"Ebu Saîd -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün şöyle dedi:
"Kim Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Muhammed'den râzı ise, cennet ona vacip olmuştur."
Bu sözü hayretime gitti ve: "Yâ Resulellah! Bir kere daha tekrar eder misiniz?" dedim. Aynen tekrar etti, arkasından da şunu söyledi:
"Bir şey daha var ki, Allah onun sebebiyle kulun cennetteki makamını yüz derece yükseltir. Bu dereceler arasındaki uzaklık gök ile yer arasındaki mesafe gibidir."
Ben: "Öyleyse bu nedir?" diye sordum. Şu cevabı verdi:
"Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad!.." (Müslim: 1886)
Bunun içindir ki müslümanların kâfirlerle ve münafıklarla güçlerinin yettiği nispette cihad etmeleri gerekmektedir. Eğer iman etmişlerse. Gerçekten de cihad kılıçla, dille, yazı veya yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne şekilde olursa olsun cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak demektir. Savaş ise cihadın sadece bir çeşididir. Şu kadar var ki; bir mümin yalnız başına da olsa Allah yolunda cihad etmekle yükümlüdür."
Hazret-i Allah için, O'nun Resul'ü için, O'nun dini için cihad edenler, mücadele edenler, mücahede edenler, azim ve gayret gösterip fisebilillâh cihada gidenlerin durumu ile cihad etmeyen, Allah ve Resul'ü için din-i İslâm için cihada gitmeyen ve gitmek isteyenlere mani olanların durumları çok mühimdir. Saadete erenler, felakete kayanlar buradan belli olur. Hem din ve vatan bölücüleri olan içteki düşmanlara karşı, hem de dış düşmanlara karşı Allah yolunda; iman ve vatan için mücadele ve mücahede edilmesi gerektiğine dair böyle bir mevzu zaruridir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bizzat başında bulundukları Tebük Seferi cihadın en canlı örneğidir, ilâhi hikmetlerle dolu büyük bir ölçüdür. Bu seferin öncesi ve sonrasında husule gelen hadiselerde bizim için büyük ders ve ibretler vardır.
İslâm'ın esaslarından birisi de cihaddır. Dinimizde Allah rızâsı için cihad etmek her müslümana farzdır. Cihaddan maksat hak din olan İslâm'ın yücelmesi, cihanın her köşesine yayılmasıdır. Bu gaye için bütün müslümanların bütün güçleri ile canla, başla, malla, kalemle çalışmaları, bütün imkânlarını seferber etmeleri gerekir. Tâ ki insanlar küfür karanlıklarından iman nûruna kavuşsunlar. Allah'ın hükmü ve dini kâim olsun. Beşeriyet adalet, huzur ve ebedi saadete kavuşsun. Putlar ve küfür sistemleri yıkılsın, insanlar hakikate ulaşsın.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin." (Hacc: 78)
Allah-u Teâlâ'ya sığınarak, dayanarak, O'nun desteğiyle, azmiyle, korkusuyla, O'nun rızâsını kazanmak için cihad edin. Allah namına canını, malını fedâ edersen bu şerefe nail olursun.
Hakkını vermek için insan canını, malını, her şeyini ortaya koyacak öyle çıkacak. Ben yatağımda yatayım, param da cebimde olsun, canım da cennette olsun, bu olmaz. Osmanlı'ya bak, canını, malını fedâ etti, bu galibiyetleri elde etti. Bugün de bu iman ve vatan kalesini muhafaza etmek için insan da canını, malını feda edecek, lâf işi değil.
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ve malları ile cihad etmişlerdir. İşte onlar sâdıklardır." (Hucurât: 15)
Allah'ın dinini yüceltmek için, elinizden gelen bütün güç ve kuvvetinizi harcayarak mallarınızla, canlarınızla hakkıyla cihad edin.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cihad etmeniz üzerinize farz kılınmıştır." (Ebu Davud: 2533)
Cihad demek bazılarının zannettiği gibi eline kılıcı alıp insanların boyunlarını vurmak, mallarını yağmalamak demek değil, bilâkis insanları hak dine davet etmek suretiyle ölümsüz bir hayata, sonsuz bir saadete kavuşturmaktır. Cihadda zulüm ve haksızlık yapılmaz. Makam, servet, şöhret ve kavmiyetçilik gibi nefsin istek ve arzularına yer verilmez. Sadece Allah rızâsı için, insanları küfür bataklıklarından kurtarıp ebedî saâdete kavuşturmaktır gaye...
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah yolunda cihad ederler." (Mâide: 54)
Kelimetullah'ı yüceltmek, ilâhî hükümleri ayakta tutmak için, kâfirlerin küfrünü, münafıkların nifakını ortaya koymak için, fitne ve fesadı yok etmek için açık ve gizli düşmanlarla bütün güçleriyle cihad ederler. Hakk'ı gerçekleştirmeye gayret sarfederler. Allah yolunda mallarını ve canlarını fedâ etmekten çekinmezler.
Onlar:
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Hiçbir hâl ve ahvalde aslâ sarsılmazlar.
Onlar, dinlerinde selâbet ve metanet sahibidirler. Allah yolunda cihad ederken hiçbir şekilde hiçbir kimsenin kınamasından çekinmezler. Kâfirlerin ve münâfıkların yaptıkları ve söyledikleri hiçbir şey onları korkutmaz. Bu kınamaların hiçbir etkisi olmaz, cihadlarını sonuna kadar sürdürmekten alıkoymaz, karşı çıkanlara aldırış etmezler. Çünkü onların bütün gaye ve hedefleri Allah rızâsını kazanmak, O'nun dinini yaymaktır...
İşte bu yüzden;
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)
Allah-u Teâlâ inananları Allah yolunda kahramanlığa ve fedakârlığa teşvik ederek Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Andolsun o koştukça koşanlara! Kıvılcımlar saçanlara! Sabahleyin akına çıkanlara! Orada tozu dumana katanlara! O toz duman içinde bir topluluğun ortasına dalanlara andolsun ki!" (Âdiyât: 1-5)
Yol Allah ve Resul'ünün yolu, yol cihad yoludur. İman cihadla kâimdir, imandan sonra hemen cihad gelir.
Dikkat ederseniz imandan sonra hemen cihad. Çünkü imanla cennete giriyorsun amma cihadla mertebe kazanıyorsun. Cihadsız mertebe yok. Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmış, Allah ve Resul'üne yönelmiş, en evvelâ nefisle cihad başlatmış, sonra da bu cihada koyulmuş.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cihad üzerinde çok durdu.
"Cenâb-ı Allah'ın rahmetini celp için en etkili amel Allah yolunda cihaddır ki, efdâliyette ona bir şey yaklaşamaz." buyurdular. (Câmiu's-Sağîr)
Nitekim; "Cihada ne denk olabilir?" diye sorduklarında:
"Namaz, oruç... bunların hepsine denktir." buyurdu.
Niçin?
Allah için, dinini, vatanını korumak için canını veriyorsun. Kime veriyorsun? Canan'a veriyorsun. Onun için cihad çok mühim.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
"Cennette yüz derece vardır. Allah, onu Hakk yolunda cihad edenlere hazırlamıştır.
İki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe gibidir." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1179)
Çünkü onlar Hazret-i Allah'a dayanmışlar, Hazret-i Allah ve Resul'ü için sahaya atılmışlardır. Böylece büyük mükâfatlara nail olmuşlardır.
Mekke-i Mükerreme fethedildiğinde Resulullah Aleyhisselâm Safâ tepesine çıktı. Burada kendi istekleriyle İslâm'a giren Mekke'lilerin ayrı ayrı biatlarını kabul etti.
Erkekler "İslâm ve cihad" üzerine biat etmişler, kadınlardan da "Allah'a ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina yapmamak, çocuklarını öldürmemek, asî olmamak" üzere biat alınmıştı.
Bu biat müslümanların bozmaması gereken birtakım hususlara bir numunedir. Çünkü biat, Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne verilmiş bir ahiddir.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın ve ona tâbi olan bahtiyar müminlerin Allah yolunda yaptıkları cihad sebebiyle ne kadar büyük mükâfatlara nâil olduklarını Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, Cennet kendilerinin olma karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevrat'ta da İncil'de de ve Kur'an'da da sabittir. Allah'tan ziyade ahdine vefa gösteren kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saadettir." (Tevbe: 111)
Kendi yolunda malı ve canı ile cihad edenlere O'nun böyle bir vaad-i sübhanisi var. Ama cep ve makam için cihad edenlere böyle bir vaad-i sübhani yoktur.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde müminleri kendisiyle alış-verişe dâvet ediyor, bu hitap bütün müminleredir, kim ki canını, malını ortaya koyarsa mukabil olarak ona cenneti takdim edeceğini beyan buyuruyor.
Yalnız ve yalnız canını ve malını bütün ihlası ile Hazret-i Allah'a hasrederse, O'nun uğrunda O'nun için ortaya koyarsa ve Hazret-i Allah dileyip kabul buyurursa, cennet-i âlâ'yı lütfeder. Niçin? Kabul buyurduğu için.
Eğer bir insanın yaptığı amellerine zerre kadar bir riyâ girerse, veyahut bu çalışma içerisinde kendisinde varlık görürse, kendisini beğenirse yaptıklarının hepsi hükümsüzdür.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle etmeyenleri, sebat edenlerle etmeyenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyordunuz?" buyuruyor. (Âl-i İmrân: 142)
Gerçekten de cihad kılıçla, dille, yazı veya yayın yoluyla veya daha başka yollarla, ne şekilde olursa olsun cehd ve gayret göstermek, çalışıp uğraşmak demektir. Savaş ise cihadın sadece bir çeşididir.
Allah-u Teâlâ cihadın ve infakın her türlü maksat ve menfaatlerden tamamen uzak olarak sadece Allah yolunda yapılmasını şart koşmaktadır.
Allah-u Teâlâ'nın diğer bir emri de şöyledir:
"Allah yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz." (Mâide: 35)
Açık ve gizli düşmanlarınızla Kelimetullah'ın yücelmesi için mücâdele edin ki, O'nun ilâhî tecellîlerine kavuşasınız.
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar gelecek olan müminlere hitap ederek, onları dünya ve ahiretteki en kârlı kazanca dâvet etmektedir.
"Ey iman edenler! Elem verici can yakıcı bir azaptan sizi kurtaracak bir ticaret yolunu göstereyim mi size?" (Sâff: 10)
Bu soru teşvik için sorulmuştur. Bundan sonra Allah-u Teâlâ şöyle buyurarak bu ticareti açıklamıştır:
"Allah'a ve Resul'üne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz.
Eğer bilirseniz bu sizin için çok daha hayırlıdır." (Sâff: 11)
Osman bin Ma'zun -radiyallahu anh-ın: "Yâ Resulellah! Allah katında hangi ticaretin daha sevimli olduğunu bilmek isterdim, ki o ticareti yapayım." demesi üzerine bu Âyet-i kerime'ler nâzil olmuştur.
Ticaret; kişinin kazanç arzusu ile malını, emeğini, her türlü kabiliyetini ortaya koyarak kâr elde etmesidir. Bu bakımdan iman ve Allah yolunda cihad etmek, ticarete benzetilmiştir. İnanan, malı ve canı ile cihad eden kimse; elem verici azaptan kurtulmak için, Allah katındaki büyük mükâfatı elde etmek için, sözde kalmamış, yapabileceğini yapmıştır. Maddî kazancını Allah yolunda sarfettiği için mânevî kazanca dönüştürmüştür.
Bu çok kârlı ticaretin ilk uygulayıcıları Ashâb-ı kiram Hazerâtı'dır. Onlar sadece iman etmekle kalmadılar, o imanın gereği olarak canlarıyla mallarıyla Allah ve Resul'ünün yolunda cihad ettiler.
Bu ticaretin asıl kârı ahirette görülecektir.
"İşte bu takdirde Allah günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki hoş ve güzel meskenlere yerleştirir.
İşte bu pek büyük bir kurtuluştur." (Sâff: 12)
Bu ticaret öyle büyük bir kazanç yoludur ki, artık ondan öte bir kazanç düşünülemez. Dünya ticareti ile kıyas bile edilemez.
Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O halde yaptığınız bu hayırlı alış-verişten dolayı sevinin!" (Tevbe: 111)
Allah-u Teâlâ onlara ahirette lütfedeceği ecir ve sevabı beyan buyurduktan sonra, bu dünyada da büyük lütuflara ve fetihlere mazhar olacaklarını haber vermiştir:
"Bundan başka, seveceğiniz bir şey daha var. Allah'tan bir yardım ve yakın bir fetih.
Müminleri müjdele!" (Sâff: 13)
Ki bu da küffar beldelerini fethederek, İslâm dâiresine ilhak etmeleridir.
İşte bunlar ahiret nimetleri ile birleşen dünya nimetleridir.
"Fakat o peygamber ve onun maiyetinde bulunan müminler, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler." (Tevbe: 88)
Allah-u Teâlâ'nın cihad emr-i şerif'ine muhalefet etmediler. Çünkü kendilerinden daha üstün olan peygamberleri de cihad etti.
"İşte bütün hayırlar onlarındır, saâdete erişenler de onlardır." (Tevbe: 88)
Onlar sadece geçici zevklerle yetinmeyip, ebedi olan isteklerine de ulaşan kişilerdir.
Dünyada insan için en kıymetli iki şey vardır. Canı ile o canı yaşatacak malı. Müminlere dünyada bunun her ikisini de fedâ ederek canları ve malları ile cihada atılmalarına karşılık olarak ihsan ve ikram edeceği mükâfat elbette büyük olacaktır.
"Allah onlar için altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır.
İşte bu en büyük kurtuluştur." (Tevbe: 89)
Allah yolunda bilfiil cihad edenler, güzel niyetleri sebebiyle mükâfata erecekleri gibi, bu mühim vazifeyi severek yaptıkları için ayrıca mükâfata müstehak bulunmuşlardır. Cehennemden kurtulmuş, cenneti ve oradaki nimetleri elde etmişlerdir.
Nitekim Allah-u Teâlâ buyuruyor ki:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölülerden sanmayın, onlar diridirler. Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı sevinç içindedirler." (Âl-i İmrân: 169-170)
Onlar yer içerler, kendilerine tahsis edilen makamda yaşarlar. Dünya hayatının daha fevkinde bir hayat yaşarlar.
Çünkü Allah-u Teâlâ onlara: "Ölü demeyin." buyuruyor. Tasavvur buyurun ki onlara nasıl hayat bahşetmiştir. Ne güzel ihsanlarda bulunmuştur.
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:
"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz (sarılırsanız), Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar." (Muhammed: 7)
İmanla sizi yaşatır, o imanla ahirete intikal ettirir.
"Allah kendisine yardım edenlere elbette yardım eder." (Hacc: 40)
Bu, O'nun ezelî vaad-i Sübhânî'sidir.
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz." (Ankebût: 69)
Allah-u Teâlâ'nın sözü Kelimetullah'ın daha yüce olması, İslâmiyet'in dimdik ayakta durması, fitne ve fesadın önlenmesi için O'nun yolunda her türlü fedakârlığa katlananlar, bütün dünyayı karşılarına almak pahasına da olsa cihad edenler; lâyık oldukları mükâfatlara bir bir kavuşunca, vaadinde sâdık olan Allah-u Teâlâ'nın her an övülmeye lâyık olduğunu düşünerek derin bir sevgi ve saygı ile hamd ve senâ edecekler ve şöyle diyecekler:
"Bize verdiği sözü yerine getiren ve bizi cennete vâris kılan Allah'a hamd olsun. Cennette dilediğimiz yerde oturuyoruz. (Allah için) çalışanların mükâfatı ne güzelmiş!" (Zümer: 74)
Allah-u Teâlâ bunları bir mükâfat olarak Allah için cihad edenlere nasip buyurdu.
Müslümanlar son nefesine kadar bu vecibeyi yerine getirmekle vazifelidirler.
Gaye; Allah ve Resul'ünün nurunu yaymak. İman-İslâm cihaddır. İlâhi davadan geri durmamak, ne olursa olsun Allah için olmak, gaye bu olmalı. Dünya yıkılsa sen imanını kaybetme. Her şeyini kaybetsen de imanını, cihad aşkını kaybetme.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde sâdık müminlerin düşmanlarına karşı ne gibi bir vaziyet alabileceklerini beyan buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Bütün tedbirlerinizi alın. Birlikler halinde savaşa çıkın veya toptan seferber olun." (Nisâ: 71)
Görülüyor ki gerek hazerde gerekse seferde düşmana karşı tedbirli olmak gerekiyor.
Savaşta din düşmanları ile, hazerde iman düşmanları ile. Çünkü iman olsa savaşılmayacak.
Öyle bir savaş ki; imansızlarla savaş, din kuranların dinini yıkmak için ve dimdik ayakta olan İslâm dini'ni ayakta tutmak için savaş...
Ve bu uğurda ölürse şehit olacağını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz haber vermiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Allah yolunda öldürülen şehittir." (Müslim)
Ancak Allah-u Teâlâ'nın kelimesinin yükselmesi, nurunun yayılması için cihad ederken ölenler şehittir. Gerek dış düşmanla savaşırken olsun, gerekse bu bölücülerle cihad ederken olsun...
Allah-u Teâlâ sâdık müminlere, düşmanlarına karşı alacakları tedbirleri belirttikten sonra münâfıkların bu durum karşısındaki tutumlarını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
"Aralarında bazıları vardır ki pek ağır davranırlar." (Nisâ: 72)
Münâfıklar canları tehlikeye düşünce kendi cesaretlerini kaybettikleri gibi, başkalarını da cihaddan döndürmek ve vazgeçirmek için korkuturlar. Gayeleri nifak çıkarmaktır.
"Eğer başınıza bir musibet erişirse: 'Allah bana lütfetti de, ben onlarla beraber bulunmadım.' der." (Nisâ: 72)
Çünkü onların başına gelen musibet bana da gelecekti.
Allah-u Teâlâ sâdık müminlere hitap ederek şöyle buyuruyor:
"Eğer size Allah'tan bir lütuf isabet ederse, sanki sizinle onun arasında hiç sevgi yokmuş gibi: 'Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da, ben de büyük bir başarı elde etseydim!' der." (Nisâ: 73)
Nifak içlerine işleyen münâfıklar, sâdık müminlerle beraber olmayı İslâm'ın izzeti için değil, sırf dünyalık elde etmek için isterler. Her devirde bu böyle olmuştur.
Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime'lerde müminleri cihada teşvik ederek, şu ilâhî emri vermektedir:
"Öyleyse dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar." (Nisâ: 74)
Ebedî bir saâdete ulaşmak için canlarını Hakk yolunda feda etmekten çekinmesinler.
"Kim Allah yolunda savaşır ve öldürülür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz." (Nisâ: 74)
Allah yolunda cihad eden kimse ister öldürülsün, isterse galip gelsin, Allah katında onun büyük bir mükâfâtı vardır. Fâni bir hayatı, sonsuz mükâfâtlar karşısında fedâ etmek en büyük muvaffakiyettir.
"Size ne oluyor ki Allah yolunda savaşmıyorsunuz?" (Nisâ: 75)
Ey gerçek iman sahipleri! Görüyorsunuz ki, Allah-u Teâlâ'nın dinini yıkmak istiyorlar, sahte dinler kurarak hakikati yok etmek istiyorlar. Huzur-u ilâhî'ye çıkacağınızı hiç düşünmüyor musunuz? Bu dalâlet ehli ile niçin çarpışmıyorsunuz?
"Şüphesiz ki bizim ordumuz galip gelecektir." (Sâffât: 173)
Onların çoğunlukla aldıkları netice zafer ve ilâhî yardımdır. Bazı zaman ve mekânlarda birtakım ibtilâ ve mihnetlerle karşılaşsalar dahi bu böyledir.
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever." (Saff: 4)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde kâfirlerle ve münafıklarla cihadı emretmiştir:
"Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür." (Tevbe: 73 - Tahrim: 9)
Bu Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki; "Cihad etmek" kelimesi "Savaşmak" kelimesinden daha geniş muhtevalı ve daha şümullüdür. Zira münafıklar gizli kâfir oldukları için diğer açık kâfirler gibi savaş şeklinde bir cihad bahis mevzuu değildir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde fitne kalmayıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar devamlılık arzeden bir cihad emrini müslümanlara emir buyurmaktadır:
"Fitneden eser kalmayıp ve din de tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın!" (Enfâl: 39)
Küfür, şirk ve nifak ezilinceye, müslümanları İslâmiyet'ten döndürmeye çalışanlar bertaraf edilinceye kadar cihadda bulunun. Tâ ki hiçbir mümin dininden dönmesin, bâtıl dinler çöküp yok olsun.
Bu Âyet-i kerime'nin hükmüne göre biz Allah-u Teâlâ'nın emirlerini tebliğ etmeye memuruz, münafık ve kâfir olanlarla savaşmak mecburiyetindeyiz.
Bu bir nevi iman ile küfür çarpışmasıdır.
Gerek kâfirlerin ve gerekse münafıkların İslâm'ı tehdit bakımından farkları yoktur. Her iki zümre de müslümanları parçalayıp yıkmak hususunda aynı derecede tehlike arzetmektedir.
Münafıklara karşı açılacak cihad; delil ortaya koymak, belgeleri açıklamak, içlerindeki kötü niyetleri teşhir etmek, ikiyüzlülüklerini ve dönekliklerini su yüzüne çıkarmak demektir.
"Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını görendir." (Enfâl: 39)
Küfürden dönüp de müslüman olurlarsa, bilsinler ki, Allah-u Teâlâ ona göre mükâfatlarını kat kat verecektir.
"Yok vazgeçmez de yüz çevirirlerse, artık bilin ki Allah sizin sahibinizdir.
O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır." (Enfâl: 40)
O'nun sahip çıktığı kaybolmaz, O'nun yardım ettiği mağlup olmaz.
Nifaklarını ortaya koydukları takdirde, onlara karşı da kılıçla cihad edilmesi gerekir.
Âyet-i kerime'de:
"Karşı gelen kesim ile Allah'ın emrine (hükümlerine) dönünceye kadar savaşınız." buyuruluyor. (Hucurât: 9)
Çünkü münafıklar:
"İslâm'dan sonra küfre saptılar." (Tevbe: 74)
Bunun içindir ki müslümanların kâfirlerle ve münafıklarla güçlerinin yettiği nispette cihad etmeleri gerekmektedir. Eğer iman etmişlerse.
"Kâfirlere boyun eğme ve bununla onlara karşı büyük cihad yap." (Furkân: 52)
Bir mümin yalnız başına da olsa Allah yolunda cihad etmekle yükümlüdür.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun." (Nisâ: 84)
Sana hiçbir kimse yardım etmese bile, sen yine de cihada atıl, yalnız da kalsan bu vazifeni yap, çünkü Allah-u Teâlâ bu yolda çalışanlara yardımını ve muzafferiyeti vaad buyurmuştur.
"İman edenleri de savaşa teşvik et!" (Nisâ: 84)
Hakiki iman sahiplerinin gönüllerine ve dimağlarına bu ruhu nakşet, onları cesaretlendir.
"Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar." (Nisâ: 84)
Bu beyan-ı ilâhî Allah-u Teâlâ'nın kâfirlerin, münafıkların gücünü kıracağına, bütün muhalif grupları darmadağın edeceğine dair bir vaadidir.
"Ey iman edenler! Yanınızda bulunan kâfirlerle savaşın. Onlar sizde büyük bir azim ve sertlik görsünler.
Bilin ki Allah takvâ sahipleriyle beraberdir." (Tevbe: 123)
Nitekim asırlar boyunca bu böyle olmuş, müminlere olan vaadi gerçekleşmiş, Allah-u Teâlâ muhaliflerin gücünü kırarak hezimete uğratmış, dinini yüceltmiştir.
"Gücü en şiddetli olan ve cezası en ağır olan Allah'tır." (Nisâ: 84)
Onun içindir ki Allah-u Teâlâ'ya sığınan ve O'nun dinine yardım için cihad eden müminler, hiçbir engelden çekinmezler, cihad sahasına atılmaktan kaçınmazlar.
Allah-u Teâlâ müminlere din-i İslâm'ın yüceltilmesi için kâfirlerle cihad yapmalarını emir buyurmaktadır:
"Allah yolunda savaşın ve bilin ki, Allah işitendir, bilendir." (Bakara: 244)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cennet kılıçların gölgesi altındadır." (Buhârî)
"Fisebilillâh mücahid olanları Cenâb-ı Hakk cennete dahil eder." (Münâvi)
Gerek İsrâiloğulları'nın, gerekse benzeri milletlerin geçmişte uğradıkları zillete uğramamaları için müminlerin her zaman cihada hazır olmaları, bunun için de her türlü fedâkârlıklara katlanmaları gerekiyor.
"Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları azaplandırsın, onları rüsvay etsin, size onlara karşı zafer versin, müminlerin gönüllerini ferahlandırsın." (Tevbe: 14)
İşte bu sebepledir ki cihadı farz kılmıştır. Canı ile malı ile düşmana karşı Allah yolunda savaşmak müminlerin vazifesidir. Onlara yardım edip muvaffak olmalarını sağlamayı, düşmanlarını defedip tesirsiz bir hâle getirmeyi üzerine almıştır. Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder.
İslâm uleması kişinin evvelâ kendi nefsine karşı cihad etmesi gerektiğini bildirmişler, buna "Cihad-ı ekber" demişlerdir.
Zirâ Cabir -radiyallahu anh- Hazretleri'nden rivayet edilen bir Hadis-i şerif'e göre, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashabıyla birlikte herhangi bir harp meydanından geri döndükleri zaman şöyle buyururlardı:
"Dönüşünüz mübarek olsun! Siz şimdi küçük harpten büyük harbe dönüyorsunuz. Büyük harp ise nefisle savaşmaktır."
Bir Hadis-i şerif'lerinde de:
"Gerçek mücahid nefsiyle savaşandır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bu hususta buyururlar ki:
"Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır." (En'âm: 48)
"Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah ihsan erbâbı ile beraberdir." (Ankebût: 69)
İhsan kelimesinin zâhirî mânâsı, Hazret-i Allah'ı görüyormuş gibi ibâdet etmektir. Her ne kadar sen O'nu göremiyorsan da O seni mutlaka görüyor.
Batınî mânâsı ise, O var sen yoksun.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Vallâhi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)
Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa, onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları aşar, gayesine ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî'de:
"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruluyor.
Kişi onun hakkını ona vermeli ve yoluna devam etmelidir. Ve fakat onun arzusuna kapılmamalıdır.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır, mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"O gün her nefis iyilik ve kötülük olarak ne işlemişse önünde hazır bulur." (Âl-i İmrân: 30)
Nefsin arzu ettiğini yapmamakla muvaffak olunur.
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz." (Mâide: 105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10)
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
Ebu Zerr-i Gıfâri -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı için yaptığı cihaddır." (Câmiu's-Sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması; sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kim mücahede ederse kendi öz nefsi için mücahede etmiş olur." (Ankebût: 6)
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:
"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2035)
İnsan, tuzaktaki daneyi görüp ona yaklaşan kuşa benzer. Kuş danenin arkasında kendisini bekleyen tehlikeyi görmediği için tuzağa düşer. İnsan nefsinin arzularına uyarsa, sürüklenmekte olduğu cehennemi göremez.
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir. Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye toplayamadan gider.
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın. Allah yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz." (Mâide: 35)
"Nefisle mücadele çok mühimdir. Çünkü nefis ıslah edilmedikçe yapılan cihad yersizdir. Bu hususta demişizdir ki:
"Ey zahid! Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen fethedildiğini bilmiyorsun. Evvelâ kendi içine dön, içindeki düşmanı öğren, evini ve odalarını işgaliyetten kurtar."
Onun için insan evvelâ nefsini fethedecek, fetihten sonra yapacağı işleri rızâ yoluyla yapacak. Yoksa içindeki putla fetholunmaz. Evvelâ iç putunu kır, ondan sonra fethe çık."
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve Resul'üne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz." (Sâf: 11)
"O Peygamber ve onun maiyyetinde bulunan müminler, mallarıyla canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır. Saâdete erişenler de onlardır." (Tevbe: 88)
Din uğrunda sarfedilen her şey fisebilillâh sarfolunmuştur.
Allah-u Teâlâ gücü olanlara malını sarfetmelerini emrederek
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah yolunda infak edin!" buyuruyor. (Bakara: 195)
İnfak birçok hayırları içine alıyorsa da, burada hususiyetle cihad için mal sarfedilmesine işaret ediliyor.
Allah yolunda infaka ve mücahidleri teçhiz etmeye dâir Kur'an-ı kerim'de ve Hadis-i şerif'lerde pek çok teşvik edici beyanlar vardır. Çok yerde Allah yolunda infak dâveti ile cihada dâvet Âyet-i kerime'leri birlikte geçer.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Kim evinde oturup (cihada katılmayıp) da Allah yolunda cihad edenler için bir harcama ayırıp gönderirse, her dirhemine karşılık yedi yüz dirhem (vermişçe) sevap kazanır.
Kim de Allah yolunda hem cihad eder, hem de Allah için bu uğurda mal harcarsa, her dirhemine karşılık yedi yüz bin dirhem (vermişçe) sevap kazanır." (İbn-i Mâce. Kitabü'l-cihad)
Allah yolunda infaktan kaçınmak, nefisleri cimrileştirmesi bakımından büyük tehlike arzeder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı'nı harekete geçirmişti. Kendileri zaruret içinde oldukları halde elde avuçta ne varsa getirip Resulullah Aleyhisselâm'a takdim ettiler.
Bunun içindir ki bu aziz insanları Allah-u Teâlâ Kur'an-ı kerim'inde övmüş ve şöyle buyurmuştur:
"Onlar ki inandılar, hicret ettiler. Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad ettiler." (Enfâl: 72)
Allah-u Teâlâ'nın dinini yüceltmek için malları ve canları ile O'nun yolunda savaşan, iman yarışını kazanarak Rabb'leri katında yakınlık şerefini elde eden bu zâtlar, Muhâcirler'dir. Onlar, İslâm'ın temelidir. Rızâ-i Bâri yolunda yurtlarını bırakıp gittiler. Dünyada zaferle şereflendiler, zâlimleri zorbaları yok ettiler, yeryüzüne hâkim oldular, saâdet ve selâmete erdiler.
"(Ey iman edenler!) Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla hem Allah'ın düşmanlarını, hem de sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında sizin bilmediğiniz Allah'ın bildiği diğer düşmanlarınızı korkutup yıldırırsınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size eksiksiz ödenir ve siz aslâ haksızlığa uğratılmazsınız." (Enfâl: 60)
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurmuştur:
"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle etmeyenleri, sebat edenlerle etmeyenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyorsunuz? (Âl-i İmrân:142)
"Gerek hafif gerek ağırlıklı olarak hepiniz elbirlik savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." (Tevbe: 41)
"Ey iman edenler! Düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok zikredin ki umduğunuza kavuşabilesiniz." (Enfâl: 45)
"Allah, malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan çok üstün kıldı. Bununla beraber Allah ikisine de cenneti vâdetmiştir. Fakat cihad edenleri oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır." (Nisâ: 95)
Hazret-i Allah Âyet-i kerime'sinde:
"İnsanları Rabb'inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et." buyurmuştur. (Nahl: 125)
Enes -radiyallahu anh- Hazretleri'nden rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Zâlim olsun, mazlum olsun müslüman kardeşlerinize yardım ediniz" buyurdukları zaman Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- "Yâ Resulellah! Mazluma yardım edelim güzel de, ya zâlime nasıl yardım edeceğiz?" diye sordular. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle devam ettiler:
"Zâlimin iki elinin üstünü tutarsanız, kötülük yapmasına meydan bırakmazsınız." (Buhârî)
Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cihadın en büyüğü zâlim sultana hakikati tebliğ etmektir." (Ebu Dâvud)
Müslüman şâirler güzel şiirleriyle müşrik şâirleri hicvetmişlerdi. Bundan çok hoşlanan Resulullah- sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şâirlere takdir ve teveccühünü beyan buyurduktan sonra:
"Şiirleriniz onlara keskin kılıç yaralarından daha çok acı vermiştir." buyurdular. (Tirmizî)
Bir Hadis-i şerif'leri de şöyle:
"Sizden bir kimse çirkin bir iş görürse onu eliyle derhal değiştirsin. Eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse bâri kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir." (Müslim)
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyurmuşlardır:
"Benden önce Allah'ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin, ümmetinden havarileri ve sünnetine tâbi olan, emrine uyan ashabı olmasın.
Sonra onların ardından, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan birtakım kötü nesiller meydana çıkar.
İşte kim ki onlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim ki onlara karşı diliyle cihad ederse o da mümindir. Kim ki onlara karşı kalbiyle mücadele ederse o da mümindir. Amma bunun ötesinde imandan bir hardal tanesi de yoktur." (Müslim: 80)
"Allah-u Teâlâ bizi kalemle cihad için, bölücü din düşmanlarını kalemle biçmek için ve bu kitapları yazmakla vazifelendirdi. Bu kitaplar bizden sonraki boşluğu Hazret-i Mehdi'ye ulaştıracak, ona köprü olacak.
Bir düşmanla çarpışırsın, beş kişiyle on kişiyle; fakat kalemle milyonlarla çarpışırsın. Onun için kalemle mücadeleye "Cihad-ı Ekber" demişizdir."
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhâtü'l-Mekkiyye"sinde, Hâtemü'l-evliyâ'nın ve ihvânının Hazret-i Kur'ân'ın hükmüyle yürüyeceklerine ve onu değiştirmek isteyenlerle mücâdele edeceklerine dâir açık bir işâret vererek, onun vazifesi ile Hazret-i Mehdî'nin vazifesi arasındaki bağı gözler önüne sermiştir:
"Hatmü'l-velâyeti'l-Muhammediyye, O'nun hükmünün vâki olmasıyla, kendi zamânından sonra Allah'ı bilen birinin yapamayacağı bir biçimde yaratılanları Allah ile bilir. O ve Kur'an ihvânı, tıpkı Mehdî ve kılıç ihvânı gibidir." ("Fütûhâtü'l-Mekkiyye", c. 6, s. 67, Beyrut, 1994)
Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri burada Hâtemü'l-evliyâ'nın ihvânını "Kur'an ihvânı" olarak vasıflandırmıştır. Bu ise onun ve ihvânının Kur'an âyetleriyle, yani ahkâm-ı ilâhi ile iş ve icraat yapacağına delâlet eder. Onun kalemle yürüttüğü bu mücâdeleyi Mehdî kılıçla devam ettirecek; yani o kalemle yürüdü, Mehdî kılıçla yürüyecek. Hazret, bu beyanları ile iki vazifeyi birleştirmiş, mütemmim hâle getirmiş oluyor.
Bunun delilini mi istiyorsunuz?
Sa'deddîn el-Hamevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye" adlı eserinin son satırlarında bu vazifeye bizzat işâret etmiş; Hâtemü'l-velî'nin Allah tarafından verilmiş mânevî bir kılıca sâhip olduğuna dikkati çekerek, onu "Din kâfirleri"ne gâlip getirecek olan bu kılıcın "kalem"inden başka bir şey olmadığını haber vermiştir:
"Bil ki, onun alâmetlerinden birisi de; onun kılıcının, mukâbele ettiğinde kendisini gâlip getiren 'kalem'i olmasıdır.
Peygamber Aleyhisselâm, kâfirlere kendi kılıcıyla vurup onları öldürürdü; Hâtemü'l-velî de onlara bâtında kendi kalemiyle vurur ve onları helâk eder. Böylelikle Allah onu, Zât'ıyla mukâbelede bulunan bir 'kılıç' kılar.
Allah-u Teâlâ'nın kılıcı ikidir:
'Din kılıcı' ki, Muhammed Aleyhisselâm'ın izinde bulunmaktır. O kılıç, din ehlinin kendisiyle ayakta durduğu; şirk, şek (şüphe) ve tahmin ehlinin boyunlarının kendisiyle vurulduğu kılıçtır.
'Yakîn kılıcı' ise 'Kibriyâ kılıcı'dır ki; Kudsî ruh'tan sür'atle 'Hâtemü'l-evliyâ'ya ulaşır. Bu kılıç ise; 'Temkîn ehli'nin kendisiyle ayakta durduğu, alâkaların ve mel'un (şeytan)ın vesveselerinin kendisiyle kesilip koptuğu, din kâfirlerinin ruhlarının Zât'ıyla katlolunduğu bir kılıçtır.
Yakınlığın incelikleriyle onlardan sıyrılıp çıkarılan müminlerin ruhlarının cemaati içinde Allah, onları katlettiği din kılıcını Hâtemü'l-enbiyâ'ya has kılmış ve şeytanın nüfûzundan selâmete erişen Yakîn erbâbı'na mîras bırakmıştır." ("Risâle fî Zuhûr-ı Hâtemü'l-Velâye", Süleymâniye Kütüphânesi, Ayasofya, no: 2058, vr. 207b)
"Nitekim fakir, bundan seneler evvel, daha bu ifşaatların hiçbiri yokken şöyle demiştik: "Bize kalemle mücâdele verilmiş, Hazret-i Mehdî'ye ise kılıç ile biçerek ifsâdı kaldırma verilse gerek." Bu zâtların bu ifşaatları yıllar sonra bizim bu sözümüzü tasdik etmiş oluyor."
"Allah-u Teâlâ'nın onu "Zât'ıyla mukâbelede bulunan bir kılıç" kılmasının mânâsı: Kendisini göstermemek için fakiri ileriye sürmüş, dışarıdan bakınca o vurmuş gibi gözüküyor. Oysa kalemi veren de, kılıcı vuran da O'dur. O'nun vuruşu olduğu için hiç kimse de cevap veremiyor, onun karşısında hiç kimse duramıyor.
Niçin? O desteklediği için..."
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruhla takviye edip desteklemiştir." (Mücâdele: 22)
Kimin kalbine imanı yazarsa, o iman sebebiyle, o nur sayesinde hakikati ona bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'nın desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile desteklemiştir.
Burada Hazret-i Allah'ın buyurduğu ve duyurduğu şu Âyet-i kerime tecelli eder:
"Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz" (Mücâdele: 21)
İlim O'nun ilmidir, kalem O'nun kalemidir; mahlûka âit hiçbir şey yoktur.
"Kalemle mücadele etmeye vazifeliyim. Benim için can ve mal, böyle bir şey düşünülmez. Bu yol Allah yoludur."
Allah-u Teâlâ'nın izni ve desteğiyle İslâm dini'nin müdafaası, imanların kurtarılması yolunda yaptığımız mücadele, kalemle yapılan mücahede, bu gaye ile neşredilen ikaz ve irşad eserleri ehlince malûmdur.
"Binaenaleyh biz bu mücadeleyi Allah-u Teâlâ'dan korktuğumuz için, O'nun dininin müdafaası için yaptık. Hakikatleri olduğu gibi neşrettik, kimseden de çekinmedik.
Buna kalemle cihad denilir.
Bizim bu müdahalemiz bu yalancı ve iftiracıları durdurttu, istedikleri gibi at koşturamadılar. İslâm dini'ni bölmekte muvaffak olamadılar. Ancak halkı böldüler, gönüllerde fitne ve fesadı çoğalttılar. Doğrularla yalanları, hakikatle dalâleti karıştırdılar. Böylece en büyük zararı bu millete yapmış oldular."
Zamanımızda bazı kimseler cihad kelimesinin mânâsını ve şümulünü bilmeden fitne çıkarıp müslümanları birbirine düşürmeye çalışmaktadırlar. Bunlar iki gruptur:
1- Masum grup: İşin mahiyetini bilmezler, cihad kelimesinin ismine âşık olmuşlardır.
2- Menfaatçi grup: Gaye-maksat, mevkî-makam peşinde olup, bunlar da cismine aşık olanlardır.
Her şeyden önce "Cihad ne demektir? Kiminle ve nasıl cihad edilir? Cihad yapma emrini vermek yetkisi kimindir?" gibi soruların cevaplarını Kur'an ve Sünnet'ten öğrenmek lâzımdır.
Bir müslümanın "Lâ ilâhe illâllah" diyen kimseye her ne suretle olursa olsun sataşması haramdır.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette olduğu kimsedir." (Buhârî)
Bedir muharebesine iştirak etmiş bulunan Mikdâd bin Amr -radiyallahu anh- Hazretleri bir gün Cenâb-ı Fahr-i Kâinat - sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gelerek:
"Yâ Resulellah! Ben bir kâfirle karşılaşıp vuruşsam, o benim iki elimden birisini kılıcı ile vurup koparsa, sonra benden kaçıp bir ağacın arkasına sığınsa da, 'Ben Allah için müslüman oldum.' dese, ben onu tevhid kelimesini söyledikten sonra öldürebilir miyim?" dedi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Hayır! Öldüremezsin!" cevabını verdi.
İkinci olarak "Fakat yâ Resulellah! O ellerimden birini kesti, kopardı da sonra tevhid kelimesini söyledi!"
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
"Sakın onu öldürme! Eğer onu öldürürsen, sen onu öldürmeden evvel ne durumda isen, o kimse de senin durumunda olur. Sen ise onun söylediği tevhid kelimesini söylemezden evvelki durumunda olursun." buyurdu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1573)
Beni Mürre Gazası'nda Üsâme bin Zeyd -radiyallahu anh- Hazretleri "Lâ ilâhe illâllah" diyen bir adamı öldürmüştü. Hadiseyi şöyle anlatır:
"Adamı öldürdüğüm zaman içimde son derece üzüntü duydum. Medine'ye gelinceye kadar üzüntümden yemek yiyemedim. Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına varınca hadiseyi kendisine haber verdik. Çok celâllendi "Demek sen Lâ ilâhe illâllah demiş olan bir adamı öldürdün ha? Demek o Lâ ilâhe illâllah dedi ve sen onu öldürdün ha?" Buyurdu. "Yâ Resulellah! O bunu ancak silahtan korktuğu için söylemiştir. Ölümden korktuğu için Kelime-i tevhid'e sığınmıştır, aslında inanmamıştı." dedim. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- daha da kızarak "Bâri adamın kalbini de yarsaydın, bu sözü doğru mu yalan mı söylediğini de öğrenseydin ya!" buyurdu.
Bu sözü bana o kadar tekrarlayıp durdu ki, keşke o gün yeni müslüman olmuş ve o adamı ben öldürmemiş olsaydım diye temenni ettim."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ben Lâ ilâhe illâllah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Kelime-i tevhid'i söyleyen malını canını benden korumuştur." buyurmuşlardır. (Buhârî)
Şu halde Kelime-i tevhid'i söyleyip namaz, oruç, gibi İslâm'ın emirlerini yerine getiren kimseyi bir başka müminle cihada teşvik etmek, katle teşvik etmek demektir.
•
"Biz halktan direktif alanlardan değiliz. Mümin kardeşlerimize hürmet, saygı ve sevgiden başka hiçbir sözümüz yoktur. Sözümüz ancak İslâm birliğini ve güzel vatanımızı bölmek isteyen bölücülerle, hakikati aslından çıkarıp dalâlet yollarına saptırmak isteyenleredir.
Bugün müslümanların her devirden çok daha dikkatli ve uyanık bulunmaları gerekir. Zirâ haram lokma insanın içini tahrip eder ve kötülüğe tahrik eder.
Bunun içindir ki her kötülük zuhur edebilir."
Resulullah - sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimden yalancılar, deccaller vücuda gelir." buyurmuşlardır. (Münâvî)
Bu iki sınıftan maksat, zâhirde insanları irşad ve ıslâh etmek sıfatıyla görünüp hakikatte Hazret-i Allah'ın emirlerine uymaktan alıkoyanlardır.
Bu gibi kimseler tahripçidirler. Bunlardan bazıları İslâm'ın yetiştirmiş olduğu en seçkin hakiki âlimler tarafından yüzlerce sene evvel hazırlanıp sistemleşen en düzgün yolları cehaletleri sebebiyle bozmak istemekte, kabulü mümkün olmayan mezhepsizlik düşüncesini yaymaya çalışmaktadırlar.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetimin ihtilâfı rahmettir." buyurmuşlardır. (Nevadir-ul usûl)
Yani fakih ve müçtehidlerin büyüklerinin aralarındaki ihtilâf, şeriat dairesini genişlettiği ve ümmet-i Muhammed'in muamelelerini kolaylaştırmaya sebep olduğundan rahmete vesiledir.
Yoksa kendilerini âlim zanneden bilgisizlerin ihtilâfı, nifaktan başka bir şey değildir. Gayeleri ittifak değil nifaktır. Bunların bütün iş ve icraatları hep kötülüktür. Ve bunları gururları aldatmıştır.
Âyet-i kerime'de:
"O çok aldatıcı şeytan sizi Allah'a karşı mağrur etmesin." buyuruluyor. (Lokman: 33)
Bunlar huzur-u ilâhiye nasıl çıkacaklar? Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gibi bölücüleri çok iyi bildiği ve geleceklerini gördüğü için bunları ümmetine bildirmiştir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:
"Ben size Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bir şey haber verdiğimde onu bir hakikat olarak kabul ediniz. Onun dilinden yalan uydurmaktansa gökten düşerek ölmem bana daha hoş ve sevimli gelir. Ancak harp gibi hayırlı bir hile olursa, onun için söyleyeceğim sözler müstesnâ. Çünkü harp hiledir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den kulağımla duydum şöyle buyurdular:
"Âhir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt, aklını kötüye kullanan bir zümre yetişecektir. Onlar, iyiler gibi peygamberin tebligatından -âyet ve hadisten- bahsedecekler. Fakat onlar, tıpkı okun hedefi delip geçtiği gibi İslâm'dan hemen çıkıvereceklerdir. İmanları boğazlarından ileri geçmez.
Siz onlara nerede rastgelirseniz hemen öldürünüz. Zira bunları öldürene kıyamet gününde sevap vardır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1472)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'den rivayet edilen bir başka Hadis-i şerif'lerinde Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhâkî)
•
Bazıları yalnız kendilerinin İslâm olduklarını zannederler ve kendilerini beğenirler. Oysa koyu bir taassub içinde olduklarını, cehaletleri sebebiyle müthiş bir bölücülük yaptıklarını bilmezler. Allah ve Resul'ünün emirlerini hiçe saydıkları için hepsi dalâlettedir.
"Allah ve Resul'ü uğrunda, bir değil bin canım olsa Allah için fedâ olsun!" diyen Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu sözü laf gibi geliyor ama o bunu içinde yaşıyordu. Yaşıyor öyle çıkıyor ve icraata döküyordu.
"Üç şey için çalışıyoruz:
Hazret-i Allah'ın dinini yaymak için.
Ümmet-i Muhammed'in Hazret-i Allah ve Resul'ünde birleşmesi için.
Ve bu iman hırsızlarından imanları kurtarmak için."
Vasiyetlerinde; "Bu yol cihad yoludur." buyurmuşlardı.
"Allah-u Teâlâ bizi kalemle cihad için, bölücü din düşmanlarını kalemle biçmek için ve bu kitapları yazmakla vazifelendirdi. Bu kitaplar bizden sonraki boşluğu Hazret-i Mehdi'ye ulaştıracak, ona köprü olacak.
Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz."
Zât-ı âlileri bu ilmi, bu cihadı şöyle tarif ediyorlar:
"Bu ilim bugün indi. Eğer bu devir olmasaydı, bu ilim inmezdi. Böyle bir devire mukabil Allah-u Teâlâ adaletini ayakta tutmak için bu ilmi bugün indirdi. Bu devir böyle gidiyor ve hamdolsun bu mücadele devam ediyor."
"Âhir zamanda bu kadar bölücü, saptırıcı imamlara, sahte şeyhlere, kötü âlimlerin ifsatlarına karşı müslümanları uyardım."
Ömrünü Allah-u Teâlâ'ya adamıştı. Hayatı boyunca İslâm ahkâmını hakkıyla korumaya çalıştı. Dalâlet fırkalarının ve âhir zaman ulemâsının saptırıcı telkinlerini Ümmet-i Muhammed'den uzaklaştırmak için mücadele ve mücahede etti. Onun tek hedefi Kur'an-ı kerim'i ve Sünnet-i seniyye'yi tahriften korumak, müminlerin imanını kurtarmaktı. Bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda harcadı.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bir taraftan kişinin iç düşmanı olan nefis ve şeytanla harbe tutuşmuş, bir taraftan da iman kalesini yıkmak için hücum eden din ve vatan bölücüleriyle mücadele etmişti.
Etrafındaki insanlara da önce nefisle cihadı tavsiye etmişler, nefsine hakim, dinine ve vatanına bağlı insanlar yetiştirmişlerdi.
İhvanına kurtuluş yolunu şöyle tarif etmişlerdi:
"İhvana kurtuluş yolunu tarif ediyorum. Kurtuluş üç noktadadır:
Birincisi nefsinle cihad et, ikincisi bölücülerle cihad et, üçüncüsü Hazret-i Allah'ın kitabına uy, arkaya atma onu. Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetine dikkat et, sâdıklarla beraber ol. Felâh bu üç noktadadır. Unutmayın bunu..."
Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri bu cihadın hakiki cihad olduğunu beyan etmişler ve şöyle buyurmuşlardı:
"Mücahidler bu bölücülerle, hem dinimizi hem de vatanımızı bölmek ve parçalamak isteyen bu sahtekârlarla, bu münafıklarla cihada girdiler.
Bu siyah bayraklılar; her bir bölücünün ayrı ayrı kurdukları dinlerini Kelâmullah ile çürüttüler, maskelerini çıkardılar, kâfir olduklarını beyan ettiler. Bütün dünyaya bunları teşhir ve ilân ettiler. Böylece kararmış olan âlemi imanla aydınlatıp nurlandırdılar. Bu sahtekârların sihirlerini bozup bertaraf ettiler. Müslümanların hem imanlarını hem de dünyalıklarını, bu Deccal'den daha beter olan münafıklardan kurtarıyorlar."
"Ve bu övülmüş siyah bayraklılar neler yaptılar? Bu fitnenin üzerine nasıl gittiler?
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
"Sizin hazinenizin yanında, hepsi de bir halifenin oğulları olan üç kişi öldürülür ve bu hazine hiçbirisine nasip olmaz.
Sonra Doğu tarafından siyah bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş yaparlar ve ardından Allah'ın halifesi Mehdi gelir.
Siz onun ismini işittiğinizde kar üzerinde sürünerek de olsa ona gelin ve ona biat ediniz. Çünkü o, Allah'ın halifesi Mehdi'dir." (Hakîm)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in tarif buyurduğu bu övülmüş bayraklıların cihadı, "Cihad-ı Ekber"dir. Çünkü bu bayraklılar gerek Türkiye'de gerek ecnebi devletlerde fitnelerle, bölücülerle mücadele ediyorlar.
Türkiye'deki durumu sayayım:
Hıristiyan papa ve papazlarla, yahudi hahamlarla bir araya gelip küfrün hoş görülmesi toplantıları tertiplemelerinden ve bunu İbrahim Aleyhisselâm'ı ve daha sonra da gerek İsa Aleyhisselâm'ı ve gerek Ashâb-ı Kehf'i alet etmelerinden sonra bu dergilerle Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle iman-küfür berzahı konuldu ve hakikat ile dalâlet ayrıldı.
Bu toplantıların hemen akabinde Urfa, Antep, Maraş, Tarsus, Samsun, Trabzon ve Karadeniz sahilleri, Erzurum, Erzincan, Kayseri ve bütün o civar memleketler, Isparta, Aydın ve Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa ve bütün civar şehirlerine bu bayraklılar bu nûru götürdüler, bu nârı ve fitnesini söndürmek için...
Ecnebi devletlere gelince: Amerika, İngiltere, Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Finlandiya'ya kadar bütün memleketler.
Bu hakikat nurunu bu övülmüş mücahidler götürdü ve bu küfür, dalâlet fitnesini söndürdüler."
"Bu cihadın hikmetini bilseniz!
Seyyid-i Kâinat, Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur ki:
"Kendilerine ne (kadar ücret)ler takdir edilmiş olduğunu bilselerdi (başkaca) çalışmaktan mutlaka vazgeçerlerdi." (Müslim: 1066)
Hakk Celle ve Âla Hazretleri bu Siyah Bayraklılar'ı seçmiş dini koruması için vazifedar yapmış ve onların içyüzünü onlara bildirmiş."
•
"Şunu çok iyi bilin ki Hakk Celle ve Âla Hazretleri bu bayraklılara dini koruma vazifesi vermiştir.
Binaenaleyh siz ahir-son zamanda dinin koruyucularısınız. Bu o kadar mühim bir şey ki; bunun tarifi mümkün değil. Bunu yalnız ahirete intikal edince, 'Ha anlatmak istediği şey buymuş. Ama bunu anlamak ne mümkün!' dersiniz.
Fakat bize bugün düşen; Hazret-i Allah'a yönelmek, sığınmak, O'nun rızasını tahsil için bütün varlığımızla mücadele etmek. Bir taraftan iç kâfirlerle diğer taraftan dış kâfirlerle.
Binaenaleyh yalnız şunu deyin:
'Allah'ım! Zâtına beğendiğin gibi bir kul yap bizi, Habib'ine ümmet, rıza yolunda cihad.'
Eğer bunu bize bahşedip, bizden bunu almazsa O'nun kulu oluruz. O'nun yolunda, O'nun hizmetkârı oluruz. Bu da lütufların en büyüğüdür." (5 Şubat 2006)
Asr-ı saadet'te Tebük Seferi'nden alacağımız çok dersler var.
Resulullah Aleyhisselâm'ın bizzat bulunduğu gazâların sonuncusu Tebük Seferi'dir.
Resulullah Aleyhisselâm Arabistan'ın kuzey sınırından emin değildi. Suriye cephesinden âni bir baskına uğramamak için hududun bu tarafını emniyet altına almak istiyordu.
Çünkü Bizans, Mute Muharebesi'nden beri Arap Yarımadası'nın istilâsını düşünüyordu.
Şam'da Bizans imparatorunun müslümanlar aleyhine büyük bir ordu hazırladığını, Resulullah Aleyhisselâm'a haber verdiler.
Edinilen bu haber üzerine Bizans'a karşı seferberlik ilân edildi. Bizans üzerine gidilecek, düşmanın Arabistan'a karşı beslediği istilâ tehlikesi önlenecekti.
Bu sebepten dolayı Resulullah Aleyhisselâm, şimdiye kadar tertiplediği orduların üstünde bir ordu hazırlamaya karar verdi. Yaz mevsiminin sıcak günleriydi. Kuraklık ve kıtlık vardı. Aynı zamanda hasat mevsimiydi, meyveler, hurmalar olgunlaşmıştı, gölgeleri de güzelleşmişti. Gidilecek yer uzak, düşman kuvvetliydi. Bütün kabilelere ve Mekke-i Mükerreme'ye haber gönderilip mücahid askerler istendi. Gönüllülerin toplanmasına başlandı.
Ve fakat halkta umumî bir durgunluk, sefere karşı bir isteksizlik vardı. Başka savaşlarda görülen heyecan, Tebük Seferi'nde görülmez oldu. Allah-u Teâlâ bu hususta Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Size ne oldu ki: "Allah yolunda elbirlik gazâya çıkın!" denilince yere mıhlanıp ağırlaştınız. Yoksa âhireti bırakıp da dünya hayatına mı râzı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının kârı, âhiretin yanında pek az bir şeydir." (Tevbe: 38)
Dünyaya, dünyevî arzulara meylettiniz. Yolculuğun zorlukları ve vereceği yorgunluklar hoşunuza gitmedi. Tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz.
"Eğer (çağırıldığınız bu gazâya) elbirlik çıkmazsanız, Allah sizi pek acıklı bir azaba uğratır.
Yerinize de başka (itaatli) bir kavmi getirir." (Tevbe: 39)
Uğruna cihadı terk veya ihmal ettiğiniz dünya hayatınızı, çok acıklı sebeplerle elinizden alır, sizi perişan eder.
Sizi yok eder, sizin yerinizi alacak başka insanlara lütufta bulunmak suretiyle onları Peygamber'ine yardımcı kılar.
Cihaddan yüz çevirmek, ona iltifat etmemek ve işi ağır almakla;
"Siz o Peygamber'i hiçbir şeyle zarara uğratamazsınız. Allah her şeye hakkıyla kâdirdir." (Tevbe: 39)
Allah-u Teâlâ cihadı terketmenin neticesini, Zât-ı akdes'inin ve Resul'ünün cihada katılmayanların yardımından müstağnî olduğunu beyan ettikten sonra, topyekün seferberliğe katılmaya dair kesin emrini şöylece vermektedir:
"Gerek hafif gerek ağırlıklı olarak hepiniz elbirlik savaşa çıkın!" (Tevbe: 41)
Teçhizatınız az da olsa çok da olsa, fakir de olsanız zengin de olsanız, hoşlansanız da hoşlanmasanız da, yaya da olsanız binitli de olsanız, genç ve sağlıklı da olsanız, yaşlı ve hasta da olsanız... Her ahvâlde bu mücadeleye katılmak gerekmektedir.
Samimi müminler bu hayrı idrak ettiler ve savaşa çıktılar.
Çünkü Hazret-i Allah'ın emr-i ilâhi'si açık ve kesindir.
Âyet-i kerime'sinde:
"Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." buyuruyor. (Tevbe: 41)
Eğer düşünürlerse cihad; evde oturup kalmaktan, azıcık bir dünya menfaatine râzı olmaktan çok daha hayırlıdır.
Cihad edenle etmeyen, evde oturan bir değildir.
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olma karşılığında satın almıştır." (Tevbe: 111)
Kim ki canını, malını ortaya koyarsa, mukabil olarak ona cenneti takdim edeceğini beyan buyuruyor.
Esas budur, ötesi boştur. Bununla iş bitiyor.
"Canım tatlı, param cebimde, cennet de benim olsun!"
Hayır! Bu sahte İslâm.
Fakat insan böyle dediği zaman, bu imtihanı otomatikman kaybeder de farkına varamaz.
"Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur.
Ve çalışması ileride görülecektir." (Necm: 39-40)
Oturduğun yerde hiçbir şey yok.
Bu yolun Allah ve Resul'üne ait olduğunu bilin ve ona göre çalışın.
Yalnız burada Cenâb-ı Hakk'ın bir şartı var:
"Allah müminlerin canlarını ve mallarını cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır." (Tevbe: 111)
Yalnız benim için icap ederse canını, icap ederse malını verirsen mukabil olarak cenneti satarım, veririm diyor. Bu da Allah ve Resul'ü için olacak. Biz de size bu yol Allah ve Resul'üne aittir diyoruz. Bu yol mahlûka ait değil.
Allah-u Teâlâ Hâlik iken mahlûkunu alışverişe dâvet ediyor. Hâlik ile alış-veriş yapabilme şerefine nâil olmak ne büyük saâdettir!
Gerçekte kulun malı da, canı da, ona karşılık olarak verilen cennet de hepsi Allah-u Teâlâ'nın mülküdür. Allah-u Teâlâ kendi mülkünü yine kendi mülkü ile değiştirecektir. Şu kadar var ki bu değiştirme işi kulun rıza ve isteğine bağlanmış olduğundan, Allah-u Teâlâ bu akdin şerefini kullarına bağışlamıştır.
Bir mümin Allah yolunda savaşa katılır, can verir ve o yolda malını infak ederse, bu yaptığı iş boşa gitmeyecek, ahirette kendisine cennet verilecek, ebedî mutluluk içinde yaşayacaktır.
Tek gayesi yalnız rızâ-i ilâhi olacak.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e "İnsanların en hayırlısı kimdir?" diye sorulduğunda:
"Canı ile malı ile Allah yolunda cihad edendir." buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1177)
Allah-u Teâlâ kâmil imanın alâmetini ve sâlih müminlerin vasıflarını Âyet-i kerime'lerinde şöyle beyan buyurmaktadır:
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad etmişlerdir. İşte onlar imanlarında sâdık olanlardır." (Hucurât: 15)
Demek ki; Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a yaklaşmak için, rızâsına nâil olmak için Cihad-ı ekber'e girmemiz lâzım.
Cihad için kimse zorlanmaz. Cihad edenlerle etmeyen bir olmaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle etmeyenleri, sebât edenlerle etmeyenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sanıyordunuz?" (Âl-i İmrân: 142)
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri yoluna niyet-i hâlisa ile azmedip hizmet edenlere, yolunda mücadele edenlere rahmet ediyor, merhamet ediyor, yardım ediyor, bereket veriyor, önünü, işini açıyor.
Cihad, o kadar mühim bir mevzudur ki Allah-u Teâlâ müminlerin cihada çıkmamak için izin istemeyeceklerini bildirerek şöyle buyuruyor:
"Allah'a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten (kaçınmak için) senden izin istemezler.
Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilendir." (Tevbe: 44)
Mümin cihada kendiliğinden katılır. Hele hele topyekün seferberlik emri verilmişse başka türlü olamaz.
Muhâcirler'in ve Ensâr'ın ileri gelenleri:
"Cihad hususunda Resulullah Aleyhisselâm'dan izin istemeyiz. Çünkü Rabb'imiz onu defalarca emretti ve bizi teşvik etti. Elbette canlarımızla mallarımızla durmadan cihad edeceğiz." derlerdi.
Hatta Resulullah Aleyhisselâm onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını emretmiş olsa idi, bu onların gücüne giderdi.
Bu Âyet-i kerime İslâm'la küffar arasındaki bir savaşın, müminle münafığın ayırımını sağlayan ölçü olduğunu göstermektedir.
Münâfıklar ise sefer için; "Hazırlığımız yok!" diye özür uyduruyorlar ve izin istiyorlardı.
Halbuki:
"Eğer onlar çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı." (Tevbe: 46)
Durumları da buna elverişliydi. Hiçbir hazırlık yapmadıklarına göre, demek ki sefere çıkmak ve cihad etmek istemiyorlardı.
Onlar istemiyor, cihada çıkmıyor görünüyorlardı. Halbuki Hazret-i Allah bu hususu şöyle beyan ediyor:
"Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını uygun bulmadı ve onları yoldan alıkoydu.
Onlara: 'Oturanlarla beraber oturun!' denildi." (Tevbe: 46)
Aslında Allah-u Teâlâ onların bu şerefli İslâm ordusu içinde yer almalarını istememişti.
"Eğer içinizde onlar da (sefere) çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranıza sokulurlardı." (Tevbe: 47)
Hâin kişiler ordu için büyük tehlikedir.
Şayet o münâfıklar savaşa çıkmış olsalardı, mücâhidler arasında fitne ve tefrika çıkarmaya çalışırlardı.
"Tevbe Sûre-i şerif'inde geçen bu Âyet-i kerime'lere bakıyorum, dikkat ediyorum, onların üzerinde duruyorum, oradaki hikmetleri arıyorum, çalışanların, çalışmayanların durumunu ölçüyorum. Rabb'im bizi çalıştırdığı kullardan etsin. Meğer çalışmayanları O çalıştırmıyormuş. Niçin çalıştırmıyormuş? İfsad, fesat vermemeleri için.
Filân kişi güzel çalışıyor, güzel cihad ediyor, filân kişi cihad etmiyor, çıkmıyor, yerinde çakıyor. Meğer çakan O imiş.
Allah-u Teâlâ;
"İçinizde de onlara iyice kulak verenler var. Allah zâlimleri gayet iyi bilir." buyuruyor. (Tevbe: 47)
Âyet-i kerime'den anlaşılıyor ki, kim ki bunlara meylederse, muhakkak ki zulmetmiş olur. Zulmedenleri ise Allah-u Teâlâ sevmez.
Onların sözlerini dinleyenler, onların samimi olduklarını zannederek hemhâl olanlar, onların gerçek durumlarını bilmeseler dahi, bu durum müminler arasında büyük bir fesadın çıkmasına sebeptir.
Cihadçıları da buradan ölçeceksiniz.
Sizi hiç kimse teşvik etmiyor, zorlamıyor. Yalnız ilâhi hükümlere bakın, kendinize yön verin. Bunu okuyun ve bir şey demeyin. Niçin? Herkes kendisini görsün için.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"O, göğüslerin özünü çok iyi bilendir." (Hûd: 5)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri herkesin öz niyetini bilir, kul bilmez.
"Öz niyetinizi biliriz." buyuruyor.
Allah-u Teâlâ'nın beyanı öz niyetine göredir, kulun beyanına göre değil. Hakikaten öyle bir kul vardır ki çalışıyor, gidiyor aslında fitnecidir, ifsatçıdır, fesatçıdır, fakat görünüşte cihadçıdır. Bu onlara hitaben. Samimi insanlara hitaben değil. O iç yüzünü bildiği için dış yüzünü de beyan ediyor. Cenâb-ı Hakk'ın her hükmü aynadır. Herkes aynaya bakar kendisini görür. "Ben neredeyim? Hangi sınıftayım?"
Şu kadar var ki; biz onları biliriz, fakat hiç sesimizi çıkarmayız. Çünkü biz de imtihan sahnesindeyiz. Herkes imtihanını verip gidecek. Şimdi özünü anladınız mı?"
"Bugün bizim bu mücadelemiz iman ve küfür mücadelesidir. Bunun için çarpışan ona göre çarpışsın, yürüyen ona göre yürüsün, hareket eden Allah için hareket etsin, yürüsün. Bu din ve vatan bölücülerini de Cenâb-ı Hakk yok eder. Fakat Cenâb-ı Hakk'a şükretmelisiniz ki, bizi ileri sürmüş. Onlarla mücadele edeceğiz ki bu ecre nâil olacağız.
Öyle bir devir ki, bir Ashâb devri var. Çünkü Ashâb ile ihvanın birleştiği yer cihaddır. Orası da mücadele idi, burası da mücadele. Allah'ım bizi lütfuyla, desteğiyle yürütsün ki, bu küfürle mücadele ede, ede, ede, o lütuftan ayrılmayalım.
Şimdi nerede olduğumuzu anladık değil mi? Nasıl ki Resulullah ve Ashâb küfürle mücadele etti, şimdi biz de küfürle mücadele edeceğiz. Bu da cihadla kâimdir.
Bizim gayemiz nurun yayılması, Ümmet-i Muhammed'in rızâda birleşmesi, zulümâtın kalkması. Bu cihad küfrü söndürmek içindir.
Bu cihada çıkanlar için şöyle diyorum:
"Allah'ım! Senin yolunda çıkıyorlar. Senin için çıkıyorlar, Sen onları destekle, lütfunla da Cennet-i âlâ'na kabul et!"
Onlar için çok duâ ediyorum.
Ashâb-ı kiram nasıl orada zahmet çektiyse, aynısını da siz çekiyorsunuz. Onlara verilen ücret size de veriliyor. Onun için elinizden geldiği kadar cihadı da bırakmayın. Çünkü buradaki hayır ve sevabı tarif edemem.
Bu cihadın nimetini, kıymetini bilin. Ama aslını ahirette öğreneceksiniz. Bile bile, göre göre çalışalım. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri dinini korumak, ayakta tutmak için bu Siyah Bayraklılar'ı ortaya koymuş, bugün değil, ezelden verdiği karar bugün tahakkuk etmiş oluyor.
İşte bu esrar-ı ilâhi o zamandan geliyor. O zaman lütfedilmiş, o zaman ihsan edilmiş, o kaynaktan geliyor.
Cenâb-ı Hakk bugün böyle tecellî etmiş. Bu nur sayesinde bu cihadlar yapılıyor, onun içindir ki bu cihada Cihad-ı ekber deniliyor."
"Ashâbla ihvanın birleştiği yer cihad.
Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.
Bu devir müslümanların paramparça olduğu, bölücülerin her yeri işgal ettiği, saptırıcı imamların, ahir zaman âlimlerinin insanları Hakk yoldan uzaklaştırdığı ve imansızlık girdabına düşürdüğü bir devirdir. Dünya kurulduğundan beri böyle bir devir gelmiş değildir."
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz o günkü cihad ile bugünkü cihadı ayırmadı, bir tuttu.
O bir defasında Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne öğüt ve nasihatte bulunurken, kurtuluşa erişebilmesi için ona âhir zamanda gelecek olan bu topluluğa uymasını tavsiye etmiş ve onların kimler olduklarını açıkça ifşâ ederek şöyle buyurmuştu:
"Ey Ebu Hüreyre! Sen, insanlar çekindikleri zaman çekinmeyen, insanlar ateşten emin olmak istediklerinde korku duymayan topluluğun yolu üzerinde bulun!"
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- dedi ki:
"Yâ Resulellah! Onların vasfını bana anlat ki onları tanıyayım!"
Buyurdu ki:
"Onlar benim ümmetimden, âhir zamanda gelecek bir topluluktur ki; kıyamet gününde, tıpkı peygamberlerin haşrolunduğu gibi haşrolunacaklardır. İnsanlar, durumları gösterilip de onları gördükleri zaman, onların peygamberler olduklarını sanacaklar. Tâ ki ben; 'Ümmetimdir, ümmetimdir!..' deyip de kendilerini tanıtıncaya kadar... Nihayet halk onların peygamber olmadıklarını anlayacak. Şimşek ve rüzgâr misâli geçip gidecekler, nurlarından mahşer ehlinin gözleri kamaşacak!"
Dedim ki; "Yâ Resulellah! O hâlde bana onların yaptıklarına dâir bir misal ver de, ben de onlara katılayım!"
Buyurdu ki:
"Ey Ebu Hüreyre! Bu topluluk, zor ve güç bir yola girerek peygamberlerin derecesine kavuşurlar. Allah kendilerini doyurduktan sonra açlığı, giydirdikten sonra çıplaklığı, içirdikten sonra susuzluğu tercih ederler; Allah'ın katındakine ümitlerini bağlayıp bunları terkederler. Hesabından korku duyarak helâli dahi bırakırlar. Dünyaya sadece bedenleri ile ilgi gösterirler, onun herhangi bir şeyiyle iştigâl de etmezler.
Onların Rabb'lerine olan itaatleri karşısında, melekler ve peygamberler dahi hayrete düşer. Ne mutlu onlara, ne mutlu onlara! Allah'ın, onlarla benim aramı birleştirmesini ne kadar çok isterdim!"
Sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara duyduğu iştiyaktan dolayı ağladı ve daha sonra şöyle buyurdu:
"Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl onlardan geri çevirir. Onun için ey Ebu Hüreyre, sen onların yolu üzerinde bulun! Onların yoluna karşı gelen, vereceği hesâbın şiddetinden tir tir titreyecektir!" ("el-Vesâyâ li-İbnü'l-Arâbî", Hâlet Ef. no.: 198/2, 486a yaprağı)
"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın nuru, âlemlerin gurur ve sürûrudur. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri onun bizzat huzur-u saâdet'inde terbiye görüyordu. En çok Hadis-i şerif rivâyet edenlerden birisi idi ve aynı zamanda seçkin Ashâb-ı kiram'dandı.
Buna rağmen ona bu topluluğa katılmasını emretmesi; bütün insanların dikkatlerini çekmesi ve bu âlî yolu tarif etmesi içindir. Yoksa dünya kurulduğundan beri onun fevkinde bir nur, bir terbiyeci gelmedi ki ondan terbiye alsın.
Bunun mânâsı; bu topluluk o topluluk, o topluluk bu topluluktur. Arada hiç fark olmadığını ihsas ettirmek istiyor.
O böyle olduğu halde, ona o topluluğa katılmasını, o ordunun askeri olmasını emrederse kime ne düşer? Bu ise beşerin idrâkinin haricinde bir lütuftur.
Bunun bir mânâsı da: "Onlar peygamberlerle beraber haşrolacaklar, o haşrın içine sen de gir! Bu ordu mahşerde büyük bir nazar toplayacağından ötürü, sen de bu orduya iltihak et! Bu dereceye sen de nâil ol, bu lütufa dahil ol!" demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'ne o orduya katılmasını emretmesinin sebebi budur.
Şimdi ise aradan 1400 sene gibi uzun bir zaman geçmiş bulunuyor. O nurdan uzaklaşılmış, ortalık tamamen kararmış, kapkara olmuş. Böyle olduğu halde, sonda gelenlerin bağlılıkları Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı gibi olduğundan ötürü ona yaklaşmış ve bitişmiş durumda oldukları için, onların yakınlığı bunlara geçti. Dereceleri çok yüksek.
Onlar o hayatı yaşadıkları gibi, bunlar da o karartı içinde imanla yürüyorlar, aynı hayatı yaşıyorlar ve diğer müslümanlara yaşatmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhi hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar. Aynı iman, aynı izan, aynı cihad... İş değişti şimdi.
Gerçek ihvanın bu zamanda kıymeti bu kadar artmış oluyor.
Çünkü bu cihadçılar, Hazret-i Allah'ın askerleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın bayraktarları, Siyah Bayraklılar'dır. Bu bulunmaz bir nimettir. İkram-ı ilâhi'dir. Cenâb-ı Hakk'ın lütfudur.
Evet birçok çalışan zümreler var, görünüşte herkes çalışıyor, amma kabuğunda. Kimisi koltuk için, kimisi cep için, kimisi mevki için çalışıyor.
Rızâ çalışanlara kaldı. Bunlar kabukta değil. Bunlar biiznillâh-i Teâlâ, Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu üzerinde bulunuyor.
Sakın be sakın bu mevzulara hayret etmeyin, bu yolun cihadına da hayret etmeyin. Çünkü Ashâb ile ihvanın birleştiği yer cihaddır. Orası da mücadele idi, burası da mücadele.
Bu ilim bu zamanda indiğine göre Allah-u Teâlâ bu ilmin muhataplarını da halkedecek, hem de kıyamete kadar devam edecek."
"Allah'ım bizi bu yoldan ve bu vazifeden almasın. Verdiği nimeti elimizden almasın. Çünkü yolun ruhu cihaddır.
Hazret-i Allah ve Resul'ü burada kalmamdan hoşlanmışlar, bu cihaddan hoşlanmışlar. Bana Allah ve Resul'ünün hoşnutluğu gerek. Ben ne yapacağım memleketi? Yegâne hoşnutluk da cihaddaymış. Canını, malını ver, bir müslümanı kurtarmaya çalış. Öyle hoşnut kalmışlar, öyle hoşnut olmuşlar ki; Allah'ım nefesimin son anına kadar, kanımızın son damlasına kadar beni bu lütuf yolundan ayırma. Ben burada bulmuşum. Onun için malı ile canı ile cihad, cihad, cihad! Evlâdından, hanımından, en yakınından başla. Hiç olmazsa bir kitap bile mi veremezsin birine? Kardeşim şu kitabı oku, ver bana! Şu kitabı oku, ver! Bir kitabı on kişiye okutursun, nasipdar olan nasibini alır. Onun için bin kitaptan Allah-u Teâlâ bir kişiye hidayeti bahşederse kâfi. O bin kitap bir kişi için. Bu da bütün dünya senin olmasından daha hayırlı.
Cihad bu yolun ruhu. Bir çocuğum olsa evvelâ imanı kalbine eker, sonra cihadı öğretirim. Sebebi o imanı korumak için cihad aşkı lâzım. O aşk olursa hem imanını hem vatanını korur. Fakat vatan, iman aşkı olmazsa neye yarar. Onun için iman ve cihad çok mühimdir. Cihadın zevki tarif edilemez. Gayemiz para değil, cihad. Bu yol para yolu değil, cihad yoludur. Ben sizde cihad ruhu göreyim!
Gücünüz yettiği kadar canınızla, malınızla çalışın, nedametiniz az olsun. Fitne ve fesadı bu kitaplarla söndürün.
Hazır açılmış bir bayrak var. Bütün bölücülere harp ilân etmiş kitaplar var. Artık bu kitaplara sarılın!
Bu kitaplar maddeye tapanlara, onlara uyup sapanlara, din-i mübin'i ve bu güzel vatanımızı dağıtıp paramparça etmek isteyenlere harp ilân etmiştir.
Eğer gerçek mânâda inanıyorsanız, eğer kurtuluşu istiyorsanız, bu bayrağın altına girin.
Herkes cebi ile canını düşünüyor.
Biz cebimizle canımızı düşünenlerden değiliz. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin emrine uyarız.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" (Hûd: 112)
Bu emr-i ilâhi'ye uymam için, dinimizi paramparça yapan, vatanımızı büyük tehlikeye düşüren bu bölücülerle cihad etmekle emrolunmuşum.
Binaenaleyh bu emr-i ilâhi'nin yerine gelmesi için dinimizi ve vatanımızı parçalayan bu bölücülerle mücadele etmem lâzım.
İnceden inceye dikkat ederseniz, biz Hazret-i Allah'a sığınarak bu uğurda canımızı malımızı ortaya koymuşuzdur. Tek başına bütün dünyadaki bölücülere harp ilân etmişizdir. "Elinizden ne geliyorsa onu yapın!" diyoruz. "Ölünceye kadar savaşacağım sizinle!" diyoruz.
Gayemiz fitneyi bastırmaktır. Dinimizi ve vatanımızı bölecek olanlarla mücadele etmeye mecburum, vazifeliyim. Benim için can ile malın hiç hükmü yoktur.
Can Canan'ındır, benim canla ne işim var. Ben mi koydum onu? Bana veren isterse alır, isterse istediği kadar tutar. Cihâd-ı ekber buna denir.
İlâhi hükümler nurdur. Tepelerine inince kendilerini de mikroplarını da yok ediyor. Hiç kimseden ses yok.
Bütün bu mücadeleyi Hazret-i Allah'ın hükmü yerine gelsin için yapıyorum. Huzur-u ilâhi'ye çıktığım zaman "Ey kulum! Müslümanları kendine çekip fitne çıkaran bölücülere karşı ne yaptın?" sualine karşı "Allah'ım! Takatim kadar gayret ettim." diyebilmem için yapıyorum."
Allah-u Teâlâ cihad yolunda bulunanların yüksek mevkisini, müslümanların muhtelif tabakalarını Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurmaktadır:
"Müminlerden özür sahibi olmaksızın oturanlar ile, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmazlar." (Nisâ: 95)
Hiç şüphesiz ki cihad edenlerin Allah katındaki makam ve mevkileri çok daha yüksek, çok daha kıymetlidir.
"Allah, malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan çok üstün kıldı." (Nisâ: 95)
Çünkü onlar değil mallarını, canlarını bile Allah yolunda fedâ etmekten bir an bile tereddüt etmemişlerdir. Böyle olduğu için mükâfatları da büyüktür.
Cenâb-ı Hakk cihad edenlerin üstünlüğünü şöyle haber veriyor:
"Bununla beraber Allah ikisine de cenneti vâdetmiştir. Fakat cihad edenleri oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.
Kendi katından dereceler, mağfiret ve rahmet vermiştir." (Nisâ: 95-96)
Bazılarının derecesi yüksek, bazılarının derecesi daha da yüksektir. Bazılarının derecesi büyük, bazılarının daha büyüktür. Akıllı bir müminin, cihadı veya cihada gitmeyi gönlünden geçirmeyi terketmemesi gerekir. Bu derecelerin içinde Allah-u Teâlâ'nın affı, mağfireti ve rahmeti de mevcuttur.
Ebu Saîd -radiyallahu anh- anlatıyor:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün şöyle dedi:
"Kim Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslâm'dan, peygamber olarak Muhammed'den râzı ise, cennet ona vacip olmuştur."
Bu sözü hayretime gitti ve: "Yâ Resulellah! Bir kere daha tekrar eder misiniz?" dedim. Aynen tekrar etti, arkasından da şunu söyledi:
"Bir şey daha var ki, Allah onun sebebiyle kulun cennetteki makamını yüz derece yükseltir. Bu dereceler arasındaki uzaklık gök ile yer arasındaki mesafe gibidir."
Ben: "Öyleyse bu nedir?" diye sordum.
Şu cevabı verdi:
"Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihad!.." (Müslim: 1886)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Kim Allah'a ve Resul'üne inanır, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Hakk yolunda cihad etse de veya doğduğu yerde otursa da, Allah onu cennetine koymayı vâdetmiştir."
– Yâ Resulellah! İnsanlara bunu müjdeleyeyim mi?
"Elbet cennette yüz derece vardır. Allah onu Hakk yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe gibidir. Allah'tan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyiniz. Çünkü o, cennetin ortası ve yücesidir. Üzerinde Allah'ın arşı vardır, ondan cennetin ırmakları akar." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1179)
Allah-u Teâlâ'nın cennet sakinlerine lütfettiği nimetler, beşer aklına gelmeyecek kadar farklı ve çeşitlidir. Bunların birbiri arasındaki farklar da büyüktür.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:
"Allah yolunda cihad edenin, sabahtan kuşluğa kadar veya öğleden akşama kadar yapacağı bir yürüyüş, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır." (Buhârî)
"Allah yolunda ayağı tozlananları, Allah cehenneme haram kılmıştır." (Buhârî)
Öyle kimseler vardır ki Hazret-i Allah'a gönülden bağlıdır, Allah uğrunda canını malını fedâ edeceğine dair söz vermiştir. Kalben bu söz verenlere ait Allah-u Teâlâ'nın şöyle bir fermân-ı ilâhisi var:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu dâveti beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 23)
İşte bunlar niyet-i halisa ile hareket ettiler ve bu sonsuz şerefe erdiler.
"Bu Bayraklılar bir taraftan nuru muhafaza ediyorlar, bir taraftan nurlandırmaya çalışıyorlar. Bir taraftan nefisle cihad ediyorlar, bir taraftan beşeriyet ile cihad ediyorlar. İlâhi hükümleri duyurmaya, beşeriyeti nurlandırmaya gayret ediyorlar. Aynı iman, aynı izan, aynı cihad... Onlar O'nun yolunda yürür, O'nun yolunda olmaya gayret eder, rızâ-i ilâhi'yi ararlar. İstikamet, ihlâs ve mahviyet üzeredirler. Teslimiyet ve sadâkat içinde, kardeşlik, uhuvvet çizgisinde yürürler."
Tebük Seferi'nin daha başında münafıklar sefere katılmak istemediler, mallarının ve canlarının telef olmasından korktular.
Manasız özürlerle izin almaya kalktılar, havanın sıcak oluşunu ileri sürerek bozgunculuk yaptılar, cihada gitmek isteyen müslümanları da caydırmaya çalıştılar.
Kur'an-ı kerim'de bu hususta şöyle buyuruluyor:
"Allah'ın Resul'üne muhalefet etmek için (savaştan) geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler ve (savaşa çıkmak isteyenlere de): 'Bu sıcakta sefere çıkmayın!' dediler." (Tevbe: 81)
Onları da bu fedakârlıktan geri bırakmak istediler, Allah yolundaki bir fedâkârlığın kıymetini anlayamadılar.
Allah-u Teâlâ onların bu sözlerini reddederek;
"De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır, keşke bilseler!" buyuruyor. (Tevbe: 81)
Bu onların câhilliklerini ortaya koymaktadır. Onlar bunu anlasalardı, kat kat fazlası olan cehennem azabından korunmak için bu sıcakta Resulullah Aleyhisselâm'la sefere çıkarlardı.
Böyle yaptıkları için Allah-u Teâlâ münâfıkların savaşa iştirak ettirilmemelerini emretti:
"Allah seni onlardan bir grubun yanına döndürdüğünde, eğer senden savaşa çıkmak için izin isterlerse, de ki: Benimle beraber aslâ çıkmayacaksınız ve benimle hiçbir düşmana karşı savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilkinde (Tebük Seferi'nde) oturup kalmaya râzı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla beraber oturun." (Tevbe: 83)
Resulullah Aleyhisselâm'ın son seferi sayılan Tebük, müminlerle münâfıkların arasındaki dış bağların da kopmasına sebep oldu ve tamamen güçlenen İslâm devleti'nin bünyesinde artık bu gibi iç düşmanların sökülüp atılması zamanı gelmişti, savaşa katılmalarına müsaade edilmedi.
Allah-u Teâlâ münafıkların durumunu ortaya koyuyor.
"Eğer sana bir iyilik dokunursa, fenalarına gider, sana bir kötülük erişirse de: 'Biz daha önceden işimizi sağlama almıştık.' derler ve sevinç içinde dönüp giderler." (Tevbe: 50)
Kurtulduklarına ve müslümanların başına gelen belâlara sevinirler.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah'ın aslâ dışarı vurmayacağını mı sandılar?" (Muhammed: 29)
Allah-u Teâlâ kalplerinde nifak bulunan münafıkların durumlarını elbette açığa çıkartacak ve çıplak bir şekilde ortaya serecektir. Tâ ki basiret sahibi olan herkes onları iyice anlasın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hâlis münafıkların alâmetlerini şöyle haber veriyor:
"Dört şey her kimde bulunursa hâlis münafık olur. Her kimde bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde münafıklıktan bir huy var demektir: Emanet edilince hiyanet eder; söz söylerken yalan söyler; söz verince sözünde durmaz; husûmet zamanında haddi aşar (haktan ayrılır)." (Buhârî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyururlar:
"Münafıklığın alâmeti üçtür: Söylerse yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edilirse hıyanet eder." (Buhârî)
Diğer bir rivayette; "Her ne kadar oruç tutsa da, namaz kılsa da ve kendini müslüman zannetse de." buyurulmuştur. (Müslim)
Münafık olan kimse içinde bulunduğu toplulukta nifak çıkartmaya, insanların Allah-u Teâlâ'nın hükümlerine olan bağlılığını kopartmaya çalışır. Kendisi koptuğu gibi etrafındakileri de kopartmak ister.
Aslı kâfir olduğu halde İslâm memleketine nifak sokmak için müslüman gibi görünen münafıklar olduğu gibi; imanlı bir kimse iken Allah-u Teâlâ'nın hükmünü dünyaya tercih etmek suretiyle küfre düşen münafıklar da vardır. Sahayı da bunlar işgal etmiştir.
"Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular." (Münâfikûn: 3)
Âyet-i kerime'de:
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." buyuruluyor. (Yûsuf: 106)
Bu cürümlerinden dolayı Allah-u Teâlâ onların kalplerini mühürlemiştir:
"Bunun üzerine Allah, onların kalplerini mühürledi." (Münâfikûn: 3)
Allah-u Teâlâ'nın mühürlediği bir kalbi O'ndan başka açacak kimse yoktur. Küfründe ve nifakında devam eden kimselerin bu mührün açılmasını istemeye nasıl yüzleri olabilir?
Âyet-i kerime'lerinde onları şöyle tanıtmıştır:
"Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.
Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır." (Tevbe: 68)
"Onlar ne sizdendir, ne de onlardan." (Mücâdele: 14)
"Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir." (Tevbe: 127)
"Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın." (Muhammed: 30)
"Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler." (Bakara: 9)
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde müminlere tembihte bulunuyor, ikâz ederek şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Allah'a ve peygambere hâinlik etmeyin." (Enfâl: 27)
Allah'a ve Resul'üne itaat ve teslimiyeti bırakmayın, istikametinizi bozmayın, hidayet yoluna muhalif olacak iş ve icraatlardan uzak durun.
"Bu yol Allah'a ve Resulullah'a aittir. İhanet eden Hazret-i Allah'a, Resulullah'a hâinlik ettiğini bilsin. Bazı kimseler yolu çok basit zanneder. Amma basit değil, yolun sahibi var. O yüzden insan küçücük bir sallantıda inanın ki gider. Bu yol mazeret kabul etmez. Herkes edebini bilsin. Bilmediğiniz birçok kimseler var, itimat edin bazen parmağımı dahi oynatmaya çekiniyorum. Kıpırdamaya bile utanıyorum. Şeytanlığın lüzumu yok. Burada şeytanlık gerekmez. Burası bildiğiniz gibi bir meclis değildir. Burada herkes edebini bilmek, o edeple yürümek zorundadır. Mânevi ibreyi takip ediyoruz. Mânevi ibre sallandı mı senin hükmün yok.
Allah yolundan saptığınız anda her şey biter! Bu ihanetinizin en büyük zararı kendinize dokunur, en büyük ihaneti kendinize yapmış olursunuz. Dünyanız da ahiretiniz de mahvolur gider."
"Şüphesiz ki Allah hâinlik yapanları sevmez." (Enfâl: 58)
"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Allah, hâin ve nankör hiç kimseyi sevmez." (Hacc: 38)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:
"Ey Allah'ım! Ayrılık yapmaktan, münafıklıktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım." (Ebu Dâvud)
"Ey Allah'ım! Açlıktan sana sığınırım, çünkü o pek fena yatak arkadaşıdır. Hiyanetten de sana sığınırım, çünkü o ne kötü huydur." (Ebu Dâvud)
Müslümanların sefere katılmaları hususu üzerinde bu kadar hassas bir şekilde durulmakla birlikte, mazeretleri sebebiyle cihaddan muaf tutulanlar da vardı.
Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şeyleri bulunmayanlara, Allah'a ve Resul'üne sâdık kaldıkları takdirde bir vebâl yoktur. İyilik edenlerin aleyhine de yol yoktur.
Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir." (Tevbe: 91)
Bu gibi kimselerin, hile ve aldatma yoluna sapmadan, sadâkat göstermeleri şart koşulmuştur.
İslâmiyet kolaylık dini olduğu için, hiç kimseye gücünden fazlası teklif edilmemiştir.
Ensâr'dan yedi kişi gelerek Tebük Seferi için Resulullah Aleyhisselâm'dan binek istediler. Resulullah Aleyhisselâm onlara verilecek binek olmadığını söyleyince ağlayarak geri döndüler.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruldu:
"Kendilerine binek vermen için sana geldiklerinde: 'Size bir binek bulamıyorum.' dediğin zaman, infak edecek bir şey bulamadıkları için üzüntüden gözyaşı dökerek geri dönenlere de bir vebâl yoktur." (Tevbe: 92)
Bunlar cihaddan geri kalmakla birlikte kalpleri üzüntü ile doludur. Bunlar gerçekten özür sahibi olan kimselerdir.
Tebük Seferi için hazırlıklara karşı şiddetli bir kuraklığın varlığı, Suriye hududuna kadar yolun uzunluğu, meyvelerin toplanma zamanı olması, sıcağın şiddeti, Bizans ordusunun çok kuvvetli oluşu gibi birçok engeller ortaya atılmıştı. Başta Resulullah Aleyhisselâm olduğu halde, Ashâb'ın yüksek azmi halkı harekete getirdi. Müminler bütün engelleri yendi. Kıtlık yüzünden zenginlerin yardımına başvuruldu. Asker için pek çok bağışlar sağlandı. Herkes yapabileceği fedâkarlığın en büyüğünü ortaya koydu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Ebu Bekir şimdiye kadar beni hep geçti, ben de bugün onu geçeceğim." dedi. Servetinin yarısını getirip Resulullah Aleyhisselâm'a verdi. "Yâ Ömer! Ev halkına ne bıraktın?" diye sorduğunda: "Bir bu kadarını bıraktım." dedi. Sonra Ebu Bekir -radiyallahu anh- geldi, yanında bulunan servetinin hepsini verdi. Resulullah Aleyhisselâm ona da: "Yâ Ebu Bekir! Ev halkına ne bıraktın?" diye sorduğunda: "Onlara Allah'ı ve Resul'ünü bıraktım." dedi. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- ağlayarak: "Yâ Ebu Bekir! Hayır yolunda hiçbir yarış yapmadık ki, sen beni geçmiş olmayasın! Artık anladım ki hiçbir şeyde seni geçemeyeceğim."
Resulullah Aleyhisselâm yardıma dâvet ve teşvik ettikçe, müslümanlar karşılığını Allah-u Teâlâ'dan umarak derece derece yardımlarda bulundular.
Kimi bir deve getirip bir veya iki fakir mücâhide: "Buna aranızda nöbetleşe binersiniz!" diyor, kimisi de bir miktar yiyecek getirip fakir mücâhidlere veriyordu. Başına sardığı sarığı çıkarıp verenler de vardı.
Kadınlar da ellerinden gelen yardımı yapmaktan geri durmadılar, küpelerini, bileziklerini ve sâir mücevherlerini orduya hibe ettiler.
Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-, Talha bin Ubeydullah -radiyallahu anh-, Sa'd bin Ubâde -radiyallahu anh-, Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh- gibi zâtlar Resulullah Aleyhisselâm'a yüklerle mallar taşıdılar.
Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh- dört bin dirhem getirip verdi, dört bin dirhemi de ev halkına ayırdığını söyledi. Resulullah Aleyhisselâm:
"Allah senin getirip verdiğini de, ev halkın için alıkoyduğunu da bereketlendirsin!" buyurdu.
Münâfıklar ise her zaman olduğu gibi fitnelerine devam ediyorlar; "Bunların yaptıkları gösterişten başka bir şey değildir." diyorlardı.
En büyük bağışı Hazret-i Osman bin Affan -radiyallahu anh- yaptı.
O sıralarda Şam'a göndermek üzere bir ticaret kervanı düzenlemiş bulunuyordu. Sırt çuvalları ve semerleri ile birlikte üç yüz deveyi, ayrıca bin altını Resulullah Aleyhisselâm'a teslim etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu durumdan fevkalâde memnun oldu.
"Bu günden sonra Osman her ne yaparsa yapsın (yaptıkları kendisine) zarar vermeyecektir." buyurdu. (Tirmizî: 3702)
Bu sözü birkaç defa tekrarladı. Daha sonra da:
"Ey Allah'ım! Ben Osman'dan râzıyım, sen de râzı ol!" diyerek duâ etti.
Gazâlarının sonuncusu olan bu sefere Resulullah Aleyhisselâm Perşembe günü hareket etti, çünkü Perşembe günü yola çıkmayı severdi.
Ordunun karargâhtan hareketi pek muhteşemdi. Kadınlar evlerin damlarına çıkmışlar orduyu teşyi ediyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm her sefere çıkışında Ashâb'tan birini Medine'de vekil bırakırdı. Tebük seferinde de Hazret-i Ali -radiyallahu anh-i vekil olarak bıraktı. Münâfıkların dedikodu yapması üzerine Hazret-i Ali -radiyallahu anh- silâhını alarak yola çıktı ve Seniyetü'l-vedâ'da Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e yetişti. Gazâya katılacağını bildirdi: "Beni çocuklar, kadınlar içinde vekil mi bırakıyorsun?" dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
"Yâ Ali! (Bu seferde) bana sen Musâ'ya nisbetle Hârun mevkiinde bulunmaya râzı olmaz mısın? Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir." buyurdu. (Buhârî)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- de Medine-i Münevvere'ye geri döndü. Münâfıkların alevlendirmek istediği bir fitne daha böylece sönmüş oldu.
Hava son derece sıcaktı. Mücâhidler bu seferde çok büyük sıkıntılar çektiler. Binecek deve bulamazken, susuzluktan develeri boğazlayıp içindeki suyu içtikleri oluyordu.
Sefer sırasında münâfıklardan bir süvari bölüğü önde gidiyor ve kendi aralarında Kur'an'la, Peygamber'le alay ediyorlardı. "Şu adama bakın, Şam kalelerini ve köşklerini fethetmek istiyor. Heyhat, heyhat... Siz Rumlar'la çarpışmayı Araplar'ın birbirleri ile çarpışması gibi mi sanıyorsunuz? Vallâhi biz sizi bir sabah iplere ikişer ikişer bağlanmış olarak görür gibi oluyoruz." diyerek, mücâhidlerin mânevîyatlarını sarsmaya çalışıyorlardı.
Bununla beraber hem İslâm'la ve müslümanlarla alay etmelerinin açığa vurularak, hem de kendileri hakkında nâzil olacak vahiyler ile Allah-u Teâlâ'nın kendilerini rezil ve rüsvay edeceğinden korkuyorlardı.
Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
"Münâfıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin inmesinden çekiniyorlar.
De ki: Siz alay edin bakalım! Allah çekindiğiniz şeyi kesinlikle ortaya çıkaracaktır." (Tevbe: 64)
Resulullah Aleyhisselâm Ammar bin Yâsir -radiyallahu anh-e:
"Şunların yanına git, çünkü onlar ateşte yanmış bulunuyorlar. Ne söylediklerini kendilerine sor. Şayet inkâr edecek olurlarsa: 'Hayır! Şöyle şöyle söylediniz.' de." buyurdu.
Ammar -radiyallahu anh- yanlarına vardı ve onlara bu sözü söyledi. Onlar da huzura gelerek özür dilemeye başladılar. Resulullah Aleyhisselâm devesinin üzerinde idi. Vedîa bin Sâbit, devenin yularına yapışarak: "Yâ Resulellah! Biz ancak lâfa dalmıştık, yol yorgunluğumuzu unutturmak için şakalaşıyor ve eğleniyorduk." dedi.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ indirdiği Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurdu:
"Eğer onlara soracak olursan: 'Biz sadece lâfa dalmış şakalaşıyorduk.' derler.
De ki: Allah ile, O'nun âyetleriyle ve O'nun Peygamber'i ile mi alay ediyorsunuz?" (Tevbe: 65)
Allah-u Teâlâ onların yalan mâzeretlerine hiçbir değer ve kıymet vermedi. Çünkü doğru söyledikleri farzedilse dahi, Allah-u Teâlâ'nın celâl ve azameti, Âyet-i kerime'lerinin yüksek mevkii, Resulullah Aleyhisselâm'ın yüksek makamı, ister ciddi ister şaka yollu olsun, kesinlikle hafife alınmayacak derecededir.
"Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek bile, suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azap edeceğiz." (Tevbe: 66)
Uzun ve zahmetli bir yürüyüşten sonra ordu Medine-i Münevvere ile Şam arasındaki mesafenin tam ortasında Tebük denilen yere vardı. Gerek Bizans'tan ve gerek Arap kabilelerinden hiçbir hareket görülmedi. Mute'de üç bin müslümanın gösterdiği kahramanlık ile Tebük Seferi'ne iştirak eden İslâm kuvvetlerinin büyüklüğü, Arap kabilelerinin mâneviyatını kırmış, Bizans'ı da saldırı fikrinden vazgeçirmişti.
Tebük'te müslümanlar, Bizans tehlikesinin boş bir düşünceden ibaret bulunduğunu öğrendiler. Düşmanın harbetmek istemediği anlaşılmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm Tebük'te yirmi gün kaldı. Ashâb-ı kiram'ı ile istişare etti. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: "Yâ Resulellah! Eğer ileri gitmekle emredildiysen gidelim." dediğinde: "Emredilmiş olsaydım, bu hususta sizinle istişare etmezdim." cevabını verdi. Bunun üzerine Ashâb-ı kiram: "Yâ Resulellah! Gördüğün gibi onlara bir hayli yaklaştık. Onlar senin karşına çıkmaktan korktu." dediler.
Gerçekten de Resulullah Aleyhisselâm'ın mükemmel bir ordu ile Şam civarına kadar gelmesi siyasi açıdan çok büyük önem taşıyordu. Bizans'a meydan okumuş, müslümanlığın şerefi her tarafa yayılmış, maksat hâsıl olmuştu. Şam'da bulaşıcı olan Taun hastalığı olduğu işitildi.
Resulullah Aleyhisselâm Eyle hükümdarı gibi, Cerba, Ezruh halkları gibi, Dûmetü-l Cendel hükümdarı gibi o bölgede bulunan birtakım küçük hıristiyan toplulukları ile antlaşmalar yaptı. Sınırda sükûnet ve emniyet sağlandığı için dönülmeye karar verildi.
Münâfıklar, müslümanları birbirlerine düşürmek için çareler arıyorlardı. Kuba'daki mescide karşı başka bir mescid yaparak, Kuba mescidinin cemaatini ayırmayı düşünmüşler ve bir mescid yapmışlardı.
Resulullah Aleyhisselâm'ı da bu mescide dâvet ederek namaz kılmasını rica etmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm Tebük'ten dönerken münâfıklardan bir heyet tarafından karşılandı. Evvelce verdikleri vaad hatırlatıldı. Resulullah Aleyhisselâm ilâhî vahiy ile bu mescide girmekten men edildi.
"Zarar vermek, inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resul'üne karşı savaşmış olan (adamın gelmesini) beklemek için bir zarar mescidi kuranlar var ya: 'Bizim iyilikten başka bir niyetimiz yoktu.' diye mutlaka yemin ederler. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhitlik eder." (Tevbe: 107)
Onların maksatları başkadır. Müslümanların birliğini parçalamak, bir nifak ocağı kurmaktır.
Allah-u Teâlâ, Mescid-i dırar'da namaz kılmayı yasaklayarak şöyle buyurdu:
"Orada (o Mescid-i dırar'da) aslâ namaza durma!" (Tevbe: 108)
Çünkü orası münâfıklar için sığınak olmaktan başka bir gaye ile yapılmadı.
Daha sonra Allah-u Teâlâ ilk gününden Allah'a, Resul'üne itaat ve takvâ üzere müminleri toplamak üzere inşâ edilmiş olan Kuba mescidi'nde namaz kılmaya teşvik etmiştir.
"Tâ ilk günden takvâ üzere kurulan mescidde bulunman daha lâyık ve uygundur." (Tevbe: 108)
Senin içinde bulunmana en çok hak kazanmış olan yerdir.
"Orada temizlenip arınmayı seven erkekler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever." (Tevbe: 108)
Mescid-i dırâr adındaki bu mescid bir mescid değil, bir eşkiya yatağı idi. Resulullah Aleyhisselâm'ın emriyle yıktırıldı, enkazı yakıldı ve yeri de herkesin çöplük mahalli oldu. İki ay sonra da münâfıkların başı Abdullah'ın ölmesiyle onların düşmanlığı sona erdi.
"Binasını Allah korkusu ve rızâsı üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasını çökecek bir yâr kıyısına kurup da onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanıp giden kimse mi hayırlıdır?
Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez." (Tevbe: 109)
"Yapmış oldukları binaları, kalpleri parçalanıncaya kadar, yüreklerinde devamlı olarak bir kuşku ve ızdırap kaynağı olarak kalacaktır.
Allah her şeyi hakkıyla bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Tevbe: 110)
Resulullah Aleyhisselâm Ramazan'da Medine'ye dönmüştü, şehir görülünce:
"İşte Tâbe (Medine), şu da Uhud! Bizi seven, bizim de kendisini sevdiğimiz bir dağ!" buyurdu. (Müslim: 1392)
İslâm ordusu'nun Resulullah Aleyhisselâm ile birlikte dönüşü Medine'de duyulunca bütün halk, kadınlar, çocuklar, sokağa döküldüler, şehrin dışına çıktılar. Kasideler okuyarak Seniyetü'l-vedâ'ya kadar vardılar. Coşkulu bir merasimle karşıladılar.
Sâib bin Yezîd -radiyallahu anh- der ki:
"Tebük gazvesi dönüşünde biz çocuklarla birlikte Resulullah Aleyhisselâm'ı karşılamak üzere Seniyetü'l-vedâ'ya gittik." (Buhârî)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve İslâm ordusu Tebük seferi'nden döndüğü zaman Resulullah Aleyhisselâm doğruca mescide gitti, iki rekât namaz kıldı. Her seferden dönüşünde Resulullah Aleyhisselâm'ın mescide girmesi, iki rekât namaz kılması âdetiydi.
Mescid'de halkın ziyaretini kabul etti. Sefere iştirak etmemiş olanların özürlerini dinledi. Sayıları sekseni bulan bu kişiler birer birer gelmişler, mâzeretlerini yemin ederek bildirmişler, Resulullah Aleyhisselâm tarafından affa nâil olmuşlardı. Yalnız Ensâr'dan şâir Ka'b bin Mâlik -radiyallahu anh- ile Mürâre bin Rebi -radiyallahu anh- ve Hilâl bin Ümeyye -radiyallahu anh- adındaki iki arkadaşının hareketi hoş görülmedi. Bunlar da Tebük Seferi'ne iştirâk etmeyerek Medine-i Münevvere'de kalmışlardı.
Ka'b bin Mâlik -radiyallahu anh- bu hususta başından geçen hadiseyi şu şekilde anlatmaktadır:
"Ben, Tebük Seferi hariç Resulullah Aleyhisselâm'ın hiçbir gazasından geri kalmadım. Bedir Savaşı'nda ise Peygamberimiz Bedir'e gaza niyetiyle çıkmamış, yalnız Şam'dan gelecek Kureyş'in ticaret kafilesini yakalamak için çıkmıştı. Bundan ötürü Bedir'e katılmayanlardan hiçbirisi azarlanmamıştı. Nihayet Allah, müslümanlarla düşmanlarını birbirinden habersiz oldukları halde yolda karşılaştırdı. Halbuki Akabe gecesi biz Medineliler İslâm'a yardım etmek üzere sözleştiğimiz zaman Resulullah Aleyhisselâm ile beraber bulundum. Böylece benim için Bedir'de hazır bulunmak, Akabe'de hazır bulunmak kadar gerekli değildi. Her ne kadar Bedir Savaşı halk arasında daha yaygın ve ünlü ise de Akabe Biatı İslâm'ın yayılmasına başlıca âmildir.
Tebük Seferi'nden geri kalmama gelince; o sırada elimde bulunan sefer imkânlarına hiçbir zaman sahip olmamıştım. Zirâ elimde iki deve bulunuyordu.
Resulullah Aleyhisselâm bir sefere çıkacağı zaman gideceği yeri açıkça söylemeyip bilâkis uzağa gidecekse yakını, yakına gidecekse uzağı imâ ederdi. Yalnız Tebük Seferi sıcak bir mevsime rastladığı için susuz çöllerden geçileceğinden Resulullah Aleyhisselâm bütün müslümanlara uzun yolculuğa göre hazırlıklarını yapsınlar diye doğrudan doğruya Şam ve Tebük'e doğru gidileceğini açıkça bildirmişti. Aynı zamanda bu sefere katılanların adedi o kadar çoktu ki, divan defteri bile onların isimlerini almaz oldu. Otuz binin üstünde idi. Böyle kalabalık olan ordu içinde benim gibi birkaç kişinin bulunmayışının Resulullah Aleyhisselâm'a Allah'tan vahiy gelmedikçe belli olamayacağını sanıyordum.
Bu sefer, hurma meyvelerinin olgunlaştığı, ağaçların gölgesinin koyulaştığı bir zamanda idi. Resulullah Aleyhisselâm ve ashâbı durmadan sefer hazırlığı yapıyorlardı.
Ben de sabah evimden çıkar, hiç hazırlık yapmadan akşama döner, kendi kendime istediğim zaman hazırlanırım derdim.
Onlar sefere çıktılar. Ben yarın hazırlanır onlara yetişirim derdim. Bir sabah çarşıya çıktım, yine hazırlıksız döndüm. Böylece ihmalim uzadı. Sefere çıkma vakti geçti. Keşke gitseydim. Bu gaza, mukadder değilmiş gidemedim.
Çarşıya çıkınca münâfıklardan, kör ve topal olan sakatlardan başka kimse ile karşılaşmadığımdan üzüntüm artıyordu. Resulullah Aleyhisselâm da Tebük'e varıp oturuncaya kadar beni hatırlamamış. Orada hatırlayıp:
"Kâ'b ne yaptı ki, gelmedi?" buyurmuş.
Seleme oğulları'ndan Abdullah bin Ümeys: "Onu kibri, tembelliği veya iki kat lüks elbisesi Medine'de alıkoymuştur." demiş. Muaz ise: "Ka'b hakkında ne kötü söz söyledin!" demiş ve: "Yâ Resulellah! Yemin ederim ki, Ka'b'ın iyiliğinden başka bir şey bilmiyoruz!" deyince Resulullah Aleyhisselâm bunu sükûtla dinlemiş.
Resulullah Aleyhisselâm'ın Medine'ye dönmekte olduğunu duyunca beni bir düşünce aldı. Resulullah Aleyhisselâm'ın kızmasından nasıl kurtulacağım, yalandan bir mazeret göstersem mi diye düşünüyordum. Hatta yakınlarımdan aklı başında, fikir sahibi olan kimselerin ve bilginlerin görüşlerine başvurdum, ne yapmam gerektiğini onlara danıştım.
Nihayet Resulullah Aleyhisselâm'ın Medine'ye yaklaştığı haberi gelince evvelce tasarlamış olduğum yalan kuruntu olan hepsi kafamdan silindi, aklımdan geçen fikirler kayboldu. Böyle bir yalanın ve bu uydurma düşüncelerin beni peygamberin öfkesinden kurtaramayacağını anladım. Onun için doğrusunu olduğu gibi Hazret-i Peygamber'e anlatmayı uygun buldum ve buna karar verdim.
Sonra Resulullah Aleyhisselâm Medine-i Münevvere'ye teşrif ettiler. Âdetleri olduğu üzere mescide girip iki rekât namaz kılardı. Yine bu âdetleri üzere mescide girdiler ve iki rekât namaz kıldılar. Hoş geldin demeye gelen insanları karşılamak için mescide oturdular. Hoş geldine gelenleri kabul etti. Tembellikle veya iki yüzlülüklerinden, nifaklarından ötürü bu gazaya gitmemiş olanlar, akın akın gelip Resulullah Aleyhisselâm'dan özürlerinin kabulünü istediler ve çeşitli mazeretler göstererek yemin ettiler. Resulullah Aleyhisselâm onların dış durumlarına bakarak özürlerini kabul ediyor, Allah'tan bağışlanmalarını istiyor, iç durumlarını ise Allah'a bırakıyordu.
Bunlar içinde uydurma özür ve nifakta, Medineliler'den seksen, bedevîlerden ve Abdullah bin Übey'in arkadaşlarından birçok münafık vardı.
Bunlar ayrıldıktan sonra Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına gidip selâm verdim. Öfkelenmiş kimsenin gülmesi gibi gülümsedi ve: "Gel!" dedi. Yanına gidip oturunca bana:
"Bu gazadan seni alıkoyan nedir? Bineğini almamış mıydın?" dedi.
Ben: "Evet. Vallâhi yâ Resulellah hazırlanmıştım! Vallâhi, sizden başkasının yanında oturup konuşacak olsaydım, Allah'ın bana verdiği fesâhat sayesinde onun gazabından beni kurtulmuş görürdünüz. Lâkin, vallâhi bugün sizi memnun etmek için yalan söylemiş olsam Allah'ın gazabına uğrayacağımı biliyorum. Durumumu size doğruca söylesem darılacağınızı biliyorum. Allah'ın affını diliyorum. Benim hiç özürüm yoktu, sizden geri kaldığımda elimde hiçbir zaman sahip olmadığım imkânlar vardı. Her nasılsa geri kaldım..."
Resulullah Aleyhisselâm:
"Bu doğru söyledi. Senin hakkında Allah-u Teâlâ hükmünü bildirinceye kadar kalk git!" buyurdu.
Ben de kalkarak evime doğru gitmekte iken Seleme'den birtakım kimseler benim peşime düştüler ve bana: "Şimdiye kadar senin bir günah işlediğini bilmiyoruz. Tebük'e diğer gitmeyenler gibi özür beyan etseydin, Resulullah Aleyhisselâm'ın bağış dilemesi sana yeterdi!" diye ısrar edip durdular. O kadar ki, geri dönüp Resulullah Aleyhisselâm'a önceki sözlerimi yalanlamak aklımdan geçti. Sonra onlara: "Benim gibi başka kimse var mı?" dedim. Onlar: "Evet iki kişi daha senin gibi söylediler. Kendilerine sana söylenen sözün aynı söylendi." diye cevap verdiler. "Onlar kimler?" dedim. "Mürare bin Rabî ile Hilâl bin Ümeyye" dediler. Bunların Bedir Savaşı'nda bulunmuş iyi kişiler olduklarını hatırlattılar. Bunun üzerine ben de doğruluk üzerinde kalmaya karar verdim.
Resulullah Aleyhisselâm gazaya gitmeyenler arasından bizlerle müslümanların konuşmasını yasak etti.
Onlar bizden kaçıyorlardı. Onlar gözüme başka görünmeye başladılar, şaşırıp kaldım. Bu boykot elli gün sürdü. Diğer iki kişi evinden çıkmayıp ağlıyorlarmış. Ben genç ve dinç olduğumdan çarşıya çıkar, cemaatle namaza giderdim. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Namazlardan sonra Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına gider, selâm verir, selâmlarımı alır mı diye dudaklarına bakardım. Namazda onun yakınına durur, bana göz atar mı diye süzerdim. Namaza kalkınca göz ucu ile bana bakar, ben ona yüzümü çevirince o yüzünü döndürürdü. Bu durum bana çok ağır geliyordu. Bir gün amcazâdem ve ahbâbım Ebu Katâde'nin bostanına duvardan atlayıp girdim, üç kere selâm verdimse de almadı. Ben: "Ebû Katâde! Allah için söyle, Allah'ı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı sevdiğimi bilmez misin?" diye üç kere söylediğim halde karşılık vermedi. Sonuncusunda: "Allah ve Resulullah Aleyhisselâm bilir!" dedi. Bunun üzerine iki gözümden çeşme gibi yaşlar aktı.
Bu bostanın duvarından atlayıp çıktım. Çarşıdan geçerken Şam hıristiyanlarından zâhire satmak için Medine'ye gelen bir çiftçinin beni sorup aradığını gördüm. Halk işaretle beni gösteriyordu. O çiftçi yanıma gelip Gassan Meliki Eyhem bin Cebele'nin bana yolladığı bir mektubu verdi. Açıp okudum, şöyle diyordu: "Sahibin Muhammed'in sana cefâ ettiğini duydum. Allah seni orada hor hakir bırakmaz. Orada kalman yakışmaz. Mektubumu alınca yanıma gel seni rahat ettiririm."
Bu mektup da ikinci bir baş belâsı diyerek mektubu yırtıp fırına attım. Müslümanların boykotu başlayalı kırk gün olmuştu. Resulullah Aleyhisselâm'ın yolladığı Huzeyme bin Sâbit bana gelip karıma yaklaşmamamın emredildiğini bildirdi. Ben: "Onu boşayayım mı ne yapayım?" dedim. Huzeyme: "Yok boşama, fakat yaklaşma!" dedi. Diğer iki arkadaşıma da Huzeyme bu türlü emri bildirmişti.
Ben zevceme: "Allah'tan bir emir gelinceye kadar babanın evine git!" dedim. O da gitti.
Sonra duydum ki onlardan Hilâl'ın karısı Havle binti Asım Resulullah Aleyhisselâm'a gidip: "Yâ Resulellah! Kocam düşkündür, kendini idare edemez. Bıraksam ölür. Hizmetine bakacak kimsesi yoktur. Ona ben bakadursam hoş görmez misiniz?" demiş, Resulullah Aleyhisselâm: "Uygundur, fakat ona yakın olma!" buyurmuş. O da: "Efendim, kocam düşkündür, kımıldayamaz. Bu iş başına geleli, zavallı dâima ağlıyor!" demiş.
Âilemden birisi bunu bana anlatarak, Resulullah Aleyhisselâm'a gidip hanımının sana bakması için ricada bulun demişti. "Ben gencim, peygamberimize söylemekten sıkılırım..." dedim. On gün daha geçti. Boykotun ellinci gecesi sabahı olmuştu. Evimin damlarından birinde sabah namazını kılmıştım. Âyet-i kerime'de bildirildiği gibi keder içinde geniş dünya bana dar gelmişti. Bir de Sel' dağının tepesinden yüksek bir ses geldi:
"Ey Ka'b! Müjde!" deniliyordu. Sevinç haberinin geldiğini anlayarak şükür secdesine kapandım.
Allah, Resulullah Aleyhisselâm'a üçümüzün de tevbemizin kabul olunduğunu vahyetmiş. O da herkese söylemişti. Müjdeciler evlerimize koşuyordu. Bir atlı müjdeci de bana geldi. Yukarıda söylediğim gibi, tepeden müjdecinin sesi atlıdan evvel gelmişti. Sonra giydiğim iki elbiseyi o müjdeciye verdim. Başka elbisem olmadığından birinden emanet bir elbise giyerek, Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna vardım. Cemaat tevbemin kabulünü tebrik ediyor, Resulullah Aleyhisselâm da mescidde oturuyordu. Talha bin Abdullah beni görünce koşup geldi, elimi sıktı ve tebrik etti. Vallâhi muhâcirlerden kimse beni karşılamadı. Talha'nın bu karşılamasını hiç unutmuyorum. Resulullah Aleyhisselâm'a selâm verdim, sevincinden yüzü pırıl pırıl parlıyordu.
Bana: "Annenden doğduğundan beri üzerinden geçen en hayırlı gün sana müjdeler olsun!" buyurdu.
Ben: "Yâ Resulellah! Müjde sizden mi Allah'tan mı?" dedim.
"Benden değil, Allah-u Teâlâ'dandır!" buyurdu.
Yüzünün çok parlaklığından Resulullah Aleyhisselâm'ın çok sevindiğini anlardık. Ben: "Ey Allah'ın elçisi! Allah tevbemi kabul buyurduğundan, bütün malımı Allah ve Peygamber'in hoşnutluğu için sadaka vereceğim." dedim. Resulullah Aleyhisselâm: "Malının birazı kalsın, sana faydalı olur." buyurdu. Ben: "Hayber ganimetinden elime geçeni bırakıyorum. Allah beni doğru söylemem sebebiyle affetti. Yaşadıkça doğru söylemek tevbemin şartlarındandır. Ahdım olsun doğru söyleyeceğim!" dedim.
Vallâhi o günden sonra doğru söylediğimden dolayı Allah bana, kimseye vermediklerini verdi. Ben de artık hiç yalan söylemedim. Bundan sonra da Allah beni saklar ümidindeyim.
Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime'lerini indirdi:
"Andolsun ki Allah, sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygamber'i ve güçlük zamanında ona uyan Muhâcirler'i ve Ensâr'ı affetti, sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir." (Tevbe: 117)
"Tevbelerinin kabulü geri bırakılan üç kişiyi de bağışladı. O derece bunalmışlardı ki, yeryüzü olanca genişliğine rağmen onların başlarına dar gelmişti. Vicdanları da kendilerini sıkmıştı. Allah'tan (O'nun azabından) kurtuluşun ancak Allah'a sığınmakla olacağını anlamışlardı. Sonra tevbelerini kabul buyurdu ki, onlar da tevbekârlar arasına dahil oldular.
Şüphesiz ki Allah tevbeleri çok kabul buyurandır, çok merhametli olandır." (Tevbe: 118)
Bana İslâm'dan sonra yalan söyleyip de helâk olan kavimler gibi olmamam, yani Resulullah Aleyhisselâm'a doğru söylemem kadar büyük nimet gelmedi. Yalan söyleyenler hakkında (Tevbe: 95-96) Âyetleri geldi. Onlar felâkete uğradılar. Hülâsa Tebük gazasına gitmeyenler Resulullah Aleyhisselâm Medine'ye gelince asılsız özürler ileri sürdüler. Onların özürlerini kabul ederek onlara duâ edip, Allah'tan aflarını istedi. Biz üç kişi böyle yapmadık. Resulullah Aleyhisselâm bizi Allah'ın vahyine bıraktı." (Buhârî - Müslim)
Üç Ashâb-ı kiram Efendimiz doğru olduklarından, dürüst davrandıklarından, yalan söylemediklerinden dolayı büyük ibtilâ çektiler ama haklarında Âyet-i kerime indi. Ne mutlu onlara... Hâlâ onları konuşuyoruz, onlardan bahsediyor ve yazıyoruz. Ne güzel numune oldular. Doğruluklarıyla, dürüstlükleriyle gerçekten müslümanlara numune oldular. Yani doğruluktan ayrılmamak onlara maddi ve mânevi kurtuluşa vesile oldu, bize de en güzel numune oldu. Öbürlerinin ismi bile anılmıyor.
Âyet-i kerime'de onlar hakkında:
"Allah'tan (O'nun azabından) kurtuluşun ancak Allah'a sığınmakla olacağını anlamışlardı." buyuruluyor. (Tevbe: 118)
Bu da içerideki samimiyet ile alâkalı. Hazret-i Allah'a karşı kurtuluş yine O'na sığınmakla mümkün, kurtaracak O, hep O'ndan...
Onlar Hakk'a karşı boyunlarını büktüler. Resulullah Aleyhisselâm'ın huzurunda hakkı konuştular. Karşılarında Hakk vardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vardı. Ama başkaları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i tanıyamadı, bilemedi, bir mazeretle, bir yalanla "Bu işi sıyırırım" dedi. Ama senin karşındaki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ama Hakk var. Bunlar ince noktalar, çok ince noktalar...
O yüzden lehinde de, aleyhinde de olsa hakkı söylemek, dosdoğru olmak lâzımdır.