Sûret-i haktan görünen narcılar olsun, münafıklar olsun, onların tertip ve tezahüratları olsun; Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümleri ortaya çıkınca küfürde oldukları ortaya çıktı.
Din-i İslâm’a ve güzel vatanımıza yaptıkları büyük ihanetten ötürü, bütün müslümanlar ve bilhassa nurcu müslümanlar bu kâfirlerden nefret ettiler, ikrah ettiler ve lânet ettiler.
Allah-u Teâlâ’nın ve meleklerinin lâneti de bunların üzerinde oldu.
Dikkat ederseniz hangi narcıyı gördünüz ki, bunlardan nefret edip din-i İslâm’a döndüğünü. Hepsi küfrün müdafisi oldular.
Hazret-i Allah’ı, Kitabullah’ı, Resulullah’ı inkâr ettiler, küfürlerini ilân ettiler.
“Rabbim! Beni şu zâlimler gürûhundan kurtar!” (Kasas: 21)
Âyet-i kerime’si mucibince hangisinin feryat ettiğini gördünüz.
Onun için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Küllühüm finnar.” buyurdular.
Nur, Allah-u Teâlâ’nın “Zâhir” İsm-i şerif’inin tecelli etmesidir. Varlıklar o “Nur” un tecellisi ile vücud bulmuştur. Bütün âlemleri meydana koyan, mükevvenâtı gösteren, hakikatı bildiren O’dur.
Kur’an-ı kerim’de Nur sûre-i şerif’inin 35. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurulmaktadır:
“Allah göklerin ve yerin nûrudur.” (Nûr: 35)
“Gökler ve yer” ibaresi Kur’an-ı kerim’de hususiyetle “Kâinat” için kullanılmaktadır. Dolayısıyla Âyet-i kerime’nin mânâsı: “Allah bütün kâinatın nûrudur.” demektir.
Gökleri meleklerle ve parlak yıldızlarla, yeri de kendi dostları olan nebilerle, velilerle aydınlatan, nurlandıran O’dur.
Allah-u Teâlâ Zât-ı akdes’ine “Nur” ismini vermiş, Kitab-ı kerim’ini ve Resul-i Ekrem’ini nur kılmış, mahlûkatı ile kendisi arasına bu nur ile perde çekmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir niyazlarında:
“Hamd sana mahsustur. Sen göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin nûrusun!” buyurmuştur. (Buhârî)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“De ki: O Allah birdir.” (İhlâs: 1)
Vücud O, mevcud O... Bütün mevcudat, vücud nûrunun zerrelerinin zuhur mahallidir. O’ndan başka müstakil bir vücud da yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır. O her şeyi bilendir.” buyuruyor. (Hadid: 3)
Bu Âyet-i kerime’yi okuyabilen bir kimse, hem “O” olduğunu, hem her şey “O’ndan” olduğunu ilmel-yakîn de olsa, gayet rahat bilmiş olur.
Allah-u Teâlâ “Evvel”dir, ezelîdir. O’ndan evvel hiçbir şey yok idi. Zât-ı Akdes’i için aslâ başlangıç tasavvur olunamaz. O’nun varlığı Zât-ı Akdes’inin gereğidir. Var olan her şeyin varlığı O’ndandır.
“ Âhir”dir; ebedîdir, sona ermekten münezzehtir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi, nihayeti de yoktur.
“Zâhir”dir; zerreden kürreye kadar ne ki varsa O’nun Zâhir ism-i şerif’i ile zâhir olmuşlardır. Canlı ve cansız bütün mevcudat O’nun varlığı ile kaimdir. “Ol!” diyor oluyorlar, “Öl!” dediği zaman her şey yok oluyor.
“Bâtın”dır; uluhiyet sırları kâinatın her zerresinde gizlidir ve her şeye vâkıftır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“İçinizde!.. Görmüyor musunuz?” buyuruyor. (Zâriyat: 21)
O’ndan başka mevcud yok. Ötesi hep kabuktan ibarettir.
Böyle buyurmasına rağmen O’nu gördün mü? Yoksa yarattıklarında mı kaldın?
Şu kadar var ki;
“Muhakkak ki şeytan size daima kötülüğü, hayasızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” (Bakara: 169)
Hakikat yolunda gittiğini sanıyorsun, şeytanla arkadaşlık yapıyorsun. Gün gelecek uykudan uyanacaksın, kiminle olduğunu göreceksin.
“Andolsun ki sen bundan gâfildin. İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.” (Kaf: 22)
Amma iş işten geçti, artık dönüş yok. Yarın söyleyeceğin sözü bugünden sana hatırlatıyoruz.
“De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar elbette iflâh olmazlar.” (Yunus: 69)
İbn-i Mesud -radiyallahu anh- şöyle buyurur:
“Rabbinizin katında ne gece ne gündüz vardır. Göklerin ve yerin nûru, O’nun zâtının nûrudur.”
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem’ini: “Sirâc-ı münîr = Nur saçan kandil” olarak vasıflandırmıştır.
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzab: 45-46)
Çünkü nûrundan “Nur” unu yarattı, o “Nur” ile mükevvenâtı donattı. Bütün bu sır bunun içindedir. Hep nur... Yer de nur, gök de nur, taş da nur, toprak da nur.
Ancak bu tecelliyata kimi mazhar ederse, O’nu hem görür, hem de bilir. Çünkü o kendisini görmüyor, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
O’nun göstermesiyle, O’nun bildirmesiyle bu mümkün olur. Zan ilmi kati surette buraya erişemez. Birçok velilere dahi bu tecelliyat verilmemiştir.
Vaktaki içinde O olduğunu gördüğün zaman, kendinin bir maskeden, bir örtüden, bir paçavradan ibaret olduğunu gördüğün zaman; bir de bakarsın ki, meğer nûrundan “Nur” unu yaratmış, o “Nur” ile mükevvenâtı donatmış.
Yani bu mükevvenâtın malzemesi nur.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde:
“Resulüm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Bu “Nur” un sayesinde âlemlere rahmet ve hayat veriyor. Âlemlerin hayat bulması o nur sayesindedir. Çünkü onu âlemlere rahmet için yaratmıştır. O bir hayat kaynağıdır, hayatı ondan fışkırttı. Hem “Rahmeten Lil-âlemîn”dir, hem de “Ebul-ervah”tır.
O, Rahmeten Lil-âlemîn olduğu için âlemdeki her zerre nasibini ondan alıyor. Ay da, güneş de, yer de, gök de, her şey o nurdan alıyor. Nereye baksan o nur. Ona verildiğinden ötürü kâinat ona muhtaçtır.
Şu gördüğün bütün bu âlem bir tabla veya bir tepsiden ibarettir. Ve fakat senin bildiğin tepsi ya tenekedir, ya da billurdur. Allah-u Teâlâ’nın tepsisi ise nurdur.
Hadis-i kudsî’de ise:
“Seni yaratmayacak olsaydım mükevvenâtı yaratmazdım.” buyuruluyor. (K. Hafâ)
O, “Sebeb-i mevcûdat” tır.
Müminlere ahirette amellerine göre nur verilecek, yüzleri de gece karanlığındaki ayın parlaklığı gibi parlayacaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde itaatkâr müminlerden ve nûrlarından haber vererek şöyle buyurmuştur:
“O günde erkek müminlerle kadın müminleri önlerinden ve sağlarından nûrlarını koşarken görürsün.” (Hadid: 12)
Onlara şöyle denilir:
“Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir.” (Hadid: 12)
“İşte büyük kurtuluş budur!” (Hadid: 12)
Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi?
İşte geldik, işte gidiyoruz. Bu nur dünyada kazanılır, dünyadan ahirete intikal eder.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
Nur Hakk’tan olduğu için, bu zât-ı âlî Bediüzzaman Hazretleri nûr-i imanı seçtiği için onu kendisine lâkap olarak aldı. Said-i Nursî denildi. Kitaplarına da “Risale-i Nur Külliyatı” ismini verdi. Aynı zamanda Bitlisin Hizan kasabasına bağlı Nurs köyündendir.
O öyle bir zât-ı âlidir ki, Hazret-i Allah zâhiri ilimle, tarikat ilmiyle, mârifetullah ilmiyle mücehhez kılmıştı. O Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği veli kullarındandı. Bediüzzaman Hazretleri bir iman abidesi idi. Nur saçan kandildi. Hayatı boyunca Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve hükümlerine candan bağlı idi. Her cefaya katlandı. Ve fakat bu cefalar onun imanını artırmaktan, azmini çoğaltmaktan başka bir şeye yaramadı.
Bediüzzaman Hazretleri etrafındakilere imanı, İslâm’ın faydalarını, ebedî saâdete nâil olmaları için her fırsatta Allah-u Teâlâ’nın emirlerini ve yasaklarını, Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnet-i seniyyesinden ayrılınmamasını beyan ettiği gibi kendisi de en güzel numune idi. Bir iman abidesi, Allah-u Teâlâ’nın has, veli kullarından idi.
İş ve icraatlarına gelince;
Bu nur-u ilâhî’yi yaymak için, beşeriyete ışık tutmak için, küfür ve dalâletten kurtarmak için bütün sıkıntı ve meşakkatlere tahammül etti. Velev can pahasına dahi olsa, imandan bir zerre tâviz vermedi ve hiçbir dalâlet ehline bükülmedi.
Hiçbir zaman haksızlığa boyun eğmedi. Canını hiçe saydı. Dinde, imanda aslâ en küçük taviz vermedi. Dünyaya aslâ meyil etmedi. Dünyaya hiçbir zaman iltifat etmedi. Allah-u Teâlâ’nın iman ile küfür arasındaki berzahına daima dikkat ederdi, koyduğu hudutları muhafaza ederdi. Bunu en büyük ve en mühim vazife sayardı. Hakk ve hakikatı bildirmek için, bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda geçirdi. İman edenler için güzel bir numune idi.
Ömrünü bu nurlu yolda geçirdiği gibi, iman edenler için de güzel bir iz bıraktı. Öylesine güzel bir iz ki, Resulullah Aleyhisselâm’ın izinde idi. Nûr kaynağı ancak Resulullah Aleyhisselâm’dır.
Her işte o “Sirâcen münîrâ = Nûr saçan kandil” (Ahzab: 46) Âyet-i kerime’sinden nasibi kadar nur alırdı ve o nûru saçardı. Bütün gayesi imanı kurtarmaktı. Allah-u Teâlâ’nın dostlarına, velilerine nasıl tazim edilmesi gerektiğinin izahını yapardı.
Bediüzzaman Hazretleri’nin o devirleri ne güzel bir saâdet devriydi. Bütün gayeleri imanlı müslümanlar yetiştirmekti.
İbadet ve taata çok düşkündü. Çok büyük feragat sahibiydi. Bütün hayatı feragat misalleri ile dolup taşmaktadır. Bir kap çorba, bir lokma ekmek, bir bardak su ile yetinirdi, elbisesi pek basit ve fakirâne idi. En sevmediği şey siyasetti, talebelerini de siyasetten şiddetle menederdi. Madde ile işi olmaz, kimseden ücret istemezdi.
Bu zât-ı muhterem etrafını nurlandırdı. Onun izinden gidenler helâl ve harama çok dikkat ederlerdi. İbadet ve taata çok düşkündü ve etrafı öyle idi.
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Van’da bulunan Hazret, daha önce “Hazır olunuz, büyük bir musibet geliyor!” diye haber verdiği savaşa talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek katıldı. Ruslarla yapılan savaşta pek çok talebesi şehid oldu, kendisi de esir düşerek ikibuçuk sene kadar Sibirya taraflarında esaret hayatı yaşadı. Nihayet firar ederek, Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla İstanbul’a geldi.
İstanbul’da büyük bir teveccühle karşılandı ve “Dâr’ül-Hikmetü’l-İslâmiyye” âzâlığına tayin edildi. Bu devrede resmi vazifesinden aldığı maaşla kendi kitaplarını bastırdı ve parasız olarak yaymaya çalıştı.
Bütün ömrü Nûr-i Muhammedi’yi yaymakla geçti. Bu cihatla ömür geçirdi. Ömrünün son nefesine kadar bu yolda ve bu uğurda yürüdü, bununla mücadele etti.
Onun izinden gidenler harama ve helâle çok dikkat ederlerdi. Hapishaneden hapishaneye sürüklenirlerdi ve fakat her çıkan iman ile gürlerdi. Onları hiçbir tehdit yıldıramadı. Canlarını verdiler, imanlarını vermediler.
Talebeleri teheccüd namazı ve tesbih namazı kılarlardı. Bu yolun başlangıcı böyle idi. Her türlü eziyete katlanırlardı. Aç dururlar, hasır üstünde yatarlardı. Bu, onların imanlarını artırıyordu. Cenâb-ı Hakk hidayetlerini artırıyordu. Aslâ kimseden para toplamaz, aslâ dilenmezlerdi.
Ona tâbi olanlar, onun ahlâkını alanlar da yine aynı öyledir.
Gerçekten onun terbiyesinde yetişen talebeleri de o nur sayesinde o iman kuvveti ile birçok tehlikelere maruz kalırlardı. Aç, susuz, kuru tahta, hasır posteki ve seccadeler üzerinde yatarlardı. Bulurlarsa yerlerdi, bulamazlarsa sabrederlerdi.
Çok cefa çekerlerdi. Fakat bütün bu sıkıntılara rağmen imanları artardı.
Hapishaneden hapishaneye dolaşırlardı. Aslâ imandan taviz vermezlerdi. Fakat bu işkenceler onların imanından hiçbir şey eksiltmedi. Her sıkıntıda imanları artardı. O artış Hazret-i Allah’a yaklaşma vesilesi olurdu. Ahkâm mucibince yaşarlar, sünnet-i seniyye rayları üzerinde giderlerdi.
1960 yılında vefatından sonra, ona tâbi olan yakınları, o zât-ı muhteremin izinden gitmeye ve yolunda yürümeye çalıştılar. Birçok sahada hayırlı hizmetler yaptılar.
•
Fakat bu gidişat çok sürmedi. Kimi takvâ yolunu tuttu, kimi siyaset çukuruna düştü, kimi nam, şöhret yolunu tuttu, kimi de dünyaya daldı. Sofra eşkiyalığına başlandı, haram girince imanları tamamen gitti. “O abi, bu abi...” dediler, cemaat dağıldı, paramparça oldular. Bu birlik ve beraberlikleri birçok parçalara, gruplara ayrıldı. Bu büyük zâtın izinden gidenler kurtuldu. Çok azı onun izini takip etmek istedi. Ona uyanlar nurlandı, küfrü hoş görenler ise narlandı. Böylece küfrünü alenen ilân ettiler ve dâvet ettiler. Nurculuktan narcılığa geçtiler.
Binaenaleyh bu mücadele böyle devam ederken, zamanın mücahidi Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri’nin cihadı devam ederken, aralarında müslüman gibi görünerek içeriye katılmalar oldu.
Şöyle ki; İslâm’mış havasına bürünerek sûret-i haktan göründüler, içeriye sızdılar. Bunlar daha evvel kurulmuş olan bir İslâm birliğini yürütür gibi oldular. Baştan takvâ hayatı yaşıyor gibi göründüler. Fakat hemen prensiplerini değiştirdiler, para toplamaya başladılar. Bu ise İslâm dininde yasaktır. Buradan yanılgıya düştüler. Zira bu Âyet-i kerime bir berzahtır.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Bu topladıkları haram olduğu için harama daldılar. Haram yiyince yolları değişti. Artık şöhret, nam, makam sevdasına düştüler ve o biricik yoldan ayrıldılar.
Allah-u Teâlâ’nın hudutlarını aşınca, harama dalınca, şöhret ve nama girdiler ve din-i İslâm’dan çıktılar.
Artık işleri müslümanları soymak, yolmak oldu. Sinsi sinsi İslâm’a böylece büyük düşmanlık yapıyorlardı. Çünkü müslümanların ellerinden bütün varlıklarını alıyorlardı. Artık bu parayı koyacak yer bulamayınca banka kurdular ve bu paraları orada zaptettiler. Ferah bir hayat yaşayabilmek için.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın.
Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.
Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (Bakara: 278-279)
Onların Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân etmelerinin mânâsı; Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyanda bulunmanın ifadesi demektir. Böyle bir durumda, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân edip büyük isyanda bulunanlara müslüman denir mi?
Nihayet dinini ilân etti. Papazları “hazret” olarak kabul etti, böylece din-i İslâm’a, güzel vatana en büyük ihanette bulundular.
Bütün iğrenç sahne önünüze serildi. Şeref, izzet, azamet Hazret-i Allah’a mahsustur. O’nun gönderdiği Peygamberler’ine, indirdiği Kitab’ına ve içindeki hükümlerine gerçekten iman edip, taat ve takvâsı ile imanını kemâlleştirmeye gayret edenlere mahsustur.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri, “Müminler yerine kâfirleri dost edinmek” sıfatı ile vasıflandırmıştır:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde şu duruma bir bakın! İslâm’ın yüzkarası oldular.
Allah-u Teâlâ müminlere, dost ve düşmanlarını ayırdetmesini muhakkak emrediyor ve Âyet-i kerime’sinde:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” buyuruyor. (Nisâ: 144)
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur. Bu ilâhî hükmü kaldırıyorlar, bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar. Allah-u Teâlâ’nın haklarındaki hükmü ise küfürdür.
Dinine ve vatanına ihanet eden ey nankör!
Bu millet hilenizi sezecek ve bu güzel vatanı başınıza dar getirecektir. Sizin içyüzünüz bu, size uyanlar da bu.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyetin ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Hakikat önlerinde ayan-beyan tecelli ettiği halde, bunlar gözlerini kapayıp Hakk’tan yüz çevirmişlerdir. Bu sapıklıklarının lâyık bir cezası olarak da zulmetler içinde bırakılmışlardır. Bu sebeple onlar uzaklaşmış oldukları hidayete tekrar dönemezler.
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.” (Bakara: 18)
Kulaklar, diller ve gözler Hakk’ı bulmak, hakikat yolunda yürüyebilmek için yaratıldıkları halde; onlar kendi fıtrî istidatlarını dalâlet yolunda kazanmaya sarfettikleri için, hidayete giden yollar kapanmıştır. Artık kendilerine gelemezler, tamamen şaşkındırlar. Hayırlı hiçbir şeye kulak vermezler, kendilerine fayda verecek şeyleri söylemezler, basiretleri kördür, Hakk ve hakikatı görmek istemezler, hidayet yoluna dönmezler.
Deccal’den daha beter sapıtıcı imamlar olsun, münafıklar olsun, bütün müslümanları kâfir yapabilme imkânları olsa, bin sene de ömürleri olsa, bundan duyacakları zevk ve sefâ vallahi bir anlık azaplarına karşılık olamaz!
Yani o bir anlık azap onlara herşeyi unutturur. Çünkü o azap devamlıdır ve ebedîdir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Cennet derece derece olduğu gibi cehennem de dereke derekedir. Âyet-i kerime’de geçen “Derk-i esfel” cehennem derekelerinin en derininde bulunan en alt tabakadır. Onların azabı kâfirlerin azaplarından daha şiddetlidir. Zira kâfirler cehennemde, münafıklar ise “Esfel-i sâfilîn”dedirler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedi kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
“Amma yalanlayıcı sapıklardan ise, işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte.” (Vâkıa: 92-95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
Kâfirlere gelince;
“Şüphesiz ki ehl-i kitaptan olsun müşriklerden olsun inkâr edenler cehennem ateşindedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar yaratıkların en şerlileridirler.” (Beyyine: 6)
En şerli olanın yeri de elbette cehennemdir.
Müminlere gelince;
“İman edip sâlih amel işleyenler hiç şüphesiz ki yaratıkların en iyileridirler.” (Beyyine: 7)
Çünkü onlar yaratılış gayelerini nazara almış, hidayet yolunu takip etmiş pek güzide kullardır.
“Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnud olmuşlardır. İşte bu, Rabbinden korkanlar içindir.” (Beyyine: 8)
Bütün gönüllerin aradığı kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızâdır. Ulviyeti her türlü tasavvurun fevkindedir.
Kâfirlerin harp ile yapamadığını, narcı kâfirler ve münafıklar vasıtasıyla memleketimizi yok etmek istiyorlar.
Ey müslüman kardeş!
Dikkat et, düşmanını tanı, dinini ve vatanını muhafaza et.
•
Dikkat ederseniz mekteplerinde küfür ordusuna asker yetiştiriyorlar.
Ve yarın da bunlara taraf-ı ilâhiden denilecek ki:
“Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.”
(Tevbe: 66)
İslam dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
Artık İslâm’dan sonra kıyamete kadar yeni bir din, yeni bir peygamber gelmeyecektir.
Çağlar boyunca insanlığın maddî-mânevî bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Bu ilâhi bir hüküm ve ferman-ı ilâhiyedir. Binaenaleyh Allah katında hiçbir dinin, hiçbir ismin hükmü yoktur. Gerek yahudilerin, gerek hıristiyanların, gerekse bölücülerin kurdukları din hükümsüzdür, Allah katında kabul değildir.
Âyet-i kerime’de:
“Bugün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruluyor. (Mâide: 3)
Yani İslâm’dan gayrı bütün dinler bâtıldır.
Bu Din-i mübin’in hükümleri kıyamete kadar bâkîdir. Her ne suretle olursa olsun aslâ değiştirilemez.
Devirler gelip geçtikçe ortaya çıkan değişik hadiselerin çözüm yolları, İslâm dini’nin getirdiği hükümler içinde, gerek açık gerekse kapalı olarak mevcuttur.
“Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)
Bu din Allah tarafından gönderilmiş bir dindir ve bütün heybetiyle, azametiyle ayaktadır. Kâfirler ağızlarıyla söndürmek isteseler de hiçbir zaman Allah’ın nûrunu söndüremezler. Ancak ayakta dimdik duran bu dine uyanlar saâdete ererler. Bu nûru ağızlarıyla söndürmek isteyenler de ebedi azaba düçar olurlar.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i imran: 85)
Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ’nın İslâm’dan başka bir din arayanın dininin kabul edilmeyeceğine dair açık ferman-ı ilâhisidir. Artık kişilerin din seçmesi, din kurması ancak nefsini ilâh edinmelerinden ötürüdür. Bunlar Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne iman etmiş değillerdir. Onların yolu dalâlet, gidecekleri yer de cehennemdir. Çünkü yaptıkları iş Allah katında kabul ve makbul değildir.
Allah-u Teâlâ kendi peygamberine ve dinine yardımını değişik biçimlerde, değişik tezahürlerle sürdürecektir. İslâmiyet kıyamete kadar pâyidar olacaktır.
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın seçip beğendiği, en son ve en ekmel bir dindir. Allah-u Teâlâ’nın son elçisi Peygamberimiz Muhammed Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dünyaya teşriflerinden önce bütün dünya ve insanlık âlemi, zulüm, istibdat, cehalet ve sefalet içinde idi.
Şirk ve putperestlik almış yürümüş, dinsiz milletler taşa, ağaca, altın ve gümüşten yapılan resim ve heykellere tapıyorlardı.
Hıristiyanlık dini bozulmuştu, İsa Aleyhisselâm için “Allah’ın oğlu” olduğunu iddia ediyorlardı. Yahudiler de “Üzeyir Allah’ın oğlu” diyorlardı. Dünya gerçekten açlık üzerinde idi. Fuhuş yürümüş, alış verişte hilekârlık meslek olmuştu. Cemiyette ve âilede huzur ve saâdet yoktu, ahlâk bozulmuştu.
Medeniyet yok, ilim yok, fen yok, fazilet yoktu. Bütün dünya büyük bir kurtarıcıyı bekliyordu.
Nihayet Hazret-i Allah kulu ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ı yeryüzüne elçi olarak gönderip Kur’an-ı kerim’i kendisine indirince bütün dünya aydınlanmaya ve nurlanmaya başladı.
Allah-u Teâlâ’nın beşeriyete en büyük lütfu olan Muhammed Aleyhisselâm büyük bir dâvâyı omuzlarına yüklenmiş olduğu halde ortaya çıktı. Şirk ve dalâlet içinde yüzen beşeriyeti hidayet ve saâdete kavuşturmak için tek başına dâvete başladı.
Nur kaynağı Muhammedî güneş, karanlık ufukları aydınlattı, hayata gençlik getirdi.
O insan şeklindeki canavarlar; bıçak bıçağa gelmiş, birbirlerinin kanına susamış, vahşi hayvanlar gibi dağılmış olan Araplar, birleşip tek bir vücud haline geldiler. İman şerefi ile müşerref, Kur’an nûru ile münevver oldular. Gönülleri ve bünyeleri ile birlikte, büyük bir teslimiyet dairesine girdiler.
Diyarları değişmemişken, onlar birden nasıl değiştiler? Cahili âlim oldu, harpçisi sulhsever oldu. Fitne-fesad deryasında yüzenler salâha erdi. Müfsidler muslih, bozguncular ıslah oldu. Yol kesenler yol gösterici oldu. Kin ve düşmanlıkları sevgi ve dostluğa, bedevilikleri medeniliğe inkılâp etti. O ümmî peygamber onlara öyle bir ruh nefhetti ki, hiçbir şey ellerinden gelmeyen kimseler, baştan başa değişerek memleket idare eder oldular. Siyaset sahasında dünyada hiç esâmesi bile okunmayan çöl arapları, cihanda misli görülmemiş bir izzetle ve şerefle; faziletli, azametli, şevketli idareler kurmaya muvaffak ve mübeşşer oldular.
O Nûr’un etrafında birleşip toplanmaları sayesinde; o imanın, o birlik ve beraberliğin verdiği heyecanla, kısa zamanda İslâmiyeti çok uzaklara kadar yaydılar. Allah’ın yüce adını yükselttiler. Gittikleri yerlere huzur ve saadet götürdüler. Adaletin temelini tesis ederek medeniyet nûrlarını yaygınlaştırdılar. Öyle ki, azamet ve kudreti herkesçe bilinen İran ve Rum devletlerini bütün şevketine rağmen kısa bir müddet içinde yerle bir ettiler. Cihanın şarkına ve garbına hakim olarak, beşeriyeti uyandırmaya, gönülleri nûrlandırmaya gayret ettiler. Hakk’tan hakikatten, fazilet üzerine kurulmuş bir medeniyetten haberdar etmeye çalıştılar. Muvaffakiyetten muvaffakiyete nâil olup durdular.
Ölmüş kalpler canlandı, basiretler açıldı, kırılmış ve kopmuş olan ilâhî bağlar yeniden bağlandı. Bütün bunlara o Nur vesile oldu.
O Allah’ın Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ın Ashâb-ı kiram’ı da öyle kimselerdi ki ona şöyle demişlerdi:
“Ya Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm’a dediği gibi ‘Sen ve Rabbin varın savaşın, biz burada oturacağız.’ demeyiz. Fakat biz deriz ki ‘Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.’”
Kıyamete kadar bu yolda, bu uğurda canını, malını verecek kimseler bulunacak ve bu dinin yükselmesi, yücelmesi, inkişafı için çalışacaklardır.
Binaenaleyh İslâm medeniyeti az zamanda süratle inkişaf etmiş ve tekâmül etmiştir. O mübarek peygamberin yolunu takip eden Ashâb-ı kiram, Tabiin ve daha sonraki devirlerde yaşayan müminler din-i İslâm’ı en güzel şekilde yaşamışlar, en mükemmel eserler vermişlerdir.
İslâm dini insanın mânevi huzurunu temin edip, sosyal adaleti tesis edip, cemiyetin temelini sağlamlaştırıp, fuhuş ve ahlâksızlığı kaldırıp, insanın inkişaf ve kemâliyetine önem verir ve böylece maddi ve mânevi yükselmiş insanlar cemiyeti kurar. Bunun ötesinde ahiret âleminde inanan bu insanları bekleyen mânevi lezzetler vardır.
Devletin başına gelen müslüman iyi âmirler ve onlara itaat eden müslümanlar beraberce birçok fethin fatihleri oldular. Bu ise sırf Allah rızâsı ve adaletin tesisi için idi. Asıl gaye İslâm’ın yayılması, küfrün ortadan kalkmasıdır.
Gerçekten iman sahibi olan bu iyi âmirler Allah-u Teâlâ’ya sığınmışlar, Allah-u Teâlâ’ya dayanarak ve O’na yönelerek iş ve icraatlarda bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ’ya öyle bağlıydılar ki, öyle teslim olmuşlardı ki, şecaat ve adalet gibi bütün faziletlerin numunesi oldular.
Zira onlar:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah ihsan erbabı ile beraberdir.” (Ankebut: 69)
Âyet-i kerime’sine gönülden iman etmişlerdi.
Allah-u Teâlâ’nın sözü Kelimetullah’ın daha yüce olması, küfür ve azgınlığın durdurulması, fitne ve fesadın önlenmesi, İslâmiyet’in dimdik ayakta durması için O’nun yolunda her türlü fedakârlığa katlanmışlar; bütün dünyayı karşılarına almak pahasına da olsa, gizli ve aleni olan din düşmanlarına karşı cihada atılmışlardı.
Azim ve gayretleri nisbetinde Allah-u Teâlâ onların yollarını açtı. Karşılarına çıkan bütün engelleri kaldırdı. Fisebilillah yaptıkları cihad karşılığında hidayetlerini artırdı, imanlarını kemâlleştirdi. Onlara destek vererek önlerine çıkan düşmanlara karşı galip getirdi. Karşılarında hiç kimse duramıyordu.
Onları dünyada nusret, muvaffakiyet ve muzafferiyetlere nâil kıldığı gibi; âhiret âleminde de uhrevî nimetlere kavuşturacağını, mükâfatların en büyüğüne erdireceğini vaad buyurdu.
Allah yolunda mücahede edenleri öven, onların hidayet üzerinde bulunduğunu ve sebat ettiğini metheden bu Âyet-i kerime’de; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onun Ashâb-ı kiram’ı ve kıyamet gününe kadar ona tâbi olan müminler kastedilmektedir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“İslâmiyet daima âlî ve galiptir, mağlup olmaz.” (Münâvî)
Bu galibiyet onlara Allah-u Teâlâ’ya dayandıklarından, O’na sığınıp O’na yöneldiklerinden ötürü bahşedilmiştir. Allah-u Teâlâ onları lütfuyla desteklemiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Müminlere yardım etmek üzerimize hak olmuştur.” (Rum: 47)
O’nun desteklediği herhangi bir kimse, herhangi bir devlet hiçbir zaman mağlup olmaz.
Nitekim Osmanlı hükümdarlarının hayatlarına dikkat edildiği zaman, Allah yolunda nasıl mücadele ettiklerini görmüş oluruz. Bu iman aşkı ile canlarını ve mallarını Allah uğrunda seve seve verdiler. Kendi hayatlarını hiçe saydılar, vatanın ve ordunun selâmetini düşündüler. Böylece şan ve şerefleri bütün dünyaya yayıldı. Gittikleri yerlere adalet götürdüler, huzur ve saâdeti, barışı yaydılar. Emri altındaki bir kâfire dahi, bir müslümana gösterdikleri ihtimamın aynısını gösterdiler. Bu eşsiz adaleti ve apaçık hakikatı gören nice gayr-i müslimler hidayete nâil oldular. Kâfir dahi olsa, beşeriyet hâlâ onları saygıyla, hayranlıkla anmaktadır.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde; din-i İslâm’dan sapanların, nefsine tapanların, küfür önderlerinin peşinden gidenlerin kalplerini mühürlediğini ve böylece şirke saptıklarını, sapıklık içinde ömür tükettiklerini haber veriyor:
“Hevâ ve hevesini ilâh edinen, Allah’ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Bu uyarılar karşısında hevâ ve hevesleri bırakarak, gerçeği kabul etmeyecek misiniz?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” buyurmuştur. (Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram’dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-’a “İslâmı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır” cevabını verdi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
“İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir.” buyurdular. (Darimi-Sünen, Katade: 22)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde ilmin ortadan kalkmasını kıyamet alâmetleri olarak göstermiştir:
“İlmin kalkması, cehaletin yerleşmesi, çeşitli içkilerin içilmesi, zinânın aleni yapılması elbet kıyamet alâmetlerindendir.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 72)
Zaten ilmin kalmasından sonra bu haller türedi ve zuhur etti.
İlim nasıl ortadan kalkacak? Âlimlerin ahirete intikal etmesiyle kalkacak. Kıymetli zâtların hepsi vefat etti. Birinci yıkım ilmin kalkmasıyla oldu.
Nitekim diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla çekip almaz. Lâkin âlimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara cahil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (Âyet, Hadis gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetvâ verip, hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 2174)
Yetişen âlimler sırf dünyalık elde etmek için yetişti, hakiki âlim yetişmedi. Zamanımızda Allah için tahsil yapan yok. Mezuniyet alayım ve geçivereyim tahsili var.
Diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Kim ki onunla, Aziz ve Celil olan Allah’ın rızâsı aranan ilimlerden bir ilmi dünyevi bir menfaat için öğrenirse, kıyamet gününde cennetin kokusunu bulamaz.” (Ebu Dâvud)
İlmin olmayışından dolayı, onların yerine cühelâ kişiler türedi. Böylece ikinci yıkım başladı.
Allah-u Teâlâ âlimleri alınca, onların yerine gökkubbe altında en şerli kimseler olan cahiller “âlimim” diyerek “âlim” sıfatıyla ortaya çıktılar.
Nitekim Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Burada görülüyor ki bunlar gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.
Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” (Yunus: 36)
Bunlar nefis putunu ilâh edinmişler, şeytanın yoluna girmişler, hem kendileri sapmışlar, hem de başkalarını sapıtmışlardır.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhüma-dan rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ ilmi insanlardan çekip alıvermez. Lâkin ilmi, âlimleri almakla kaldırır. Nihayet hiçbir âlim bırakmadığı vakit, insanlar bir takım kara cahilleri baş edinirler. Onlara sual sorulur. İlimsiz fetvâ verirler. Bu suretle hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar.” (Müslim: 2673)
Hakiki âlimlerin sayıca azaldığı, ilim yerine cehaletin ortalığı kapladığı, kendilerine âlim süsü veren bir takım kara cahillerin Hadis-i şerif’leri, geçmiş ulema ve fukahanın kıyas ve fetvâlarını reddedip hiçbir esasa dayanmadan keyiflerine göre fetvâlar verdikleri zamanlarda bilenlerin bildiklerini neşretmeleri, üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir. Halbuki ilmin azalması ile hakiki âlimlerin yok olması sebebiyle bu vazife yapılamamaktadır.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Kim insanların dini işlerinde Allah’ın faydalı kıldığı bir ilmi gizlerse, Allah kıyamet gününde onu ateşten bir gem ile gemler.” (İbn-i Mâce: 265)
•
Bugün bütün insanların yanılmaları; ehline müracaat etmemeleri yüzündendir, buna lüzum görüp tenezzül etmeyişindendir, kendi zannını ve fikrini beğenmesinden ötürüdür. Bütün yanılmalar bundan doğmuş, bunun için sapmışlardır.
Eğer bunu ehline sorsaydı, ehli ona yol gösterecekti ve hakikatı öğrenecekti.
Bu ifsatçıların ifsatları karşısında Allah-u Teâlâ hiçbir zaman hakikat ehlini eksik etmemiştir. Kıyamete kadar da eksik etmeyecektir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruluyor:
“Halbuki onu Peygamber’e veya kendilerinden olan emir sahiplerine arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarmaya gücü yetenler elbette onu bilirlerdi.” (Nisa: 83)
Böylece onların rütbeleri Allah-u Teâlâ’nın hükmünü keşfetmekte, peygamberlerin rütbesine ilhak olmuştur.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki, müşkülü çözmek mânâsına gelen istinbat da bir tedbirdir. Bilgisi olmayan kimselerin bilmedikleri hususlarda onlara başvurmaları ve uymaları gerekir.
Hakikat az da olsa, kıyamete kadar mevcuttur. Sen de o azı bul da tanış. İmansız imamlarla tanışacağına, hakikat ehli ile tanış.
Âyet-i kerime’nin devamında ise şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın üzerinizdeki lütfu ve nimeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyar giderdiniz.” (Nisâ: 83)
İşte bu Allah-u Teâlâ’nın lütfu da, lütfa mazhar olanlara müracaatla ve yaklaşmakla mümkündür. Onlara müracaat edip yaklaşmadıkça zaten şeytana çoktan uymuş olur.
Allah-u Teâlâ müslümanlara hitap ediyor. Onun lütuf hidayeti olmasaydı çoğunlukla şeytana ve şeytanlaşmış münafıklara uyarlardı. Uymadıkları hususlar veya uymayan insanlar pek az olurdu.
Kitabın sırlarını bilen ve hüküm çıkarmaya gücü yeten, ilimde derinleşen zâtlar, Allah-u Teâlâ’nın lütuf desteği ile, doğruyu-yanlışı, iyiyi-kötüyü, hakkı-batılı birbirinden bir berzahla ayırdıklarından şeytana aldanmamışlardır. Bu da yine Allah-u Teâlâ’nın rahmeti sayesindedir. Halbuki halk çoğunlukla aldanır.
Cühelâ gürûhu nefislerini ilâh edinmişler, Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilmişler, İslâm’mış gibi görünüyorlar ve fakat küfre hizmet ediyorlar. Din-i İslâm’ı tahrif ve tahrip etmek için çalışıyorlar. Din-i İslâm’da olmayan şeyleri; hurafe, bidat, yalan-yanlış olarak bütün güçleriyle yaymaya çalışıyorlar. Öyle ki Hazret-i Kur’an’ın üzerine münakaşa yapıp çekişerek bu yolla tahrip ve tahrif etmeye çalışıyorlar. Böylece de münafık durumuna düştüler.
Kötü âlimler Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hale düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’am: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmasına engel oluyorlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın dinini tahrip etmeye çalışırken Allah-u Teâlâ da dünyayı tahrip ediyor ve edecek.
Şöyle ki:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fasıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dinin felaketine yol açan üç sebep vardır: Günahkâr fakih, zâlim devlet başkanı ve cahil müctehid.” (Feyz-ül Kadir)
Çünkü onlar hükm-ü ilâhîye değil de kendi zanlarına uymuşlar, kendi mesnetsiz iddiâlarını hüküm yerine koymuşlardır.
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri ise dini aslından çıkarmak, bid’at ve küfrü yaymaktır. Bunlar din-i İslâm’ı eğlenceye alanlardır.
Din-i mübin’i ifsat etmek, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü çürütmek istemektedirler. Sen onları bırakmazsan, sen de onlarla berabersin.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur.” (Hud: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin neticesini düşünmek gerekir.
“Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.” (Nisâ: 140)
Dışarıdan âlim zannettiğiniz fesatçılar Allah-u Teâlâ’nın hudutlarını kaldırmak isterler. Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm’ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime’sinde bize tanıtıyor ve şöyle buyuruyor:
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler.” (Bakara: 9)
Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Onun içindir ki sapıklık ve kötülüklerini açıklamakta, cahilliklerini tescil etmektedir.
•
Âlim geçinen, fakat aslında zâlim olan bu gibi kimselerin bu cehaletleri, din adına işlenen bir cinayettir. Dinimizin maruz kaldığı en büyük tehlikedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Şerlilerin en şerlisi kötü âlimlerdir.” buyurmuşlardır. (Dârimî)
Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar müslümanları aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir, en büyük zararı yine kendileri görürler, yaptıklarının vebali kendilerine döner.
Onların kalpleri nifak ve şüphe ile doludur.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını arttırmıştır.
Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici azap vardır.” (Bakara: 10)
Onlar Kitabullah’a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ da bu hastalığı taşıyanların hastalığını daha da artırmıştır. Bu yüzdendir ki Allah-u Teâlâ’nın kahrına müstehak olmuşlardır.
Kendilerinin nasıl bir cehalet ve dalâlet çukuruna düşmüş olduklarının hiç farkında değildirler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın!’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler.” (Bakara: 11)
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar. (Bakara: 12)
Kalplerinden iman nuru silindiği için bunun böyle olduğunu hissedip anlamazlar.
Allah-u Teâlâ’nın hükmünü kaldırmaya çalışıp kendi arzusunu hüküm yerine koymaya çalışmak bir şirktir, bunu yapan müşriktir. Bu bir ulûhiyet dâvâsıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
O’nun hükmü böyledir. Nefis putuna dayanmış olduğundan, bunlara tâbi olan kimse, bunları ilâh olarak kabul etmiştir. Diğerlerine gelince, onlar hakkında da Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“İşte böyle... Çünkü onlar Allah’ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır.
Bunun için Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 9)
Çünkü yapılan iş ve icraatların kabulü için iman şarttır. Şirk ve küfür ise bütün iyilikleri heder eder.
O kadar korkunç durum ki, gerçekten ihlâs sahiplerinin Hazret-i Allah’a münacaat etmeleri gerekir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk eder misin Allah’ım!” (A’raf: 173)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Dillerinizin yalan yere vasfettiği şeyler hakkında ‘Bu helâldir, bu haramdır.’ demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz.
Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” (Nahl: 116)
Bir şeyin helâl veya haram olduğunu beyan etmek, peygamberler vasıtasıyla ancak Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Hüküm verme yetkisi sadece O’na aittir. İnsanların kendi görüş, anlayış ve mantıklarına göre rastgele hüküm vermeleri, Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı bir şeyi kendi cehalet ve heveslerine uyarak helâl kılmaları; Allah-u Teâlâ’nın hükmüne muhalefet etmektir, O’nun şeriatını tahrif, ahkâmını tağyir arzusundan başka bir şey değildir. Bu iddiaların her biri Allah-u Teâlâ’ya karşı uydurulmuş bir yalan ve iftiradır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a karşı yalan uydurandan ve kendisine gelmiş olan doğruyu yalanlayandan daha zalim kim olabilir?
Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?” (Zümer: 32)
Elbette vardır! Onların ebedi ikametgâhları cehennemden başka bir yer olmayacaktır.
Çünkü onlar çok kötü bir çığır açmışlar, beşeriyete çok kötü bir numune olmuşlar, kendi nefislerini de en acıklı azaplara maruz bırakmışlardır.
•
En büyük gadâb-ı ilâhiye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ’nın kesinlikle yasak etmiş olduğu şeylere “Allah-u Teâlâ böyle emrediyor.” diye kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti.
O’ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Tevbe: 31)
Bu Âyet-i kerime’nin manasını bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisi açıklamıştır. Şöyle ki:
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim, boynunda gümüşten bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine’ye gelmişti. Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm’a bazı sorular sordu.
“Bu âyet bizi âlimlerimizi, rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz onları rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir?” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm: “Onlar helâli haram kıldılar, haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?” diye sorunca Adiy “Evet böyledir.” diye tasdik etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir.” buyurdu. (İbn-i Kesir)
Allah-u Teâlâ’nın emrine ve hükmüne değil; onların görüşlerine, zan ve vehimlerine uydular. O’nun dinine ve Kitab’ına açıktan açığa muhalif olan hususlarda isyan ettiler. Haram kılınan şeyleri onların emriyle helâl gördüler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları:
“Allah’ın ve Peygamber’inin haram kıldığını haram saymayanlar.
Hak dini kendilerine din edinmeyenler.” olarak vasıflandırmaktadır. (Tevbe: 29)
İlâhî hükümler üzerine onların batıl fikirlerini tercih edip benimsemekle, onları mabud edinmiş oldular ve şirke düştüler.
•
Taif’te yaşamış olan Sakif kabilesinden bir heyet Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek biât etmek için bazı imtiyazlar vermesini istemişlerdir.
Şöyle diyorlardı:
“Namazda rüku ve secdeler için eğilmeyeceğiz, zekât ve cihadla mükellef olmayacağız. Putlarımızı kendi ellerimizle kırmayacağız. Ona tapınmaksızın lât adındaki puttan bir yıl faydalanmamıza müsaade edeceksin. Şayet Araplar ‘onu niçin böyle yaptın?’ diye soru soracak olurlarsa ‘Böyle yapmamı Allah bana emretti’ deyiverirsin.”
İstedikleri imtiyazları Resulullah Aleyhisselâm’ın kendilerine vereceğini umarken Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime’yi nâzil buyurdu:
“Neredeyse onlar sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için akıllarınca seni bile fitneye düşürecek ve o takdirde seni samimi bir dost edineceklerdi.” (İsrâ: 73)
“Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.” (İsrâ: 74)
“Ve o takdirde sana hayatın da ölümün de sıkıntılarını kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (İsrâ: 75)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sakiflilerin istedikleri imtiyazı vermesi halinde dünya azabının da ahiret azabının da kendisine kat kat tattırılacağının bildirilmesi; önder durumundaki kişilerin işledikleri suçun çok büyük olacağını, dolayısıyle bu gibi suçların cezalarının da büyük olacağını göstermektedir.
Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’ın şahsında, iman ve İslâm esaslarını muhafaza bakımından ümmetine büyük dersler vermektedir. Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini küçümseyip önemsememenin ne kadar büyük tehlike doğuracağına, böyle bir sapıklığa cüret eden bir kimsenin dünyada da ahirette de çok ağır bir ceza göreceğine işaret edilmektedir.
•
Din-i mübin-i kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar. İlâhî hükümleri değiştirmek ya da aslından uzaklaştırmak suretiyle bir takım çözümler ortaya koyarlar.
Allah-u Teâlâ’nın helâl kıldığı şey kıyamete kadar helâldir, haram kıldığı şey de ebediyyen haramdır. Zira İslâm’ın hükümleri zaman ve zeminle sınırlı değildir. Mevki ve rütbesi ne olursa olsun; İslâm’ın helâl kıldığına haram, haram kıldığına da helâl demeye hiç kimsenin hakkı ve salâhiyeti yoktur.
Bazıları da hidayetten uzak kimseleri İslâm’a ısındırmak için din adına bazı tavizler vermekte bir mahzur görmezler. Böylece akıllarınca bir münkiri veya bir münafığı dine ısındıracağız derken hem kendileri dinden çıkıp uzaklaşırlar, hem de etraflarını dinden çıkarırlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor.
“Rabbinin dosdoğru yolu işte budur. Biz öğüt alacak bir topluluk için âyetleri uzun uzadıya açıkladık.” (En’am: 126)
Meydanı boş bulan sapıtıcı imamlar türedi. Sûret-i haktan göründüler. Müslümanları kendi etrafına toplayınca kendi dinlerini ilân ettiler ve böylece bu üç noktadan İslâm kalesini içten yıkmaya başladılar.
Bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kurdukları dini ayakta tutabilmek için İslâm dininin haram kıldığı hükümleri helâl saydılar. Dinlerini bu şekilde ayakta tutmaya çalıştılar ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.
Nitekim onların sapıtması ile yoldan sapanların âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapıtıcılara şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime’de haber verilmektedir:
“Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz.” (Saffat: 28)
Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
Oysa Allah-u Teâlâ’nın dini İslâm dinidir. Onun hükümleri ayrıdır. Hepsi de halkı o kadar soydular ki, hepsinin trilyonları var. Trilyonlar vurdular, bankalar kurdular. Allah-u Teâlâ ile harbe tutuştular. Hazret-i Allah’a ve Resul’üne hasım kesildiler. Hem din-i mübin’e hem de vatanımıza ihanet ettiler. Hem dini hem vatanı parçalamak istediler ve bu zümreler müslümanlara karşı cephe aldılar, düşman kesildiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki bunlar dinlerini dünyalığa alet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizi)
O zamanın kurtları koyun postuna bürünerek halkın karşısına çıkarlar.
Hep yalan söylerler, hiç utanmazlar.
Dini ve devleti tahrip etmek için ihaneti apaşikâr yaparlar.
İyileri yok etmek, kötüleri ve kötülüğü ortaya koymak, düzeni bozmak için tahripleri çoktur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunları görüyordu, biliyordu. Açık veya kapalı olarak bize tarif buyuruyor. Bunlar yeryüzünde büyük fesad çıkaranlardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde bunların âkıbetlerini şöyle duyuruyor:
“Zulmedenler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görecekler.” (Şuârâ: 227)
Bu zulümlerin cezasını böyle çekecekler. Fakat onlar iman etmedikleri için böyle bir felâketten habersizdirler.
Bütün sapıtıcı imamlar, ilâhî emirleri arkaya attılar. Sûret-i haktan göründüler, müslüman gibi göründüler. Müslümanları kendilerine celbetmek için İslâm’ın ön safında gibi hareket ettiler. Kendilerinde biraz kuvvet bulunca asliyetlerini ortaya koydular. Dikkat ederseniz sapıtıcı imamların hepsinin doğru yoldan, din-i İslâm’dan ilk sapış şekli Yâsin sûre-i şerif’inin yirmibirinci Âyet-i kerime’si oldu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Buyurduğu halde, evvelâ halkı İslâm namına soymaya, yolmaya başladılar. Dini bıraktılar, dünyaya daldılar, yani dünyayı dine tercih ettiler.
Müslümanlar da bunların İslâm için çalıştıklarını zannettiler.
Öylesine soydular ve yoldular ki, kuvve-i beşeriyenin haricinde her fırsatta, himmet geceleri tertip ettiler, fabrikatörler olsun, zenginler olsun elde ettiler.
Bütün bölücüler dini dünyaya alet ederek para toplamaya başladılar. Dini bıraktılar, dünyaya sarıldılar.
“Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kötü!” (Âl-i imran: 187)
Onlar artık Hazret-i Allah ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız nam ve şöhret düşünürler, gösteriş, riyaset ve mevkii düşünürler. Halk da bunlara rağbet eder. Sözüne, kalıbına, elbisesine bakar.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider, ne söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikun: 4)
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar nefislerine değer verdikleri için, Hazret-i Allah’ın yanında gerçekten en düşük insanlardır.
Vaaz ve nasihatlarında İslâm gibi göründüler, gerçek müslümanların yaptığını yapıyormuş gibi göründüler, vaazlarında hararetli hararetli konuşmalar yaptılar, hareketlerde bulundular ve müslümanları tahrik ettiler.
Ne para bıraktılar, ne araba ne ev bıraktılar, hepsini ellerinden aldılar.
Bu paraları toplayınca nam, makam ve şöhrete daldılar.
İşte sapıtıcı imamlar ve türemeleri buradan işe başladılar ve Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’sinden saptılar.
İslâm’ın aleyhindeki üçüncü yıkım da böyle oldu.
“İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)
Birinci azap kendi isyanları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan çevirdikleri için.
Kendileri küfrü irtikap ettikleri gibi, başkalarını da küfre sevketmişlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Senin Rabbin kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da en iyi bilen O’dur.” (En’am: 117)
Allah-u Teâlâ yeryüzü halkının çoğunun durumunun sapık olduğunu haber vermektedir.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki onlardan önce gelip geçenlerin de çoğu sapıtmıştı.” (Saffat: 71)
“İnsanların çoğu gerçekten fâsıktır.” (Mâide: 49)
Kişi dine uymak zorundadır, din ona uymaz. Ya inanacak müslüman olacak, veya inkâr edecek kâfir olacak. Başka bir te’vil yolu yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!” (Kasas: 40)
Hepsi de helak olup gittiler. Cürümlerinin cezasını kat kat gördüler. Yaptıkları yanlarına kâr kalmadı.
•
Onlar arkalarına taktıkları kimseleri cehenneme götürecek işleri yapmaya dâvet ediyorlardı. Onlara tâbi olanlar da bilgisizce peşlerinden yürüdüler.
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacak. Ahiret rüsvaylığının yanısıra dünya rüsvaylığına çarptırılacaklar. Allah-u Teâlâ’nın, meleklerin ve müminlerin laneti üzerlerine olacak, rahmet-i ilâhîden tardedilecekler.
“Bu dünyâ hayatında biz onların peşine bir lânet taktık. (Daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hem burada hem kıyamet gününde lânete uğratılırlar. Ne kötü yerdir onların götürüldükleri yer!” (Hud: 99)
Allah-u Teâlâ’nın hükmünü umursamayan, kendi zannını hüküm yerine koyanlar var ya! İşte bu Âyet-i kerime’lerde açıkça görülüyor ki Allah-u Teâlâ bunlardan nefret ediyor, lânet ediyor. Bu öyle bir lânettir ki, ahirette ne çirkin sıfat-ı hayvaniyede görünecekler, pek iğrenç bir halde teşhir edileceklerdir.
Sapıtıcı imamların çıkması Erbakan olsun, süleymancılık olsun, kaplancılık olsun, ondan sonra da narcılık olsun böylece din-i İslâm’ı bıraktılar, hududullahtan ayrıldılar, alenen Hazret-i Allah’a, Kelamullah’a ve Resulullah’a karşı geldiler.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Sizin için deccalden daha çok deccal olmayanlardan korkarım.”
“Onlar kimlerdir?”
“Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
İşte size tarif etmek istediğimiz bu imansız imamlar: Narcılar, Refahçılar, Süleymancılar, Kaplancılar, Sahte İsa, Sahte Mehdi, Sahte Dabbe, Edip Yüksel, Yaşar Nuri.
Neden deccalden daha şerliler? Bunlar ilkten müslüman gibi göründüler. Müslümanların kendi etraflarında toplandıklarını görünce dinlerini kurdular ve ilân ettiler. Onlara uyan ve tapan türemeler din-i İslâm’dan çıktılar. İmanları gidince hepsi kâfir oldular. O ise deccal alenen Allah’lık dâvâsında bulunacağı için hiçbir iman-ı kâmil olan kimse, imanını bırakıp kâfir olmaz. Zira imanı gidince herşey yapar. Fâizi helâl görür, Süleymancılar gibi. Küfrü hoş gösterir, Narcılar gibi. Dinini ilân eder Refahçılar gibi. Küfür diyarında kendisini halife ilân eder Kaplancılar gibi.
Artık iman gidince herşey yapılır. Fâiz, kumar, içki, fuhuş ve bütün kötü işler yapılır.
O zaman huzur bozulur. Pahalılık meydana gelir. Halk, Hazret-i Allah’tan ayrılınca, O’ndan koptuğu için halktan medet umar. Onun bunun peşine takılır. Hele ayak takımı başa geldiği zaman herbiri birer kaynar su tepesine döker ve yine yandım der yine de onu destekler. Neden; dinden imandan koptuğu için.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” (Müslim)
Zira bunlar yalancıdırlar. Böyle oldukları halde sûret-i haktan görünürler. Saptırıcı imam, müslümanların Hakk’tan ayrılarak sapıklığa, bâtıl yollara gitmelerine sebep olan kimsedir.
Diğer bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir.” (Münâvi)
Bu gibi kimselerin geleceğini, bu iş ve icraatları yapacaklarını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biliyordu ve ümmet-i muhteremesini uyandırıyor, şerlerinden sakındırıyordu.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah kimi saptırırsa artık onun için yol gösteren yoktur. Allah onları azgınlıkları içinde bırakır, bocalayıp dururlar.” (A’raf: 186)
Müslüman gibi görünen nankörler, hem yüce dinimize hem de güzel vatanımıza ihanet ederken, küfrü satın aldıklarını ve küfre hizmet ettiklerini görürsün, aynı zamanda aslını icra ederken bulursun.
Âyet-i kerime’de:
“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruluyor. (Mâide: 41)
Erbakan nefsini ilâh edinerek dinini ilân ettikten sonra İslâm’ı kendisine mâletmek ve kurduğu dinini İslâm’la süslemek, İslâm’mış gibi görünmek istemişse de kurduğu refah dininin her dalı kurudu ve dini de çürük idi. Zira kendisi çürük idi, dini de çürük.
Çünkü apaçık din kurdu. “Refah’tan başka İslâm yoktur.” dedi.
Allah-u Teâlâ 1400 küsür sene evvel kendi dinini ilân etmiş, Âyet-i kerime’sinde:
“Allah katında din İslâm’dır.” buyurmuştur. (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, o ise bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor ve böyle söylüyor. Bu sözü ile alenen Hazret-i Allah’a karşı geldiğini resmen ilân etti.
Diğer taraftan kendi dinini ayakta tutmak için: “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyerek, Allah-u Teâlâ’nın dinini patatese çevirdi. Kendi dinini yüceltmek için İslâm dinini küçülttükçe küçülttü.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i imran: 85)
Bu Âyet-i kerime onun bu beyanını çürüttü, reddetti.
Gerek din kurmakla, gerekse bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmekle bu adam Allahlık dâvâsı gütmüştür ve bu Âyet-i kerime’ler mucibince küfre kaymıştır. Çünkü bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfir olur. Bu böyledir, bunu katiyetle bilin.
On yerde ayrı ayrı küfre kaymıştır.
Kurduğu dinine neler mâletmek istedi?
1. “Refahtan başka İslâm yoktur.” dedi. Bu küfürdür.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
2. Kendi dinine girmeyenler hakkında: “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i imran: 85)
Ayakta dimdik duran din budur.
3. Allah-u Teâlâ’nın veli kulları hakkında: “Burada bir veli varmış! Refah’a hizmet mi etti de veli oldu?” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)
4. “Refahçı olmayanın Hacc’ı kabul olmaz.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Hacc’a gidip gelmeye gücü yeten herkesin Kâbe’yi ziyaret etmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir.” (Âl-i İmran: 97)
5. “Zekâtı bize vermezseniz kabul olmaz.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak fakirlelere, (zekât toplayan) memurlara, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlara, borçlulara, Allah yoluna ve yolcuya mahsustur. Allah bilendir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Tevbe: 60)
6. “Refahçı olmayanın nikâhı sahih olmaz.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Nikahınıza aldığınız kadınların mehirlerini bir hak olarak seve seve verin. Bununla beraber eğer mehirlerinin bir kısmını kendiliklerinden gönül hoşnutluğu ile size bağışlarlarsa onu da afiyetle yiyin.” (Nisâ: 4)
7. Yaptığı açıklamalarla; küfrünü ilân edip, Hazret-i Allah’a secde etmeyenleri, Hazret-i Kur’an’ı inkâr edenleri, İslâm’ı yaşamayıp, abdestle gusülle ilgisi olmayanları “Kardeş olarak kucaklıyoruz.” dedi.
Erbakan: “Aleviler bizim kardeşimizdir.” dediğine göre, meğer o da alevî imiş.
Şu Âyet-i kerime’ler ile onun bu sözünü çürüttük:
“Mü’minler kardeştirler.” (Hucurat: 10)
“Sizin dostunuz ancak Allah’tır, O’nun Peygamberi’dir. Bir de, Allah’ın emirlerine boyun eğerek namazlarını kılan, zekâtlarını veren müminlerdir.” (Mâide: 55)
8. Yahudi ve hıristiyanlarla müslümanların eşit olduğunu söyledi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
9. Ayrı bir parti kurarak bölücülük yapmış, Allah-u Teâlâ’nın hizbine karşı partisini ilân etmiştir.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu durumunu çürüttük:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücadele: 22)
10. Setir hakkındaki Âyet-i kerime’leri inkâr edip setrin kalkması için imza vermiştir.
Onun bu hareketinin ne kadar yanlış olduğunu şu Âyet-i kerime’lerle izah ve ispat ettik:
“Mümin kadınlara da söyle! Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet (yerlerini) açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan, (yüz ve eller) müstesnâdır. Baş örtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Onun bu hareketinin şu Âyet-i kerime’ler mucibince de ne büyük bir küfür olduğunu ortaya koyduk:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)
Önce O’nun indirdiğini reddetmekle küfür suçu işlemiştir. İkinci olarak O’nun hükümlerini çiğnemekle zulüm suçunu işlemiştir. Üçüncü olarak ise sapmakla fâsık olmuştur.
İlk din kuran Erbakan’dır. İlk para toplayan Erbakan’dır. İlk olarak müslümanları İslâm dininden kaydırıp kendi dinine sokan yine odur. İlk çığırı o açmıştır.
İkinci sapıtıcı süleymancılar ise resmen gazeteye kadar gittiler, onların dininde fâizin helâl olduğunu ilân ettiler.
Fâize çığır açtılar. Böylece fâiz kapılarını açtılar, imanı zayıf olanların hepsi o kapıdan dışarı çıktı. İlk defa fâizin helâl olduğunu onlar söylediler. Para, öşür ne varsa topladılar, böylece ilk çığırı açmış oldular.
Oysa fâizin azı da çoğu da İslâm dinine göre şiddetle haramdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
Onların Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilan etmelerinin mânâsı; Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyanda bulunmanın ifadesi demektir. Böyle bir durumda, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân edip büyük isyanda bulunanlara müslüman denir mi?
Halkın malını gasbettiler, halkı soydular, yoldular. Bunları hep İslâm dini namına yapıyorlardı ve din-i İslâm’ı böylece tahrip ediyorlardı. Bu hareketleri onların dinine göre idi. Ve fakat bunlar İslâm namına yapıyorlardı. Halbuki bunlar İslâm dininde yok.
Çeşitli kurnazlıklarla mallarını gasbediyorlardı.
Bu sapıtıcı nankörlerin halkı nasıl soyduklarını, yolduklarını, dinlerinin para olduğunu geçimlerinin dilencilik olduğunu ve halkı soyup yolduklarını biliyorsunuz.
Onlar doğru yolda olsalardı Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’si mucibince kimseden para dilenemezlerdi.
Halbuki Hazret-i Allah:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” buyuruyor. (Yâsin: 21)
O ise para toplayıp trilyonlarca lirayı fakirin hakkı olduğu halde binaya, lükse, süse harcamış, müslümanların yaptırdığı cami ve Kur’an kurslarını gasp etmişlerdir.
Birkaç çocuk âlet ederek, güyâ İslâm dinini öğretiyorlarmış gibi göstererek onlara Süleymancılık dinini aşılıyorlar. Hem talebelere yardım adı altında, onları âlet ederek zekât, öşür, fitre, kurban derisi... topluyorlar, hem de ayrıca talebelerden para alıyorlar. Halk da hâlâ onları müslüman zannediyor.
O kadar ileriye gittiler ki Âyet-i kerime’ler onların içyüzünü ortaya koyunca Hazret-i Allah ve Resul’üne harp ilân ederek din-i İslâm’dan çıkmakla kalmadılar. Hazret-i Allah’ı ve Kitabullah’ı şikayete kalktılar.
Böylece Hazret-i Allah’a dahi hasım kesildiler.
Adil-i Mutlak olan Hazret-i Allah’ı mahkemeye verip şikayet eden, Hâlık-ı Azimüşşan’ı mahlûkuna dâvâ eden, Kelâmullah’ın haklarında verdiği hükmü inkâr edip beğenmeyen, Âyet-i kerime’leri numara numara mahkemeye veren, kıpkızıl küfre kayan Süleymancılar, fâizi helâl ilân ettikleri gibi, din-i İslâm’ın haklarında verdiği hükme, itiraz ve inkâr ettiler. Hazret-i Allah ve Resulü’ne alenen harp ilân ettiler.
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
Hazret-i Allah’ın haklarında verdiği hükümden o kadar rahatsız oldular ki, Hâlik-ı Azimüşşan’ı mahlukuna, Adil-i Mutlak olan Hazret-i Allah’ı mahkemeye dahi şikâyet ettiler.
Çünkü onlar, Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmedikleri gibi, Kelâmullah’a da iman etmedikleri için mahkemeye verip şikayet ediyorlar.
“Yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur.” (A’raf: 54)
Hiçbir mahlukun ve hiçbir topluluğun hükmü yoktur.
Âyet-i kerime’de:
“Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah’a mahsustur. İşte benim Rabbim olan Allah budur. Ben ancak O’na güvenirim ve yalnız O’na sığınırım.” buyuruluyor. (Şûrâ: 10)
Bütün insanlar, cinler, hatta melekler dahi Allah-u Teâlâ’nın bir tek Âyet-i kerime’sini inkâr edip karşı çıksalar hepsi kâfir olurlar.
Bunlar ise; Allah-u Teâlâ’ya, Resulullah Aleyhisselâm’a, Kelâmullah’a iman etmedikleri gibi, mahkemeye verip şikâyet ettiklerinden, Âyet-i kerime’leri ve Hadis-i şerif’leri inkâr ettiklerinden, daha büyük küfür ehli dirler ve hatta kıpkızıl küfrünü ilân etmişlerdir.
•
Kemal Kacar’ın süleymancılık dinine mâlettiği hususlar:
1. Kemal Kacar “Fâiz helâldir” diyerek, kendi dinine göre hüküm vermiştir.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın.” (Bakara: 278)
Allah-u Teâlâ müminlerin iman etmiş olabilmeleri için fâizi terk etmelerini şart koşuyor ve imanı fâizi bırakmaya bağlıyor. Allah’tan korkup da arta kalan faizden vazgeçmedikleri takdirde imanla alâkaları kalmıyor. Onlar her ne kadar mümin olduklarını iddiâ etseler de mümin değildirler. Allah-u Teâlâ’nın beyanı, şüphe bırakmayacak şekilde açıktır ve katidir.
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
Onların Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilan etmelerinin mânâsı; Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyanda bulunmanın ifadesi demektir. Böyle bir durumda, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilan edip büyük isyanda bulunanlara müslüman denir mi?
2. Kemal Kacar Süleymancılık dinini ilân etmiş, İslâm’da bölücülük yapmış, İslâm’ın dışına çıkmıştır.
Şu Âyet-i kerime ile Allah-u Teâlâ’nın dininde ayrılık, senlik-benlik olmadığını beyan ettik:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Hadis-i şerif’te ise:
“Ayrılık yapan bizden değildir.” buyuruluyor. (Münâvî)
3. Para toplayıp trilyonlarca lirayı fakirin hakkı olduğu halde süse, lükse harcamış, müslümanların yaptırdığı cami ve Kur’an kurslarını gasp etmiştir.
Şu Âyet-i kerime ile dilenmenin, para toplamanın Allah-u Teâlâ’nın dininde yasak olduğunu beyan ettik:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Kaplancılara gelince; küfür diyarında İslâm hilafeti ilân etti. Küfre hizmet etmek için, İslâm dinini tahrif ve tahrip etmek için o derece alçaldı ki bu alçak, Türk bayrağına paçavra diyecek kadar aşağılandı ve alçaldı. Çünkü küffardan para alıyor, desteğini oradan görüyor, İslâm dinini yıkmak için çalışıyor. Ve bu nankörler Hazret-i Allah’a hasım kesiliyor ve nefsini ilâh ediniyorlar.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzünü şöyle vasıflandırıyor:
“Heva ve hevesini ilâh edinen, Allah’ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Nihayet öyle bir zelil duruma düştüler ki şeytanın maskarası, halkın oyuncağı oldular.
Cemalettin Kaplan ve oğlunun ilân ettikleri dinlerine mâlettiği hususlar:
1. Cemalettin Kaplan ve oğlu ecnebi memleketinde halifeliğini ilân edip kendi kurdukları dininin icraatları ile tefrika çıkardılar.
Şu Âyet-i kerime ile onların bu icraatlarını çürüttük:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
2. Sözde halife Kaplan ve oğlu İslâm diyarından küfür diyarına sığınmış ve âit oldukları yerde kendi dinlerini yaymaya çalışıyorlar.
Şu Âyet-i kerime ile küfür diyarı olan Mekke’den İslâm diyarı olan Medine’ye hicretin emredildiğini ispat edip icraatını çürüttük:
“Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan hiç birini dost edinmeyin.” (Nisâ: 89)
Resulullah Aleyhisselâm küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmeyen müslümanlardan uzak olduğunu beyan buyurmuştur.
“Ben müşriklerin arasında ikâmet eden müslümanlardan uzağım.” (Ebu Dâvud)
Kaplan ve oğlu ise İslâm diyarından küfür diyarına sığınmışlar ve orada icraatlarına devam ediyorlar.
3. Cemalettin Kaplan saf ve temiz müslümanlardan çok yüklü paralar toplayıp ölümünden sonra bu paraları oğluna bıraktı.
Şu Âyet-i kerime ile bu icraatı çürüttük.
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
4. Cemalettin Kaplan “En büyük benim.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsrâ: 37)
5. Kaplan “Oniki ilmi yalnız ben bilirim.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Kaplancıların kıyafetlerine bak İslâm zannedersin, icraatlarına bak ikrah edersin.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar.” (Münâfikun: 4)
Bir hıristiyan dahi dinine ve vatanına bu kadar düşmanlık ve hâinlik yapamaz. Bunun içindir ki bunlar gökkubbe altında insanların en şerlileridirler.
Bu ilâhi emir ve hükümlere karşı maskeleri sıyrıldı. Asıl hüviyetleri ortaya çıktı. Görebilen apaşikâr gördü ki bunlar hıristiyandan da deccalden de daha büyük İslâm ve vatan düşmanıdırlar.
Artık bunları tanı, uyan! Hazret-i Allah ve Resul’üne yönel ve imanını kurtar. Zira bunlar imansız imam, kâfir önder ve liderlerdir. İlâhî hükümlere bak, müslüman isen kurtulmaya bak!
İlâh edindikleri adam narcıların kalbine öyle bir küfür tohumu ekti ki küfürde dondu kaldılar.
Sûret-i hak’tan görünüp vaaz ve nasihatlarında İslâm’mış gibi hararetli konuşmalar yaptılar ve müslümanları tahrik ederek öylesine paralar topladılar ki, ne para bıraktılar, ne araba bıraktılar, hepsini ellerinden aldılar.
Hududullah’tan ayrılmaları önce bu icraatları ile oldu.
Zira Allah-u Teâlâ bu haramı yasaklamıştı.
Âyet-i kerime’de:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” buyuruluyor. (Yâsin: 21)
Bir de bu hareketi İslâm namına yapınca, gadabullahı celbettiler.
Bu para toplamalar, müslümanları soymalar, yolmalar o kadar büyüdü ki artık paraları koyabilmek için banka kurdular.
Böylece Hazret-i Allah’a alenen harp ilân ettiler.
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
Bu sapıtıcı imam buradan da sapmıştı. Sapış yerleri buradan da belli idi.
Paraları soyduktan ve yolduktan sonra şöhret ve iftar sofralarında haram-helâl gözetmeden milyarları savuruyorlar.
“Tesettür teferruattır” demesiyle emr-i ilâhi’yi bir taraftan inkâr ediyor diğer taraftan nefsinin arzusunu ilâh edinerek ilâh’lık dâvâsını ilân ediyor.
İşte bu sapıtıcı kâfiri buradan da mı tanımadın?
Müslümanlar Hakk’a yakın olanı iftara çağırırlar, bunlar ise açık saçıkları oruç tutmayanları iftara çağırıyorlar. Bir nevi İslâm ile alay ediyorlar.
Bu da yetmiyormuş gibi nihayet dinini ilân etti. Papazlarla anlaştılar, papazları resmen hazret kabul etti, papalık adına hoşgörü ve diyalog toplantıları tertiplediler ve küfrün hoş görülmesi için iman ve küfür berzahının kaldırılması için çalıştılar. Tevhid inancını, İslâm’ın iman ve İslâm esaslarını bırakıp küfre “kardeşimiz” dediler.
Alenen Hazret-i Allah’a karşı gelip, küfrü hoş gördüler, hoşgörüyü ilân ettiler ve bütün müslümanları kötü olmaya dâvet ettiler.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı yasaklamış ve Âyet-i kerime’sinde:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyurmuştur. (Mâide: 51)
Böylece cami ocağından papa ve papazların kucağına düştü. Papazları ilâh edindiler, küfürle övündüler ve şerefi küfürde aradılar.
Son dört-beş yıldır küfrün hoş görülmesi toplantıları yaptılar, Vatikan’a kadar gidip Papa’ya bağlılıklarını bildirdiler, geçtiğimiz Nisan ayında ise Urfa’ya hıristiyan papa ve papazları ile yahudi hahamlarını dâvet ederek İbrahim Aleyhisselâm’ı dahi emellerine alet ettiler, küfürle kardeş olduklarını resmen ilân ettiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Birbirine hasım iki zümre.” buyuruyor. (Hacc: 19)
Bu iman ve küfür berzahıdır, hakikat ile dalâlet berzahıdır. Tevhid ve şirk mücadelesidir.
Zira diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 256)
Bunlar ise iman ile küfrü karıştırmak istediler. Küfrü hoş gösterdiler ve tevhidi bırakıp şirki tercih ettiler. Allah-u Teâlâ’nın hududullah’ını kaldırmaya kalktılar. Allah-u Teâlâ böyle buyuruyorken onlar küfrün hoş görülmesi için çalışıyorlar.
Papanın ilân ettiği “Kurtarıcı misyon” isimli genelgesi “Dinlerarası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.” şeklinde iken bunların kime hizmet ettiklerini anlamayan, gözlerini açıp bu oyunu sezemeyen müslümanlara ne demeli?
Dinini ilân edip, papazı “Hazret” kabul eden, papanın kucağına giden, onun maksad ve gayesinin hedefe ulaşması, müslümanların hıristiyanlaşması için çalışan, din-i İslâm’a ve güzel vatana en büyük ihanette bulunan nankörlere siz hâlâ müslüman mı diyeceksiniz?
•
Bakın!
Sûret-i hakktan görünen bu münafık kimin uşağı imiş, kimlere hizmet ediyormuş?
İslâm gibi göründü, din-i İslâm’ı ve güzel vatanımızı kimlere peşkeş çekmek istedi?
Bunca müslümanı kâfir yaptıktan sonra aslını, asaletini ortaya koydu ve küfür diyarına sığındı.
Bu hâin ve nankör, bu münafık, buradaki müslümanları soyduktan ve yolduktan sonra o paraları bakın nerelerde harcıyor?
Vâiz kürsülerinde müslümanların merhametini celp etmek için gözyaşı döken, “dünyalık bir evimden başka hiçbir şeyim yok” diyen münafığı artık şimdi tanıdınız mı?
Oysa size Âyet-i kerime’lerle hakikatı izah ediyorduk.
“Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyetin yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’ini her fırsatta arzediyorduk.
Hakk sözü dinlemeyenin âkıbeti nasıl oldu? Hem dinden imandan oldu, dünyalığından oldu, hem de ahirette cehennemde onlarla beraber oldu.
Allah-u Teâlâ kıyamet günü müminlerin durumunu açıkladıktan sonra, münâfıkların durumunu açıklayarak şöyle buyurdu:
“O gün ki, erkek münâfıklarla kadın münâfıklar, iman edenlere: ‘Bize bakınız, nurunuzdan alalım!’ diyeceklerdir.” (Hadid: 13)
Müminler nurlar içinde muradlarına ererken, münâfıklar karanlıklar içinde kalacaklardır.
“Onlara: ‘Dönün ardınıza da bir nur arayın!’ denilir.” (Hadid: 13)
Siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeye sebep arardınız. Şimdi dönebilirseniz dönün dünyaya da bir nur arayın. Şimdi burada size bakacak yoktur.
Müminler onların hep iyiliklerini istedikleri halde, her vesile ile Hakk’a dâvet edip, dalâletten kurtarmak istedikleri halde; onlar müminlerin inançlarıyla, ibadetleriyle hep alay etmişler, alaya eğlenceye almışlardı, şimdi ise alay etme sırası müminlere geldi.
“Nihayet onların arasına, içinde rahmet, dışında azap bulunan kapalı bir sur çekilir.” (Hadid: 13)
Kıyamet gününde müminlerle münâfıkların arasını ayırmak için bir sur konulur. Müminler oraya varınca kapısından girerler, kapı kapanır ve münâfıklar surun arkasında karanlık ve azap içinde kalırlar.
“Münâfıklar müminlere: ‘Biz sizinle beraber değil miydik?’ diye seslenirler. Müminler de derler ki: ‘Evet amma, siz kendinizi aldattınız, bize pusu kurdunuz, şüpheye düştünüz, kuruntu sizi aldattı. O çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah’ın emri gelip çattı.’” (Hadid: 14)
Bunlar hakikaten iman etmedikleri gibi, hiçbir zaman da müminlerle beraber olmadılar. Nurdan tiksindiler, zulmeti tercih ettiler, dalâlette kaldılar.
“Bugün artık sizden de inkâr edenlerden de fidye kabul edilmez.
Varacağınız yer ateştir. O sizin yardımcınızdır. O ne kötü bir dönüş yeridir.” (Hadid: 15)
Küfür ve nifakın cezası işte böyle müebbettir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur.” (Nur: 40)
“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır.” (Âl-i imran: 106)
Narcılık dinine neler mâletmek istedi?
1. “Tesettür teferruattır” diyerek kendi zannı ile beyanat verdi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Resulüm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nur: 31)
Allah-u Teâlâ din-i İslâm’ında setri, örtünmeyi kesin şart koymuş, farz kılmıştır.
2. Fethullah Gülen hıristiyan papazları, yahudi hahamları ile hoşgörü toplantıları yaparak; “Keşke her köşeye bir hoşgörü vakfı kursak da herkes hoşgörü soluklasa.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar, sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’si ile yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı yasaklamış, onları dost edinenin onlardan olduğunu beyan etmiştir.
3. “Kimse kimseye inancından dolayı ithamda bulunmayacak, kimse kimseye dininden ya da dinsizliğinden dolayı taanda bulunmayacak.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür.” (Tevbe: 73)
4. Hazret-i Allah’ın, Resulleri arasında vahiy elçisi olan Cebrail Aleyhisselâm hakkında; “Gökyüzünden inse, parti kursa, kusura bakma ben senin partine girmem desteklemem derim.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)’dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)’dir.” (Mücadele: 22)
Bu Âyet-i kerime’yi Allah-u Teâlâ’nın emriyle getiren Cebrâil Aleyhisselâm’dır. Bu Âyet-i kerime’sinde “Ülâike hizbullah” = “Bu benim ve Resulümün partisidir.” diye ilân etti. Onun girmem dediği parti işte budur.
5. Fethullah Gülen necip tarikatlara dil uzatarak; “Tarikatlar bir dönemdeki misyonunu eda etmişlerdir. Zaman böyle fert zamanı değil, cemiyet zamanıdır.” dedi.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“İyi bilin ki Allah’ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus: 62)
6. “Kadından idareci olmasının hiçbir sakıncası yoktur.” diyerek Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e ve Hazret-i Allah’a karşı gelmiştir.
Şu Âyet-i kerime ile onun bu sözünü çürüttük:
“Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının.” (Haşr: 7)
Binaenaleyh Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Mukadderatını bir kadının eline veren millet felah bulmaz.” buyuruyor. (Buhari, Tirmizi)
7. Gerek himmet geceleri, gerek iftar ziyafetleri ile trilyonlarca lira para toplayıp Hazret-i Allah’ın emrine karşı geliyor.
Şu Âyet-i kerime ile onların bu icraatlarını çürüttük:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime’sinde Cenâb-ı Hakk para toplayanların doğru yolda olmadığını beyan ediyor.
8. Onların ise dini ayrıdır, kitabı ayrıdır, bütün beyanatları, icraatları kurdukları narcılık dinine göredir.
Şu Âyet-i kerime ile onların narcılık dinini çürüttük:
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan din veya kitapla sevinmektedir.” (Müminun: 53)
Cenâb-ı Hakk inananları bir tek ümmet kabul ediyor ve teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor.
Bediüzzaman Hazretleri bu münafıkları Allah-u Teâlâ’nın izniyle gördü, bildi ve söyledi. Söylediklerini size beyan edeyim.
Fakat ilâhi takdirin önüne kimse geçemez. Çünkü imtihan sahnesindeyiz. Herkes imtihanını verecek ve gideceği yere gidecek.
“Bana ızdırap veren, yalnız İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi. Onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt gövdenin içine girdi, şimdi mukavemet güçleşti. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü düşmanı sezemez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse iman kalesi tehlikededir. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın maruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye vaktim bile yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate maruz kalsam da iman kalesinin istikbâli selâmet olsa.” (Bediüzzaman Said Nursi: Eşref Edip; sh. 16)
Uyan be kardeş! Bu feryat senin içindir. Senin imanın için feryat ediyor. Dost ve düşmanını tanı artık! Koyun postuna bürünen kurtlardan sakın artık!
Bu mübarek zât nasıl da bu münafıklıkları görmüş ve ne kadar üzülmüş. Artık bu feryadın karşısında uyanmanız lâzım.
Uyan be kardeş! Düşmanını tanı! Bunlar daha evvel de kazancınızı aldılar, kanlarınızı emdiler, sizi imanınızdan ettiler.
Bir bak, ipin ucu kimin elinde! Küfür diyarından kumanda ediyor, küffara yaranmak için peşkeş çekiyor. Din-i İslâm’dan ve güzel vatanımızdan seni mahrum etmek için çalışıyor.
Dinini, imanını, güzel vatanını kurtarman için; bombasını keşfet artık ve başına patlat.
Aslında her bölücü din-i İslâm’a düşmandır. İmanın kâmil ise, düşmanını dost eyleme.
Deccal’den daha beter ve daha tehlikeli olan münafıkları bil artık!
İçten türediler, kurt gibi iman gövdesini kemiriyorlar. Eğer harekete geçmezsen; mânen istilaya uğrarsın, nedametin çok olur, hem vatanın, hem de imanın elden gider.
Şu dostluklarına bir bak! Vatana ihanetlerini gör ve bil artık! Düşmanını içeride ara. Bunlar dışarıdakinden daha tehlikeli.
Sırası gelmişken size iki mucize Hadis-i şerif arzedeceğiz.
Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir mucize olarak Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Sizin için Deccal’den daha çok deccal olmayanlardan korkarım.”
“- Onlar kimlerdir?”
“Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Deccal’den daha beter olan bu sapıtıcı imamları Allah-u Teâlâ’nın bildirmesi ile bildi ve 1400 sene sonra olacak hadiseleri mucize olarak haber verdi. İslâm dinine ne kadar büyük tahribat yapacaklarını tarif buyurdu.
O 1400 sene evvel gördü ve buyurdu, şimdi de biz görüyoruz.
Niçin Deccal’den daha korkunç ve tehlikelidir bu imamlar?
Deccal resmen Deccal olarak çıkacak. İşaretleri bellidir, doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile çıkacak. Bir gözü kör olacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman ulemâsı olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler. İslâm önderi, kurtarıcısı gibi göründüler, İslâm’ın icaplarını yapmaya başladılar. Böylece saf ve temiz müslümanları saflarına aldılar, halk büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Sonra lüzumlu olan maddeyi elde edince ve etraflarında kalabalıkları görünce, kendilerinde bir güç gördüler ve dinlerini ilân ettiler, ilâh kesildiler.
“İslâm’a hizmet edeceğiz” diye müslümanları yoldular, soydular. Hem imanlarını hem maddelerini aldılar. Elindeki parasını, parası yoksa arabasını, arabası yoksa evini aldılar. Yanında parası olmayanı mahçup etmek suretiyle senet imzalattırdılar, bu senetleri günü gelince ödeyemeyenleri icraya verdiler. Evini, arabasını ve arsasını dahi elinden alarak tahsil ettiler. Yani halkı kaz yerine koydular. Şimdi de en lüks hayat içinde yaşıyorlar. Müminleri aldatmak ve soymak işini onlar cihad sayıyorlar. Fakirin lokmasını ağzından aldılar, müslümanlara yaptıkları eziyetten dolayı da iftihar ediyorlar.
İslâm gibi görünerek bu soygunlarını İslâm namına yaptıkları için bu bir yalancılıktır.
İslâm gibi görünmeleri riyâkarlıktır.
Topladıklarını hayıra sarfedecekleri yerde şerre harcadıkları için emanete hiyanetlik yaptılar, bu ise münafıklıktır.
Ve o paralarla din-i İslâm’ın yıkılması için bütün güçleriyle çalışıyorlar.
Dolayısıyle Hazret-i Allah’ın, meleklerin ve bütün müslümanların lânetini, nefretini kazandılar.
Yüzlerce, binlerce, milyonlarca müslümanı etraflarına topladılar, onları kendi asliyeti olan küfre çektiler ve küfürlerini ilân ettiler. Bankalar kurdular, İslâm’ın haram kıldığı hükümleri helâl diye ilân ettiler. Böylece halkı imandan alarak yavaş yavaş küfre kaydırdılar, hepsini kâfir yaptılar.
İşte bunu Deccal yapamaz. Deccal’den daha beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu.
Deccal bunların yaptığını yapamaz. Çünkü bunlar münafık olduğu için İslâm gibi görünüyorlar. Deccal ise doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
•
İkinci bir Hadis-i şerif’lerinde yine mucize olarak şöyle buyuruyorlar:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar. Fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır). Nitekim onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir.
İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mucize Hadis-i şerif’lerinde “İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır, hayvan gibidir, hayvandan da aşağıdır.” buyuruyor.
Bunların iç durumu budur. Bunların üzerinde durmayın, irşada kalkmayın.
Binaenaleyh bu gibi güruhu irşad ve ikaza kalkmanız, hayvana birşey söylemek gibi olacağından bu gibi güruh ile muhatab olmamanızı tavsiye ederim.
Bu güruhu bırakın, siz ümmet-i Muhammedi irşada bakın...
Niçin hayvandan daha kötüdür bunlar?
Allah-u Teâlâ Rahman ism-i şerif’i mucibince itaat eden kullarına da isyan eden kullarına da sayısız nimetler bahşeder. Yeri, göğü ve içindekileri insanoğluna musahhar kılmıştır. Mümin de, kâfir de bütün bu nimetlerden istifade ediyor.
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde, yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir.
“Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsrâ: 44)
Her hayvanın, her kuşun tesbihi ayrıdır, yaratanını bilir, tesbihini yapar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Göklerde ve yerde bulunanlarla, dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmez misin?” (Nur: 41)
Münafık, nankör ve câhil insana gelince;
O nefsine zulmetti,
“İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Âyet-i kerime’si mucibince Yaratan’a, Peygamber’ine, dinine hasım kesildi. İslâm’dan çıktı, küfre saptı, yandaşlarının da kâfir olmasını istediler.
Kitap okuyorlardı, onu da inkâr ettiler. Yolunda gidiyor gibi görünüyorlardı, ondan da saptılar.
İşte bundan ötürü hayvandan elli derece daha aşağıya düştüler.
Çünkü hayvan, hayvan olarak yaratılmış, fakat hayvanat da nebâtat da, cemâdat da Yaratan’ını biliyor, tesbihini yapıyor.
Onlar ise insan olarak yaratıldıkları halde Yaratan’a hasım kesildiler, din-i İslâm’dan çıktılar, kâfir oldular.
Niyetleri bozuk olduğundan ötürü Hazret-i Kur’an boğazlarından öteye geçmedi. İçlerine iman yerleşmediği için, boş oldukları için boşluğa düşüverdiler.
Eğer sıdk ile şehadet getirselerdi, bu şekilde küfür batağına batmazlardı. Hazret-i Allah’ın, meleklerin, peygamberlerin ve bütün müminlerin lânetini kazanmazlardı.
Şimdi herkes bunları nefretle seyrediyor ve âkıbetlerini bekliyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mucize Hadis-i şerif’inde onların dinden çıkacaklarını, bir daha da dönemeyeceklerini haber veriyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar artık dönmezler.” (Bakara: 18)
Hayırlı hiçbir şeye kulak vermezler, kendilerine fayda verecek şeyleri söylemezler, basiretleri kördür, Hakk ve hakikatı görmek istemezler, hidayet yoluna dönmezler.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler.” (Enfâl: 55)
Gerek Âyet-i kerime’ler, gerekse Hadis-i şerif’ler onları bu şekilde belirtiyor. Biz de bu ilâhi hükümlere bakarak bunların içyüzlerini çok rahat bilmiş ve görmüş oluyoruz ve müminleri uyandırıyoruz.
•
Uyan be kardeş! Kardeş zannettiğin kâfirle dost olma. Eğer dost olursan Allah-u Teâlâ’nın dostluğunu kaybetmiş olursun.
Bu iki Hadis-i şerif’i mucize olarak gösteriyorum. Bu noktaya dikkat ederseniz esrarı çözmüş olursunuz.
Bu ajanlar ve bu sapıtıcılar İslâm’mış gibi göründüler. Kürsülerde İslâm’ın iyiliğinden, küfrün kötülüğünden bahsettiler. Bu mülkün sahibi olan Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerinden uzun uzadıya söz ettiler. İslâm dinine göre talebe yetiştiriyorlardı. Zira Bediüzzaman Hazretleri’nin izinde idiler. O büyük velinin feyiz ve bereketi ile talebeleri bir müddet böylece devam etti. Teheccüd namazı dahi kılıyorlardı.
Deccal’den daha beter olan imamlar ise henüz asliyetini ortaya koymamışlardı.
Onlar İslâm’mış gibi göründüler, halkı bu perde altında soymaya başladılar. İslâm’dan ilk ayrılışları böyle oldu.
Zira Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Onlar ise tasavvurun haricinde halkı soydular, yoldular, kanlarını emdiler, evlerini arabalarını ellerinden aldılar ve böylece yavaş yavaş asliyetlerini ortaya koymaya başladılar. Sonra da alenen küfürlerini ortaya koydular.
Nurdan nâra döndüler, isim değiştirdiler. Şimdiye kadar nurcuların ismi Bediüzzaman Hazretleri’nin ismi ise de, küfrünü ilân edince narcılar ismini aldılar. Ve narcıları imandan ettiler. Küfrü hoş göstererek onların hepsini küfür batağına düşürdüler.
•
Nurcu müslümanlar ise o zâtın izini takip edip sünnet-i seniyye rayları üzerinde giden, iman-küfür berzahını bilenlerdir.
Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri’nin bu hususta şöyle bir beyanı var:
“Ey hitabet-i umumiye sıfatı ile, gazete lisanıyla konferans veren muharrir (yazar)! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye (İslâm’ın sembolü olan hususlara) zıd ve muhalif olan herzeler (saçmalıklar) ile İslâmiyeti lekelendirmeğe katiyyen hakkın yoktur.
Seni kim tevkil etmiştir (vekil kılmıştır)? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll (hak yoldan sapmış) zannetme.
Dalâletini (sapıklığını) kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mümininin (müminlerin ekserisinin) kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete (ümmetin haklarına) tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı (kanuni ruhsat verilmediği) halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!..” (Mesnevî-i Nuriye sh: 89)
Biz bunlara narcı diyoruz, nurcu demiyoruz. Narcı başka, nurcu başka.
NURCULAR O BÜYÜK ZEVÂT-I KİRAM’IN İZİNDEN YÜRÜYEN, NURU TAKİP EDEN, ALLAH-U TEÂLÂ’NIN NURUNU YAYMAYA ÇALIŞANLARDIR.
NARCILAR İSE MÜNAFIKTIR, KÜFÜR İZİNİ TAKİP EDERLER, KÜFRÜ YAYMAYA ÇALIŞIRLAR. BUNLAR BİR TUTULMASIN VE BİR SANILMASIN.
Geçtiğimiz Mayıs ayında çıkan 80.sayı dergimizde şu Âyet-i kerime’lerle narcıların tertiplerinin önüne geçildi. Sihirleri bozuldu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır. Kim Tağut’u inkâr edip de Allah’a iman ederse muhakkak ki o kopması mümkün olmayan en sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara: 256)
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
“İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Fakat o Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi.” (Âl-i imran: 67)
Bu Âyet-i kerime’ler narcıların sihirlerini bozdu attı, küfre kaydıkları meydanda kaldı.
İlâh edindikleri adam narcıların kalbine öyle bir küfür tohumu ekti ki küfürde dondu kaldılar.
•
Haziran ayı 81. sayımızda ise şu Âyet-i kerime’lerle münafıkların tertip ve tezahüratlarının önüne geçildi, şu Âyet-i kerime’lerle belirtildi.
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücadele: 22)
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
İsâ Aleyhisselâm da, Ashâb-ı Kehf de ne Yahudi ne de Hıristiyandı. Allah’ı Bir Tanıyan Dosdoğru Bir Müslümandı.
Bu ilâhi emirlere bir bak, bir de münafıkların tertip ve tezahüratlarına bir bak!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Akla şöyle bir soru geliyor: Sizin bu haham ve papazları Urfa’ya sonra da Tarsus’a çekmekteki gayeniz ne idi? Onları niçin dâvet ettiniz?
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz krallara mektup yazıp onları İslâm’a dâvet ediyordu. Siz ise haham ve papazları İslâm’a dâvet etmek için mi çağırdınız, yoksa kâfir olduğunuza dâir onları şâhit tutmak için mi çağırdınız? Bu soruya cevap lâzımdır.
Dikkat edilirse Âyet-i kerime’lerde kesinlik var.
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
“İki hasım zümre.” (Hacc: 19)
Bunun içindir ki ya iman, ya da küfür.
Allah-u Teâlâ hükmünü vermiş, mahlûkun arzusuna bırakmamıştır.
Bilindiği üzere bir önderin başkanlığı altında cihad yapmanın dinimizce çok mühim bir yeri vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hak ile bâtıl arasındaki mücadelenin kıyamete kadar sürüp gideceğini haber vermiştir.
Allah-u Teâlâ müminlere cihadı emretmiş ve Âyet-i kerime’sinde:
“Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin.” buyurmuştur. (Hacc: 78)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Cihad etmeniz size farzdır.” (Ebu Davud: 2533)
Çünkü müslümanların iç ve dış düşmanlarına karşı koyabilmeleri için tesanüde, birliğe ve beraberliğe ihtiyaçları vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran.” (Tevbe: 73)
Bu ilâhi emir Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize ait olduğu gibi, ulül-emre de aittir.
Bu Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; “Cihad etmek” kelimesi “Savaşmak” kelimesinden daha geniş muhtevalı ve daha şümullüdür. Zira münafıklar gizli kâfir oldukları için diğer açık kâfirler gibi savaş şeklinde bir cihad söz konusu değildir.
Münafıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, iki yüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
Nifaklarını ortaya koydukları takdirde, onlara karşı da kılıçla cihad edilmesi gerekir.
Âyet-i kerime’de:
“Karşı gelen kesim ile Allah’ın emrine (hükümlerine) dönünceye kadar savaşınız.” buyuruluyor. (Hucurat: 9)
Çünkü münafıklar:
“İslâm’dan sonra küfre saptılar.” (Tevbe: 74)
Bunun içindir ki müslümanların kâfirlerle ve münafıklarla güçlerinin yettiği nisbette cihad etmeleri gerekmektedir. Eğer iman etmişlerse.
Gerçekten de cihad kılıçla, dille, yazı veya yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne şekilde olursa olsun cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak demektir. Savaş ise cihadın sadece bir çeşididir.
Kâfir olanlar alenen, münafık olanlar sinsice, din kurucu imansız imamlar ise kurdukları dinlerini ayakta tutmak için, İslâm dinini yok etmek için bütün güçleri ile çalışıyorlar.
Bunlar nefsini ilâh edinen ve Hazret-i Allah’a hasım kesilenlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu ümmetin yetmişüç fırkaya ayrılacağını, yetmişikisinin cehennemlik olduğunu beyan buyurmuştur.
O bir fırkaya gelince, o fırka kıyamete kadar devam edecektir.
Onlara muhalefet edenler hiçbir zarar veremeyeceklerdir, bilâkis imanlarının artmasına, Allah-u Teâlâ’ya sığınmalarına ve yaklaşmalarına vesile olurlar.
Bu mülkün sahibi mahlukunu imtihan etmek için sahneye gönderdi. Dilediğine dilediği kadar fırsat veriyor. Fakat zamanı gelince hepsinin ruhsatını alacak ve imtihana çekecek.
Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilenlere gelince;
“İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Hazret-i Allah’ın Din-i mübin’i olan İslâm’ı; menfaatlerine, gaye ve maksatlarına âlet ederek, İslâm’ın ulvî hükümlerini kendi çıkarları doğrultusunda bozmaya, değiştirmeye, yozlaştırmaya çalıştılar.
Bunları Allah-u Teâlâ bir damla kerih sudan yarattı, güzel bir biçim verdi, suret verdi. İmtihan için de sahneye gönderdi.
Hiç şüphe yok ki Bediüzzaman Hazretleri Allah-u Teâlâ’nın veli kullarından idi. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın bildirmesi ile, göstermesi ile bunların bu hareketini çok evvel bildi ve ümmet-i İslâmiyet’e bunları bildirmek ve asıllarını göstermek, içyüzlerini ortaya koymak istedi.
Uyan be kardeş!
Dinini söndürmeye, vatanından seni sürmeye çalışıyor, küffara peşkeş çekiyor.
•
Ve bu övülmüş siyah bayraklılar neler yaptılar? Bu fitnenin üzerine nasıl gittiler?
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Sizin hazinenizin yanında, hepsi de bir halifenin oğulları olan üç kişi öldürülür ve bu hazine hiç birisine nasip olmaz.
Sonra Doğu tarafından siyah bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş yaparlar ve ardından Allah’ın halifesi Mehdi gelir.
Siz onun ismini işittiğinizde kar üzerinde sürünerek de olsa ona gelin ve ona biat ediniz. Çünkü o, Allah’ın halifesi Mehdi’dir.” (Hakîm)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tarif buyurduğu bu övülmüş bayraklıların cihadı, “Cihad-ı Ekber”dir. Çünkü bu bayraklılar gerek Türkiye’de gerek ecnebi devletlerde fitnelerle, bölücülerle mücadele ediyorlar.
Türkiye’deki durumu sayayım:
Hıristiyan papa ve papazlarla, yahudi hahamlarla bir araya gelip küfrün hoş görülmesi toplantıları tertiplemelerinden ve bunu İbrahim Aleyhisselâm’ı ve daha sonra da gerek İsa Aleyhisselâm’ı ve gerek Ashâb-ı Kehf’i alet etmelerinden sonra bu dergilerle Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle iman-küfür berzahı konuldu ve hakikat ile dalâlet ayrıldı.
Bu toplantıların hemen akabinde Urfa, Antep, Maraş, Tarsus, Samsun, Trabzon ve Karadeniz sahilleri, Erzurum, Erzincan, Kayseri ve bütün o civar memleketler, Isparta, Aydın ve Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa ve bütün civar şehirlerine bu bayraklılar bu nûru götürdüler, bu nârı ve fitnesini söndürmek için...
Ecnebi devletlere gelince: Amerika, İngiltere, Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Finlandiya’ya kadar bütün memleketler.
Bu hakikat nurunu bu övülmüş mücahidler götürdü ve bu küfür, dalâlet fitnesini söndürdüler.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Mürselât sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!” (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O’nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O’nun emri ile hareket eder. Zira yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime’de geçen “Gönderilenler”den murad; hayır ile müjdeci peşpeşe gönderilen melekler, “Lâ ilâhe illâllah” ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Onların vekillerinden murad ise kibâr-ı evliyâullah’tan olan mürşid-i kâmillerdir, başkasına şâmil değildir.
“Estikçe eserek (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!” (Mürselât: 2)
Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgarlar gibi, din-i mübine gönül veren mücahidler de şiddetle eserler, zararları ve zararlıları savurup atarlar. Bunlar da gönderilenlerdir, vazifeleri de budur.
Bunlara bir nevi akıncı denir. Osmanlı ordusunun akıncı kuvvetleri vardı, gittikleri yerlerde Din-i mübin’i neşrederlerdi. Bunlar da iman kurtarma akıncısıdırlar. Günümüzdeki iman kurtarıcısı akıncılar da bu tebşirâta girmektedirler.
•
“(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!” (Mürselât: 3)
Hakikat Cenâb-ı Hakk’ı tarif eder, ulvi hakikatları beyan eder.
Hakikat erleri hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini bihakkın yürütmek isterler. Hakikatı tebliğ eder, duyurmaya çalışırlar, halkı Hakk’a götürürler ve her şeyden temizlerler.
Bu vazifedarlar hakikatı duyurmak için dünyanın birçok yerlerine seferler düzenlerler. Bu cihadçılar nur-i ilâhîyi ulaştırmaya çalışırlar, insanları irşad için uğraşırlar. Hakikatı yaydıkça yayarlar ve iman kurtarırlar.
•
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
“De ki: Hak geldi bâtıl gitti.” (İsrâ: 81)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına yalnız bunlar mazhardır. Bu vazifeyi yapanlar, hakkı söyleyenler, hakkı tebliğ edenler de bunlardır.
Hakkı hak olarak gösterirler, Hakk’a dâvet ederler. Bâtılı ve bâtıl yolların iç yüzünü tarif ederler ve bâtıldan sakındırmaya çalışırlar.
Bunlar iman kurtarıcısıdırlar. Allah-u Teâlâ bunları bu vazife için; her türlü kötülüğü, bilhassa bölücülüğü, tefrikayı, ezcümle şerleri def etmek için, din-i İslâm’ın bütünlüğünü sağlamak için ve:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.” (Müminun: 52)
Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, müslümanları o bir fırkaya çekmek için, ciddi bir berzah koymak için, hak ile bâtılı tamamen ayırmak için göndermiştir.
Nitekim Seyyid Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinde şöyle buyurur:
“Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirden ayırt eder.” (60. Meclis)
İşte bu büyük fitne ve şerlerden kurtarmak için, nur-i ilâhîyi yaymak ve tokmağı vurmak için, hak ile bâtılın arasını ayırt etmek için, işte bu cihadçılar bu vazife ile gönderilmişlerdir.
•
“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 5)
İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.
“Gerek (Allah’a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun.” (Mürselât: 6)
Allah-u Teâlâ’ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için övüp telkin ederler. Her fırsatta, her fesatçının, imansız imamların, Allahlık dâvâsı güdenlerin, yalancı Dabbe’tül-arz’ların, yalancı İsa’ların, yalancı Mehdi’lerin ve bunlara benzer ifsatçıların amansız düşmanıdırlar.
Bütün bu yalancıların, fesatçı ve ifsatçıların hiç çekinmeden üzerlerine giderler. Ümmet-i Muhammed’i fesat ve ifsattan kurtarmak için, dolayısıyle imanlarını kurtarmak için hakikatı bütün açıklığı ile tebliğ ederler.
Bu kararmış âlemin zulümât bulutları, hiçbir kavmin yapamadığı cihadı yapan bu bayraklılarla dağılıyor, hakikat güneşi ile açılıyor.
Bütün gaye ve maksatları Nûr-î Muhammedî’nin yayılması, insanların Allah ve Resul’ünde birleşmesidir.
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için beş şeye yemin etmiştir.
Âyet-i kerime’lerin şerefine mazhar eden Allah-u Teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Cumâ: 4)
Allah-u Teâlâ’nın bir kimseyi veya bir milleti cihad vazifesini yüklenmek üzere seçmesi, şüphesiz ki çok büyük bir lütuftur.
Onlar ise bu büyük lütfa ermek için mallarından ve canlarından vazgeçmişler, yolun zorluklarına, mücadelelerin şiddetlerine göğüs germişlerdir.
“Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cumâ: 4)
O lütuf sebebiyle dilediğine dilediği üstünlüğü verir. Dilediği zaman inayet ve nusret kapılarını açar.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah dilediğini yardımı ile destekler. Görebilenler için bunda büyük bir ibret vardır.” (Âl-i imran: 13)
Bu Âyet-i kerime, Bedir savaşında Allah-u Teâlâ’nın müminleri üniformalı meleklerle desteklediğini beyan eder. Âyet-i kerime’nin hükmü, kıyamete kadar gelecek bütün müminlere şamildir.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah için olan kişiye, Allah da O’nun için olur.”
Hakk ile olan, bütün iş ve icraatlarını Hakk için yapan kimse her saâdete ermiş, her lütfa mazhar olmuştur. Hem dünyada hem de ahirette.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Bu güzel sıfatları taşıyan kimseler bunlardır, yaşayış ve icraatlarında doğru yolu bulmuş kimselerdir.
Çünkü onlar şu Âyet-i kerime’ye gönülden inanmışlardı:
“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. Küfrü, fasıklığı ve isyanı ise çirkin gösterdi.
İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7)
“Ecnebilerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle (tabiat fenleriyle) dalâlete gidenlere ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin (lânet) ve teessüfler!
Ey bu vatan gençleri! Frenkleri (Avrupalıları) taklide çalışmayınız! Âyâ (acaba) Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten (düşmanlıktan) sonra, hangi akılla onların sefahet (akılsızlık) ve bâtıl efkârlarına (fikirlerine) ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok yok! Sefihâne (akılsızca) taklit edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip (dahil olup) kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz (yok ediyorsunuz).
Âgâh (uyanık) olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe (uydukça), hamiyet (iman ve İslâm’ı savunma) dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibânız, milliyetinize karşı bir istihfattır (küçük görmedir) ve millete bir istihzâdır (alay etmedir).
(.......)
İşte muzır (zararlı) kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler (akılsızlar), Cenâb-ı Hakk’ın hayvanâtından bir nevi habistirler (pistirler).” (Lem’alar)
Narcılar bu Âyet-i kerime’ler karşılarına çıkınca şaşırdılar, içyüzleri ortaya çıktı diye. Oysa bu bir iman ve küfür çarpışmasıdır. Onlar küfrü savunmaya çalışırken biz de imanı savunmak zorundayız.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla savaş, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!” (Tahrim: 9)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Buyurarak iman ile küfrü birbirinden ayırdığı halde, ilâhi hükümleri önlerine sürdüğümüz halde iman etmiyorlar. Küfür batağındalar.
“Neden küfre düştük?” diye sormuyorlar da, bir Hadis-i şerif’in kaynağını soruyorlar, hem de Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- hakkında.
Hani siz müslüman imiş gibi görünerek halkı soyup yoluyordunuz, İslâm dinine hizmet edeceğiz diye.
Oysa sizin kaynağınızın bu olduğunu biz biliyoruz.
İlâh edindiklerinizi de size gösteriyoruz.
İŞTE NARCILARIN KAYNAĞI BU!
Allah-u Teâlâ Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” buyurduğu halde;
Bunlar gerek himmet geceleri, gerek iftar ziyafetleri ve gerekse ayrı ayrı olmak üzere çeşitli toplantılarda tuzaklar tertip ediyorlar. Balığı tutmak için olta attıkları gibi, gelenleri oltaya takıyorlar. Cazgırlar: “Şu kadar şu verdi, şu kadar şu verdi!” diyerek yalan söylüyorlar ve gelenleri utandırıyorlar. Yanında parası olmayanı mahçup etmek suretiyle halka senet imzalattırıyorlar. Bu senetleri günü gelince ödemeyenleri icraya veriyorlar, bir tek evi bile olsa evini, arabasını ve arsasını dahi elinden alarak tahsil ediyorlar. Hiçbir şeyini bırakmıyorlar. Yani halkı kaz yerine koyuyorlar.
İlâh edindikleri adam düzenini böyle kurdu. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr etti ve müslümanların kanını böyle emdi. Bu küfürdür, alenen Hazret-i Allah’a karşı gelmektir. Bu adam bu yaptıklarını hangi kaynaktan alıyor. Ben de şimdi onlara küfürlerinin kaynağını soruyorum.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Onlara de ki: ‘Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim ücretim Allah’a âittir. O herşeye şâhiddir.” (Sebe: 47)
Kim ki bunlara para verirse, dahil olursa; Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Fâsıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvi)
Onlara yardım eden çok iyi bilsin ki İslâm dini’nin yıkılmasına çalışmış olur.
Hadis-i şerif’te:
“Onların dinleri para olacak.” buyuruluyor. (Münâvi)
Kim ki bunlara yardımda bulunursa onlardandır, küfrü hoş gören narcılardandır. Doğrusu, Allah-u Teâlâ’nın kelâmı, Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanıdır. Eğrisi de halkın zannıdır. Elhamdülillah müslümanım. Bunun içindir ki bizce makbul olan Hakk’ın kelâmıdır. Cevap vermek isteyenler, önlerine serdiğim bu Âyet-i kerime’lere cevap versinler. Lâf katiyyen kabul edilmez.
Sakın ha! Önünüze sürdüğüm bu Âyet-i kerime’ler Allah kelâmıdır. “Bize münafık veyahut kâfir diyor.” demeyin, bana uluhiyet isnad etmeyin. Ben Hakk Teâlâ’nın aciz, hükümsüz, değersiz bir mahlûkuyum. Hazret-i Allah’ın dostu ile dostum, düşmanı ile düşmanım. İmanın en sağlam kulpu budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)
Gayem iman ile küfrü ayırt etmek, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları muhafaza etmek, münafıklara ve kâfirlere fırsat vermemektir.
•
İnfak Âyet-i kerime’lerini âlet ederek, dini dünyaya tahvil ederek küfre hizmet ettirmek istemem. Zira siz kurduğunuz narcılık dini için çalışıyorsunuz. Ve o dine asker yetiştiriyorsunuz. O fertlerle İslâm dinini yıkmak mı istiyorsunuz? Yıkılması için mi çalıştırıyorsunuz?
İşte size yardımda bulunanlar bu kadar büyük günaha ve vebale düşüyor, vebalde bırakıyorsunuz, bir narcılık dini kurabilmek için.
Amma adil-i mutlak olan Hazret-i Allah kâfirleri cehenneme, münafıkları ise esfel-i safilin’e atacağını beyan buyuruyor. Zira münafıklar içten içe tahribe çalıştıkları için, İslâm dinini içten yıkmaya uğraştıkları için tahribatları daha büyüktür.
Mesela gerçek bir müslüman hiçbir zaman din ve vatan düşmanlarına yardım etmez. Ve fakat müslüman gibi görünen münafıklara aldanıyor, hem soyuluyor, diğer taraftan din ve vatanın düşmanlarına yardımda bulunuyor. Dini ve vatanı yıkılsın diye.
Uyan ey kardeş!
Bunca Âyet-i kerime’leri önüne serdiğim halde halen bu gafletle uyuyacak mısın?
Hadis-i şerif’te:
“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.” buyuruluyor. (K. Hafâ)
Dinini ve vatanını müdafaya çalış, düşmanına fırsat verme. Zira biz hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nûr ışığı altında bunların iç durumlarını görüyor ve göre göre Hazret-i Allah’ın beyanlarını söylüyoruz.
•
Hülasâ-i kelâm;
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si mucibince kim ki para topluyorsa, doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder. Zira yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur. Emr-i ilâhi böyle iken buna karşı geldiler. Alenen küfürde olduklarını ilân ettiler.
O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde onlar banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)
Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.
Bu nur çıkınca, içyüzlerini açığa vurunca bunların soygunları bitti. Bu para toplama hırsı onları İslâm dininden rahatça çıkardı. Böylece kendilerine tâbi olanları, o masum yavruların hepsini küfrün kucağına attılar.
Bu da yetmiyormuş gibi imanlı talebeleri yavaş yavaş küfre meylettirdiler. Papazlarla anlaştılar, papazları resmen hazret olarak kabul ettiler. “Küfrü hoş görün!” diye milyonlarca müslümanı küfre kaydırdılar. Nitekim papaya yazdığı mektup ve muhtevası gazetelerde neşredildi.
Alenen Hazret-i Allah’a karşı geldi ve küfrü hoş gördü, hoşgörüyü ilân etti ve bütün müslümanları kâfir olmaya dâvet etti.
Ona tâbi olanlar ona uydular, papazlarını hazret olarak kabul ettiler ve onlara tâbi oldular, böylece hepsi birden küfre kaydılar.
Halbuki Hazret-i Allah iman ile küfrü, Hak ile bâtılı kesin olarak ayırmıştır.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı, onlarla aynı safta bulunmayı, onlarla haşır-neşir olmayı yasaklamış, onlara gösterilecek bir dostluğun kötü neticesini Âyet-i kerime’sinde ihtar buyurmuştur:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)
Emr-i ilâhi böyle iken bu Âyet-i kerime’yi inkâr etmekte ve küfürlerini ilân etmektedirler. Bu inkârın, bu küfrün kaynağı nedir? Bunu hangi kaynaktan alıyorsunuz? Bu Âyet-i kerime’ye göre bu küfür değil midir? Çünkü Cenâb-ı Hakk “Kim onları dost edinirse o onlardandır.” buyurduğu halde, “Bunlar bizim dostumuzdur.” dediler, bu Âyet-i kerime’yi inkâr ettiler ve küfürlerini ilân ettiler. Onlardan olunca onlar da küfür ehli olmuş olmuyor mu?
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” buyuruyor. (Nisâ: 144)
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur. Bu hükmü kaldırıyorlar. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar. Allah-u Teâlâ’nın haklarındaki hükmü ise küfürdür. Her ne kadar küfür diyarına kaçtı ise de, küfür diyarında küfrünü icra ediyor. Türemeleri de arzularını tatbik ediyor.
Halbuki; onlar İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terkedip kendilerine tâbi olmadıkça, hiçbir müslümandan memnun olmazlar.
Müslümanlarla savaşmak hususunda tarih boyunca daima dinsizlerden yana olmuşlardır. İki yüzyıl boyunca haçlı seferleriyle İslâm beldelerine saldıranlar onlardır.
•
Onları dost edinenin onlardan olmasının mânâsı;
Onlara benzemiş, onlardan bir kimse gibi olmuştur. Onların hükmü ne ise, onun da hükmü o olur. O artık İslâm’a değil, onlara ve isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır, ahirette onlarla beraber haşrolur. Onlardan olandan başkası onlarla dost olmaz.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
“Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile hiçbir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
Allah için sevgi, Allah için buğz imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekamülünde en büyük amildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)
İnsan bunu ayırdedemezse, ne kadar ibadet ederse etsin dalâlettedir. Allah-u Teâlâ ile arasında çok büyük bir uzaklık meydana gelir, rahmet-i ilâhi’den kovulur.
Kitabullah’ın hükmüne rızâ göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre rızâ göstermek de küfürdür.
Halbuki Allah-u Teâlâ onlar hakkında:
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” buyuruyor. (Bakara: 120)
İnsanların birbirlerine tabiatlarının sirayeti, bazı hastalıkların sirayeti gibidir. Bilhassa küfür ve nifak hastalıkları derhal sirayet eder, çünkü insanın tabiatı daima isyana meyillidir.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin.” (Mümtehine: 13)
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur; “Dost edinmeyin”dir.
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Bu Âyet-i kerime’de de Allah-u Teâlâ inananların onları dost edinemeyeceklerini ferman buyuruyor.
“Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.” (En’am: 121)
Burada da apaşikâr görülüyor ki onlara meyleden onlardandır. Allah-u Teâlâ onları hidayetten mahrum ettiğini beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’lerinde İslâm ile küfrü ayırmış, ayrı ayrı iki zümre olduğunu beyan buyurmuştur. (Hacc: 19)
Müminlerin dostlarını ise Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmuştur:
“Kim Allah’ı, Peygamber’ini ve inananları dost edinirse bilsin ki şüphesiz Allah’tan yana olanlar üstün gelirler.” (Mâide: 56)
Diğerlerinin üstünlüğü görünüştedir veya geçicidir.
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur.
•
Yahudiler tarihte “Peygamberlerini öldüren kavim” olarak tanınmaktadır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberlerini öldürenlere ve insanlardan adâleti emredenleri öldürenlere elem verici bir azabı müjdele!
Onların yaptıkları dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.” (Âl-i imran: 21-22)
Yahudiler peygamberlerini böylece haksız yere öldürdükleri gibi, bu zamanın kâfirleri de Allah-u Teâlâ’nın seçkin âlimlerini, nur saçan kandillerini, peygamber vekillerini öldürdüler. Yahudiler peygamberlerini öldürüyorlardı amma peygamber vekillerini de kâfirler öldürdü.
Gayeleri din-i İslâm’ı yıkmak ve yok etmekti.
Hadis-i şerif’te:
“Her kim insanları bir sapıklığa çağırırsa ona uyanların günahları kadar, kendine günah vardır. Bu tâbi olanların günahlarından hiçbir şey eksiltmez.” buyurulmaktadır. (Müslim: 2674)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlardan kimi de, Allah’a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder.” (Hacc: 11)
Dini samimiyetle kabul etmiş değildir. Dinin bizzat içinde yer almaz. İçten gelerek değil de, belli bir maksat için dindarlık eder. Bir tepenin bir kenarı üzerinde, düşmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmış bir vaziyette bulunuyormuş gibi bir halde, şüphe ve kararsızlık içinde ibadette bulunur.
“Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun olur.” (Hacc: 11)
Kendisine isabet eden bu iyilikler ile tatmin olur, dini üzerinde sebat eder.
“Başına bir belâ gelirse yüz üstü döner.” (Hacc: 11)
İrtidat edip dinden çıkar ve eski kâfirlik haline döner. Çünkü onun dini ulvi bir maksada müstenid değildir. Maddi menfaatler uğrunda her türlü mukaddesatı feda edecek bir tıynettedir.
Müslümanlar arasında müslüman görünseler de, kendi emsalleri ve yandaşları yanında imandan eser görülmez.
Artık bu gibi kimseler, hiç şüphe yok ki:
“Dünyayı da ahireti de kaybeder.” (Hacc: 11)
Dünyadaki kaybı inananların kendisine düşmanlık etmeleri, kâfirlerin ona güvenmemeleri; ahiretteki kaybı ise ebedi olarak cehennemde kalması ile ortaya çıkacaktır. Onun için hiçbir sevap yoktur.
“İşte apaçık kayıp budur.” (Hacc: 11)
Bir benzeri daha bulunmayan apaçık bir ziyandır, tam bir sapıklık, çok büyük bir hüsrandır, zarar eden bir ticarettir.
“O, Allah’ı bırakıp da kendisine fayda ve zarar vermeyecek şeylere tapar.” (Hacc: 12)
Yani dininde karar etmeyen kimse bir takım taştan ve ağaçtan yapılmış putlara tapınır ki, tapınan kimseye o put bir fayda veremediği gibi, tapınmayı terk etse bile herhangi bir zarar vermeye gücü yoktur.
Bunun da tek sebebi; istikametten ayrılmak, dalâlete yönelmektir.
“İşte en uzak sapıklık budur.” (Hacc: 12)
Sapıklık içinde sapıklık, zulmet üstüne zulmettir. Artık ondan öteye bir iflas yoktur.
“O, kendisine faydasından çok zararı olana tapınır.” (Hacc: 13)
Zararı faydasından çok olan kimseler, yoldan çıkmış saptırıcı önderlerdir. Onlara tabi olanlar dünyevi makam ve mevkilerine bakarak, kendilerinden maddi menfaatler umarlar.
Halbuki bunlar:
“Ne kötü bir yardımcı, ne kötü bir arkadaştır.” (Hacc: 13)
Ne fena bir önderdir onların liderleri, ne kötü bir âmirdir onların âmirleri!
İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre iman ise; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve peygamberi olduğuna ve O’nun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas “Kelime-i şehâdet”te toplanmıştır. Kelime-i şehadet’i kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye “İnanmış” mânâsına gelen “Mümin” adı verilir.
İman kalbî ve vicdânî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.
Allah-u Teâlâ münafıklar hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Ey Peygamber! Kalpleri iman etmediği halde ağızları ile: ‘İnandık’ diyen kimselerden ve yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin.” buyurarak, imanın kalbin tasdiki olduğunu belirtmiştir. (Mâide: 41)
Bir kimsenin mümin olduğunun bilinmesi ve ona müslüman muamelesi yapılabilmesi için imanını ikrar etmesi, inandığını dil ile de söylemesi gerekir. İmanını kalbinde gizleyen kimse, Allah-u Teâlâ’nın katında mümin sayılırsa da; imanını söz ve davranışlarıyla açığa vurmazsa, durumu insanlarca bilinemez, müslüman olduğuna hükmedilemez.
İnandığını dili ile söylemeyen kimse, kendisi için dünyevî bir çok mahrumiyetlerin yanında ağır bir vebal ve günah yüklenmiş olur.
Din bir meyve ağacına benzer. “Kalp ile tasdik” onun toprak altındaki kökü, “Dil ile ikrar” gövdesi, diğer ameller dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri gibidir. Ağaçtan beklenen meyvesi olduğu gibi, imandan beklenen de güzel amellerdir ve Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak da onlarla kaimdir.
Yalnız ikrar, iman olmaz. Zira olsaydı, münafıkların hepsinin mümin olmaları gerekirdi.
Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Münafıklar sana geldiklerinde ‘Şahidlik ederiz ki sen muhakkak Allah’ın Resulü’sün.’ derler. Allah da bilir ki sen gerçekten O’nun Resulü’sün ve Allah şahitlik eder ki münafıklar yalancıdırlar.” (Münâfikun: 1)
“Yeminlerini kalkan yapıp Allah’ın yoluna engel oldular. Onların yaptıkları ne kötüdür!” (Münâfikun: 2)
“Bunun sebebi şudur; onlar iman ettiler, sonra inkâr ettiler. Bu yüzden kalpleri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.” (Münâfikun: 3)
Münafık; dışı müslüman içi kâfir olan, duruma göre değişiklik gösteren, iki yüzlü kimse demektir.
Onlar iyiyi kötüyü, hakkı bâtılı seçecek, İslâm dininin ve ahlâkının yüceliğini anlayacak kabiliyetleri kalmamış kimselerdir. Ne yaptıklarını, nereye gittiklerini inceden inceye sezip bilemezler.
•
İşte İslâm dinine göre iman; şehadet kelimesinde ifade edilen, Hazret-i Allah’a ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’a imanla başlar, imanın altı esası olan “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kaza ve kadere” kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Müslüman başka, mü’min başkadır. Bunu size kendi kendinizi tanımanız için açıklıyoruz. Ben müslüman mıyım, mü’min miyim diye kendi kendinizi yoklayasınız.
İnsanoğlu yeryüzüne yalnız imanla mükellef tutulmak için değil, sâlih ameller işleyerek Allah-u Teâlâ’ya kulluk etmesi için gönderilmiştir.
Âyet-i kerime’de:
“Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruluyor. (Zâriyat: 56)
İslâm’da bir iyiliğin ve sâlih amelin geçerli olması ve sevap kazandırması için, bu ameli işleyenin imanlı olması şarttır.
Allah-u Teâlâ Asr sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i sâlih işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ.”
•
Ashâb-ı kiram’dan bir zât huzura gelerek “Yâ Resulellah! Bana dini tarif et ki, bundan sonra ben onu kimseye sormak ihtiyacında kalmayayım.” dedi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Kul âmentü billah, sümmestakîm = Allah’a inandım de, sonra da istikametten ayrılma.” buyurdular.
Buradan da anlaşılıyor ki, Allah-u Teâlâ’ya imanı yalnızca kalpte saklamayıp dil ile de ikrar ve ilân eyledikten sonra, her hususta doğruluk, İslâm dinini özetleyen en mühim özelliktir. Bunun böyle olduğunu bir çok Âyet-i kerime’ler ortaya koymakta ve müslümanları istikametten ayrılmamaya teşvik etmektedir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer seninle tartışmaya girişirlerse de ki: Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.” (Âl-i imran: 20)
İşte İslâm budur. İşte ümmet-i Muhammed’in dini, sırat-ı müstakimi budur. Doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’ya teslimiyettir. Hakk’tan başkasına boyun eğip teslim olmak ise O’na isyandır, yoldan çıkmaktır.
•
Müşrikler, Muhammed Aleyhisselâm’a gelerek kendi putlarına saygı göstermesi halinde, onlar da onun Rabbine karşı saygılı olabileceklerini söyleyerek uzlaşma taraftarı olduklarını belirtmek istiyorlardı.
Bu hususta nazil olan Âyet-i kerime’lerde ise İslâm’la ve imanla bağdaşmayan hiçbir teklife iltifat edilmemesi beyan buyuruldu:
“(Hakikatı) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar senin yumuşak ve müsamahalı davranmanı isterler ki, kendileri de sana yumuşak davransınlar.” (Kalem: 8-9)
Âyet-i kerime’de geçen “Müdâhene”, lüzumsuz yere yumuşak davranmak demektir.
Resulullah Aleyhisselâm İslâmiyet’in yayılmasını engelleyen pürüzlerin az da olsa kalkması için dinin esasını bozmayan bazı hususlarda Kureyş müşriklerine biraz hoşgörülü davranmayı düşünmüştü.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurdu:
“Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse onlara birazcık meyledecektin.
O takdirde sana hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (İsrâ: 74-75)
İslâm’a ilk girdiklerinde henüz iman kalplerine yerleşmemişken, iman makamına eriştiklerini iddia eden bedeviler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bedevîler ‘İman ettik.’ derler. De ki: Siz iman etmediniz, bâri ‘Müslüman olduk.’ deyin.” (Hucurat: 14)
Çünkü iman, yalnız dil ile ikrardan ibaret değil, yürekten bir sevgi ile kalp huzuru içinde tasdik etmektir. Halbuki bu sizde yok. Öyle olsaydı İslâm’ı kabul etmenizi Resulullah Aleyhisselâm’ın başına kakmazdınız.
“İman henüz kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat: 14)
Siz henüz imanın hakikatına ulaşamadınız. Yalnız dil ile yapılan iman iddiası, bu hususta kâfi değildir.
Mümin olmak için imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında bazı kimselere ihsanda bulunmuş, fakir müslümanlardan bazılarına ise hiçbir şey vermemişti.
Sa’d bin Ebî Vakkas -radiyallahu anh- hadiseyi şöyle anlatmıştır:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, içlerinde çok beğendiğim birisine bir şey vermedi. Bunun üzerine ‘Yâ Resulellah! Filânı niye bıraktın? Vallahi ben onu pek mümin görüyorum.’ dedim. Resulullah Aleyhisselâm: “Yahut müslim!’ buyurdu. Biraz sustum. Sonra yine o zât hakkındaki bilgim galebe çaldı. ‘Yâ Resulellah! Filânı niye bıraktın? Vallahi ben onu pek mümin görüyorum.’ dedim. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- tekrar ‘Yahut müslim!... Başkası benim için daha makbul olduğu halde, ben bazen, bir adam yüzüstü cehenneme atılır endişesi ile ona bir şeyler veriyorum.” buyurdu. (Müslim: 150)
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Eğer Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez.” (Hucurat: 14)
Açıktan şehadet ile ikrar edildiği gibi, kalben de ihlâs ve samimiyetle amel ederek Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emirleri seve seve yerine getirilirse; karşılığı ve mükâfâtı kat kat verilir, eksik olarak ödenmez.
“Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Hucurat: 14)
İtaat edenlerin kusurlarını bağışlar, kullarına karşı merhameti pek çoktur.
“Mümin kimdir, nasıl olur?” denilirse, mütebaki Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Müminler o kimselerdir ki, Allah’a ve Resulü’ne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ve malları ile cihad etmişlerdir.
İşte onlar sâdıklardır.” (Hucurat: 15)
İmanlarında sâdık, verdikleri ikrara kalpleriyle ve icraatlarıyla içten bağlılık göstermiş samimi müslümanlardır.
Müminler o kimselerdir ki; Allah-u Teâlâ’nın mevcudatı yoktan var ettiğine, gizliyi, gizlinin de gizlisini bildiğine, kalplerdeki sırları bildiğine, lütuf ve kerem sahibi olduğuna, gücünün her şeye yettiğine, her şeyin kendisine döneceğine, kendi Zât-ı akdes’inden başka her şeyin yok olacağına, mahşer gününde herkesin O’nun huzurunda toplanacağına inanırlar.
Müminler; Allah’ın Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’ın peygamberlerin sonuncusu ve önderi olduğuna, Rabbinden gelen bütün hükümleri en ince teferruatına kadar tebliğ ettiğine, kendi arzu ve hevesine göre hiçbir şey söylemediğine, söylediği her sözün Rabbi tarafından kendisine vahyedilen gerçekler olduğuna inanırlar.
Müminler; hiçbir hususta şüpheye kapılmazlar, onların imanları hiçbir zorluk karşısında sarsılmaz.
Allah yolunda malla ve canla cihad etmek imanın delili, işareti, esası ve mihenk taşıdır. İslâm dâveti, dünya menfaati elde etmek için yapılan bir cihad değil, Allah yolunda ve ilây-ı kelimetullah uğrunda yapılan bir cihaddır.
İşte kim bu vasıfları kendinde toplarsa, o gerçek mümindir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kalpler dört sınıfa ayrılır:
1. Tertemiz bir kalptir ki, içinde alev alev yanan bir lâmba vardır. Bu müminin kalbidir.
2. Simsiyah kesilmiş ve döndürülmüş kalptir. Bu kâfirin kalbidir.
3. Kılıflı ve kılıfının ağzı bağlanmış kalptir. Bu münafığın kalbidir.
4. Terkedilmiş, yüz çevirilmiş kalptir ki, iman da nifak da vardır.
İman bu kalpte, temiz suyun yeşillendirip çoğalttığı bakla gibidir. Nifak ise irin ve sarı suyun geliştirip büyüttüğü çıban gibidir. Binaenaleyh bu iki maddeden hangisi üstün gelirse, onunla hükmedilir.” (Ahmed bin Hanbel)
•
Bu Âyet-i kerime’ler nâzil olunca bir kısım bedevîler, huzur-u Peygamberî’ye gelmişler, kendilerinin sâdık müminler olduklarına dair yemin etmişlerdi.
Bunları susturmak ve bu husustaki ilâhî beyanları pekiştirmek için de şu Âyet-i kerime’ler nâzil olmuştur:
“De ki: Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da bilir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hucurat: 16)
15. Âyet-i kerime’de beyan edilen ölçü “Müslümanım” diyenlerin üzerine uygulandığı takdirde, iman iddiâsında bulunan birçok kimsenin bu iddiâlarının, sözü geçen bedevîlerinkine benzediği görülür.
“Onlar İslâm’a girdikleri için sana minnet ediyorlar. De ki: Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın.
Eğer doğru kimseler iseniz, aksine sizi imana erdirdiği için Allah size minnet eder.” (Hucurat: 17)
Bu minnet bile imanın hakikatının henüz kalplerine yer etmemiş olduğunu, imanın zevkine eremediklerini ifade etmektedir.
Başa kakmak sizin hakkınız değil, aksine Allah’ın hakkıdır. Eğer siz müslüman olduk diye başa kakarsanız, doğrusu Allah size minnetinin ağırlığını yükletir, nimetini keser. Sizi böyle hidayet gibi ebedî bir nimete erdirmiş olan Rabbinize hamd ve şükretmeniz gerekmez mi?
“Şüphesiz ki Allah göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah yaptıklarınızı görendir.” (Hucurat: 18)
Müslümanlığınızda doğru olup olmadığınızı, kalplerinizde iman ve sadakat bulunup bulunmadığını, niyetlerinizden neler geçirdiğinizi tamamen bildiği gibi, göklerde ve yerde neler olacağını da bilir, her ne yaparsanız görür. Hiçbir şey O’na gizli kalmaz.
•
Bir insan için kuvvetli bir iman kadar kıymetli hiçbir şey yoktur. İnsanı gerek bu dünyada gerekse âhirette saâdet ve selâmete ulaştıracak yegane cevher böyle bir imandır. Bunun için de ömrün son anına kadar onu elden kaçırmamak için çalışmak lâzımdır. Aksi takdirde bu büyük nimetten mahrum olur.
Bir insan nasıl ki tertemiz bir müslüman olarak dünyaya geliyorsa, öyle yaşamalı, o güzelliğini muhafaza etmeli ve öylece ölmelidir. Hayatta iken gerek dinine gerekse imanına zarar verecek, tehlikeye düşürecek her türlü kötü söz ve inkârdan korunması gerekir.
İman inkârla gider. Bir kimse dinin esaslarından birini kabul etmez veya hafife alırsa, dinimizde haram sayılan bir şeyi helâl, helâl sayılan bir şeyi haram kabul ederse imanını kaybetmiş olur.
Gerçek bir imanla Allah-u Teâlâ’ya inanan, gönülden boyun eğen muttaki müminler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Müminler saâdete ermişlerdir. Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler. Onlar ki, boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekâtlarını verirler. Onlar ki, eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar. Doğrusu bunlar kınanamazlar. Bu sınırı aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.”(Müminun: 1-2-3-4-5-6-7)
“O müminler ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler. Namazlarına riâyet ederler. Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklar, orada ebedî kalacaklardır.” (Müminun: 8-9-10-11)
“Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve yalnız Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl: 2)
“Rahman’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ve vakar ile yürürler. Cahiller kendilerine lâf attıklarında ‘Selâm!’ derler.
Onlar ki, gecelerini Rabbleri için secdeye vararak ve kıyama durarak geçirirler.
Onlar ki şöyle derler: ‘Ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı sürekli ve acıdır. Orası ne kötü bir yer, ne kötü bir konaktır!’
Onlar ki, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de cimrilik ederler. Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur.
Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler.” (Furkan: 63-68)
“Onlar büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar. Kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar, affederler.” (Şûrâ: 37)
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’e çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir.
İşte saâdete erenler onlardır.” (Nûr: 51)
“Onlar bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını affederler. Allah da güzel davrananları sever.
Onlar bir kötülük yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler.
İşte onların mükâfâtı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebedî olarak kalacaklardır.
Çalışanların mükâfâtı ne güzeldir!” (Âl-i imran: 134-135-136)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İman iki yarımdır. Yarısı sabırda yarısı şükürdedir.” (C. Sağir)
Bakıldığı zaman sabır önce geliyor. Buradaki sabır, Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah’ın yasak ettiği şeylerden kaçınmaktır. Şükür’e gelince, emirlerini seve seve yapmaktır. Bu da imanın ilk basamağıdır.
Zâhiri sabırı ele alalım:
1- Kızdığın zaman sabretmek.
2- Bir ibtilâ başına geldiği zaman sabretmek.
3- Allah-u Teâlâ’nın nehyettiği her şeyden ictinab etmek, çizdiği hududu aşmamak, o günahı işlememek için sabretmek.
Allah-u Teâlâ iman edenlerden sonra “Amel-i sâlih işleyenler”in de hüsrandan kurtulduğunu haber veriyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerifler’inde buyururlar ki:
“İman üryandır, libası takvâ, ziyneti hayâ, semeresi ilimdir.” (Beyhakî)
İman açıkta yanan bir muma benzer, bir rüzgâr gelir onu söndürebilir. Hele bugünkü muhalif rüzgârlar ne kadar şiddetli esiyor.
O muma bir fanus geçirilirse söndürülemez. O şişe takvâdır. Takvâca hareket eden imanını kurtarmış olur. Fakat takvâ bâtın ilminin meyvesidir.
Takvâ ne demektir? Zâhirde haram olan şeylerden ictinab etmek, bâtında her şüphe edilen şeyden ictinab etmek demektir. Bunlardan ictinab etmedikçe imanını kurtaramazsın.
İmanın ziyneti hayâdır. Takvâyı da hayâ muhafaza eder.
Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yani biri gidince öteki de kalmaz.” (C. Sağir)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Hayânın azlığı küfür alâmetidir.” buyururlar. (Münâvî)
Demek ki biz hayâdan yoksun olmakla küfre kaydığımızı da bilmiyoruz. Bunu bilmediğimiz için imanımızı da tehlikeye düşürüyoruz. O halde bu cehalete düşmemek ve bunların hakikatını bilebilmek için ilme de ihtiyaç var.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu ise ilimdir.” (C. Sağir)
İlim olmasaydı, hayâyı gidermekle imanı da giderdiğimizi bilemezdik. Körükörüne hiçbir şey olmuyor, illâ ilim.
Demek ki takvâ, hayâ ve ilim birbirini tamamlamış oluyorlar.
Şükür de üç nevidir; fiîli, kalî, hâli. Kısaca kalî şükür üzerinde duracağız.
Bu şükrü yapanlar haramdan sakınanlardır.
a) “Yaratan, yoktan var eden, beden nimetleri ile donatan, bidayetten nihayete kadar en güzel şekilde terbiye edip suret veren Hazret-i Allah’a şükürler olsun.” derler.
b) “Mülkünde bulunduran, kâinatı musahhar kılan, mülkündeki nimetlerle merzuk eden, rızıklandıran Hazret-i Allah’a sonsuz şükürler olsun.” derler.
c) “İman şerefi ile müşerref eden, İslâm ile mükerrem eden, iyi ve kötüyü ayırdetmek için Kelâmullah’ı indiren, Rehber-i sâdık’ı gönderen Hazret-i Allah’a sonsuz şükürler olsun.” derler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” (Mümin: 61)
Bir düşün! Hayatın boyunca bu hususlara bir defacık tefekkür edip şükrettin mi?
Ashâb-ı kiram’dan Zeyd bin Halid El-Cühenî -radiyallahu anh- der ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hudeybiye’de bize sabah namazı kıldırdı. Geceleyin yağmur yağdığı için yer biraz ıslaktı. Namazı bitirince yüzünü cemaate çevirip şöyle buyurdu:
“Rabbimizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?” Onlar da “Allah ve Resulü daha iyi bilir” diye cevap verdiler. Buyurdu ki:
“Kullarımdan sabahleyin uykudan kalkanların bir kısmı bana iman ederken bir kısmı da inkâr etti. ‘Biz, Allah’ın fazl-u keremîyle yağmurlandık.’ diyen kimse, bana iman etti, yıldızların yağmur yağdırmasını ise inkâr etti. ‘Bizi şu ve şu akan yıldız yağmurladı.’ diyen kimse ise, beni inkâr edip yıldıza (onun yağmur yağdıracağına) inanmıştır.”
Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil; Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmek, hükümlerine rıza göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun aziz Peygamber’ine karşı takınılması gereken edep tavrıdır.
Âyet-i kerime’sinde buyuruyor:
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’ine çağrıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece: “İşittik, itaat ettik!” demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.
Kim Allah’a Peygamber’ine itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’ndan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nûr: 51-52)
Buradaki itaatın mânâsı; bütün ilâhî emirlere uymak ve yasak edilen şeylerden de tamamen sakınıp çekinmek demektir. İtaat etmek farz olup, aykırı hareket etmek ise haramdır.
“Eğer siz gerçekten müminler iseniz, Allah’a ve Peygamber’ine itaat ediniz.” (Enfâl: 1)