İkinci bin yıl olan ahir zamanda üç yıkıcıyı Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz şöyle haber veriyorlar:
“İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an üzerinde cedelleşmeleri ve saptirici imamlarin hükümleridir.” (Darimi-Sünen, Katade: 22)
İkinci bin yıl olan ahir zamanda üç yapıcı ise “Hâtem-i Veli”, “Hazret-i Mehdi” ve “Hazret-i İsa Aleyhisselâm”dır.
“Elhamdülillâhi rabbil âlemin = Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.” (Fâtiha: 1)
Bütün âlemleri yaratan, terbiye eden, herşeye şekil veren Hazret-i Allah’tır.
Âlemlerin Rabbi olan Allah-u Teâlâ’yı tanımak, mükevvenâtı da O’nun donattığını bilmek insanın en başta gelen vazifesidir.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Ben insanları ve cinleri ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruyor. (Zâriyat: 56)
Evvelâ Yaratan’ı bil de ondan sonra ibadet et. Bilinmeyen Allah’a ibadet suretî olur.
Cin ve insan cinsinin yaratılmasının hikmeti, Allah-u Teâlâ’yı tanıyıp O’na ibadet ve kulluk etmek, emir ve yasaklarından mükellef tutulan şeyleri eksiksiz yerine getirmektir.
Aslında insanlar böyle bir marifete müsait olarak yaratılmışlardır. Böyle bir istidada başlangıçta sahip olmasalardı, zaten mükellef bulunmazlardı.
Beşeriyeti yeryüzüne yerleştiren, insanoğluna imkân ve iktidar veren, yaşamalarına elverişli olacak şekilde birçok hususiyetler bahşeden Allah-u Teâlâ’dır.
Yeryüzünün menfaatlerini insanlar için mubah kılmış, dağları ve denizleri ile, havası ve suyu ile, hayvanı, bitkisi ve meyvesi ile, yeraltı ve yerüstü kaynakları ile herşeyi onların emrine vermiş, insanları yeryüzünün yaratıklarının efendisi yapmıştır. Yeryüzünde ticarette bulunmak üzere sebepler, kazançlar ve sarılacakları çeşitli vesilelerle geçimlikler halketmiştir.
Âyet-i kerime’de:
“Yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından nasibinizi arayın.” buyurmuştur. (Cumâ: 10)
Çünkü rizik O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boş çıkarmaz.
Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde birçok nimetler ve maişetler halketmiştir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadir:
“Size yeryüzünü boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşin. O’nun verdiği rızıktan yiyin.” (Mülk: 15)
İnsanların rızıklarını elde etmeleri için gerek duyacakları herşeyi yeryüzünde var etmiştir.
“Allah herşeyin yaraticisidir.” (Zümer: 62)
Herşeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliginin kemâlini gösterir.
Bir şeyi yaratmak istediginde, onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç degildir. Kâinatı ve içindeki herşeyi misilsiz, benzersiz yaratmiştir. Herşeyin en güzelini, en güzel hikmetlerle yaratan O’dur.
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (A’raf: 54)
İnsanların yaptığı sadece O’nun verdiği akıl sayesinde yaratılanların sırlarını keşfetmekten ibarettir.
Bir mahlûk ancak O’nun izniyle, kendisine verdiği akıl ve ilimle, kendisine verdiği nimetlerle bir şey yapabilir. Fakat verdiği nimetlerden onun aklını, gözünü, kulağını ve elini çektiği zaman o kul hiçbir şey yapamaz.
Herşeye hâkim olan, bütün varlıkları ayakta tutan, herşeye belirli bir zamana kadar ayakta durmasi için sebepler ihsan buyuran O’dur. Herşey Hakk ile kâimdir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O Hayy ve Kayyum’dur.” (Bakara: 255)
Yaratılanları “Ol!” emriyle yarattı, herşey O’nun varlığı ile kâimdir. Her görünen şey maskedir, insan da böyledir, kâinat da böyledir.
İnsan, Allah-u Teâlâ’nın yarattığı ve donattığı bütün âlemlerin “Lâ”dan ibaret olduğunu görmedikçe hiçbir zaman “İlâhe” yani Allah-u Teâlâ’yı göremez ve lâyık-ı veçhile bilemez. Bilgileri zandan ibarettir. Bu böyledir.
Yaratılmış hiçbir şey Allah değildir. Herşey Hazret-i Allah’a perdedir, içinde O var. O herşeyden herşeye yakin. Herşey O degil, fakat hiçbir şey de O’ndan ayrı değil.
Yani O yarattı. Yarattığı herşey O’nun varlığı ile kaim. Amma sen de oradasın, sen de Hazret-i Allah ile kaimsin, bir zerre de Hazret-i Allah ile kaimdir. Bir kainat da Hazret-i Allah ile kaimdir.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek incir çekirdeğini, bir buğday tanesini yapabilirler mi? Veyahut bir sivrisineği, bir tek kılı yoktan var edip onlara can verebilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze düşüyor. Şu halde yaratıcı yalnız Hazret-i Allah’tır. O Hayy’dır, Kayyum’dur, her yarattığı O’nunla kaimdir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz bir şeyin olmasini diledigimiz zaman, sözümüz ona ancak ‘Ol!’ dememizden ibarettir. O da derhal oluverir.” buyuruyor. (Nahl: 40)
Allah-u Teâlâ’nın iradesinin sonsuz olduğunu gösteren bu ilâhî beyan, bir şeyi yokluk âleminden varlık âlemine çıkarmayı ve bunun süratini gösteren bir temsildir. Yoksa burada kendisine emir verilen bir şey yoktur. Her şey O dilediği an meydana geliverir.
O; bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. “Ol!” dediği şey kaçınılmaz olarak varolur.
O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
Âlemleri yaratan Hazret-i Allah’tır. İlâhî nizamını kurmuş, her yarattığına; güneşe, aya, gündüze, geceye, dağlara, denizlere, hülâsa bütün âlemlere bir nizam vermiştir.
Farz-ı muhal ki bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe muhtaçtır.
Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da O’na muhtaç, su da O’na muhtaç.
Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtir. Hava da O’nun emrinde, güneş de O’nun emrinde.
Her şey O’na muhtaç olduğu gibi, güneş de O’na muhtaç. Her şey O’nun yed-i kudretinde ve O’nun emrindedir.
Hülâsa olarak; cemâdatı, nebâtatı, hayvanatı, insanları, melekleri hep O yaratıyor, hepsi de O’na muhtaç. O yaratıyor, O tekâmül ettiriyor, O öldürüyor... Hep O...
Allah-u Teâlâ İhlâs sûre-i şerif’inde buyurur ki:
“De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed’dir (Her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç degildir).” (İhlâs: 1-2)
Bir meyveyi düşünün. Bütün insanlar, cinler bir araya gelseler; bir elma, bir nar, bir portakal, veyahut bir buğday, bir arpa tanesi yaratabilirler mi? Hayır! İşte Hazret-i Allah budur.
Hadi sen de bir tanesini yap! Fakat yapamazsın! Çünkü insan âcizdir, mahlûktur. Bakınız daha bir tek meyvenin karşısında kâinat acze düşüyor. Bir tek arpanın karşısında kâinat bakar, fakat kör bakar. Yaratıcısını onda görmez.
Mevye dalına güvenir, dal ise ağacına, ağaç ise köküne, kök ise toprağa güvenir. Meyve olması için de ayrıca suya, havaya, güneşe, aya... ihtiyaç vardır. Dalı kessen meyve yok olur, kökünü çıkarsan ağaç yok olur.
Aslında her şey Hakk’a muhtaçtır.
Bitkilerde yarattığı berekete bir bak! Toprağa yüzlerce buğday tanesi atıyorsunuz, topraktan binlerce alıyorsunuz. Öğüttüğünüz zaman un oluyor. Unlar yoğurulduğu ve pişirildiği zaman ekmek oluyor. O buğdayda ne var ki, sana gıda veriyor? Alçı veya çiriş aynı una benziyor, fakat yutsan mideni dondurur. Birine başka hassa vermiş, diğerine başka hassa vermiş. Yani hepsinde O’nun “Ol!” emri var.
“‘Ol!’ dediği gün her şey oluverir.” (En’am: 73)
Onlara öyle “Ol!” buyurmuş, öyle oluyorlar.
Bazi bitkilerden fevkalâde ilaç oluyor. Her bitkiye nasıl bir hassa koydugunu yalniz O bilir.
Agaçtan bir portakal alıyorsun. Tadlanmiş, kokulanmış, pişirilmiş, paketlenmiş, paket içinde paketlere sarılmış. Vitaminleri ayrı, vücuda verdiği faydaları ayrı, şifâları ayrı ayrı.
Küçücük bir fındığın özü var, o özde besleyici protein var. Dışında zar var, kabuk var. En dışında tekrar bir kabugu daha var.
Agaç mı yapti bunlari? Hayır! Ağacın hükmü yok. Allah-u Teâlâ ağaca tepsilik vazifesi yaptırıyor. Hüküm O’nundur. O ağaç o suyu alamaz, o tadı, o lezzeti, o kokuyu, o rengi veremez. Çünkü kendisinde o hassalardan hiçbirisi yok. Meyve o tadı, o kokuyu, o diziyi, o güzelliği “Ol!” emrinden aldı. Hepsi O’nun ihsanı, O’nun ikramı. O görünmüyor da ağaç görünüyor. Vereni, ağaca tepsilik vazifesi yaptıranı kimse görmüyor.
“Yeryüzünde rengârenk şeyleri de sizin için yaratmiştir. Bunda da ögüt alan bir topluluk için ibret vardir.” (Nahl: 13)
Gökten inen aynı suyu aldıkları, aynı güneşten faydalandıkları halde, binlerce bitki türünün renkleri, çiçekleri, şekilleri, tadları ve kokuları hep ayrı ayrıdır.
En güzel şekilde nasıl şekillendirdi, ne güzel takdir ve tasvir buyurdu!
Her şey O’nun emri ile olur. Görünen de görünmeyen de bütün her şey böyledir. Neye ve kime hangi hassayı koymuşsa, onda o mevcuttur. Bu hassalarin hiçbirinden haberimiz yok.
Hazret-i Allah’ı bilmeyen, tanımak istemeyenler hakkında ise Allah-u Teâlâ buyurur ki:
"İnsanlardan kimi de, Allah'a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder." (Hacc: 11)
Nur, Allah-u Teâlâ’nın “Zâhir” İsm-i şerif’inin tecelli etmesidir. Varlıklar o “Nur”un tecellisi ile vücud bulmuştur. Bütün âlemleri meydana koyan, mükevvenâtı gösteren, hakikati bildiren O’dur.
Kur’an-ı kerim’de Nur sûre-i şerif’inin 35. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurulmaktadir:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nûr: 35)
“Gökler ve yer” ibaresi Kur’an-ı kerim’de hususiyetle “Kâinat” için kullanılmaktadır. Dolayısıyla Âyet-i kerime’nin mânâsı: “Allah bütün kâinatın nurudur.” demektir.
Gökleri meleklerle ve parlak yıldızlarla, yeri de kendi dostları olan nebilerle, velilerle aydınlatan, nurlandıran O’dur.
Allah-u Teâlâ Zât-ı akdes’ine “Nur” ismini vermiş, Kitab-ı kerim’ini ve Resul-i Ekrem’ini nur kılmış, mahlûkatı ile kendisi arasına bu nur ile perde çekmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir niyazlarında:
“Hamd sana mahsustur. Sen göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin nurusun!” buyurmuştur. (Buhârî)
Vücud O, mevcud O... Bütün mevcudat, vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. O’ndan başka müstakil bir vücud da yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır. O her şeyi bilendir.” buyuruyor. (Hadid: 3)
Bu Âyet-i kerime’yi okuyabilen bir kimse, hem “O” olduğunu, hem her şey “O’ndan” olduğunu ilmel-yakîn de olsa, gayet rahat bilmiş olur.
İbn-i Mesud -radiyallahu anh- şöyle buyurur:
“Rabbinizin katında ne gece ne gündüz vardır. Göklerin ve yerin nûru, O’nun zâtının nûrudur.”
Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman, onu düşünüp taşınmaya, mekâna ve numuneye muhtaç degildir. O’nun istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah gökleri ve yeri ve bunların arasında olan şeyleri altı günde yaratan(dır).” (Secde: 4)
Yaratmak; bir anda dilemek ve meydana getirmek, “Ol!” demekle oluvermekten ibaret olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle geliştire geliştire, olgunlaştıra olgunlaştıra yaratmıştır. Bu yükseklik ve genişlikteki yedi kat gökleri, bu yoğun ve geniş yerleri bir anda da yaratmaya gücü yeten Kâdir-i mutlak, her birini bir ölçü ile takdir ve bir zamana tahsis etmiştir.
O’nu gören, yani Allah-u Teâlâ’yı gören, bütün âlemleri O’nunla görür. Hepsinin bir örtüden ve kabuktan ibaret olduğunu görür. Örtüyü yaratan, her yarattığı şeye ayrı ayrı şekil veren, ziynetlendiren O’dur.
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için elbette deliller vardır.” (Âl-i imran: 190)
O, semâvâtı da, yeri de yarattı. Geceyi gündüzü de O yaratıyor ve O yönetiyor. Hep O, vücud O, mevcut O...
Bu şekilde yaratma da ilâhî kudrete delâlet etmektedir. Hiçbir tedricen ilerleme olmadan bütün yaratıklar bir defada ve bir anda yaratılmış olsaydı, hiçbiri diğerinin yaratılışına şâhid olamazdı. Diriden ölü, ölüden diri, ateşten toprak, topraktan su, çamurdan hayat ortaya çıkması şöyle dursun; gece ve gündüz birbirini takip etmez, insandan insan bile doğmazdı. Atalarımız yaratılırsa biz olmazdık, biz olursak onlar olmazdı veya hepimiz olur ata-evlât olmazdık. Şu halde birçok yaratılışları da içine alan dereceleme ile yaratmada Allah-u Teâlâ’nın ayrıca bir kudreti ve azameti gözler önüne serilmektedir.
Günlerden maksat, yirmidört saat süren dünya günleri değil, müddetini ancak O’nun bildiği merhaleler ve devrelerdir.
Çünkü gün, güneşin doğuş ve batışıyla ortaya çıkan bir durumdur. Gökler yaratılmadan önce ise gündüz ve gece yoktu.
“Sonra Arş’ı istivâ etti (oturdu, oradan mülkünü yönetmektedir).” (Secde: 4)
Arş’ın tahsisi mahlûkatın en büyüğü olmasındandır. Kâinat Arş ile son bulmakta ve Allah-u Teâlâ mekândan münezzeh olarak O’nun da ötesinde ve aslında her yerde bulunmaktadır.
Bu istivâ; keyfiyetsiz, teşbihsiz, temsilsiz bir istivâdır. Kâinat yaratıldıktan sonra Allah-u Teâlâ onu yönetmekte ve onunla ilgili bütün düzenlemeleri yapmaktadır.
Arş, diğer cisimleri kuşatan bir cisimdir. Yüksekliğinden dolayı veya hükümdarın tahtına benzetildiğinden dolayı bu isim verilmiştir.
Kur’an-ı kerim’de Arş’ın Allah-u Teâlâ’ya nisbet edildiği onsekiz kadar Âyet-i kerime mevcuttur ve yedi gökten ayrı bir âlem olarak ele alınmıştır.
Allah-u Teâlâ Arş’ı ihtiyaç için değil, azametini ve kudretini göstermek için yaratmıştır.
Arş-ı âzam, insanın akıl ve hayali almayacak bir azamete sahiptir.
Arş-ı âzam, Allah-u Teâlâ’nın yarattığı cisimlerin en büyüğüdür. Kürsî’yi de kaplamıştır.
Bir kısım melekler de Arş-ı âzam’ın çevresini sarmış olup tavaf ederler, Allah-u Teâlâ’yı övgü ve tesbih ile anarlar.
Yerden göklere, göklerden Arş’a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O’nun hüküm ve idaresinin altında, andan âna, halden hâle, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yokoluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
“Sizin O’ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Hâlâ düşünüp ögüt almiyor musunuz?” (Secde: 4)
Herşeyi yaratan, herşeye kâdir olan O’dur. O benzersizdir, yardımcısı, eşi ve dengi yoktur. O’ndan başka hiçbir ilâh, O’nun dışında hiçbir Rab yoktur.
O yaratıyor, O yaşatıyor, aynı zamanda O yönetiyor.
“Gökten yere kadar her işi O düzenler.” (Secde: 5)
O’nun düzenlemesi, hikmetine göre dilemesidir.
O yaratıyor, O yönetiyor. Meselâ gökten yağdırıyor, yağdıran O’dur. Yerden fışkırtıyor, fışkırtan O’dur. Sonsuz nimetleri ihsan ve ikrâm eden yine O. Hazine-i ilâhî’den durmadan akıyor.
“Sonra işler sizin hesabiniza göre bin yil kadar tutan bir günde yine O’na yükselir.” (Secde: 5)
Allah-u Teâlâ’nın bir iradesinin hükmü olan bir emir, bir iş, bir hadise, bazen böyle bin senelik bir devir ile biter. O’nun bir günü, böyle büyük bir devir teşkil eder.
“İşte O, görülmeyeni de görüleni de bilendir, Azîz’dir, merhamet edendir.” (Secde: 6)
Kullarının işlerini yönetme hususunda da merhametlidir.
Herşeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden Allah-u Teâlâ’dır. Her güzelliğin, her tekâmülün ilk numunesi O’nundur.
İnsan varlığını en güzel bir şekilde meydana getiren O’dur.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadir:
“O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yapan, yaratmaya da çamurdan başlayandır.” (Secde: 7)
Her şey güzel yaratilmiştir. Çünkü her bir şey, hikmetin geregi ne ise o şekilde düzenlenmiştir. Gül güzel oldugu gibi dikeni de güzeldir.
Güzel yaratişinin bir numunesi de insani çamurdan yaratmaya başlamasidir.
“Sonra O, bunun zürriyetini kerih bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır.” (Secde: 8)
Zayıf ve bayağı birer su katrelerinden, görüldüğü üzere o kadar mükemmel insanlar teşekkül etmiş oldu.
“Sonra onu düzeltip tamamladı.” (Secde: 9)
Ana rahminde iken bütün uzuvlarını kemâle erdirip, gerektiği biçimde şekiller verdi.
“İçine ruhundan üfürdü.” (Secde: 9)
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmekle hayat vermiş ve büyük bir şeref bahşetmiştir. Böylece insanda hayat fiilen başlamiş oldu.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak herşeyi en iyi bilen O’dur.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadir:
“Göklerde de yerde de Allah O’dur. Gizlinizi ve açığınızı bilir, ne kazandığınızı da bilir.” (En’am: 3)
Dolayısıyla yaptıklarınızdan dolayı sizi sorguya çekecektir. İyiliklerinize karşı sizi mükâfatlandıracak, kötülüklerinize karşı da cezalandıracaktır.
“Göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah göğüslerin özünü bilendir.” (Teğâbün: 4)
Onun içindir ki insan bâtıl düşüncelerden, münafıkça kuruntulardan, kötü işlerden son derece kaçınmalı; kâinatın bütün esrarını bilen Allah-u Teâlâ’nın ilminin ve kudretinin azametini tefekkür ederek rızâ-i Bâri’sine uymayan şeylerden çekinmelidir. Nimetlerini yerinde sarfetmeli, hamdini ve şükrünü yerine getirmeli, huzuruna yüz akiyla gitmeli, küfür ve nifak, isyan ve tugyan ile yüz karasi içinde gidip de ilâhî azaba atilmamalidir.
“Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (Bakara: 152)
Sizin ebedî saâdet ve selâmetiniz bununla kâimdir.
“Allah’tan korkun ve iyi bilin ki Allah her şeyi bilendir.” (Bakara: 231)
O bakımdan siz O’nun nimetlerini unutur, hukukuna saygılı olmaz, hükümlerini gözetmezseniz, düşünemeyeceğiniz her türlü cezanın başınıza geleceğini bilmelisiniz.
“Eğer siz şükreder, iman ederseniz, Allah size ne diye azap etsin? Allah şükrün karşılığını veren ve her şeyi bilendir.” (Nisâ: 147)
Kişi şükür ve imanla cehennemden kurtulur. Aksi halde kendini azaba maruz birakir.
“Biliniz ki Allah’ın azabı pek şiddetlidir ve şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.” (Mâide: 98)
Bunun içindir ki ilâhî hükümlere çok dikkat etmeli, bunları hem yüksek bir haşyet, hem de yüksek bir bağışlama ümidi ile tatbik ve icrâ etmelidir.
“Şüphesiz ki Allah göklerin ve yerin gaybini bilendir. Şüphesiz ki O gögüslerin özünü bilendir.” (Fâtır: 38)
Allah-u Teâlâ daha ruh verilmeden önce, cenin halinde iken kişinin bütün mukadderatını biliyordu. Çünkü O yazdırıyor, nasıl bilmesin?
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kullarının işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.” (Bakara: 255)
O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli kalan hiçbir şey yoktur. Bir insanın yüz sene ömrü olsa, en son nefesinde söyleyeceği sözden, yapacağı işten haberi vardır. İnsanlar ise bundan habersizdirler.
“O’nun dilediğinden başka, insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar.” (Bakara: 255)
İnsanların bilgisi sınırlıdır, ancak Allah-u Teâlâ’nın dilediği kadar kavrayabilirler. İnsana bilmediğini öğreten O’dur.
Dolayısıyla Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize sadece kıyamete kadar olacak olan işleri değil, kıyametten sonra olacak işleri de bildirmiş, haber vermişti.
Geçmiş ve geleceklerin ilmini özünde toplayan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bütün gayb âleminin hazinesi oldu. Hepsini bilerek ve görerek konuşuyordu.
Ashâb-i kiram’ından kimlerin şehit olacaklarını, gidecekleri yeri bile görüyordu.
Ümmetinin kıyamete kadar nelerle karşılaşacaklarını bilip bir bir haber veriyordu.
Ahiretteki durumlarını, kabir, mahşer, mizan, sırat, cennet ve cehennem ahvalini de haber veriyordu.
Huzeyfe bin Esid -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Akşamleyin şu odanin yaninda ümmetim bana gösterildi. Öyle ki ümmetimden her bir kişiyi birinizin arkadaşini tanidigindan daha fazla tanirim.” (C. Sağîr: 5422)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinin bir noktasında şöyle buyururlar:
“Rabbim bana sual sordu. Ben ona cevap veremedim. Keyfiyetsiz bir tarzda elini iki omuzumun arasına koydu, ben o elin serinliğini kalbimde hissettim. Böylece beni geçmiş ve geleceğin ilimlerine vâris kıldı.” (El-Mevâhibü’l-ledüniyye)
Allah-u Teâlâ’nın göstermesiyle ve bildirmesiyle herşeyi biliyorum, ümmetimi de tek tek tanıyorum, ne yapacaklarını da biliyorum.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucurat: 7)
Değil Resulullah Aleyhisselâm, onun vekili dahi böyledir.
Zira Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İşlerinizde sıkıştığınız zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz.” (K. Hafâ)
Niçin? Onun vekili olduğu için.
•
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin geçmişin ve geleceğin ilimlerini özünde topladığına dair bazı misaller arzedeceğiz.
Adiy bin Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanında iken bir kimse geldi ve fakirlikten şikâyet etti. Derken biri daha gelip, o da yol kesilmesinden şikâyet etti.
(Resulullah Aleyhisselâm bana dönerek):
“Ey Adiy! Sen Hire şehrini gördün mü?” dedi.
“Hayır görmedim, ancak işittim.” dedim.
Bunun üzerine buyurdu ki:
“Eğer ömrün biraz uzarsa, devesine binen bir kadının Hire’den tek başina kalkip Kâbe’yi tavaf edeceğini mutlaka göreceksin. O bu yolculuğunu yaparken Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktir.”
İçimden kendi kendime: “Memlekete dehşet saçan Tayy kabilesinin eşkiyalari nereye gidecek?” diye geçirdim.
Resulullah Aleyhisselâm sözlerine devam etti:
“Eğer ömrün olursa Kisrâ’nın hazinelerinin de fethedildiğini göreceksin!”
“Hürmüz’ün oğlu Kisrâ mı?” diye araya girdim.
“Evet, Hürmüz’ün oğlu Kisrâ!” buyurdu ve devam etti:
“Eğer hayatın uzarsa mutlaka göreceksin: Kişi eli altın ve gümüş para ile dolu olduğu halde bunu tasadduk etmek üzere fakir arayacak, fakat kendinden onu kabul edecek bir tek adam bulamayacak.
Bir gün gelecek, aranızda herhangi bir perde, bir tercüman olmaksızın her biriniz mutlaka Allah-u Teâlâ ile karşılaşacaksınız.
O zaman Allah-u Teâlâ:
‘Sana tebliğ getiren bir peygamber göndermedim mi?’ diye soracak.
Karşısındaki:
‘Evet gönderdin!’ diyecek.
Allah-u Teâlâ:
‘Ben sana mal vermedim mi, ikram etmedim mi?’ diye soracak.
‘Evet ey Rabbim verdin!’ deyip sağına bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek. Soluna bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek.”
Adiy -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah Aleyhisselâm’ın şöyle söylediğini işittim: ”
“Bir hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun. Kim ki yarım hurma bulamazsa, güzel bir söz söyleyerek korunsun.”
Adiy -radiyallahu anh- yine dedi ki:
“Ben Hire’den kalkıp, Beytullah’ı tavaf eden ve Allah’tan başka kimseden korkmayan yaşli kadini gördüm.
Hürmüz’ün oğlu Kisrâ’nın hazinelerini fethedenler arasında ben bizzat bulundum.
Eğer sizlerin ömrü uzun olursa mutlaka Ebu-l Kasım -sallallahu aleyhi ve sellem-in şu söylediğini de göreceksiniz: ”
“Kişi, eli altin ve gümüşle dolu olarak çikacak, onu kendinden (sadaka olarak) kabul edecek adam bulamayacak.” (Buhari, Menâkıb 25)
•
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün: “Halınız var mı?” diye sordular.
“Bizde halı nasıl olsun?” dedik.
“Şurasi muhakkak ki o da olacak!” buyurdular.
Nitekim dediği gibi oldu. Gün geldi ben hanımıma: “Şu halını benden uzak tut!” diye çıkıştığım vakit şöyle karşılık verdi:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: ‘Sizlerin de halıları olacak!’ dememiş miydi?” (Buhari, Menâkıb 25)
•
Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün bize sabah namazını kıldırdı ve minbere çıkarak tâ öğle vakti girinceye kadar bize hitap etti. Sonra minberden inip namaz kıldırdı. Tekrar minbere çıkıp ikindi vakti girinceye kadar bize hitap etti. Sonra inerek namaz kıldırdı. Sonra tekrar minbere çıktı ve bize güneş batıncaya kadar konuştu. Olmuş ve olacak her şeyi bize haber verdi. Bunları en iyi bilenimiz, en belleyişli olanımızdır.” (Müslim: 2892)
•
Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kıyamet kopuncaya kadar olacak her şeyi bana haber verdi. Bunlardan hiçbir şey yoktur ki ona sormuş olmayayım. Sadece ‘Medine halkını Medine’den kim çıkaracak?’ diye sormadım.” (Müslim: 2891)
•
Sevbân -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Allah yeryüzünü benim için dürüp topladı, ben de doğusunu da batısını da gördüm. Ümmetimin mülkü, bana gösterilen yerlere kadar uzanacaktır.” (Müslim: 2889)
•
“Şam’ın ortasından, adına Süfyânî denilen ve kendisine tâbi olanların çoğunun Kelb kabilesinden olacağı birisi çıkar. O insanları öldürür, hatta kadınların karınlarını deşip çocuklarını katleder. Sonra onunla savaşmak için bir ordu toplanır ve onu öldürür.” (İmam-ı Suyûtî)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ileride olacak işlerden haber verirken bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Kapkara, ince bacaklı, koca ayaklı birinin Kâbe’yi taş taş yıktığını görüyorum sanki.” (Buhari)
•
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) bir takım yiğitlerin kalplerinin derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in sünnetinden öğrendiler.
(Yani hainliğin zıddı olan emanet veya;
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.” (Ahzab: 72)
Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanin kalbine yerleşti. Sonra Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’
Sonra Resulullah Aleyhisselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:
‘Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi (geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere kabarcığı gibi kalir.
Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımn düştüğü yeri şişirtip, senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatı açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.
Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’
Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:
Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.
O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.
Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasiyla alış-veriş etmiyorum.” (Buhârî. Tecrid-i sarih: 2039)
•
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhâki)
•
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, imamınızı öldürmedikçe, kılıçlarınızı birbirinize karşı kullanmadıkça, dünyânıza şerlileriniz vâris olmadıkça kıyamet kopmaz.” (Tirmizi)
•
“Hepsi de Allah’ın peygamberi olduğunu iddiâ eden otuza yakın yalancı deccaller türemedikçe kıyamet kopmaz.” (Tirmizi)
•
“Şu beş şey sizin aranızda vuku bulsa nasıl olursunuz? Onların aranızda vuku bulmasından veya onlara ulaşmanızdan Allah’a sığınırım.
Bir toplulukta kötülükler ortaya çıktığı, fuhuş açıktan yapıldığı zaman, orada tâun ve geçmiş nesillerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.
Bir topluluk zekat vermeye mâni olduğunda, gökyüzünden gelen yağmur onlardan kesilir. Hayvanlar olmasaydı hiç yağmur yüzü görmezlerdi.
Bir topluluk ölçü ve tartıyı eksik tuttuklarında, kıtlık, geçim sıkıntısı ve zâlim idareci ile cezalandırılırlar.
Âmirleri Allah’ın indirdiğinden başka şeylerle hükmettiklerinde Allah, onların üzerlerine düşmanları musallat kılar ve ellerinde bulunan şeylerin bir kısmını tüketir.
Allah’ın kitabını ve Resulullah’ın sünnetlerini bir kenara bıraktıklarında, Allah onları birbirine düşürür.” (İbn-i Mâce)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, ileride zuhur edecek hadise ve fitneleri yalnızca kendisine bildirdiği Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyurur ki:
“Herkes Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e (geleceğe âit) hayırdan sorarlardı. Ben de, şer ve fitneye düşerim korkusu ile (İslâm ümmetine gelecek) şerden sorardım.
Bu endişe ile bir keresinde sordum:
Yâ Resulellah! Biz vaktiyle cahiliyet devrinde şirk ve küfür içinde idik. Gelişinizle hayır ve saâdete erdik. Bu hayır ve saâdetten sonra şer ve fitne olacak mı?
Evet olacak!
Bundan sonra tekrar hayır olacak mı?
Evet, hayır olacak, fakat duman ve karışıklık içinde olacak.
O hayrın (temizliğini bulandıran) kiri nedir?
O devrin âmirlerinden bir zümre, ümmeti benim sünnetimin hilâfına idare edecekler. Sen onlardan bazılarının hareketlerini tasvip, bazılarının hareketlerini de reddet!
Bu karışık hayır devrinden sonra yine şer ve fitne olacak mı?
Evet olacak. O devirde bir takım dâiler (çığırtkanlar) insanları cehennem kapılarına çağıracak. Her kim onların dâvetine icabet ederse, onu cehenneme atacaklar.
Yâ Resulellah! Bu dâvetçileri bize açıklasanız!
Onlar bizim içimizden çıkacak bayağı adamlardır. Bizim dilimizle (aziz duygularımıza seslenerek) konuşurlar. (Halbuki gönüllerinde hayırdan eser yoktur.)
Yâ Resulellah! O (uğursuz) devir bana yetişirse, nasıl hareket etmemi emredersiniz?
İslâm cemaatine ve onların devlet reisine tâbi ol!
Onlar cemaat halinde değiller (de bozgunculukla parçalanmışlarsa), başlarında devlet reisi de yoksa!
O fırkaların hepsinden uzak kal. Velev ki ağaç kökü ile yaşayacaksan da, ölüm erişinceye kadar böyle ol.” (Buhari, Tecrid-i Sarih: 1471)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Andolsun ki siz, kendinizden önceki milletlerin yoluna kulacı kulacına, arşını arşınına ve karışı karışına muhakkak tıpatıp uyacaksınız. Hatta onlar daracık bir keler deliğine girseler bile, siz de muhakkak o deliğe gireceksiniz.”
Ashâb-ı kiram “Yâ Resulellah! O milletler yahudiler ve hıristiyanlar mı?” diye sordular.
Resulullah Aleyhisselâm “Bunlar olmayınca başka kimler olur?” buyurdu. (İbn-i Mâce: 3994)
Hazret-i Allah, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e kıyamete kadar ve sonrası ile ilgili birçok olacak hadiseyi bildirdiği gibi birçok işleri bize bir bir haber verdi.
Birçok hususu da Sahâbe-i kiram’ına, dilediğini duyurdu, bildirdi veya Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bildirdi:
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram’dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-’a “İslâmı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır” cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an üzerinde cedelleşmeleri ve saptirici imamlarin hükümleridir.” buyurdular. (Darimi-Sünen, Katade: 22)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde; din-i İslâm’dan sapanların, nefsine tapanların, küfür önderlerinin peşinden gidenlerin kalplerini mühürlediğini ve böylece şirke saptıklarını, sapıklık içinde ömür tükettiklerini haber veriyor:
“Hevâ ve hevesini ilâh edinen, Allah’ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim dogru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak misiniz?” (Câsiye: 23)
Bu uyarılar karşısında hevâ ve hevesleri bırakarak, gerçeği kabul etmeyecek misiniz?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” buyurmuştur. (Müslim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde ilmin ortadan kalkmasını kıyamet alâmetleri olarak göstermiştir:
“İlmin kalkması, cehaletin yerleşmesi, çeşitli içkilerin içilmesi, zinânın aleni yapılması elbet kıyamet alâmetlerindendir.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 71)
Zaten ilmin kalmasından sonra bu haller türedi ve zuhur etti.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Allah bir topluluk hakkında hayır dilerse âlimlerini çoğaltır, câhillerini azaltır. Öyle ki, âlim konuştuğunda kendisini destekleyen pek çok kimse bulur. Câhil konuştuğunda ise sözü bastırılır.
Allah bir topluluk hakkında şer dilerse, câhillerini çoğaltır, âlimlerini azaltır. Öyle ki, câhil konuştuğunda kendisini destekleyen birçok kimse bulur. Âlim konuştuğunda ise sözü bastırılır.” (C. Sağîr: 389)
Allah-u Teâlâ bir topluluğun hayrını murad ederse nur indirir ve o nura lâyık hakiki âlimler halkeder. Bu hakiki âlimler Hakk’tan konuşur, hakikati söyler.
“Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)
Âyet-i kerime’si mucibince hiç kimseden çekinmeden, korkmadan hakikatı tebliğ eder.
Müslümanlar onu cân-ü gönülden dinleyip tasdik ederler, sözlerine riâyet ederek iş görürler. Dolayısıyla iman nuru böylece yayılır ve Allah yolunda bulunanlar çok olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” buyurmaktadır. (Zümer: 22)
Allah-u Teâlâ bir topluluk hakkında kötülük murad ederse nurunu kaldırır, feyzi giderir, rahmetini azaltır. Beşeriyet imandan yoksun olduğu için kupkuru kalır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadir:
“Allah kime nur vermemişse onun nuru yoktur.” (Nur: 40)
Böyle bir zamanda insanlar boşalırlar, boş teneke gibi olurlar. Bilindiği gibi teneke takır takır eder, çok ses çıkarır. Boş insanlar da boş tenekenin takırtısından çok iyi anlarlar ve hoşlanırlar. Hakiki bir âlim bir şey söylerse ona kimse itibar etmez, sözlerini umursamaz. Niçin? Çünkü imandan mahrum, rahmetten, merhametten, feyizden yoksun olmuş, boş tenekeye dönmüş.
Böyle bir zamanda fâsıklar ortalığı istilâ eder. Fâsıklar konuşurken etrafı da fâsık oldugu için, sözlerini tasdik eder ve beğenir. Hatta ne kadar cehaleti büyükse etrafindan o kadar destek görür, ne kadar yalan söylerse, o kadar mertebesi artar. Ne kadar çok çalarsa, o kadar itibari çoğalır.
Cühelâ gürûhu nefislerini ilâh edinmişler, Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilmişler, İslâm’mış gibi görünüyorlar ve fakat küfre hizmet ediyorlar. Din-i İslâm’ı tahrif ve tahrip etmek için çalışıyorlar. Din-i İslâm’da olmayan şeyleri; hurafe, bidat, yalan-yanliş olarak bütün güçleriyle yaymaya çalişiyorlar. Öyle ki Hazret-i Kur’an’ın üzerine münakaşa yapıp çekişerek bu yolla tahrip ve tahrif etmeye çalışıyorlar. Böylece de münafık durumuna düştüler.
Kötü âlimler Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hale düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadir:
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’am: 26)
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Ümmetim hakkında üç şeyden korkuyorum: Âlimin hatası, münafıkın Kur’an’ı âlet ederek mücadeleye kalkması, kaderin inkârı.” (C. Sağîr: 277)
1. “Âlimim” diye geçinen câhil cühelâ olacak, Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden feyzinden mahrum kalacaklar. İçi boş, dışı dolu. O ilim onun boğazından geçip kendisine faydası olmadığı gibi, beşeriyet de ondan fayda göremez. Çok konuşur, fakat içi boş olduğu için hiçbir kimse hiçbir şekilde istifade edemez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyururlar:
“Kıyamet gününde en şiddetli azap görecek kimse, ilminden istifade edilmeyen âlimdir.” (C. Sağîr)
2. Bugün âlim geçinenlerin durumu budur. Aslında kalbi inkâr ediyor, fakat içyüzünü bildirmemek için âlim olarak görülüyor.
Bunlara taraftar olanlar, onları başa çıkarırlar. Kendi arzularını savunsun, küfrünü desteklesin, İslâm’ı içten içe yıksın diye makama çıkarırlar. Bugünkü durum Hadis-i şerif’te olduğu gibi tarif ediliyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider, ne söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidir.” (Münafikun: 4)
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler.
3. Kaderin inkârına gelince;
Allah-u Teâlâ’yı içten inkâr eden, O’nun takdirini inkâr etmez mi hiç? Tabii ki edecek. İşte insanlar bu duruma geldiği zaman da âfâtları bekleyin.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Allah bu Kur’an sebebiyle bazı insanları yükseltir, bazılarını da alçaltır.” (C. Sağîr: 1909)
Hazret-i Kur’an’a iman eden insan, Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmiştir ve kalbi iman ile dolmuştur.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Biz Kur’an’dan öyle şeyler indiriyoruz ki o, müminler için şifâ ve rahmettir; zâlimlerin ise yalnizca ziyanini artirir.” (İsrâ: 82)
Bu nur ile müminler maddi-mânevî şifâ buldular, ilâhî rahmete erdiler. İmanlarını muhafaza ederek küfre düşmekten kurtuldular. Hazret-i Kur’an’ın yolundan ayrılanlar ise zâlim oldular, hüsrana uğradılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle duâ etmemizi emir buyurmaktadir:
“De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın.
Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i imran: 26)
Allah-u Teâlâ bazen âlime, bazen zâlime verir. Bazı âlimi yükseltir, bazısını alçatır.
Kur’an-ı kerim’e değer vermekle Allah onu âlim eder, değer vermeyenleri zelil eder alçaltır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Ahir zamanda ümmetimden bazı insanlar çıkacak. Sizlere ne sizin ve ne de atalarınızın duymadığı şeyler anlatacaklar. Onlardan uzak durun.” (C. Sağîr: 4780)
Küfür ortalığı öyle istilâ edecek ki, imanın yerine küfrü yerleştirmeye çalışacaklar, söylediklerini tatbik ettirmeye gayret edecekler. Onların isteklerini tatbik edenler onların yolundadır.
Ve onlar o kadar çoğalacaklar ki, bölük bölük, alay alay insanlar küfre kayacaklar. Buna sebep de sapıtıcı imamlarla zâlim âmirler olacak.
Dünyaya aşırı muhabbetten ötürü dünyaya kayacaklar. Bunların hepsi de cehennemdedir. İmandan yoksun oldukları için bu hale düşmüşlerdir.
Bütün sapıtıcı imamlar, ilâhî emirleri arkaya attılar. Sûret-i haktan göründüler, müslüman gibi göründüler. Müslümanları kendilerine celbetmek için İslâm’ın ön safında gibi hareket ettiler. Kendilerinde biraz kuvvet bulunca asliyetlerini ortaya koydular. Dikkat ederseniz sapıtıcı imamların hepsinin doğru yoldan, din-i İslâm’dan ilk sapış şekli Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’si oldu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Buyurduğu halde, evvelâ halkı İslâm namına soymaya, yolmaya başladılar. Dini bıraktılar, dünyaya daldılar, yani dünyayı dine tercih ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki bunlar dinlerini dünyalığa alet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizi)
O zamanın kurtları koyun postuna bürünerek halkın karşısına çıkarlar.
Hep yalan söylerler, hiç utanmazlar.
Dini ve devleti tahrip etmek için ihaneti apaşikâr yaparlar.
İyileri yok etmek, kötüleri ve kötülüğü ortaya koymak, düzeni bozmak için tahripleri çoktur.
Hazret-i Allah’ın sevdiği, seçtiği ve hususiyetle ikinci bin yılda, ahir zamanda göndereceği bu üç yapıcı zevât-ı kirâm, bu fitne ve zulümâtı kaldırmak için çalışacaklar ve birbirlerini tamamlayıp, Allah-u Teâlâ’nın izniyle ve inayetiyle muzaffer olacaklardır.
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in haber verdiği Hadis-i şerif’ler ile bilinir. Evliyaullah Hazerâtının izahlarıyla anlaşılır.
Hâtem-i Evliya; ahir son zamanda gelecek velilerin sonuncusu demektir.
Naim bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-dan rivayet ettiği Hadis-i şerif’te Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı sakat bir adamın bulunduğu bayraklıların çıkmasıdır.” (İmâm-ı Suyûtî, Kitab’ü-l Arf’il Verdi Fi Ahbâr’il Mehdi)
Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz Hâtem-i velinin beş işaretini beyan buyuruyorlar, bu işaretler ile anlaşilir, zira hatem meselesi gizlidir. Resulullah Aleyhisselâm biliyordu, varisi olan evliyaullah’a da bildirdiler.
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Sizin hazinenizin yanında, hepsi de bir halifenin oğulları olan üç kişi öldürülür ve bu hazine hiçbirisine nasip olmaz.
Sonra Doğu tarafından siyah bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş yaparlar ve ardından Allah’ın halifesi Mehdi gelir.
Siz onun ismini işittiğinizde kar üzerinde sürünerek de olsa ona gelin ve ona biat ediniz. Çünkü o, Allah’ın halifesi Mehdi’dir.” (Hâkim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz üçüncü olarak Abdullah bin el-Hâris bin Cez’iz-Zübeydi -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardir:
“Doğudan bir takım insanlar çıkacak ve Mehdi için zemin hazırlayacak.”
Ravi der ki: “O, Mehdi’nin hakimiyetini kastediyor.” (İbn-i Mâce: 4088)
Mehdi; kelime olarak hidayet kökünden gelir. Allah-u Teâlâ’nın hidayetine ermiş mânâsını taşır. “Allah-u Teâlâ’nın izniyle hidayete erdirecek.” mânâsını da ifade eder.
Allah-u Teâlâ kıyametin kopmasına çok az bir zaman kala Hazret-i Mehdi’yi ümmet-i Muhammed’in başina gönderecek, bu zât-i muhterem dogrudan dogruya Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekâletini taşiyacak, onun vazifesini yapacak, garip duruma düşen Islâm’ı gariplikten kurtarmaya çalışacak. Çünkü bunun için gönderilecek. Allah-u Teâlâ onu muzaffer edecektir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde Mehdi Hazretlerini haber veriyorlar:
“Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, Allah-u Teâlâ o günü uzatarak benim soyumdan bir kişi gönderecektir. Adı adımın, babasının adı babamın adının aynısı olacak, zulüm ve zorbalık altında inleyen yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracaktır.” (Ebu Davud, Tirmizî)
“O zât insanlar içerisinde Peygamber’in -sallallahu aleyhi ve sellem- sünneti ile amel eder. İslâm yeryüzüne tam mânâsı ile yerleşir. Yeryüzünde yedi sene kalır, sonra vefat eder ve müslümanlar onun üzerine namaz kılarlar.” (Ebû Dâvud. 4286)
İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini bize Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz 1400 sene evvel haber veriyorlar:
Deccalin fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecek ve icraatlarını gerçekleştirecektir.
İsa Aleyhisselâm’ın halen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed Aleyhisselâm’ın şeriatı ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele, mücahede edeceğine inanmak farzdır.
Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.
Ümmet-i Muhammed’in her asırdaki âlimlerinin ileri gelenleri, İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceği hakkında icmâ etmişler, muhalefette bulunmamışlardır. Ancak bir takım filozoflar inkâra kalkışmışlardır.
İsa Aleyhisselâm’ı çok sevmeli ve gelmesini de beklemeliyiz, ancak henüz daha gelmiş değil. Bu yüzden bu çıkanların hepsi sahtedir, yalancıdır, soytarıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki o, kiyametin kopacagini gösteren bir bilgidir.” (Zuhruf: 61)
İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, çok sürmez Meryem oğlu İsa adil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacak.” (Buhâri, Tecrid-i sarih: 1018)
Binaenaleyh İsa Aleyhisselam inecek ve Mehdi Aleyhisselâm’ın arkasında namaz kılacaktır. Beraberce cihad edecekler, Deccal’i öldüreceklerdir.
“İsa bin Meryem’in, arkasında namaz kılacağı kişi bizdendir.” (İmam-ı Suyûtî)
Bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Mehdi bu ümmettendir ve Hazret-i İsa’ya imam olacaktır.” (İmam-ı Suyûtî)
Bu devir, müslümanların paramparça olduğu, bölücülerin her yeri işgal ettiği, saptırıcı imamların, âhir zaman âlimlerinin insanları hak yoldan uzaklaştırdığı ve imansızlık girdabına düşürdüğü bir devirdir. Dünya kurulalı beri böyle bir devir gelmiş değil.
Maddecilik, dünyaya aşırı muhabbet gönülleri tutuşturmuş, medya insanların zihinlerini bulandırmış, felsefe fikirlerde kararsızlık husule getirmiş ve nice insanları imandan, İslam’dan uzaklaştirmiştir.
Binaenaleyh ilk iman kurtarma cihadını Hâtem-i veli başlatacak, onun ardından Hazret-i Mehdi, onun ardından da Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, bu cihadı tamamlayacaklar, birbirleriyle mütemmim olacaklar. Bu noktada üçü de birbirine bağlanıyor. Bu merdiven üçtür, üçü birdir.
Çünkü bu iman kurtarma cihadı bu birinci merdivenden başladi. Hâtem-i veli, Hazret-i Mehdi ve İsa Aleyhisselâm, üçü de birbiri ardından geliyor. Birisi kalemle, birisi kılıçla, birisi ıslahatla vazifeli olacak. Her birinin vazifesi ayri olacak.
Bu üç zevât-ı kiram’ı Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz haber vermişlerdir. Hazret-i Mehdi ve İsa Aleyhisselâm açık olarak beyan edilmiş, tarif edilmiştir.
Ve fakat Hatemiyet meselesi gizli olduğundan yalnızca, Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği birçok veli kulları Hatem-i veli’nin ahir son zamanda gönderileceğini Allah-u Teâlâ kendilerine bildirdiği için biliyorlardı.
İnsana hakikatı bildirecek olan, her şeyden kemâliyle haberdar olan Zât-ı kibriyâ’dır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde:
“Her şeyden haberdar olan Allah gibi sana hiç kimse haber veremez.” buyurmaktadır. (Fâtır: 14)
Her bir velinin ayrı ifşaatı var. Birine verdiğini diğerine vermemiş, birine gösterdiğini diğerine göstermemiş. İki beyan birbirini tutmuyor. Her birisi bir noktaya temas etmiş.
Onu Levh-i mahfuz’da görmüş, Ümmül-kitab’ı okumuş, tâ asırlar sonra geleceğini bilmiş ve yazmış.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Allah-u Teâlâ’nın, âhir zaman müceddidi Hâtemü’l-evliyâ’yı göndermedikçe, onunla hüccet ve delillerini yeniden ayağa kaldırmadıkça kıyâmeti koparmayacağını on asır öncesinden müşâhade ederek şöyle buyurmuştur:
“Allah Hâtemü’l-evliyâ’yı getirmedikçe dünyâ yıkılmaz. O ilâhî hücceti (âyet ve delilleri) ayakta tutar. O’nun makâmı Melik’in mülkünde, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in makâmına en yakın makamdır. O’nun payı ise ferdiyyet yani tekliktir.” (Hatmü’l-evliyâ, sh. 441)
Kendisinden bin küsur sene sonra gelecek olan ve hakkında müstakil bir eser yazdığı zâttan şu şekilde bahsetmiştir:
“Peygamber Aleyhisselâm, doğruluk ayağını bütün peygamberlerden ileriye atmıştır. O, bütün peygamberlerin hâtemidir...”
“... Dünyanın zeval vakti gelince Allah bir veli gönderir. Bu veliyi seçmiş, kendine yaklaştırmıştır. Evliyâya verdiğini buna vermiş, buna hâtem’ül-velâye de denmiştir.
Bu, kiyamet gününe kadar Allah’ın, diğer velilere hücceti olur. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in nübüvvet sıdkı bulunduğu gibi, bunun velâyet sıdkı vardır. Ona şeytan musallat olamaz, nefis onu velâyetten alıp zevkine düşüremez.”
“Bu Hâtem’ül-evliyâ, bütün velilerin seyyididir. Nasıl ki Muhammed Aleyhisselâm peygamberlerin seyyidi ise o da evliyânın seyyididir.” (Hatm’ül-evliya, sh: 342-346)
Her peygamber yerinden sürülmüştür. Hakîm-i Tirmizi -kuddise sirruh- Hazretleri de “Hatm’ül-evliyâ” isimli kitabını yazması, Allah-u Teâlâ’nın Hâtem-i veli hakkında ona ihsan ettiği bilgileri açığa vurması sebebiyle memleketinden sürülmüştür.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştırılıp seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur.
İşte bu son evliyâ âhir zamanda; Allah-u Teâlâ’nın bütün peygamberler üzerine hücceti olan ve kendisine Hâtemü’n-nübüvvet verilmiş olan, son peygamber Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi olur.”
Dikkat edilirse “Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz.” buyuruyor.
Ona haber verdiği gibi birçok veliye de haber verilmiş, onlar da bu zâttan bahsetmişlerdir.
Hâtem-i veli’nin gelişini ve cihadini Seyyid Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinin “60. Meclis”inde beyan buyuruyorlar:
“Kim ki bu hale ererse, artık Aziz ve Celil olan Allah’ın kapısından onu hiçbir engel alıkoyamaz. Bayrağı indirilemez.”
Bu ifşaatinda üç nokta var.
O, Hakk tarafindan gönderilmiştir, Hakk onu destekliyor. Onun içindir ki onu hiç kimse mağlup edemez.
Ona öyle bir bayrak verilmiştir ki, o bayrak nübüvvet bayrağıdır. Onu o taşıyor.
Hadis-i şerif’te Hazret-i Mehdi’den evvel siyah bayraklıların çıkacağı beyan buyuruluyor. Siyah bayrak Resulullah Efendimize âittir, o bayrağı o taşıyor.
“Askeri mağlup edilemez. Hakk’ı haykıran sesi susturulamaz.”
Allah-u Teâlâ onu desteklediği gibi, askerini de ordusunu da destekliyor.
Bu husus şu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer:
“Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter.” (Enfâl: 64)
“Tevhid kılıcı için bir hudud çizilemez.”
Allah-u Teâlâ öyle geniş, öyle hudutsuz bir irşad ihsan buyuracak ki, kılıcını her tarafa sallayacak.
Lütfu ile onu öyle hallendirmiş ki, kendi lütuf tecelliyatından başka içindekileri hep atmış.
“İhlâs adımları yürümekle yorulmaz.”
O, O’nun tecelliyatı ile yürüyor. Allah-u Teâlâ onda rızâ-i ilâhî’den gayrı ne gaye, ne maksat, ne menfaat, hiçbir şey bırakmamış.
“Hiçbir iş ona güç gelmez.”
Allah-u Teâlâ ona öyle bir azim ve irade vermiş ki, Allah-u Teâlâ onu desteklediği için, o azamet ile her güç iş kolay geliyor.
“Hiçbir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz.”
Nitekim bu ilmin dünyanın her tarafına yayılışının sebebi ve sırrı budur.
“Bütün kapalı kapıların kanatları uçuşur, bütün yönler açılır.”
İlâhî bir lütuf bu, başka bir şey değil.
“O, Hakk Teâlâ’nın huzuruna varıncaya kadar, hiç kimse onu durdurmaya güç yetiremez.”
“Rabbinin huzuruna vardığı an, O da ona lütfeder, ikramlarda bulunur. Onu kendi hücresinde uyutur. Lütuf ve fazlından yedirir, ülfet bâdesinden içirir. Bunları bulduktan sonra, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına gelmeyen hârikulâdelikleri görür.”
“Hakk Teâlâ’nın fazlını, keremini bulduktan sonra, o büyük insan halk arasına yine katılır.”
“Sebebi; onlara hidayet yolunu göstermesi ve mülk sahibi kılmasıdır. Çünkü o kul, sonsuz mânevî bir mülke sahiptir.”
“Ulaşmiş oldugu mertebelerin bereketiyle diğer insanlara feyz saçar, rehberlik ve hidayet öncülügü eder.
O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve mâsiva denen Hakk’ın zâtından gayrı şeyleri bilmiştir.”
“Artık işi halkla uğraşmaktır. Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırt eder.”
Bu ilâhi bir lütuftur. “Bu haktır, bu bâtıldır.” diye rahat ayırt eder.
“Onları Aziz ve Celil olan Allah’ın katına götürmek için bir elçi, bir kılavuz olur.”
“Bu zâta melekût âleminde Azîm yani büyük kişi ismi verilir.”
“Bütün halk onun kalbinin ayakları altında durur ve onun gölgesinde gölgelenir.”
“Bu halleri işitip heyecana kapılma.” (60. Meclis)
Fusûsu’l-Hikem isimli eserinde Hatem-i veli’nin ilmi hususunda şöyle buyurmaktadir:
“Bu ilim ilm-i billâhın âlâsıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir.
Bu ilmi, Nebî ve Resûl’lerden görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm’ın mişkâtından (kandilinden) görürler. Velilerden görebilenler de ancak onun mirasçısı olan hâtem-i veli’nin mişkâtindan görürler, hatta peygamberler, o ilmi ne zaman müşahede etseler ancak Hâtem-i velâyet kandilinin işigiyla görürler. Çünkü Resullük ve Nebilik keyfiyeti sona ermiştir. Velilik ise aslâ nihayete ermez.” (Fusûsu’l-Hikem, sh: 43-44, çeviren N. Gençosman)
Hâtem-ül Enbiya ve Hâtem-ül Evliya mevzusunun en gizli sırlarından birisi, Muhyiddin-i İbn’ül-Arabî -kuddise sırruh- Hazretlerinin; velilerin sonuncusu olan Hâtem-ül evliya’nın da Âdem Aleyhisselâm’ın su ile toprak arasında iken veli olduğu hakkındaki beyanlarıdır.
Şöyle buyuruyorlar:
“...Keza velilerin sonuncusu Hâtem-i evliya da Âdem su ile toprak arasında iken veli idi.
Diğer veliler, ancak ilâhî ahlâk cümlesinden olan velilik şartlarını kazandıktan, Allah’ın Veli ve Hamid isimlerinin feyzine mazhar olduktan sonra veli oldular.
Şu hale göre sonuncu Peygamber’in veliliği yönünden sonuncu veliye nisbeti Resul ve Nebilerin ona nisbeti gibidir. Bu itibarla Resullerin sonuncusu hem Veli, hem Nebi, hem de Resul’dür. Hâtem-i evliya ise irfanı aslından alan Vâris’tir. Mertebeleri müşahede eder.
Ve o, şefaat kapisinin fethinde Âdem oglunun seyyidi ve cemâatin mukaddemi olan Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in hasenâtindan bir hasenedir.” (Fusûsu’l-Hikem. Çeviren:N. Gençosman. Sh: 46)
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin buyurduğu “Bayraklılar”ı tarif ediyor ve tâbi olup iman etmeye teşvik ediyor.
“Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil’at-pûş
Mustafa geldi yine cümleniz iman ediniz.”
“Mustafa: ‘Ne mutlu benim yüzümü görene, ne mutlu yüzümü göreni görene.’ dedi.
Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüştür. Böylece o mumun ışığı, yüz muma nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncusunu gören bile asıl ilk mumu görmüş sayılır.
Işığı istersen son mumdan al; istersen can mumundan, hiç bir fark yoktur.
İstersen son mumun ışığını gör, istersen geçmişlerin mumunu gör.” (Mesnevi:c. 1 sh. 380)
O nurun nurudur. İster ilk mumdan al, ister son mumdan al. Çünkü ilk de O’nun nuru, son da O’nun nuru.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektûbat” adlı eserinin “260. Mektub”unda Hâtem-i veli’den bahsederken şöyle buyurmuştur:
“Kutb-u irşad, ferdî kemâlâtı dahi üzerinde topladığı için pek değerli bir şahıstır.”
Allah-u Teâlâ o zamanda böyle bir kimseyi gönderecek ve kendisinde tecelli edecek.
“Nice uzun asırlardan ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.”
Görülüyor ki İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri çok ileriyi görmüş ve çok ileriyi tarif etmiş. Kendisinin “İkinci Bin Yılının Müceddidi” olmadığını, çok uzun asırlardan sonra geleceğini beyan ediyor. Nitekim dört asır sonra geldi.
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Mektubat” adlı eserinin “261. Mektub”unda bu ilmin Allah-u Teâlâ tarafından geldiğini ve bu devrin Asr-ı saâdet’e benzeyeceğini, diğer Evliyâullah hazerâtının bu ilmi açıklamadığını, gizli ve kapalı kısımların açılacağını ve izahının yapılacağını, fakat birçok kimsenin anlamayacağını beyan etmişlerdir.
Buyururlar ki:
“Bu öyle bir kemâlât, öyle bir üstünlüktür ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bin sene sonra meydana çıkmıştır. Öyle bir sondur ki, baş tarafa benzemektedir.”
Ve şu Hadis-i şerif’i delil olarak getirmişlerdir:
“Ümmetim yağmura benzer. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizi)
Evvelkilerden murad Asr-ı saâdettir. Sonrakiler ise ikinci bin seneden sonra gelen ve Hâtem-i veli ile başlayan cihad devresidir.
Abdülgâni Nablusî -kuddise sirruh- Hazretleri “Cevâhirü’n-Nusûs” adlı eserinde, velâyet ilimlerinin alındığı asıl kaynak olan Hâtem-i velâyet kandili ile ilgili olarak şu malûmatı vermiştir:
“Kıyâmet gününe kadar her devirdeki veliler bu ilmi ancak Hâtem-i velî’nin, o zamandaki velâyet kandilinin nûrundan görebilirler.” (Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 36)
•
Hazret eserinde: “Âdem su ile toprak arasında iken ben Peygamber idim.” Hadis-i şerif’inin tefsir ve izâhını yaparken, mevzunun bir noktasında, Hâtem-i velâyet mevzusu ile ilgili en gizli sırlardan birisine temas ederek şöyle buyurmuştur:
“Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü’l-evliya da velî iken, Âdem henüz su ile toprak arasında idi. Çünkü o, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir.” (Cevâhirü’n-Nusûs, sh: 38)
İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Kenz-i Mahfi” adlı eserinin “10. Bahis”inde Hâtem-i veli’nin ilmi hususunda mühim ifşaatlarda bulunmuş; bu zâtin diğer velilerden üstün oluşuna delil olarak neşredecegi kitaplari göstermiştir.
Müellif, eserinin 123. ve 162. sayfalarinda, kendisinden ikiyüz sene sonra dünyaya gelecek olan zâttan ve eserlerinden şöyle bahsetmiştir:
“Vâris-i nebi olanlar arasında, kendilerine ilim nasib edilen, bir de bu ilim üzerine eser yazabilen, elbette ki yazamayandan daha kuvvetlidir.”
“Hatem’ül-velî ise -kuddise sırruh-, bütün velîlerden üstündür. Çünkü, en kâmil varis odur. Buna delil ise, tasnif ettiği eserlerinin pek çok olacağıdır. Nasıl ki bu, ehline gizli değildir.”
“Her asırda mevcud olan insan-ı kâmil, Peygamber makamına oturmuştur ve hatem-i velâyetin üflediği nefesidir.”
Her bir velinin bu hususta beyanları var ise de, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri “Emirdağ Lahikası” isimli eserinde Mehdi Aleyhisselâm’ın vazifesinden bahsederken, Mehdi Aleyhisselâm’dan evvel gelecek bu zâttan haber vermiş; bu ilmin, bu kitaplarin Mehdi Aleyhisselâm’a hazır bir program olarak hazırlandığını işaret ve ifade ederek şöyle buyurmuşlardır:
“Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyun ve tabiiyyun tâunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imani kurtarmaktir.
Ehl-i imani dalâletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi birakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiginden, Hazret-i Mehdi’nin, o vazifesini bizzat kendisi görmeğe vakit ve hal müsaade etmez. Çünki hilafet-i Muhammediye (Aleyhisselâm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir tâife bir cihette görecek. O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.
Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî ordusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şâkirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” (Emirdağ Lâhikası, sh: 259)
Bu hususta daha birçok Evliyâullah Hazerâtı’nın beyanları mevcuttur.
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, onunla o ifsadı kaldırır.
Hele dünyanın son zamanında; dinsizliğin, ahlâksızlıkların her türlüsünün son haddine vardığı, bilhassa Deccâl’den daha beter olan sapıtıcı imamların türeyip, din-i İslâm’ı aslından çıkarmak istedikleri bir anda, Allah-u Teâlâ yeni bir din değil de, ancak İslâm dinini kuvvetlendirmek, halkı imana dâvet etmek için bir dâvetçi gönderir.
Bu en büyük fitne zamanında ise; Allah-u Teâlâ hükümlerini ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü ortaya koymak için, bu fesadı yok etmek için Hâtem-i veli’yi gönderir.
Nitekim Hakim-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Âhir zamanda Mehdi yokken, henüz yaklaştirilip seçilmemişken; aradaki boşlukta, Hâtem’ül-velâye’den başka adâleti (hakkâniyeti) ayakta tutacak kimse olmaz. Ve o, bütün veliler üzerine o devirde, Allah’ın hücceti olmaya muvaffak olur.”
Dikkat edilirse “Ondan başka adaleti ayakta tutacak kimse bulunmaz.” buyuruyor.
Bu söz sadece Türkiye’yi değil dünyayı kapsıyor. Bu nur değil Türkiye’ye bütün dünyaya yayılıyor.
Bu beyanı ile Hazret-i Mehdi gelmeden evvel adâleti ayakta tutmakla, her ikisini bitiştirmiş oluyor.
Daha önce belirtildiği üzere, bu ilim bugün indi. Eğer bu devir olmasaydı, bu ilim inmezdi. Böyle bir devire mukabil Allah-u Teâlâ adâletini ayakta tutmak için bu ilmi bugün indirdi. Bu devir böyle gidiyor ve hamdolsun mücadele devam ediyor.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri çok kesin ve açık olarak beyan ediyor. “Mehdiden evvel adâlet-i ilâhîyi ayakta tutacak başka kimse olmayacak .” buyuruyor.
Hâtem-i veli’nin Türkiye’de gelmesinin ve vazifelendirilmesinin sebebi; bölücüler, türemeler hep Türkiye’de türedi.
Büyük fitne Türkiye’de koptu ve Allah-u Teâlâ bu ilmi Türkiye’ye indirdi. Sonra Hicaz tarafında çok büyük fitne kopacak, Allah-u Teâlâ o zaman da Mehdi Hazretlerini gönderecek. Bugün buraya gönderdi, o gün oraya gönderecek. Yerine göre, zamana göre tayin ediyor.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Yoksa bu bölücüler İslâm dininin hiçbir esasını bırakmayacaklardı. Hak ile bâtıl tamamen birbirine karışmıştı ve bâtıl galebe etmişti. Niçin galebe etti? Onları müslüman zannıyla çoğunluk onlara kaydı. İslâm’ı bölüm bölüm böldüler ve parsellediler, dinde şirket kurdular. Her biri kendi ismiyle bir din kurdu, dini dünyaya âlet ederek halkı alabildiğine yoldular ve soydular. Hem imandan ettiler, hem de maddelerini aldılar. “Sen çalış bana ver!” Sahte şeyhler gibi.
Fakat Allah-u Teâlâ’nın izniyle “Bu küfürdür, bunlar kâfirdir.” deyince küfürleri meydanda kaldı. Nur galip geldi, küfrün üzerini ezdi geçti.
Bu sapıtıcı imamların ve türemelerinin örümcek ağı gibi örmek istedikleri tuzakları bu cihadla bertaraf edildi.
Musa Aleyhisselâm’ın asasının sihirbazların sihirlerini yuttuğu gibi, hakikat da ortaya çıkınca sahtelerin hepsini yuttu gitti. Ancak donan dondu, imanını kurtaramadı.
Bu nurun girdiği yerde zulümât çökmeye, yok olmaya mahkumdur.
Allah-u Teâlâ dilerse nurunu yayacak, bu nur bu zulümâtı delecek, bunlara bu sahayı bırakmayacak. Buna emin olun.
Hâtem-i veli’den sonra gelecek ikinci bir veli yok. Ancak Hazret-i Mehdi gelecek. Veli gelse de kendi çapında. Yani resulden sonra gelen nebiler gibi olacak. Fakat irşâda mezun değildir. Bundan sonra kimseden bir şey beklemeyin. Bu kitaplara tutunun. Çünkü bu mühürdür. Hâtem-i nebi’den sonra bir peygamber çıksa inanılır mı? Çıkar, fakat sahteler çıkar. Onlar yalancıdırlar.
Bu meyanda ortalık çok bozulacak, daha da karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları, geçim sıkıntıları, telâşlar başgösterecek.
Dikkat ederseniz hadiseler başladı. Bu zelzeleler, yere batmalar, kılık değiştirmeler şimdiden başladı. Dünyanın birçok yerleri sallanıyor. Artık bu dalga böyle gidiyor. Bu zelzele hadisenin başıdır, sonu değil.
Öteden beri şunu duyardık: “Âhir son zamanda bina ile zinâ çok olacak.”
Binaya ne kadar önem verildi, amma o binanın içinde hep zinâ. Hiç nikâh yok. Bugün nikâh bilinmiyor, yapılmıyor, mehir zaten bilinmiyor.
Amma görülüyor ki bina da gitti, zinâ da gitti, hepsi gitti. Dün yıkanmayı kibrine yediremeyen, bugün yıkanmadan gömülüyor. Dün saraylara sığmayan bugün barakalarda sığınmaya çalışıyor. Ne ibretler var!
Onun için gün bugün ve bugünün de sonundayız. Dünyanın ömrü pek uzun değil. Fakat insanlar devrenin ucuna geldiğinin farkında değiller. Dünya ile meşgul olacak, dünyaya meyledecek zaman değil.
Ancak ihtiyacını, maişetini temin et, ebedî hayatını kazanmak için gayret et!
Zira bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardir:
“Dünya malını ehline terk ediniz. Zira ondan ihtiyacından fazlasını alan kimse, şuursuzca kendini helâk etmiş olur.” (C. Sağir)
Haram ve nâmeşru kazançlara gelince:
“Dünya bir cîfedir, onun taliplisi köpeklerdir.”
Yani kelp olarak âhirete çıkacak. Ne oldu? Kazandı! Neyi kazandı? Ateşi kazandı!
Hâtemlikle ıslahat başladı. Birinci ıslahat nurla, hatemlikle olacak. Mehdi Hazretleri kılıçla ıslahat yapacağı gibi, İsa Aleyhisselâm da müslümanlarla hıristiyanlar arasında hakemlik yapacak ve Deccal’i öldürecek.
Bu üç vazife merdiven gibidir.
Bu nur çığır açıyor, karanlıkları deliyor. Bu çığır Mehdi Hazretlerinin zamanına kadar gidecek. Nur da yayılacak, türemeler de türeyecek. Bunlar daima birbirine karşı olacaklar.
Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman, ona en çok buğz eden ve karşı gelen, imansız imamlarla türemeleri olacak. İmanları yok çünkü. İmamları var, imanları yok.
İşte Mehdi Hazretleri o zamanki fukaha ile, o zamanki imansız imamlarla çarpışacak.
Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadir:
“İşte bu yol Allah’ın hidayet yoludur. Allah kullarından dilediğini bu yola eriştirir (kime dilerse ona nasip eder).” (En’am: 88)
Deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla, gökkubbe altında bulunan insanların en şerirleri olan âhir zaman ulemâsı ile.
Bunlar dokuz fırkadırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sizin için Deccal’dan daha çok Deccal olmayandan korkarım.
- Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal’den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?
Deccal resmen Deccal olarak çıkacak. İşaretleri de bellidir, doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kurdukları dini ayakta tutabilmek için İslâm dininin haram kıldığı hükümleri helâl saydılar. Dinlerini bu şekilde ayakta tutmaya çalıştılar ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşlari, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanlari hem imanlarindan soydular, aldilar, hem dünyalarini hem âhiretlerini yok ettiler.
Nitekim onlarin sapitmasi ile yoldan sapanlarin âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapiticilara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime’de haber verilmektedir:
“Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz.” (Saffat: 28)
Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
Oysa Allah-u Teâlâ’nın dini İslâm dinidir. Onun hükümleri ayrıdır. Hepsi de halkı o kadar soydular ki, hepsinin trilyonları var. Trilyonlar vurdular, bankalar kurdular. Allah-u Teâlâ ile harbe tutuştular. Hazret-i Allah’a ve Resul’üne hasım kesildiler. Hem din-i mübin’e hem de vatanımıza ihanet ettiler. Hem dini hem vatanı parçalamak istediler ve bu zümreler müslümanlara karşı cephe aldılar, düşman kesildiler.
Allah’ım! Nurunla bu fitne ateşini söndür. Sapıtıcı imamlar ile İslâm’a düşman olan kâfirleri kahret ve öldür.
•
Evvelâ Erbakan kendi dinini ilân etti. “Hak geldi bâtıl gitti” diye ortalığı çınlattılar. Saf müslümanlar onlara kandı ve hak zannı ile saflarına geçti. Çünkü imana susamıştı.
Etrafında bir kalabalık olduğunu görünce kendilerini ilâh kabul ettiler. İmanları para oldu ve halkı da kaz gibi yoldular. Dinlerini ilân edince oraya batanların hepsi imanlarından soyundu.
Bu sapıtıcı imamlar, dinlerini ilân edip ilâhlık dâvâsında bulunduklarından din-i İslâm’dan çıktılar, onlara tâbi olup ilâh kabul edenleri de dinden çıkardılar. Hepsi iman hırsızı oldular yani imanlarından soyundular, küfre kaydılar.
Çünkü apaçık din kurdu. “Refah’tan başka Islâm yoktur.” dedi.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah katında din İslâm’dır.” buyuruyor. (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, o ise bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor ve böyle söylüyor. Bu sözü ile alenen Hazret-i Allah’a karşi geldigini resmen ilân etti.
Diğer taraftan kendi dinini ayakta tutmak için: “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyerek, Allah-u Teâlâ’nın dinini patatese çevirdi. Kendi dinini yüceltmek için İslâm dinini küçülttükçe küçülttü.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktir.” (Âl-i imran: 85)
Bu Âyet-i kerime onun bu beyanını çürüttü, reddetti.
Gerek din kurmakla, gerekse bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmekle bu adam Allahlık dâvâsı gütmüştür ve bu Âyet-i kerime’ler mucibince küfre kaymıştır. Çünkü bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfir olur. Bu böyledir, bunu katiyetle bilin.
•
Deccalden daha beter olan ikinci imam:
Bunlar da sûret-i haktan göründüler. İslâm’ın ön safında görünerek halkı avladılar. Sonra lüzumlu olan maddeyi elde edince ve etraflarında kalabalıkları görünce, kendilerinde bir güç gördüler ve dinlerini ilân ettiler, ilâh kesildiler.
Yemekli toplantılar düzenlerlerdi. Halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalatırlardı ve bu senetleri ödemeyenleri icrâ ile tahsil ederlerdi, halka bu kadar zulmederlerdi.
Yani halkı kaz yerine koyarlardı. Bütün bunların hepsi dini dünyaya âlet etmek suretiyle oluyordu. Bütün bu sapıtıcı imamlar bu şekilde yapıyordu.
Oysa Allah-u Teâlâ:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si ile onların doğru olmadığını bildirdiği halde, halk onların doğru yolda olmadığını bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım etti.
Haram lokma midelerine girince, hemen Refah’tan daha çok para toplamak yoluna girdiler. Refah’tan görerek onlar da sürekli para toplamaya başladilar, para toplamada onu da çok geçtiler ve bu husustaki Âyet-i kerime’leri tamamen inkâr ettiler. O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde onlar banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.
Bu nur çıkınca, içyüzlerini açığa vurunca bunların soygunları bitti. Bu para toplama hırsı onları İslâm dininden rahatça çıkardı.
Bu da yetmiyormuş gibi imanlı talebeleri yavaş yavaş küfre meylettirdiler. Papazlarla anlaştılar, papazları resmen hazret olarak kabul ettiler. “Küfrü hoş görün!” diye milyonlarca müslümanı küfre kaydırdılar. Nitekim papaya yazdığı mektup ve muhtevası gazetelerde neşredildi.
Alenen Hazret-i Allah’a karşi geldi ve küfrü hoş gördü, hoşgörüyü ilân etti ve bütün müslümanlari kâfir olmaya dâvet etti.
Ona tâbi olanlar ona uydular, papazlarini hazret olarak kabul ettiler ve onlara tâbi oldular, hepsi birden küfre kaydilar.
Böylece kendilerine tâbi olanlari, o masum yavrularin hepsini küfrün kucagina attilar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Bunların vasıfları daha önce “Nurcu” iken, bu hallerinden ötürü “Nurcu” isimlerini “Narcı” olarak vasıflandırdık. Bu ismi onlara biz verdik ve artık “Narcı” olarak tanınıyorlar. Nurculuk Said-i Nursî Hazretlerinde ve onun yolunda olanlarda kaldı.
Çünkü bunlar papazlarını hazret kabul ettikleri için, bunlara nurcu demek, İslâm’a büyük bir zillet getirir.
Allah-u Teâlâ mümine izzet, kâfire ise zillet vermiştir. Bu zillete düşenlere izzet vermek, Islâm’ın izzetini yok etmek demektir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyuruyor. (Mâide: 51)
Küfrü hoş görmeyi, her yerde küfrün soluklanmasini ilân edince, hepsi de kabul ettiler. Onu ilâh olarak kabul edenler böylece küfre kaymiş oldu ve küfür içinde donup kaldilar.
•
Üçüncü bir sapıtıcı imam:
Süleymancılar kendi dinlerini kurunca: “Bizim dinimize göre fâiz helâldir.” diyerek fâizin helâl olduğunu ilân ettiler. Bu inkârlarını alevlendirerek bütün Türkiye’ye ve dünyaya duyurdular, halkı fâize bulaştırdılar.
Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmekle, din-i İslâm’dan çıkmakla kalmadılar, Hazret-i Allah’ı ve Kitabullah’ı şikâyete kalktılar.
İlk fâizin helâl olduğunu söylediler. Para, öşür ne varsa topladılar, böylece ilk çığırı açmış oldular.
Oysa fâizin azı da çoğu da İslâm dinine göre şiddetle haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadir:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler, böylece ebedî hayatlarını kaybettiler.
Âyet-i kerime’de geçen “Harp” ifadesi, başka hiçbir tahrim Âyet-i kerime’sinde görülmez.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadir:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunlarin en hafifi, kişinin anasi ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 2274)
Dinleri Süleymancılık, imanları para, has huyları gasp, meslekleri de dilencilik olan Süleymancılar; ellerinden gelen her türlü gasbı yaparlardı, yurtlarına aldıkları çocukları her tarafta dilendirirlerdi.
Dolayısıyla hem paralarını, hem imanlarını aldılar. İşte bunu da deccal yapamaz.
Ve hepsini birden cehenneme attılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık.” buyuruyor. (Kasas: 41)
İşte o imamlar bunlardır.
•
Dördüncü bir sapıtıcı imam:
Küfür diyarında İslâm halifeliğini ilân eden nankör ve sahtekâr Kaplan ve oğlu evvelâ Almanya’nın kuklası idiler, sonra şeytanın maskarası oldular.
Diğerleri gibi bunlar da para topluyorlardı ve halkı yoluyorlardı. Böylece Kaplancılık dinini yaymaya çalışıyorlardı.
Bunların hepsi hakkında kitaplar yazıldığı gibi; bu dinine ve vatanına ihanet eden nankörün hakkında da kitap yazıldı.
•
Âhir zaman ulemasına gelince; bunlar da sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile çalıştılar.
Bu sapıtıcı imamların kimisi imamlığını ilân etti, Allahlık dâvâsında bulunanlar da oldu.
Bunların içlerinden Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet Kayserilioğlu hakkında da “Âhir Zaman Âlimleri” adı ile bir kitap yazıldı. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle hepsine bir bir cevap verildi.
Bunların içinde kimisi “İmam benim” dedi, kimisi sahte İsa, kimisi sahte Mehdi kesildi, kimisi “Ben Dabbet’ül arz’ım” dedi, Yaşar Nuri gibi kimileri çok şiddetli ifsatçi.
Bu gibilerin fesatlarini, sahte, yalanci olduklarini ve küfre kaydiklarini ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap veremedikleri için, onlara isnat edilen küfrü ister istemez kabullendiler.
Bu suretle İslâm dinini ortadan kaldırmaya çalışan bu dokuz muhalif fırka ortalığı kararttıkça kararttılar, müslümanları kararsız hale getirdiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk’ı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Oysa Cenâb-ı Hakk Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruyor:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin’e yaptıkları büyük tahribattır.
Fakat bu nur-i ilâhî çıkınca zulümâtı deldi. Nur yayıldı, hem de dünyanın birçok yerlerine.
Bunların içyüzleri meydana çıktı, küfürleri meydanda kaldı. Ne cevap verebildiler, ne de tevbe ettiler, şaşırıp kaldılar.
•
İstanbul’dan ciltçi bir kardeşimiz soruyor.
“Siz niçin bu kitapları bu kadar ucuz veriyorsunuz? Zira biz bir kitabı iki milyona ciltliyoruz. Siz ise en güzel kâğıttan, en güzel baskı ile, cildi ile iki milyona veriyorsunuz. Bizi burada hayrete düşürüyorsunuz?”
Mecmuayı ise maliyetine veriyoruz. Bunun sebebi ve içyüzü şudur:
Allah ehli Allah için çalışır. Nûr-i Muhammedî’nin yayılması, müslümanların Allah ve Resul’ünde birleşmesi için çalişir.
Dinimizi ve vatanimizi bölmek isteyen bölücü kâfirleri kahretmek için mücadele ve mücahede eder.
Zira açiktan açiga dinimize ve vatanimiza düşman kesildiler.
Binaenaleyh, Allah ehli Allah için çalişir. Âlim nefsi için çalişir. Yazar da cebi için çalişir.
Onlar ücretlerini daha dünyada iken aldilar. Ahiret kazancini geriye attilar. Esas budur.
Bu dini yikmaya çalişanlar; ön safta gibi görünen sapitici imamlar, münafiklar ve kâfirlerdir.
Insanlar günâ gün dini yikmaya çaliştikça, Allah-u Teâlâ da günâ gün dünyayi yikacak.
Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fâsıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb’in o memleketleri haksız yere helâk edecek değildi.” (Hûd: 117)
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim’dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helak etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
Çünkü Âyet-i kerime’sinde:
“Rabbin kullarına zulmedici değildir.” buyuruyor. (Fussilet: 46)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimizin bu husustaki bir hutbeleri ne kadar arza şayandır. Şöyle buyurmuşlar:
“Ey insanlar! Sizden önce helak olanlar, günahlara dalmaları, yol göstericilerinin ve dinde derinleşen alimlerinin de onları men etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır.
Onlar günah işlemeyi aralıksız sürdürüp, diğerleri de onları men etmeyince, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiş, başlarına cezalar gelmiştir.
Öyleyse onlara gelen azabın bir benzeri sizin başınıza gelmeden önce iyilikle emredin, kötülükten de men edin.
Bilmiş olun ki iyilikle emretmek ve kötülükten men etmek; ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır.” (İbn-i kesir)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)
Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.
Bir topluluğun başına felâketler gelip belalara uğrayacakları zaman, oranın ileri gelen mütekebbir ve müstekbirleri azgınlaşır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz bir memleketi yıkıp yok etmek istediğimiz zaman, oranın şımarık varlıklılarına (iyilikleri) emrederiz. Buna rağmen onlar orada itaatsizlik edip kötülük işlerler. Artık o memleket helake müstehak olur, biz de orayı darmadağın ederiz. “ (İsrâ: 16)
Abdullah İbn-i Abbas -radiyallahu anh- bu Âyet-i kerime’ye şu şekilde mânâ vermiştir:
“Onların kötülerini başa getiririz, onlar o memlekette isyan ederler. Böyle yaptıkları zaman da Allah-u Teâlâ onları azap ile helâk eder.”
Yani halkın helâkine vesile olurlar.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Böylece biz her memleketin ileri gelenlerini (kodamanlarını veya idarecilerini) en büyük günahkârlar yaptık ki, orada hileler çevirsinler.” (En’am: 123)
Hususiyetle ileri gelenlerin mevzu edilmesi, onların sahip oldukları geniş imkânların daha çok olmasından; başkalarına kıyasla kendilerini hile ve tuzaklara, isyan ve tuğyana, küfür ve inkâra daha çok yöneltmiş olmasındandır.
Her biri koyun postuna bürünmüş bir kurda benzer. Makamları yükseldikçe, servetleri çoğaldıkça, isyan ve günahları da artar.
Bu ise imtihanın tam olarak yapılabilmesi, ilâhi takdirin bütünüyle yerine gelmesi, herkesin kendisine kolaylaştırılan yolda yürümesi ve en sonunda herkesin hak ettiği karşılığı bulması içindir.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Halbuki onlar aslında yalnız kendilerini aldatıp hile yaparlar, amma farkında olmazlar.” (En’am: 123)
Hiç şüphesiz ki bunun vebali kendilerini kuşatacaktır.
Şirk koştukları halde iman ettiklerini zanneden inkârcıların ahirette ne kadar perişan bir durumda kalacaklarını Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“O günahkârları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak:
‘Ey Rabbimiz! Gördük ve işittik. Bizi dünyaya geri gönder de, sâlih bir amel işleyelim. Artık biz kesin olarak inandık!’ derken bir görsen!” (Secde: 12)
Fakat bu temennileri neticesiz kalır.
Allah-u Teâlâ bir imtihan sahnesi olan dünyada insanları kendi serbest iradeleriyle başbaşa bırakmış, iradelerini küfre sarfeden insan ve cinlere ebedî azabı haber vermiştir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Dileseydik herkese hidayet verirdik.
Fakat: ‘Andolsun ki cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla tamamen dolduracağım!’ diye benden kesin söz çıkmıştır.” (Secde: 13)
Allah-u Teâlâ onların ilâhi dâveti reddedeceklerini bilmiştir ve onlar cehennemden kurtulamayacaklardır.
Allah-u Teâlâ onlara şöyle hitap eder:
“Bu gününüzle karşılaşmayı unutmanizin cezasını tadın! Doğrusu biz de sizi unuttuk.” (Secde: 14)
Tabii ki Allah-u Teâlâ hiç kimseyi unutmaz. Fakat onlar unutulmuş muamelesi görerek cehennemde terk olunacaklardır.
“Yaptıklarınızdan ötürü ebedi azabı tadın!” (Secde: 14)
Bu hitap, onların azaplarını şiddetlendirir, hasretlerini arttırır, yaralarının üzerine tuz biber eker.
“Yoldan çıkanların barınacakları yer ateştir.
Ne zaman oradan çıkmak isteseler, yine oraya döndürülürler.” (Secde: 20)
Zebaniler demir balyozlarla başlarina vururlar ve onları tekrar cehennemin dibine indirirler.
Azaptan kaçıp kurtulacakları yerde:
“Onlara ‘Yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın!’ denir.” (Secde: 20)
Dünyada iken kendilerine bu azabı haber veren uyarıcılara kulak vermiyorlardı, başlarına böyle bir felâketin geleceğini hiç hesaba katmıyorlardı.
Allah-u Teâlâ onlara dünyada vereceği azap ile tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz onlara, en büyük azaptan önce de mutlaka yakın azaptan tattıracağız. Umulur ki dönerler.” (Secde: 21)
Allah-u Teâlâ onların ne halde devam edeceklerini bilir, bir hikmete göre haklarında böyle bir muamelede bulunur. Onların artık bir mazeret ileri sürmelerine imkân kalmamış olur.
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!” (Secde: 22)
Çünkü onlar kendilerinden intikam almaya müstehak olmuşlardır.