin içerisi olması için bütün gayreti ile çalışmaktadır.

Ancak bu noktada sorulması gereken bir soru var:

“AB üyesi Türkiye” nasıl bir Türkiye’dir?

Bu Türkiye Orta Asya’da, Kafkasya’da sözü geçen, enerji yollarına hakim, Ortadoğu’da aktif, Yunanistan’a taviz vermek zorunda olmayan bir Türkiye midir?

Yoksa bu Türkiye Asya, Kafkasya ve Ortadoğuda partner bir ülke olmaktan öteye gidememiş, güneydoğusunu İsraile, Kıbrıs’ı Yunanistan’a, Balat’ı Ortodoks kilisesine teslim etmeye hazır, hıristiyanlığa daha yakın bir Türkiye midir?

Türkiye’nin adaylığı konusunda AB’de çok kuvvetli bir direniş var iken ABD Avrupa ülkelerini ve özellikle Yunanistan’ı ikna etmeyi nasıl becerebilmiştir de bizim aday ülke statümüz ilan edilivermiştir.

Bartholomeos’un Yunan gazetelerine “Türkiye AB’ye girerse Rumlar Anadolu’ya yerleşebilir.” şeklinde açiklamada bulunmasi, yine Yunan gazetelerinde Heybeliada Ruhban okulunun açilacagina dair hükümet karari alindiginin yayinlanmasi öyle geçiştirilebilecek haberler degildir. Türkiye’nin aleyhinde çalışan ne varsa, topraklarında barındıran Yunanistan gibi ulusal siyaseti Türk düşmanlığı üzerine kurulu bir ülkenin desteğinin arkasındaki gerçekler güzel tetkik edilmelidir.

Türkiye adaylığının ilan edilmesi karşılığında çok büyük tavizler vermiştir. AB’ne girmek için verebileceğimiz tavizleri düşünmek bile insanın tüylerini ürpertiyor.

 

AİHM ve Kıbrıs:

Türkiye AB adaylığımızın ilan edilmesi karşılığında Ege ve Kıbrıs gibi bazı Türk-Yunan sorunlarında sonuç alınamadığı takdirde Uluslararası Mahkeme’ye gitmeyi kabul etmişti.

Tarihten bildigimiz gibi “Misak-ı Milli” sınırlarımız içerisinde olan Musul-Kerkük konusunda Lozan’da Türkiye ile İngiltere bir türlü anlaşamamıştı. Bu konunun daha sonra iki ülke arasında müzakereler yoluyla çözülmesi, bu da olmadığı takdirde Milletler Cemiyeti’nin hakemliğine müracaat edilmesi karara bağlanmıştı. Ve tahmin edilebileceği gibi müzakerelerden sonuç alınamadı. Milletler Cemiyeti’nin kimin lehine karar verdiği de malum.

Şimdi Türkiye benzer bir oyuna dar görüşlü siyasilerinin sayesinde “Evet” dedi. Veyahut kadim dostumuz(!), stratejik müttefikimiz ABD tarafından ikna edildik.

Kimse Musul-Kerkük meselesi 70-80 yıl evveline aittir demesin.

Zira AİHM’nin “Loizidou Davası” olarak bilinen kararı başımaza geleceklerin sinyallerini vermek bakımından büyük bir ibrettir. Şöyle ki, “Kuzey Kıbrıs’taki taşinmazlarini kullanmasina Türk askerinin izin vermedigini ileri sürerek Türkiye’den tazminat isteyen Loizidou isimli kadın lehine karar veren mahkeme Türkiye’yi 500.000 $ tazminat ödemeye mahkum etti. Türkiye 1998 yılında bu kararı uygulamayacağını bildirdi. Zira Kuzey’de bir devlet olduğunu, bu konunun siyasi bir konu olduğunu, mahkemenin böyle bir karar veremeyeceğini, bu kararı kabul ettiği takdirde yıllardır savunduğu şeylerin mesnedsizliğini kabul etmiş duruma düşeceğini söyledi.

AB üyesi ülkelerin ülkemiz üzerinde elde ettikleri her türlü yaptırım aracını hiç de dostane olmayan bir çifte standartla önümüze sürdüğünü hepimiz biliyoruz. Bu kararı da bugünlerde gündeme getirerek Türkiye’ye mahkeme kararını uygulaması için baskı yapılıyor.

Bu kararın bizim için en önemli tarafı şu: Türkiye mahkeme kararı alınamayacak siyasi bir konuda mahkeme tarafından işgalci bir devletmiş gibi muamele gördüğüne göre, Ege kıta sahanlığı gibi konularda uluslararası mahkemede verilecek kararın sonucu şimdiden bellidir.

Bunu bilen Yunanistan Türkiye ile hiçbir konuda anlaşmaya yanaşmamaktadır. Ve görüşmelerden sonuç alınamadığını ileri sürerek mahkemeye gitme hazırlıkları yapmaktadır.

Nitekim Yunan Savunma Bakanının bir toplantıda PASOK gençlerine “Türkiye ile ilişkiler dondurulmalidir.” diye konuşmasi basina yansiyinca Başbakan Simitis ve Dişişleri Bakani Papandreu hükümette Türk-Yunan ilişkileri hususunda görüş ayriligi yoktur.” gibi sözlerle zevahiri kurtarmaya çalışmışlardır.

Kıbrıs meselesinde de AB Türkiye’ye bir an evvel sonuç alınması için baskı yapmaktadır. AB Kıbrısı üyeliğe alarak bu işi oldu-bitti’ye getirmeye çalışmaktadır.

Kuzey Kıbrıs’ın içeriden de karıştırıldığı bu günlerde çok büyük oyunlarla karşı karşıya olduğumuzu söylemek zorlama bir yorum değil, gerçeklerin ta kendisidir.

Bu meselede olduğu gibi AB’nin dayattığı her konuda temkinli yaklaşan ve ülkemiz menfaatlerini düşünen maalesef çok az kişi ve kurum var.

Türkiye’den gerekli tavizleri kopartma yolunda Batı ülkeleri nezdindeki en büyük engel Türk Ordusu’dur.

AB’nin dayatmaları memleketimizin menfaatlerine ters düşmeye devam ettiği müddetçe çok büyük hadiselerle karşı karşı kalabiliriz. Gelişmeler bu yönde seyrediyor. AB ülkeleri bizi işgalci gözüyle gördüğü sürece, -ki Türkiye din değiştirip hıristiyan olmadıkça bu görüşün değişmesi mümkün değildir.- savaş dahil her türlü sonuca şimdiden hazırlıklı olmak zorundayız.

Stratejik müttefiklerimiz bizi bunca tavizi vermeye ikna ederken bu tür sonuçları da hesap etmişler midir bilemiyoruz. Ancak tarih boyunca Doğumuzda netice almak isteyen düşmanlarımız Batı’dakilerle birlikte hareket etmiştir. Dogumuzda bazi neticeler almak isteyenler için Bati’daki bir savaş bulunmaz firsatlar dogurabilir!...

 

Türkiye’nin Dost ve Kardeş Ülkeler Nezdindeki Kredisi Tükendi:

Yedigimiz en büyük kaziklardan birisi de Çin gibi ülkeler nezdinde ABD’nin partneri olmayı kabul etmemizdir.

İnsanlık sicili bozuk Çin ve Asya’da hala etkisi olan Rusya gibi Asya’nın kötü imajlı ülkeleri ile direk temasa geçmeyi savunduğu değerlere yakıştıramayan ABD bu ülkeler ile ilişkilerinde partner olarak ülkemizi kullanmayı tercih etmektedir. İşin hazin tarafı bölge ile tarihi hiçbir bağı olmayan ülkeler sosyolojik ve psikolojik değerlere kendi açışından önem verirken, bölgede din ve kan bağımız olan birçok ülkeyi gücendirecek şekilde Çin ve Rusya ile yakınlaşmaya girmemiz çok büyük hatadır. Üstelik bu ülkelere olan yakınlaşma sinyalleri de inandırıcı değildir. Nitekim Çeçenleri terörist ilan etmemize, Rusya’ya bir fiske söz söylemememize rağmen hala Rusya’ya yaranabilmiş degiliz.

Bu hareketimiz Orta Asya’da elimizde kalan son etkinlik kaynağımızı -“Psikolojik varlığımızı”- sıfıra indirmekten başka bir işe yaramamıştır.

Uluslararası siyasette etkinliğin en önemli unsurlarından birisi ülke halkları nezdinde olumlu duygu ve düşüncelere sahip olunmasıdır. Ülkeler ve halkları arasındaki manevi bağın kuvvetli olması gücünüze görünmeyen güçler katar. Saygınlığınız ve etkinliğiniz bu sayede artar. Unutulmamalıdır ki gerek Osmanlı’nın son zamanlarında gerek Kurtuluş Savaşı yıllarında dönemin “Güneş Batmayan Imparatorluk”u İngiltere’yi ülkemiz üzerindeki hesaplarında frenleyen önemli öğelerden birisi o vakit İngiltere egemenliğinde yaşayan Pakistan ve Hindistan müslümanlarının baskılarıdır.

CNNTürk’te M.Ali Birand’ın sorularını cevaplayan Zeki Yamani söyleşinin bir yerinde “Arap rejimleri halkı temsil etmez. Ortadoğu’nun temsilcisi halktır. Halk hâlâ sizi seviyor.” demiştir.

Evet, idarecileri Türkiye aleyhine tutum sergilese bile bütün müslüman ülke halklarinin Türkiye’ye karşi bir sempati ve sevgisi vardir. Biz ise bu sevgiyi köreltmek için elimizden geleni arkamiza koymuyoruz. Halbuki emperyalist Batili devletler ayak bastiklari ülkelerde sempati toplayabilmek, halka kendilerini sevdirebilmek için denemedik yol, denemedik yöntem birakmiyorlar.

Ismail Cem’in İslam Konferansı Teşkilatı’ndaki hummalı çalışmasında dahi herkes AB sevdamızın izlerini aradı. Uluslararası icraatlarımızın özünde hata olduğu müddetçe şekildeki doğruluklardan bir netice almamız mümkün değildir.

Biz, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile, Ortadoğu, Afrika, Uzakdoğu’ya yayılmış çok geniş bir coğrafya üzerindeki İslam ülkeleri ile, Kafkasya ile, Balkanlar ile ne kadar ilgiliyiz?

Sevr’den sonra mahkum olduğumuz savunma psikolojisinden sıyrılıp, Selçuklu ve Osmanlı’daki Cihanşümûl devlet anlayışına kavuşmamız icabetmektedir. Bu anlayış “ülkeler fethedelim” demek değildir. Bu etrafımızdaki çemberi yıkabilmenin yegane yoludur.

 

İçimizdeki Çember:

Memleketimiz iktisadî, siyasî, dinî ve sosyolojik sahalarda dışımızdaki gelişmelere paralel olarak içerden bir kuşatılmışlık ile karşı karşıyadır. İnsanımız gelişmeler karşısında “Balık otu yutmuş gibi” hissiz, hareketsiz, donuk...

Mavi Akım projesini başımıza ören, memleketimiz için iyinin-kötünün hesabını yapmaya çalışanları “AB’ye girmemize karşi olan kurumlar var” diyerek sindirmeye çalışan, “AB yolu Diyarbakır’dan geçer” diyen zihniyetin uzun Amerika seyahatlerinden sonra AB ile ilişkilerde tek yetkili bir konuma getirilmesi sadece bir tesadüf müdür?

Dininimizde ve vatinimizda bölücülük yapan bütün grup ve kuruluşlar da AB’ye girmemizi istiyorlar. Sebep sadece bir “İnsan Hakları” meselesi midir? Hangi birisi memleketimiz için iyinin kötünün hesabını yapıyor? Her birisi kendi derebeyliğini daha rahat idare edebilmenin, daha rahat menfaatlenebilmenin hevesinde değil midir?

Müslüman gibi görünen münafıkların halkımızın fikrini misyonerlerin sömürgeleştirebilmesine uygun bir kıvama getirme çalışmalarına ne demeli? Memleketimiz için asıl büyük tehlike budur. Zira çok değil bir beş on yıl öncesine kadar misyonerler ülkemizde çok zor faaliyet imkanı bulurken, bugün bütün bir memleket halkına incil dağıtabilecek cesareti bulabiliyorsa, yahudi sermayeli şirketler Güneydoğuda çekinmeden toprak satın alabiliyorsa bunun en büyük sebebi, “hoşgörü” adı altındaki icraatları ile ecnebilere zemin hazırlayan işbirlikçilerdir.

 

Türk Ekonomisi ve IMF:

İktisaden de memleketimiz çok büyük tehlikelerin sınırına gelmiştir.

Türkiye’de maalesef cebine giren paranın çoğalmasını ülke ekonomisinin heba edilmesine tercih edenler ekonomimize yön vermektedir. Paradan para kazananların hergün daha da zenginleştiği ülkemiz tarihte görülmemiş bir borç stokuna sahiptir ve bu stokun çok önemli bir bölümü TL borçlarıdır.

Şimdi bir düşünelim: “TL borcu olan hangi insan enflasyonun düşmesini ister?” veya “TL alacağı olan hangi insan enflasyonun yüksek olmasını ister?”

İşte bu iki sorunun cevabı şu anda yürütülmekte olan -sanayimizin, tarımımızın, küçük esnafımızın, memurumuzun daha kötüye gitmesi pahasına- enflasyonu düşürmekten ibaret ekonomi politikamızın kime hizmet ettiğinin de cevabıdır.

Bu sorularımızın tabii cevabının ispatı için IMF’in ne olup ne olmadığını izah edelim.

Stand by anlaşması diye herkesin bildiği anlaşma; borçlarının ana para ve faizlerini ödeyemeyen ülkelerin borçlarını erteleyebilmelerinin koşuludur. IMF ile bu anlaşmayı yapan ülkelerin bütün ekonomisinin bu kuruluşun denetimine girdiğini ülkemizde gözlerimizle seyretmekteyiz. IMF aslında hepimizin tarihten bildiği ismiyle bir “Düyûn-u umumî”dir.

Peki IMF bu vazifesini yaparken Uluslararası banka ve tefeciler ile bunların yerli uzantılarının haciz memuru olarak mı çalışmaktadır yoksa borç batağındaki ülkeleri düzlüğe çıkarmaya çalışan iyiliksever uluslararası bir kuruluş mudur?

Dünya Bankası’nın baş ekonomisti iken istifa eden ve 1993’ten beri Clinton’ın Ekonomik Danışmanlar Konseyinde görevli ünlü iktisatçı Joseph Stiglitz bakın neler söylüyor:

“Göstericiler; IMF sözde yardım edeceği gelişmekte olan ülkeleri dinlemez diyecekler. IMF saman altından su yürütür ve demokratik hesap verme mekanizmalarına itibar etmez diyecekler.IMF’in ekonomik çözümleri çoğunlukla işleri daha da kötüleştirir, ekonomik yavaşlamaları durgunluğa, durgunluğu depresyona dönüştürür diyecekler. Ve haklılar.”

“IMF bir ülkeye yardıma karar verince ekonomistlerden oluşan bir ‘misyonu’ ülkeye gönderir. Ekibin beş yildizli otellere ilişkin bilgileri muhtemelen kirsal kesime ilişkin bilgilerinden daha geniştir... Kurabiye pişirir gibi standart reçeteleri farkli ülkelere uygularlar. Hatta bir keresinde bir ülke raporunu diger bir ülkeye uygularken ülkenin ismi bile silinmemiş. Çünkü bilgisayarin ‘araştir ve degiştir’ (search and replace) fonksiyonunda bir aksama olmuş, orjinal ülkenin adi aynen kalivermiş.” (New Republic)

IMF 90’larda eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın paldır küldür kapitalizme geçişinde “Daha hızlı, daha hızlı” komutları verirken olsun, 1994 Meksika krizinde can havliyle ABD’li fonların paralarını kurtarmaya çalışırken olsun hep zenginleri savunan, yoksulların sorunlarını kaale almayan bir kimlikle hareket etmiştir.

Türkiye’nin döviz borçları daha ön planda olsa ve döviz darboğazı yaşamış olsa IMF’nin dikte edeceği politika şöyle olacaktı: “Devalüasyon yapın, paranızın değeri düşsün -enflasyonun çıkması önemli değil- ki ihracatınız artsın. Böylece elde edeceğiniz dövizle borçlarınızı ödeyin.”

Ülkemiz ekonomisi gibi dışa dönük (sıcak para ekonimisi de deniyor) küçük ekonomiler hakkında da Stiglitz şu benzetmeyi yapmaktadır:

“Onlar azgın ve açık denizdeki küçük tekneler gibidir. İyi yönetilseler bile dev bir dalganın etkisiyle alabora olmaları işten değildir. Tabii ki kötü yönetimin durgun bir denizde bile felaket ihtimalini artırdığını, hele su alan tekneler için felaketin kaçınılmaz olduğunu unutmadan.”

Unutulmamalıdır ki Sömürge zihniyeti Batı kültürünün bir parçasıdır. Bu zihniyet karşıdakinin yok olması pahasına menfaatlenmek demektir.

Ekonominin nasıl düzeleceği sorusuna gelince: Batan bankaları kurtarmaya devam ettikçe, güpegündüz devletin trilyonlarını, katrilyonlarını cebine indirenlere göz yumdukça, rüşvet, yolsuzluk, israf bütün hızıyla devam ettiği müddetçe bizi ne IMF ne de bir başkası kurtaramaz. Kazandığından fazlasını harcayan, aile fertleri gizlice veya alenen cüzdanından para aşıran hangi insanın işlerini yoluna koyduğu görülmüş söyler misiniz!...

 

Sonuç:

Türkiye’nin dış ve iç birçok cephede büyük kayıplarla gerilediğini gözler önüne serebilmek için bu cepheleri ve kayıplarımızı teker teker özetlemeye, bu yenilgilerde en büyük darbeleri müttefiklerimizden ve yerli işbirlikçilerinden yediğimizi gözler önüne sermeye çalıştık.

Kuzey Kafkasya’da, Orta Asya’da, Musul-Kerkük’te, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, İslam ülkelerinde ülkemizin geleceği için gizli-açık desteklememiz gereken, elimizi güçlendirecek birçok faktöre sırtımızı dönerek aslında kendi kuyumuzu kazıyoruz.

Stratejik çıkar birlikteliğimiz var zannettiğimiz ülkelerle aslında stratejik çıkar ayrılıklarımız olduğunu görmeli ve buna göre hareket etmeliyiz.

AB üyeliğimizin yolundaki engelleri kaldırmak bahanesi ile Kıbrıs’ta, Ege’de, güneydoğuda bir an evvel netice almak isteyen mihraklar nezdindeki en büyük engel “Gerekirse savaşiriz” kararlığındaki kişi ve kurumlardır. Ülkemiz içerden ve dışardan gerekli kıvama geldiği halde bu direnci kıramayacağını anladıkları an “Savaşmak zorunda” kalabiliriz. Basına göre herşey gül-gülistan.. Fakat her türlü ihtimale hazırlıklı ve tedbirli olunacak evrelerden geçmekteyiz.

Bütün kuvvet ve kudret Hz. Allah’a aittir. Biz sadece sebeplere tevessül etmekte, bu badireleri ancak planlı ve azimli gayretlerle atlatabileceğimizi vurgulamaya çalışmaktayız.

Elbette herşeyin en doğrusunu O bilir.

Allah’ım! İçimizdeki hainleri, münafıkları, zalimleri kahr-u perişan et! Bize merhamet et! Bize acı! Amin.


Sonraki