Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - ALLAH-U TEÂLÂ'DAN GELENE BOYUN BÜKMEK, O'NUN HER HÜKMÜNE RÂZI OLMAK - Ömer Öngüt
ALLAH-U TEÂLÂ'DAN GELENE BOYUN BÜKMEK, O'NUN HER HÜKMÜNE RÂZI OLMAK
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Aralık 2024

 

"Andolsun ki Mallarınıza ve Canlarınıza İbtilâlar Verilerek İmtihan Olacaksınız."
(Âl-i imran: 186)

"Allah Kuluna Kâfi Değil mi?"
(Zümer: 36)

"De ki: Allah Bizim İçin Ne Yazmış Ne Takdir Etmiş İse Ancak Bize O Ulaşır. O Bizim Sahibimizdir. Müminler Yalnız Allah'a Güvenip Bağlansınlar."
(Tevbe: 51)

"Allah Onlardan Râzı Olmuş, Onlar da Allah'tan Hoşnud Olmuşlardır. İşte Bu, Rabb'inden Korkanlar İçindir."
(Beyyine: 8)

"Kim Allah'ın Takdir ve Taksiminden Râzı Olursa, Allah da Ondan Râzı Olur."
Hadis-i Şerif)

ALLAH-U TEÂLÂ'DAN GELENE BOYUN BÜKMEK,
O'NUN HER HÜKMÜNE RÂZI OLMAK

 

"Dünya saadetine, ahiret selâmetine nâil olmak, Hazret-i Allah'a itimat ile kaimdir. Bu itimat şöyle olur:

Bir insan Hazret-i Allah'ta mahvolursa, onda varlık kalmadığı için nefis de kalmaz. O kendisinin hükümsüz olduğunu bilir. Hazret-i Allah'ın her hükmüne, O'ndan gelen her şeye peşin olarak râzıdır.

Bütün kalbi ve kalıbı ile;

"Ben işimi Allah'a bırakıyorum." demiştir. (Mümin: 44)

Gül de gelse diken de gelse, elbise de gelse kefen de gelse, onun için hoştur. Kurtulanlar işte böyle kurtulur.

"Rabb'lerine gönülden boyun eğenler..." İşte bunlardır. (Hûd: 23)

"Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır. İşte bunlar Allah'tan yana olanlardır." (Mücadele: 22)

"Niye geldi, niçin geldi?" derse, o oranın ehli değildir. Duymuştur bir şeyler, söylemiştir. Mühim olan o hâli yaşamaktır. Allah'ım rızâ ve hoşnutluğunu diliyorum. Sen'in hükmün yürüsün, benim nefisimin arzusu yürümesin."

(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

 

Hazret-i Allah öyle bir Allah'tır ki Sahib-i hakiki O'dur. Mülkün sahibi O'dur. Padişahlar Padişah'ı O'dur. Hakanlar Hakan'ı O'dur.

Kuvvet ve kudret O'nundur. Ululuk ve azamet O'nundur. Kahr ve galebe O'nundur. Yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. O'nun her şeye gücü yeter.

Mülk O'nun, hüküm O'nun, tasarruf O'nundur. İşlerinde hikmet, hükümlerinde adalet sahibidir.

Allah-u Teâlâ'nın her türlü hükmüne râzı olmak, hoşnutluk göstermek amellerin en faziletlisi, ahlâkın en güzelidir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın rızâsı ise daha büyüktür." (Tevbe: 72)

Rıza gösteren kulundan da râzı olur.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Kim Allah'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı olur." buyurmuşlardır. (Câmiu's-Sağîr)

Eğer Allah-u Teâlâ bir kulda tecellî ederse lütfuyla tecelliyâtıyla kul Hâlik'ın her işine râzı olur. Rızâ göstermekle ebedî hayatının kurtuluşuna vesile olur.

Allah-u Teâlâ'nın rızâ-i Bâri'si bütün nimetlerin ve saâdetlerin üstündedir. Bütün ruhânî saâdetler o sayede tecelli eder. Çünkü her iyiliğin ve her mutluluğun, her yüceliğin kaynağı O'dur.

Bir kul için mümkün olabilen en üstün rütbe, en büyük kazanç O'nu tanımak, yalnız O'nu sevmek, buyruklarına seve seve itaat etmek, her hükmüne boyun bükmek, O'nu bilmek, O'ndan bilmek ve teslimiyet göstermektir.

O'nun râzı olmasını her şeyden üstün tutanlar, O'nun sevgisini elde edebilecek yolları izleyenler, hoşlanmayacağı yollardan uzak kalanlar, O'nun hükmüne boyun eğenler, hülâsa; O'nun rızâ ve hoşnutluğunu arayanlar, sevgilerinde samimi olanlardır.

"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler." (Mâide: 54)

İşte onlar Allah'ın rızâ hoşnutluğunu kazanan, ebedi saadet ve selâmete erenlerdir.

Kendi akıl ve tedbirinden ziyâde kim ki Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükmüne boyun eğer, kaza ve kaderine râzı olursa, her takdirine rızâ gösterise, ona mükâfat olarak kendi rızâsını ihsan eder.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"İyiliğin mükâfatı iyilikten başka mıdır?" (Rahman: 60)

İyiliğin en büyüğü, Hâlik-ı Azimüşşan'ın kulundan râzı olmasıdır.

O kullarını:

"Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır. Onlar Allah'tan yana olanlardır." Âyet-i kerime'sinin tecellisine mazhar eder. (Mücadele: 22)

Allah-u Teâlâ'nın rızâsı ve hoşnutluğundan daha değerli, daha üstün bir şey yoktur. Diğer nimetler zâhiridir, geçicidir, Allah-u Teâlâ'nın hoşnutluğu ise ebedîdir. Hayatın en üstünü budur. O'nun hoşnutluğu dairesinde yaşayan kimsede huzur olur, maiyyet olur, kurbiyet olur, teşviş olmaz, sıkıntı olmaz. Çünkü o Rabb'ine teslim olduğu için, her verdiğine râzı olduğu için, onu müsterih bir hayat içinde yaşatır.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Kul hayrıyla şerriyle kadere inanmadıkça, kendine hayır ve şerden isabet edecek şeyi atlatamayacağını, hayır ve şerden kaçacak olan şeyi de yakalayamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz." (Tirmizî: 2145)

O'nun hükmünü sevmek lâzım. Allah-u Teâlâ her ne ibtilâya çekerse çeksin, o boynunu Hakk'a uzattığı için, o boyun orada kalır, bir daha da çekmez. O bilir ki imtihandadır. Bu imtihana hazırlanmak için bir sır vardır:

İhlâs-ı kalbiyye ve samimi bir muhabbet.

Bunlar olursa iltimas-ı ilâhi'ye mazhar olunur. İmtihana tutulmazdan önce hazırlanmış olur. İmtihanla karşılaşınca da, hazırlıklı olduğu için geçiverir.

Allah-u Teâlâ her müslümana bir ibtilâ taksim etmiştir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Andolsun ki mallarınıza ve canlarınıza ibtilâlar verilerek imtihan olacaksınız." (Âl-i imran: 186)

İnsanoğlu dünyaya imtihan için gelmiş bulunmaktadır. Muhakkak ki imtihanlara tâbi tutulacak, birçok ibtilâlara musibetlere maruz kalacaktır. Ömür imtihanlarla ibtilâlarla doludur.

Dilediği kuluna mal ve servet verir, onunla kendisini imtihan eder. Tâ ki emr-i ilâhî'ye uyup uymadığı, o serveti nereden elde edip ne gibi yerlere sarf ettiği, zekâtını verip vermediği meydana çıksın. Kimisini fakir düşürür, çeşitli musibetlere uğratır, o şekilde imtihan eder. Bazen de sıkıntı ve hastalık vererek canları hususunda imtihana çeker.

Dünya saadetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ'dan istemelidir.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Yazıklar olsun o kimseye ki lisan ile Allah'ı zikreder, kalbinden ise Cenâb-ı Hakk'ın yaptığına râzı olmaz." (Münâvi)

Bu, Cenâb-ı Hakk'ın takdir ve taksimini beğenmeyenlere, hüküm ve muradına teslim olmayanlara, O'nun her işinden kalben râzı olmayanlara ihtâr-ı Nebevî'dir. Aksi halde münafık sınıfına girer. Bir kul Hâlik'ına hali ile kalbi ile her şeyiyle tam teslim olmalıdır.

Hayat boyunca kurtuluş ve çıkış yolu şuradadır:

De ki, "Güzel Allah'ım hep güzel yapar."

Böyle deyip geçtiğin zaman teşvişten, telâşeden kurtulacaksın. Ne takdirle meşgulsün ne mukadderâtla işin var.

Âlemlerin Rabb'i hep güzel yapar. Senin nefsin çirkin olduğu için O'nu çirkin görüyor, güzel göstermiyor. Her yaptığında hikmetler vardır...

 

Kula Boyun Bükmek ve Teslimiyet Düşer:

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî'de:

"Bir kimse hükmüme râzı olmaz, verdiğim belâlara sabretmezse kendisine benden başka bir sahip arasın." buyuruyor. (Câmiu's-Sağîr)

O'ndan gelene bütün kalbimizle teslim olacağız.

Bir insan Hazret-i Allah'ı bilecek, Hazret-i Allah'ı tanıyacak, Hazret-i Allah'tan korkacak, Hazret-i Allah'ı sevecek. Emirlerini severek yapacak. Nehiylerini yasaklarını çiğnemekten korkacak.

O'nun Habib'ini de çok sevecek. Ona tâbi olacak.

O'nun sevgililerini vesile kılarak O'na sığınacak, O'na yönelecek.

O'nun her hükmü zamanında meydana gelir. Onun içindir ki herhangi bir telâşa ve teşvişe hiç gerek yok.

O'na teslim ol, O'nun rızâ kalesinin içine gir ve orada kal.

İnsan için kader yayından atılan oku müdâfaa bâbında, rızâ gibi bir zırh ve kale bulunamaz. O'nun kalesine sığınmakla insan müsterih bir kalbe sahip olur. Zira gitmek istese de almazlar, kalmak istese de bırakmazlar.

Deniz sakin olduğu zaman durumumuz çok güzel, dalgalandığı zaman şaşırıyoruz.

İnsanın ibtilâdan kaçması, onu istememesi boşunadır. Takdir ettiği muhakkak başa gelecektir. Kula düşen, Hakk'a sığınmak ve bitmesini beklemektir.

Damlaya damlaya biter, sonra gider. Sabredilirse sonu hayırla neticelenir.

Şu kadar var ki tedbir almak ve hastalıklardan korunmak da şarttır. Cenâb-ı Hakk'ın takdirine rızâ göstermek, sebeplere müracaat etmeye mani değildir.

Hayrın ve şerrin nede ve nerede olduğunu kişi bilemeyeceği için, Allah-u Teâlâ'ya sığınmaktan ve hakkında hayırlı olanı dilemekten başka bir çare yoktur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda şer olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz." (Bakara: 216)

Hoşlanıp hoşlanmamak sadece bir duygudur. Sadece bununla iyilik ve kötülük, yarar ve zarar bilinemez. İnsan aklı iyiye ve kötüye, güzele ve çirkine tam olarak vâkıf olamaz. Vâkıf olan Allah-u Teâlâ'dır.

İnsanın teslimiyeti tam olursa, bir dere geçileceği zaman, onu geçmeden önce hazırlarlar. "Geç!" denildiği zaman düşünmeden geçer. Hâlbuki o geçmemiştir, önceki hazırlıktan ötürü geçirilmiştir. Fakat hazırlıklı olmayanın karşısına küçücük bir dere çıkar. Ona "Geç!" derler. "Ben burada düşerim!" der. "Düşerim!" dediği anda düşer zaten.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"İnsanlar yalnız inandık demeleri ile bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar?" (Ankebût: 2)

Çünkü ihlâs ve sadakat imtihanda belli olur. Hep imtihandayız, Allah-u Teâlâ'nın bizi ne ile imtihan edeceğini biz bilemeyiz. İmtihandan sonra gösterilecek teslimiyete göre kişi derecesini alır. Kimin ne derece teslimiyet gösterdiğini ancak Hakk bilir.

Şunu kesin olarak bilmek gerekir ki, fırtınayı koparttıran Allah-u Teâlâ; boyun büktüren, o teslimiyeti yaptırarak ihsan ve ikramda bulunan yine Allah-u Teâlâ'dır.

Mahlûka boyun bükmek, teslimiyet ve sabır düşer. O takdirin bitmesini gözlemek düşer.

Suya bakın ki, kafasını taşlara vura vura gidiyor. Hiç eğlenmiyor, yoluna devam ediyor. Çünkü o bir defa başını eğdi. Çerçöp olan şeyler ise tıkanıp kalıyor. Biz de çerçöp gibi değil de, su gibi olup yolumuza devam edelim.

Şu hususu da hiçbir zaman unutmayalım ki, bütün iyilikler Allah-u Teâlâ'nın ihsanı ve yardımıdır. Bunu bilmezsek, bizi belâlarla başbaşa bırakır, imtihanı da kazanamayız. Kul Hazret-i Allah'ta samimi olursa, samimiyetine binâen Hazret-i Allah ona lütfunu yerleştirir. İmtihana tabi tutunca da, kazancına kolay kavuşur. O'nu sevmeseydi onu ona vermezdi. Allah-u Teâlâ'ya ne kadar muhtaç olduğumuzu anlayalım. Nasıl sığınmamızın, nasıl münâcât yapmamızın gerektiğini çok iyi bilelim. Yine çok iyi bilelim ki, Allah'ımız bizi bizden çok seviyor.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî'de:

"Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi, onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerlerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsünü işittirmezdim." buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel)

Yani Allah-u Teâlâ sizi rahatsız etmemek için "gündüz yağmur yağdırmazdım, gökgürültüsü duyurmazdım" buyuruyor. Yoksa merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ kuluna hüzün eder mi?

Bu rahmet-i ilâhiye hep Allah'ımızın merhametinden husule geliyor. Hazret-i Allah kullarına çok rahmetli ve merhametlidir. Onun lütuf rahmetine bizim isyanımız mâni oluyor. İşlediğimiz bunca isyan ve günahlara karşı, rahmet yerine taş yağsa hakikaten müstehakız. Bize kalsa hemen yok etmek isteriz. O ise bu isyanlarımıza karşı yine de merhametiyle muâmele eder. Bu ise ancak ve ancak O'na ait bir ihsandır.

Biz hep isyandayız. O hep ihsandadır.

 

Kâinat da İnsan da Kâğıttır, Üzerindeki Yazıyı Silemez:

Allah-u Teâlâ kâinat ve insan hakkında Levh-i mahfuz'da ne ki yazmışsa o tecelli eder. Bir kâğıt, üzerindeki yazıyı silmeye muktedir midir? Değildir. Kâinat da kâğıttır, insan da bir kâğıttır, üzerindeki yazıyı silemezler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Kim Allah'ın takdir ve taksiminden râzı olursa, Allah da ondan râzı olur." buyuruyorlar. (Câmiu's-Sağîr)

Geceler gebedir, neler doğuracağını bilmiyoruz. Bütün bu kâinat bir kâğıt mesabesindedir. İnsan da kâğıttan farksızdır.

Allah-u Teâlâ kâinatı yaratmadan önce mahlûkat hakkındaki takdirini Âyet-i kerime'lerinde haber vermektedir:

"Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitap'ta yazılmış olmasın." (Hadid: 22)

Her türlü muvaffakiyetler Allah-u Teâlâ'nın lütfu olduğu gibi, bütün musibetler de ezelî ilminde yazılmış bir takdiridir.

"Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır." (Hadid: 22)

Yarattığı mahlûkatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek O'na güç değildir.

Onun içindir ki böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda hareket etmelidir. İbtilâlara karşı kadere bağlanmanın; kalbe sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerekse tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası vardır.

Bu husus Âyet-i kerime'de şöyle beyan buyurulmuştur:

"Bu, elinizden çıkana üzülmemeniz ve Allah'ın size verdikleri ile sevinip şımarmamanız içindir." (Hadid: 23)

Üzüntüden maksat ümitsizliğe düşüren üzüntüdür, sevinçten maksat da şımarıklığa ve taşkınlığa iten sevinçtir. Burada her ikisi de yerilmektedir.

Hepsinin de takdir edilmiş olduğuna imanı olan kimseler, insan olarak üzüntü duysalar da; ne üzüntünün ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kendilerini kaptırmazlar. Hepsinin Hakk'tan indiğini ve nice nice gizli hikmetler bulunduğunu bilerek her iki halde de gönüllerini Allah-u Teâlâ'nın mağfiret ve hoşnutluğuna bağlarlar.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- buyurur ki:

"Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam; olmayan bir iş için 'Keşke olsaydı!' dememden bana daha sevimli gelir."

Her nimet ve musibetin takdirle olduğunu bilen bir kimse, kaybettiğine fazla üzülmez, elde ettiğine fazla sevinmez. Allah-u Teâlâ bunların pek yakında yok olmasını takdir edebilir. Elden çıkan düşünmekle geri gelmez, elde edilen de sevinmekle devam etmez.

"Allah kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez." (Hadid: 23)

Çünkü dünyadaki payına sevinerek böbürlenen bir kimse bununla başkalarına karşı övünür, insanlara karşı büyüklük taslar.

Kendini beğenip nefsine güvenen kimse Rabb'ine ihtiyaç hissetmez. Allah-u Teâlâ da onu kendi haline bırakır. Daha o zaman imtihanı kaybetmiş olur.

Dünya saâdetini ve ahiret selâmetini arzu eden kimse, ortak ve yardımcıdan müstağni olan Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne yönelip, sebeplerini halketmesini de o Zât-ı Ecell-ü Âlâ'dan istemelidir.

Hayır ancak Allah-u Teâlâ'nın kudret elindedir. Hayrı da şerri de ancak O bilir. Biz iyilikleri O'ndan isteyeceğiz. Her şey O'nun takdirine dayanır, her şeyi dilediği gibi yapar.

Sinemaya giden bir insan, film seyrederken bazen heyecanlanır. Nihayet ışıklar yanınca bir hayal olduğunu anlar. Dünya da böyledir. İnsanın başından, herkesi hayretler içinde bırakan birçok hadiseler geçer. Nasıl takdir etmişse hep o işler olur, başkası olmaz. Olmadığına göre telâşa da lüzum yok, endişeye de lüzum yok.

Kul bütün iyiliklerini Hakk'tan bilecek, kötülüklerini ise kendi nefsinden. Kula düşen budur.

Bir mühim husus da şudur ki; Enbiyâ-i izam ve Evliyâ-i kiram hazerâtının şefaatlarını temenni etmek, onların hürmetine bir musibet ve kederden kurtulmayı Allah-u Teâlâ'dan niyaz etmek de O'na olan merbudiyete, O'nun takdirine teslimiyete mâni değildir.

 

İmtihan ve İbtilâ:

İnsanoğlunun ömrü imtihanlarla ibtilâlarla doludur.

Kişi dinine bağlılıkta samimi olduğu nispette imtihanlarla ibtilâlarla karşılaşır. En şiddetli ibtilâlar peygamberlere gelir, sonra diğer müminlere gelir.

Hazret-i Allah'ın bütün sevgilileri, yakınlığı cefâda buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile kavuştular.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"İnsanlar içinde en şiddetli ibtilâya uğrayanlar peygamberlerdir. Sonra derece derece farkeder, kişi dinine bağlılığı ölçüsünde ibtilâya uğrar. Dinine bağlılığı sımsıkı ise ibtilâsı da şiddetlidir. Dinine bağlılığı zayıf ise, o nisbette ibtilâya uğrar. Kul yeryüzünde günahsız yürüyünceye kadar ibtilâ ondan ayrılmaz." (Tirmizi - Zühd: 57)

İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ'ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma gücünü ortaya koymaktır.

Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u Teâlâ'dan ümidini kesmemeli, sıhhat gibi servet gibi bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman teessüre kapılmamalı, O'ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyazda bulunmalıdır. Onun bu ilticası, sıhhat ve selâmet temenni etmesi sabrına mâni değildir, ecrine noksanlık gelmez. Allah-u Teâlâ'ya her hususta muhtaç olduğunu itiraf etmiş olur.

Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Başına gelen bir musibetten dolayı hiç kimse ölümü istemesin. Eğer istemekten başka çare yoksa: 'Allah'ım! Benim için yaşamak hayırlı ise beni yaşat, ölüm daha hayırlı ise beni öldür.' desin" (Müslim: 2680)

Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine rağmen sabrettiği takdirde, Allah-u Teâlâ Eyyub Aleyhisselâm'a gösterdiği gibi, ona da bir çıkış yolu gösterir.

Âyet-i kerime'sinde:

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." buyurmaktadır. (Talâk: 2)

Allah-u Teâlâ'dan korkanlar için bu müjde vardır.

Âyet-i kerime'de:

"Allah katında en üstün olanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır." buyuruluyor. (Hucurât: 13)

Çünkü bu korku onun imanındandır. O kullarına lütfeder, sıkıntısını giderir. Bu O'na güç değildir.

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!" (Bakara: 155)

Müslümanlar nasıl imtihandadır?

Allah'tan mı korkacak yoksa karşısındaki tehlikeden mi korkacak?

Allah'tan değil de tehlikeden korkan zarardadır, hepsi gider.

En başta korkuyu saydı Hazret-i Allah. Benden mi korkacak, yoksa başına gelecek tehlikeden mi korkacak?

İşte müslümanlar burada eleniyor.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:

"Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O'dur." (Yunus: 107)

O'ndan başka hiç kimse o zararı gidermeye kâdir değildir. O'nun yazısını reddedecek, hükmünü aksatacak, lütfunu engelleyecek bir güç yoktur.

"Eğer sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz." (Yunus: 107)

Hayır ve iyilik bizzat istenilen şeydir, zarar ve sıkıntı ise birtakım dış sebeplerle kulun sebep olduğu bir şeydir.

Hikmeti gereğince O'nun lütuf ve nimeti dilediği kullarına ulaşır.

"O bunu kullarından dilediğine eriştirir. O bağışlayandır, merhametlidir." (Yunus: 107)

İbtilâ ve sıkıntılarla günahları örter, ihsanları ile âfiyete, esenliğe eriştirir.

İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve felâketlere tahammül edemezler. Bu tahammülsüzlükler, bu sabırsızlıklar imtihanın tamamiyle kaybedilmesi demektir.

İbtilâ sebebi ile çok ağlama olur. Çok ağlayanları da Allah-u Teâlâ çok sever. Cam su ile temizlendiği gibi, gönül kirini de gözyaşı siler.

İbtilâ acıdır, fakat Hakk'a yaklaştırıcıdır, dünyadan uzaklaştırıcıdır, dünya zevklerinden ve arzularından soğutucudur. Onun için yakıcıdır amma pişiricidir, olgunlaştırıcıdır, terakki ettiricidir, kendiliğinden ilerleticidir.

İbtilâ anında kul Mevlâ'sına çok yakındır. O yakıcı ateşin içinde büyük bir haz vardır. Yakup Aleyhisselâm ki, Yusuf'una kavuşması ile o hâl kayboldu.

Allah-u Teâlâ dilemedikçe hiçbir kişiye, hiçbir memlekete, hiçbir musibet isabet etmez.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez. Kim de Allah'a inanırsa ona hidayet eder, gönlüne doğruyu yöneltir. Allah her şeyi bilendir." (Teğâbün: 11)

Bu Ferman-ı ilâhi'ye gönülden inanmak lâzımdır.

Cenâb-ı Hakk bir musibeti isabet ettirmemeyi murad etmişse onların büyük silâhları oyuncak mesabesine düşer. Oraya kadar gelmelerine müsaade etmiş, orada bırakmış. O "Gelmiyorum!" der, hâlbuki gelemiyordur.

Onun için bir hâdise ile karşılaştığınız zaman hiç hayret etmeyin. İzn-i ilâhi olmadan hiçbir ferde, hiçbir memlekete musibet isabet etmez. Ettirmeyi dilemişse, o isabet eder. Ya bir cezâdır, ya ibtilâdır, veya şahadete vesiledir.

Bu nokta çok ince ve tehlikelidir. Nefis o hırs ile karışır ve bizi aldatabilir. Hazret-i Allah'a sığınmasını bileceğiz. Zâlim bir insanla karşı karşıya gelince tabii ki müdafaa lâzım. Fakat diğer zamanlarda gelen ibtilâları azimle sabırla seyredeceğiz.

Musibet tıpkı deniz dalgaları gibidir, birbiri ardınca mütemâdiyen gelir. Cenâb-ı Hakk isabet ettirmemeyi murad etmişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar hep sana geliyor, fakat hiç dokunmuyor, dışarıdan seyrediyorsun. Lâkin seyirci kısmından olmayıp da ilerlersen, ibtilânın içine girmiş olursun. Bu sefer o dalgalar sana isabet edecek, ama boğacak ama kurtaracak. Nasıl murad etmişse öyle olacak. En hayırlısı dışarıdan seyretmek. Bu noktada çok sabırlı ve temkinli olmak lâzım, rızâsında bizi muhafaza etmesi için Cenâb-ı Hakk'a niyâz etmek lâzım.

 

Sabır; Hazret-i Allah'ın Hükmüne Râzı Olmaktır:

Hazret-i Allah'ın Halil'i İbrahim Aleyhisselâm münâcâtında:

"Hastalandığım zaman bana şifâ veren O'dur." buyuruyorlar. (Şuarâ: 80)

Her şey bizim için... Hayat-memat, hastalık-sıhhat... Hepsi Hazret-i Allah'ın murad ettiği gibi oluyor. Hasta olmayayım desen, elinden bir şey geliyor mu? Murad ettiği zaman hasta yapıyor, şifâyı da yine O veriyor.

Bazı rüzgârlar eser, bizi sallar. Takdirse yaprağı koparır, değilse dilediği kadar durdurur.

Şu halde telâşa lüzum yok, bizim telâşımız hep boşuna ve hep O'nu bilmeyişimizdendir. O'nu bilsek, O'nda fâni olabilsek, O zuhur eder. O zuhur ettiği zaman, her şey O'nun ve O'ndan olduğunu görmeye başlarız. Dâvâ da biter, telâş da biter.

Kul her şeyden önce Hakk'a sığınmalı ve şöyle niyaz etmelidir:

"Allah'ım! Beni bana bırakma. Her takdirin husule gelsin, fakat o takdirlerle beni meşgul ettirme, nefsimi müdahale ettirme. Zira ben senden gelecek her takdire peşin olarak râzıyım. Bu söylediklerimi bana hâl ile de bahşet. Husule gelen bütün hadiselerin senden olduğunu bilerek boyun bükmeyi lütfet."

Allah-u Teâlâ'ya gönülden sığınmak lâzımdır. Çünkü ibtilâ anında kişinin içi dışarıya çıkar.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"Sabır göstermekle ve namaz kılmakla Allah'tan yardım isteyin." diye emir buyurmaktadır. (Bakara: 45)

Rivayet edildiğine göre; "Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir iş ağır gelince, ya da ansızın bir durum ortaya çıkınca hemen namaza başlar ve bu Âyet-i kerime'yi okurdu."

Namaz; zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî yardımın celbedilmesinde en büyük âmildir.

Sabır, başa gelen ibtilânın geçmesi için Allah-u Teâlâ'nın yardımını celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız kişiler her zaman darlık içindedirler. Onların dünyevî hadiselere hiç dayanıklılıkları yoktur. Her şeyi isterler, her şeyden rahatsız olurlar.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"Yoksa insan her umduğu şeye sahip mi olacak?" buyuruyor. (Necm: 24)

Her canının çektiği ve gönlünce arzu edip kurduğu her hayali gerçekleşecek değildir.

Bu gibi kimseler az bir yokluk görünce tahammül edemezler.

İslâm ahlâkının şâhikalarından birisi de sabırdır. Kur'an-ı kerim'de takriben yetmiş yerde sabırdan bahsedilmiş, sabırla süslenenler meth-ü senâ edilmiştir. Allah-u Teâlâ kendisine ümit ve samimiyetle yönelen, arz-ı hâl eden kullarını sever ve merhamet eder.

Sabır şuna denir ki; halini kimseye bildirmez, sadece Hakk'a sığınır. Başına gelen bir belâyı şayet başkalarına duyurmaya çalışıyorsa, Sahib'ini şikayet ediyor demektir.

Bir insanın Hazret-i Allah'ın takdirine peşinen boyun eğmesi lâzımdır. Hiç şüphe yok ki sabır ancak Hazret-i Allah'tan gelir. O'nun bahşettiği sabırla insan sabreder.

Sabredenler bu ibtilâlar başlarına geldiğinde tahammül edip Allah-u Teâlâ'ya sığınan ve yönelenlerdir.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Onlar ki, kendilerine bir musibet geldiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz.' derler." (Bakara: 156)

 

O'nun Her Takdirine Râzı Olmaya En Güzel Numune:

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri son hastalığı esnasında şöyle buyurmuşlardı:

"O'nunla olayım, O'nun için olayım. O'nunla olmak hayat, O'nsuz olmak vefat. Başka bir şey yaşatmadı gönlümde Hazret-i Allah.

Bu yüzden bunca hastalığa rağmen biz halimizden memnunuz Elhamdülillâh. Buna rütbe-i bâlâ denir. Hakk'tan gelen rütbe... Hep şükür, hep şükür, hep şükür... Yani rütbe-i ilâhiye denir. Hamd-ü senâlar olsun!

Aynı Efendi Hazretleri'nin durumuna ben de düştüm. O ise vaiz idi, vaizlikten sonra şeyh oldu. Şeyhteki vaziyeti kutuptu. Fakat Hazret-i Allah yavaş yavaş varlığını aldı. Bu hale düşürdü, yani o felçli idi, nüzullü idi iki kişi taşırdı. Cenâb-ı Hakk'a hamdolsun, bunca ameliyatlardan ve hastalıklardan sonra evvelâ ayaklarımı aldı; güzel. Sonra ellerimi aldı, o da güzel. Çünkü Güzel'den geliyor. Efendi Hazretleri'yle aynı hale beni de düşürdü.

Takdir böyleymiş diyorum, üzülmüyorum. Memnunum, müteessir değilim. Buna şükür. Ne demek bu? Hep şükür, hep şükür, ibtilâdayız, imtihandayız, hep şükür, hep şükür, sonsuz şükür...

Bu rütbe-i bâlâ'dır. Yani Hakk'tan gelen rütbedir. Hazret-i Allah'ın rütbesi bu şekildedir. Kimse görmez. O rütbeyi takar, o rütbeyle O'na gidersin. Allah-u Teâlâ'nın rütbesidir.

Şöyle bir düşünün!

Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri şehit edildi. Efendi Hazretleri'nin hastalığı şimdi benim hastalığım. Hatta bazen aynen diyorum, onun için bunlar gelecek.

Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz'in şehadetini düşünüyorum da niçin öldürdüler? Hazret-i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sevgilisi, dostu, dünya ve ahiret arkadaşı, damadı. Buna rağmen şehit ettiler. Takdir böyleymiş diyelim.

Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz, düşmanları tarafından sıkıştırılıp muhasara altına alınmış ve bir damla suya hasret bırakılmıştı. Oruçluydu ve diz üstü oturmuş Kur'an-ı kerim okuyordu, bir ara susuzluğun ve yorgunluğun verdiği tesirle birden bire başı öne eğildi ve uykuya daldı...

Rüyâsında önünde bir koridor açılıyordu, onu tutanlar götürüyorlardı, "Buradan buradan" diyorlardı, sonra bir ışık kümesi gördü, orada birileri oturuyordu, yaklaşınca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i gördü. Bir yanında Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, diğer yanında Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- vardı.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz iftar için acele edince, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, "Yâ Ömer acele etme, şimdi Osman gelecek." buyurdular.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bakıyor, gülümsüyordu ve "Hadi Osman, bu akşam seni bekliyoruz! Beraber iftar yapacağız!.." dediler.

Hazret-i Osman -radiyallahu anh- Efendimiz birden uyandı, Cuma günü akşam üstüydü, hakikaten iftar olmadan şehit ettiler.

Burada gizli bir husus var:

Onların vücutları yok oluyor, ruhlarına hiçbir şey olmuyor. Ebedî saadete kavuşuyor ve karışıyorlar. Onun için üzülmemeli, takdire güzel boyun eğmeli. O nasıl takdir etmişse o olacak...

Ben ölümü seviyorum, ölümü seviyorum, ölmek de istiyorum. Amma beni alın diyemiyorum. Bu sözüme itimat edin, ölmeyi istiyorum, hatta diyorum ki; beni aldıkları zaman üzülmeyin, ben huzur-u ilâhiye, ziyafet-i ilâhiyeye gidiyorum, müsterih olun..."

 

Hakk'a Boyun Eğmek:

İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri:

"Bu kâmilin ağrıları çok, hareketi az, kuvveti zayıftır." buyuruyorlar. (Marifet-nâme)

Dolayısıyla, Allah-u Teâlâ'ya yakın olan insanların hasta oluşuna, ibtilâ çekişine acımayın. Hastalık, günaha kefarettir, yıkar. İbtilâ, derecelere işarettir, çıkarır. Bununla Cenâb-ı Hakk sevdiği kulunu kontrol altına alır ve bunları yapar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Allah-u Teâlâ bir kul için önceden mânevî bir makam takdir etmiştir. Fakat kul ameliyle oraya ulaşamıyorsa Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malı ile ilgili bir ibtilâ verir, sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu buna karşı sabırlı kılar." (Câmiu's-Sağîr: 669)

Elhamdülillâh! Şükürle vakit geçiriyorum.

Buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür, buna da şükür.

O'ndan gelen hep hoş, tasalar hep boş...

"Mükâfatın çokluğu ibtilânın büyüklüğüyle beraberdir." (İbn-i Mâce: 4031)

Bir defasında hemşire bir kız kolumu yaralamıştı, bir daha o kolumdan işlem yapılamadı, çok hastalandım ve tekrar ameliyat oldum.

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki: "Bunu biz yaptık! Sakın kimseye bir şey deme! Bizden geldi bu sana."

Onlar işe müdahale ediyorlar.

Peki dedim. Allah râzı olsun...

Şöyle bakıldığı zaman Allah ve Resul'ünden geliyor bu ibtila. Onun için tatlı.

Zamanında demiştim ki:

"Her emrine boynum büküktür, canla da olsa."

Burada ince bir sır var:

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyorlar ki:

"O, Allah-u Teâlâ'nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder; O'nunla konuşur, O'nunla bakar, O'nunla tutar, O'nunla anlar." (Nevâdirü'l-Usûl fî Marifeti Ehâdîsü'r-Resul, c. 1, s. 619-620)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Benim Allah ile öyle vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir, ne nebi ne de resul sokulabilir." (K. Hafâ)

Ne melek girebilir, ne de şeytan girebilir, hiçbir şey giremez.

Arada hiçbir vasıta yoktur.

Nitekim Hâlik-ı Azîmüşşan Hazretleri Âyet-i kerime'si ile bu mülâkatın mümkün olduğunu belirtiyor ve şöyle buyuruyor:

"Onlar sıdk makâmında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar." (Kamer: 55)

Bu lütuflar ancak Allah-u Teâlâ'nın kendisi için seçtiği ve çektiği kullarına mahsustur, umuma şâmil değildir. Onu kendisi için yaratmıştır. Öyle murad ettiği için yaratmıştır, yaratılış sebebi odur. Sevdiği için de huzuruna almıştır.

Nitekim Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:

"Bu güçle ona yakınlık da verilir. Bu güçle ona Hakk ile konuşabilme de verilmiştir." (Kitâbu İlmü'l-Evliyâ)

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y" isimli eserinde şöyle buyurmaktadır:

"İlm-i billâh, Allah'ı tanımak ve Allah'tan düşünmek, şu üç şeyi ihtivâ eden kişinindir: Kalbini Allah ile dirilten; O'nun ibtilâsını güzel görüp, ruhunu temizleyip, ubûdetini sağlam kılan ve nefsin esaretinden hürriyetle zafere ulaşan.. İşte onun rütbesi delil, menzili aşikâr, eşkâli de seyyid'liktir; Mevlâ'sı ile keremlileşmiştir. O, öne alması ve geride bırakması sayesinde, onu arzu ettiğinden daha da yücelere ulaştırır." (Cevâbu Kitâbu mine'r-Re'y, s. 191, bas: Beyrut, 1992)

Hamdolsun. Bu O'ndan geldi, O'ndan geldiği için güzel.

Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

"O nerede olursa olsun her yerde sadâkat gösterir ve her halde Rabb'ine boyun eğer." (Gunye li-Tâlibi Tarîku'l-Hakk; c. 2, s. 162. bas: Kahire, 1956 (h. 1375)

Bu bir teslimiyettir, Hakk'a boyun eğmekdir. Bunu yalnız dil ile değil, bütün kalıbı ve kalbi ile söyler. Bu ise sabrın en ileri noktasıdır, rızâ ise bundan daha üstündür.

O'ndan çıkacak ilâhi hükmü peşinen kabul edenler, her emrine âmâde olup, samimi ve ihlâsla yönelip boyun bükenler hakkında Allah-u Teâlâ iltifatta bulunmaktadır:

"İşte Rabb'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır, yalnızca onlar doğru yolu bulmuşlardır." (Bakara: 157)

Hatta size bir sır daha vereyim:

Bir gün İstanbul'a Eyüp Sultan Hazretleri'ne ziyarete gitmiştim. O gece namaza kalktığımda, abdest alırken ayağımı lavaboya kaldıramadım ve düştüm, elimin bileği çatlamış. O gün sırf onu ziyarete gitmiştim. Bu hâdisât oldu, buyurdular ki: "Bir rütbe de bizden olsun!" Elhamdülillâhi Rabb'il âlemin. Bunlar hep O'ndan geldiği için güzel!..

Rütbe-i bâlâ denilen Hakk'tan gelen bu yüksek rütbeye bir tane daha eklenmiş oldu.

Bir ayda üç ameliyat geçirtti, akılda hayâlde yoktu. Niçin? Öyle takdir etmiş. O merdivende öyle tecelli etmiş.

O merdivende o tecelliyatı koymuş. O tecelliyat bitecek, o merdiven aşılacak ki O'na ulaşılacak.

Bunlar hep tekâmüliyet. Tekâmüliyetin tekâmüliyeti. Tecelliyatın tecellileri... Bunları, sizin anlayacağınız şekilde anlatmaya gayret ediyorum. Oysa anlatılamayan öyle sırlar var ki akıl, havsala almaz.

 

Allah-u Teâlâ'ya Tevekkül Edene Allah Yeter:

Âyet-i kerime'de:

"Ey Peygamber! Allah sana da, sana tâbi olan müminlere de yeter." buyuruluyor. (Enfâl: 64)

Tevekkül; Hakk'tan gelen her şeye boyun bükmek, maddî-manevî her işi O'na bırakıp O'ndan istemek, yalnız O'na güvenmek ve aradan çıkmaktır.

Tevekkül; Hâlik ile mahlûk arasında üstün bir sırdır. Hakk'a tam itimat bağlamak ve güvenmek, metanet bulmaktır. İmanın esası, kalbin kuvveti, ruhun rahatıdır. Amellerin efdali, hallerin en şereflisidir. Bedeni kulluğa, kalbi rubûbiyete bağlamak, Hakk ile mutmain olmaktır.

Tevekkül nefsin arzularını terketmek, gönülden mâsivâyı silip atmaktır. Tevekkül söz değil, hâldir.

Her an, her daim ve her işte Hakk'a tevekkül etmek imanın icabıdır.

Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Eğer inanıyorsanız, ancak Allah'a tevekkül ediniz." (Mâide: 23)

Tevekkül eden; annesinden başka hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini bilen çocuk gibidir. Her halinde, Mevlâ'sına yönelir ve sığınır. İnsanların elinde olandan ümidini keser. Hakk katında olana itibar ve itimat eder. Az ile çok onun nazarında bir olur. Her müşkülü çözülür, her sıkıntısı giderilir, halka muhtaç olmaz.

Allah-u Teâlâ kendisine tevekkül etmeyi emretmiştir:

"Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Çünkü Allah kendine tevekkül edenleri sever." (Âl-i imran: 159)

"Ezelî ve ebedî hayat ile bâkî olan ölümsüz Allah'a tevekkül et." (Furkan: 58)

Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan ancak O'dur. Ölüme mahkûm olanlar ise tevekküle lâyık olamazlar, onlar fânidirler. Onlara bağlananlar, onların ölümleriyle büyük bir sükut-u hayâle uğrarlar.

"Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! O'ndan başka ilâh yoktur, O'na tevekkül ederim. O, büyük Arş'ın sahibidir." (Tevbe: 129)

"Ve yalnız Rabb'lerine tevekkül ederler." (Enfâl: 2)

Büyük bir azimle işe sarılırlar, çalışır, çabalarlar, ellerinden gelen her şeyi yaparlar, sonucunu da Allah-u Teâlâ'dan beklerler. O'na tevekkül etmek, helâk edici noktalardan kurtuluşa sebeptir.

"Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter." (Ahzâb: 3)

Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Allah-u Teâlâ'ya tevekkül etmişler, huzuru O'na sığınmakta bulmuşlardır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde:

"Allah-u Teâlâ'ya hakkıyla tevekkül etseniz, kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırır." (Tirmizî)

"Herkesten kuvvetli olmasını arzu eden kimse, Allah'a tevekkül etsin." buyuruyorlar. (Câmiu's-Sağîr)

Tevekkül, müslümanların kadere olan inançlarının tabiî bir sonucudur.

Ashâb-ı kiram'dan Habbe ve Sevâ -radiyallahu anhümâ- şöyle anlatmışlardır:

"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir işle meşgul iken onun yanına girdik, o işte kendisine yardım ettik.

Sonra bize şöyle buyurdu:

'Başlarınız kımıldadığı (yani yaşadığınız) müddetçe rızık hususunda ümitsiz olmayınız.

Zira insanı annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur. Sonra Azîz ve Celîl olan Allah onu her çeşit rızıkla rızıklandırır.'" (İbn-i Mâce: 4165)

Bir kimse Allah-u Teâlâ'dan korkar, emredilen ve nehyedilen hususlarda takvâya riâyet eder, sebepleri yerine getirdikten sonra tam bir tevekkülle Rabb'ine yönelirse; Allah-u Teâlâ onu sıkıntıdan, hüzün ve kederden kurtarır, tahmin edemeyeceği, aklına gelmeyen yerlerden rızık kaynakları verir, onu başkasına muhtaç etmez.

Tevekkül makamına yükselen takva ehli, dünya maişetlerini şu Âyet-i kerime'lerde ifade edilen gayb hazinesinden temin ederler:

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır." (Talâk: 2)

Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.

"Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir." (Talâk: 3)

Gerçekten bir insan gönlüne Allah korkusunu yerleştirdiği takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı yerden nasibini verir.

"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter." (Talâk: 3)

Sebeplere dayanma sınırlı, Allah'a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ'ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhî'dir.

Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hal imkânı bulur ve kişi kolaylıklar içinde ömrünü huzurlu olarak devam ettirir.

Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ'nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah-u Teâlâ onun mükâfâtını büyültür.

"Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir." (Talâk: 3)

Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ'nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü istediği gibi yürütür.

"Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir." (Talâk: 3)

Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş değildir.

Tevekkül Hazret-i Allah'ın elli dört farzından birisidir, ilâhi bir emirdir. İlâhi bir emir olduğu için de O'na tam teslimiyetle inanmak bir iman meselesidir.

Tabii ki o yüce Yaratan her şeye kâfidir, her şeye gücü yeter, her şeye kâdirdir.

Tevekkülün de zâhirisi ve bâtînisi vardır. Zâhiri olan, işe teşebbüsten sonraki tevekküldür. Bâtînî tevekkül, işi Hakk ile yapmaktır.

Her şeyin Hazret-i Allah'ın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki manada tevekkül eden bir mümin; O'na itimat edip, her işini O'na havale etmekle her türlü gam, keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk'tan gelen her şeye severek boyun büker. O'nun her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri Yaratan'a bağlanır. Hiçbir arzu da beslemez. Her haliyle O'na sığınır ve her şeyi ancak O'ndan bekler. O'ndan başkasına asla iltifat etmez, meyletmez. Her halinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp bilinmesini kâfi görür.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyruluyor:

"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer: 36)

Elbette kâfidir!

"De ki; Allah bana yeter." (Zümer: 38)

Fırtına gelince insan şaşırır. Bu gelmeden evvel kendimizi Allah'a takdim edelim. Geldikten sonra fayda yok. Boşta bulunursa, şaşırır ve orada imanı da kayar. Hazırlıklı olursa; "İlâhi takdir böyleymiş!" der. "Zaten gelecekti, ben bekliyordum!" der. Eğer yaşamak takdirse yaşar, ölüm takdirse o husule gelir. Allah'ımız cümlemizi imanla alsın.

 

"O Ne Güzel Vekildir!" (Âl-i imrân: 173)

Onlar öyle kimselerdir ki azâmet-i ilâhi karşısında boyunları daima büküktür, karınları açtır. Rabb'i ona ne taksim etmişse ona râzıdır. Azsa aza râzıdır, çoksa çoğa râzıdır. Fakat o, itidal terazisini bozmaz. Gözleri yaşlıdır. Bu kadar ihsan-ı ilâhi karşılığındaki isyanı düşünür, artık ona düşen bir tek istiğfar ile gözyaşıdır. Dolayısıyla benizleri de sarıdır. Azâmet-i ilâhî karşısında bu hale düşmüşlerdir.

Bunların gönülleri Allah-u Teâlâ'nın nuru ile dolar, inşirah bulur. Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmiştir, bütün iş ve icraatını ahkâma uydurmuştur.

Bunlar Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm ile olanlardır.

Çıkacak hükm-ü ilâhiye peşinen teslim olmuştur. Bu onlara ihsan edilen lütuftur. Hazret-i Allah'a râm olmuştur. Bütün iradesini Hazret-i Allah'a teslim etmiştir.

Tam tevekkül, Hazret-i Allah'a kül olana mahsustur, kul olana değil. Kulluğun içinde benlik var, külün içinde hiçbir şey yok. Kul olmak başka, kül olmak başka.

Yalnız desteklenen insanlar kimlerdir? Bir insan kendisini resimden ibaret görürse, resimden farksız görürse onun destekçisi Hazret-i Allah'tır. Fakat kendisinde varlık görende "Var" olan tecelli etmez ve desteklemez. Bunu katiyetle bilin. Bunun için insan evvela kendini ifna edecek ki Var olan Hazret-i Allah ona lütfu ile tecelli etsin, onu lütfuyla desteklesin. Onun işinin yardımcısı olsun. Yardımıyla yollarını açıversin. O yollarını açtımı iş kendiliğinden gider.

Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hadiseleri yaratan, bilen, dilediğini dilediğine verip dilediğini dilediğinden alan, ezelî ve ebedî hayat ile bâki olan, zât ve kemâl sıfatları ile her şeye hâkim olan Allah-u Zülcelâl Hazretleri'dir.

Bütün her şey O'nun izn-i iradesine bağlıdır. O'nun izni ve iradesi olmadan ağaçtan bir yaprak bile düşmez. Zerreden kürreye kadar kâinatta her şey Allah-u Teâlâ'nın varlığına şehadet etmektedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bizi, yarattıklarını görmeye davet ediyor:

"De ki; Göklerde ve yerde neler var, baksanıza!" (Yunus: 101)

Yerleri, gökleri, dağları, denizleri, içindeki çeşit çeşit canlıları yaratan da, rızıklandıran da O'dur. Her şeyi yaratan, rızıklandıran, yöneten hep O'dur. En güzel dilek makamı, sığınma makamı O'dur. Ezelî ve ebedî, gerçek vekil, gerçek dost ancak O'dur. Tevekkül O'nadır. O kendisine sığınanı yalnız bırakmaz, kendine yönelenin, sığınanın duâsını ve dileğini kabul makamı O'nun makamıdır.

Âyet-i kerime'sinde buyuruyor ki:

"İşte Rabb'iniz Allah budur, O'ndan başka ilâh yoktur. O her şeyi yaratır, öyleyse O'na ibadet edin. O her şeye vekildir." (En'am: 102)

Madem ki Kur'an-ı azimüşşan'ında Âyet-i kerime'sinde "Ben her şeye vekilim." diyor, onun için Hakk'tan gelen her şeye boyun bükülecek, maddi mânevi her iş O'na bırakılacak, O'ndan istenecek, yalnız O'na güvenilecek ve aradan çıkılacaktır. Sen çık aradan, kalsın Yaradan. O en güzel vekildir.

"Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!" (Âl-i imrân: 173)

 

Bir İş Hazret-i Allah'a Havale Edilirse!

Bir mahlûk Hâlik'ına işini havale ederse ve o havalede kalırsa Hâlik'ı ne takdir ettiyse ona rızâ gösterir. O, O'ndan râzı olursa Hazret-i Allah da mahlûkundan râzı olur. Amma kul Hazret-i Allah'tan isteyebilir, yani duâ edebilir.

Hazret-i Allah'a tevekkül eder, işini O'na havale eder de, sonra ondan vazgeçip işini kendi yapmaya kalkarsa Hazret-i Allah'a itimat etmemiş olur, rızâdan ayrılmış olur, helâkına vesile olur.

Bir insanın bir işini veyahut hayatını Hakk'a havale edip de sonra müdahale etmesi, öz akıl sahipleri için çok utanç bir haldir. Neden? Hem Hakk'a havale eder hem de işe müdahale ederse, Hakk'a itimat etmemiş; kendi nefsine daha güzel güvendiğinden ve işe teşebbüs ettiğinden, orada büyük bir hataya gerçekten düşmüş olur.

Ya insan nefis putuna dayansın, veyahut Allah'ına dayansın.

Bir iş Hazret-i Allah'a havale edildikten sonra müdahale edilirse "Yâ Rabb'i bu işi sen beceremedin, ben daha iyisini yaparım." demek mânâsına gelir. Hatta daha da ağır bir küstahlıktır.

İşini havale ederken imanını tartıp ölçüsüne vuracak, sonra havale edecek. Hazret-i Allah vekil kılınınca da, o işi artık bir daha hayalinden geçirmeyecek. Ama bal, ama zehir...

Hiçbir işine müdahale etmeye kulun hakkı yoktur. "Allah'ım! Ben bu işi sana havale ettim, hakkımda hayırlı olanı ancak sen bilirsin, nasıl münasip görürsen ona râzıyım. Benim arzum senin arzun." diyecek ve aradan çekilecek.

"Bunu böyle yap!" demekle emir vermiş oluyorsun. O her şeyin zamanını ezelde takdir etmiştir. Senin o arzu ve isteklerin ezeldeki o takdiri bozmaya çalışmaktır. Farz edelim ki arzuların kabul edildi. O zaman acele ederek ezeli takdirde sıralanmış hadiseleri önceden istediğin için, ömrünün kısalmasına vesile olacaksın. Bekleyebilseydin zamanı gelince o iş zaten olacaktı.

Hazret-i Allah hangi saat yaparsa, o en güzel zamandır. O hep güzel yapar. Nefsin güzel gördüğü de güzeldir, görmediği de güzeldir. İtimat eden gözler bunu ayne'l-yakin görür.

Ehl-i hakikat her şeyin Allah'tan geldiğine o kadar inanmıştır ki, başına ne gelecekse, gelsin gelmesin, peşin olarak râzı olmuştur. Hiçbir şikayeti olmaz.

"Ben işimi Allah'a bırakıyorum." sırrına mazhar olmuştur. (Mümin: 44)

Hazret-i Allah'a itimat eden her felâketten kurtulur. Hayat boyunca hiçbir darlığa düşmez.

Âyet-i kerime'de:

"Kim Allah'tan korkarsa, Allah onun her işinde bir kolaylık verir." buyuruluyor. (Talâk: 4)

 

O'nun Hükmünün Olduğu Yerde Mahlûk Hükümsüzdür:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Hüküm yüceler yücesi Allah'ındır." (Mümin: 12)

O mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir.

"Allah hüküm verenlerin en güzel hüküm vereni değil midir?" (Tîn: 8)

Allah-u Teâlâ'ya yakın olanlar O'nun ile karşı karşıyadır. Onlar o anda yok olmak ister ve yok olurlar. Bir zerresi mevcut olsa varlıktır. O saha Hazret-i Allah'a mahsustur.

Bu noktayı şöyle tarif edelim:

Allah-u Teâlâ'nın bir şey buyuracağı zaman, bir emir ve hüküm çıkacağı zaman veya herhangi bir hitabı ile karşı karşıya kaldığı zaman, nefsinin müdahale etmemesi için kendisinin yerin dibinde olmasını ister.

İşte o anda yok olur, orada Allah kalır. O yok, Allah var.

Hüküm ancak yücelerin yücesi Allah'ındır. O; Allah-u Teâlâ'dan, O'nun azametinden korktuğu için o anda yerin dibindedir ve orada bulunmak ister. Velev kendisi hakkında hüküm çıksa dahi yine öyledir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Allah-u Teâlâ bir emrin infaz olunmasını hükmettiği zaman, melekler düz bir taş üzerine zincir çeker gibi, kanatlarını çırparak, korktuklarını belirtirler. Gönüllerinden bu korku gidince Cebrâil ve Mikâil gibi mukarreb meleklere; 'Ne var? Rabb'imiz ne buyurdu?' diye sorarlar. Onlar ise; 'Hak ve hakikati buyurdu. Allah yücedir, Allah büyüktür!' derler." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1709)

Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde ise söyle buyuruyorlar:

"Rabb'imiz Tebâreke ve Teâlâ bir şey takdir buyurdu mu, Arş'ı taşıyan melekler tesbih ederler. Arkasından, onlardan sonra gelen gök ehli tesbih ederler. Tesbih böyle böyle, şu alt semânın sakinlerine ulaşır. Sonra Arş'ı taşıyanların arkasından gelenler Arş'ı taşıyanlara: 'Rabb'iniz ne buyurdu?' diye sorarlar. Onlar da ne buyurduğunu kendilerine haber verirler. Böylece semâvat sakinleri birbirleriyle haberleşir, nihayet haber şu alt semâya ulaşır." (Müslim: 2229)

Bir melek ki, bir fermân-ı ilâhi çıkmadan evvel bu kadar korkuyor. Çıkacak bir fermân-ı ilâhi karşısında bir beşerin ne kadar korkması gerekir? Onun bir tek yapacağı iş, yok olmaktır ve yok olur. Hüküm O'nundur, O nasıl hükmederse öyle olur. Ortada O var, sen yoksun.

Gerçek mânâda Allah-u Teâlâ'nın huzurunda durmaktan korkanlar işte bunlardır.

Çünkü dünyada da Hazret-i Allah iledir, orada da Hazret-i Allah iledir.

Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre:

"Resul'üm! De ki: O, üstünüzden ve altınızdan size bir azap göndermeye kâdirdir." (En'am: 65)

Âyet-i kerime'si nâzil olunca Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz üç defa:

"Yâ Rabb! Bu gibi azaptan büyük olan Zât'ına sığınırım." buyurdu.

Âyet-i kerime'nin aşağısındaki:

"Veya sizi fırka fırka, parti parti birbirinize düşürüp taraflara ayırmaya, kiminize kiminizin hıncını tattırmaya kâdirdir." (En'am: 65)

Cümlesi gelince Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Bu bir dereceye kadar hafiftir." buyurdu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1701)

Hüküm Hazret-i Allah'ındır, nasıl murad ederse öyle yapar.

"Hüküm veren Allah'tır, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur." (Ra'd: 41)

O'nun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve merci yoktur.

İnsanlar doğduğu, büyüdüğü, ihtiyarladığı, sonunda da öldüğü gibi; devletler de kurulur, gelişir ve nihayet Allah-u Teâlâ'nın takdir ettiği gün gelince yıkılıp tarihe karışırlar. Fertler gibi, bunların da bazıları uzun ömürlü, bazıları ise kısa ömürlü olur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

"Hiçbir millet ne süresinden ileri geçebilir, ne de geri kalabilir." (Müminûn: 43)

İlâhî takdiri hiç kimse bozmaya kâdir değildir. Allah-u Teâlâ nasıl hükmettiyse nasıl karar verdiyse öyle olur.

"Her ümmetin (hayatlarının son bulacağı) belirli bir eceli vardır.

Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçebilirler." (Yunus: 49)

Bu Âyet-i kerime'ler müminler için en büyük tesellîdir.

Hem mukadderâta rızâ göstermek, hem de ilâhî hükme boyun bükmek tesellî için çok güzel bir şeydir.

 

"Sana Gelen Her İyilik Allah'tandır. Bütün Kötülükler de Kendi Nefsindendir." (Nisâ: 79)

Biz bütün iyilikleri nefsimizden biliriz. Burada yanılıyoruz, fakat bu Âyet-i kerime o kadar şümullü ki bunu izah edelim:

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Sana gelen her iyilik Allah'tandır." (Nisâ: 79)

Görünen görünmeyen bütün iyilikler, maddî ve mânevî bütün nimetler hep Allah-u Teâlâ'nın kulları üzerindeki engin rahmetinin, sonsuz ikramlarının, cömertçe verdiği ihsanlarının birer tezahürüdür, kulların kendi kazançları değildir.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'sinde:

"Allah'ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız icmâlen bile sayamazsınız." buyurmaktadır. (Nahl: 18)

Bunca nimetlerine şükretmek şöyle dursun, topluca saymaya bile gücünüz yetmez.

Denizden büyük nimetlerin içinde yaşatıyor. Her nimet O'nun, her lütuf O'ndandır. İnsan üzerinde öyle nimetler var ki, O bunları ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini tanımalarını ve kulluk yapmalarını istedi.

"Bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)

İnsanın yaptığı açık ve gizli bütün kötülükler, başına gelen musibetler nefsinin eseri ve mahsulüdür, kendi kazancıdır. Kişi öyle istediği için, onun aleyhinde takdir eden de Allah-u Teâlâ'dır.

Kullarının hep iyiliğini isteyen Allah-u Teâlâ, hiç kimseye cebren aslâ kötülük yaptırmaz. Herkese arzu ettiği verilmiş ve herkes onları yapmaya koyulmuştur. Binâenaleyh bir kulun: "Sâlâhımı isterse sâlâh olurum, etmezse olmam!." diyerek kaçamak yollar aramaya, yaptığı-yapacağı bütün kötü işlere bunu perde yapmaya hakkı yoktur. Kendi kendisini kandırmaktan başka bir şey yapmış olmaz.

Şeytan işini kadere havale etti kâfir oldu, Âdem Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'ya sığındı, Allah-u Teâlâ da onu affetti.

Kula düşen şudur: Bütün iyilikleri Allah'tan, bütün kötülükleri ise nefsinden bilecek. O'na muhtaç olduğunu bilecek, O'ndan isteyecek, O'na sığınacak, O'na yalvaracak, O'na boyun bükecek, gözyaşı dökecek, O'nu bilecek, O'ndan bilecek, başka bir şey bilmeyecek. Kula düşen budur.

İnsan Hazret-i Allah'ın bir mahlûkçuğudur. Zerre kadar hiçbir şeyde dahli yoktur. Sadece sahnede bulunuyor. Onu sahneye koyan da O'dur.

İnsan kendini Hazret-i Allah'tan ayrı tutuyor, ayrı tutunca ikilik oluyor. Var olan O, ikilik kabul etmez. Ne yapacak? Teslim olacak. Hükmünü sevecek ve boynunu koyacak. Boynumu kabul eder mi? diye niyaz edecek. O'nun hükmü, O'nun takdiri, O'nun tecelliyatı güzeldir. İçerde, dışarda, evde, işte hep O'nun hükmü güzeldir. Boş olduğumuzu unutmamamız lâzım. Boş olduğumuzu bilelim ki onlar doldursunlar. Bütün tortuları atmak lâzım. Kalbi boşaltmak lâzım. İnsan iyiliklerini arkaya atmalı, kötülüklerini önüne koymalıdır.

Kişide bir iyilik, bir güzellik husule geliyorsa, O'nun koyduğu sermayenin eseridir. Kötülükler ise zaten nefsimizin mahsulüdür.

Hazret-i Allah bir kulu bırakmadıkça bu hale düşmez. Bir de bırakıverirse, kendini beğenir, helâk olur gider. Kılıçla biçilir gibi biçilir.

Bütün iyilikler Hakk'tan gelir. Kötülükler nefsimizin mahsulüdür. O bize lütuf, sermaye koyarsa O'nun koyduğu sermaye ile O'nunla alış-veriş yapabiliriz. Esas alış-veriş bu oluyor. Allah-u Teâlâ sana ihsan edecek, sana ihsan ve ikram ettiği ile O'na münâcât edersen münâcâtın en güzeli yapılmış olur.

Bütün iyilikler Allah'tan gelir derken, bir kere o huzuru kazanmak için sermaye O'ndan gelir. O sermaye ile sen O'na samimi bir şekilde yöneleceksin, aşk ile ibadet edeceksin. Bu aşk ile ibadet nasıl olur? Herkes uyurken sen uyanık ol, herkes gülerken sen ağla. Bu şekilde merbudiyet O'na olsun. Bu merbudiyet O'na olunca; "Bu kul benim!" der, ilk ihsanı huzur olur. Ve o kul huzur bulur. Kuru ekmeği dahi olsa O'na şükreder, hiç başka bir şey aramaz. Bu kul ubudiyetine devam eder. Huzurdan sonra ona huşu ihsan eder. Daha derine dalar. Mahiyetinde bulundurur. Çok daha ilerlerse kurbiyet husule gelir. İşte bunlar ilâhi lütfundan başka bir şey değildir. Ancak Allah-u Teâlâ'nın lütfu olacak ki, bunlar olacak. Bir kulun bunlara ermesi mümkün değil. Huzuru kimse bulamıyor, huşuyu nasıl bulsun?

Şimdi herkes "Yaşayayım!" diyor. O kadar! Ama ruhu mu yaşıyor, nefsi mi yaşıyor o belli değil. Bu dediklerimiz ruhu yaşayan insanlara ait.

Hadis-i kudsî'de şöyle buyuruluyor:

"Bir kulum benim zikrimle meşgul olmasından dolayı kendi ihtiyaçlarının talebini unutursa ben o kuluma kendisi istemezden önce in'am ve ihsan ederim." (Tirmizî)

Sen, sen ol, O'nunla ol! Zira nefis perde olmak ister. Rabb'im şerrinden korusun.

Şu halde insan acizliğini idrak ederse, Sahib'ini güzel tanırsa, iyiliği O'ndan beklerse imanla göçmesine vesile olur. O dolduracak seni, sen boş olduğunu bil! Gani olan Allah'tan iste, aciz olduğunu idrak et! O zaman O, sana imanı da bahşeder, imanla göçmene vesile kılar. Amma sen O'nu tanı ki O da seni tanısın. Allah'ım tanıttığı kullardan etsin. Onun için bu Âyet-i kerime okunurken dururum. Çünkü son geçit. Yâ saadet-i ebediye yâ felâket-i ebediye. Fakat insan bunu anlayamıyor, gidiyor.

 

Bu Âyet-i kerime'nin bâtınını arz edelim:

"Sana gelen her iyilik Allah'tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir." (Nisâ: 79)

Bütün bu güzel işler Allah-u Teâlâ'nın dilemesinden ibarettir. Dilediğini sever, kendisine çeker, murad ettiğini bildirir, gösterir ve öğretir.

Oysa mahlûk âcizdir, hükümsüzdür. Hüküm yalnız yaratıcı olan, yücelerin yücesi olan Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Bu Âyet-i kerime mucibince bütün bu ilimler, bu tefekkürler hep O'nun vermesi, ikram ve ihsanı iledir. O öğretmezse kim ne bilecek, kim öğretecek?

Bu Âyet-i kerime en bâtınî Âyet-i kerime'lerden birisidir.

Sana senden yakın olan sana duyuruyor, sana gösteriyor. Bunu ehl-i hakikat Hakk'al-yakîn olarak bilirler. Çünkü onlar Hakk'tan gayrısını görmezler. Kâinatın bir perde olduğunu bilen, perdeye ibadet eder mi?

O'ndan geldiğini görüyor, hem de biliyor. Hakk'tan gayrısını görmüyor, kendisinin de bir örtü olduğunu çok iyi biliyor. O örtünün altındakinden nasibini alıyor ve O'nunla her şeyi biliyor.

Sana şekillenmiş bir perde vermiş, sen perdeden ibaretsin. Amma ne kadar güzel şekillendirmiş, O'nun varlığı ile görülüyorsun.

O varlığını çektiği zaman o muazzam vücud bir kovan oluyor. İki gün dursa çöplük oluyor. Kişi bal arısı olursa, ilâhi lütuflardan istifade eder. Hem kendisine hem de beşeriyete balını sızdırır. Fakat eşek arısı olursa, o her fırsatta icraatını yapar.

Bütün bunlar bâtınîdir. Allah-u Teâlâ'ya yakın olanlara âittir. Yoksa kendisini görmeyen, Yaratan'ını tanımayan, gözü kör, kulağı sağır kimseye bu hakikati bildirmek mümkün değildir. Köre ayna satmaya benzer, hiç farkı yoktur.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"İçinizde… Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)

Şimdi içinde olduğunu bilen, O'nu gören, O'na yakın olan O'nu görür ki, meğer her iyilik O'ndanmış. Hâl, ahval, fiil hep O'nun lütfuymuş. Fakat insan bunları unuttuğu zaman kendine mâleder. Daha doğrusu bu unutma Allah-u Teâlâ'dan uzaklaştığı zaman olur, o zaman nefsine mâleder. Hâlbuki bu Hazret-i Allah'tan uzaklaşmanın âlametidir. İnsan bu anda Cenâb-ı Hakk'ı gökte arar, arşta arar, yukarıda arar. Hazret-i Allah ile arasının ne kadar açık olduğuna delâlet eder.

Hazret-i Allah, Kitabullah, Nurullah. Bunların üçünü kalbinde ara, başka yerde arama. Siz dışarıda arıyorsunuz, hâlbuki bunların üçü de dışarıda değil, içeride. Hazret-i Allah içeride olacak, Kitabullah içeride olacak, Nurullah da içeride olacak. O senin içine dökecek... Bütün kâinat O'nu dışarıda arıyor. Hayır!

Çünkü Cenâb-ı Hakk; "İçinizde…" buyuruyor.

Diğer bir Âyet-i kerime'de:

"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kâff: 16)

Buyurduğu halde niçin göklerde arıyoruz?

Ne kadar acayip değil mi? Onun için şimdi bize ne lâzım? Tefekkür... Bizi yoktan O var etti, azaları yerli yerine koydu, bir biçim şekil verdi, meydana koydu. Hâlbuki biz ondan evvel bir damla kerih su idik. O bir damla kerih suyun hikmeti; "Kulum! Aslını bil! Yaratıcıyı gör!" O kadar ince mana. Aslın budur, ama seni bu hale koyan benim. Beni görürsen, beni bulursan, bana varırsın, ulaşırsın. Ama beni görmezsen, beni bulmazsan yolunu şaşırırsın. Hâlbuki nereye varacak o insan?

Çünkü;

"Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (Bakara: 156)

Allah'tan gelip başkasına ulaştığı zaman yolunu şaşırır.

Bu bir teslimiyettir ve Hakk'a boyun eğmektir.

Bu Âyet-i kerime'nin bâtınî mânâsı:

"Onlar Allah ile olanlar ve Allah-u Teâlâ'ya dönenlerdir."

İyilikler hep O'ndan gelir. Eğer sana bir sermaye koyduysa, o sermaye bir lütuftur, bir feyizdir, bir berekettir, bir ilhamdır. Onunla çalışırsın.

O'nun çalıştırdığı kulla, nefsin çalıştırdığı, şeytanın çalıştırdığı kul nasıl ayrılır?

Burası çok derin. Herkes çalışıyor. Hazret-i Allah'ın çalıştırdığı kul her şeyin Hakk'tan olduğunu bilir, hiçbir şeyi kendine mâl etmez. Çünkü onun aslı bir damla kerih sudur. Onu yoktan var eden, nimetlere gark eden, bu hale koyan, nimetler içinde yaşatan, yüzdüren O. Madem ki hep O, o bir damla kerih suda bir şey aramak caiz midir? Doğru mudur?

Burada bir Hadis-i kudsî meydana çıkar:

"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)

Burada Cenâb-ı Hakk kuluna hitap ediyor:

"Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor."

Allah'ım bizi onlardan etmesin.

Onun için neydi gaye? O'nu bilmek, O'ndan bilmek. Fakat O'nu bilmek için O'na yakın olmak lâzım. O'na yakın olunca O bize daha yakın olur. Vakta ki varlığı atarsak altından O çıkar.

"O'nunla olmak hayattır, O'nsuz yaşamak vefattır."

O'nunla olmak hayattır. Yani hakiki hayat O'nunla kaimdir. Fakat O'ndan gafilsin. Yaşıyorsun, ama nefsinle yaşıyorsun, canlı cenaze olarak yaşıyorsun. Niçin? Ruh öldüğü için. Fakat nefsi öldürebilirsen, ruhun hayat bulursa hayat-ı ebediye köprüsü odur. Nefsini öldürebilirsen, ruhuna hayat verirsen ebedî hayata ulaşmak için köprü budur. Fakat ruh ölürse, nefis de hayat bulursa; ee sen öleli çok olmuş. Yaşayan yalnızca canlı cenazesin. Yarın kabre girer, ama zaten ruh çoktan ölmüş. Allah'ım bizi bunlardan etmesin.

 

Her Hükmüne Râzı Olanların Hâli:

O'nun iradesinde olan kimselerin hali şudur:

Bütün varlıklarını Hazret-i Allah'ta ifna etmişlerdir. Bir kılları dahi kalmaz, erimiştir. Artık onun hükmü Hazret-i Allah'ın hükmündedir. O kulda arzu yoktur, hüküm yoktur, istek yoktur, Hazret-i Allah'ın hükmüne bağlanmıştır. O nasıl isterse öyle hükmeder. Zaten o kulun arzusu O'dur, "Hazret-i Allah'ın hükmü olsun, benim arzum olmasın!" der.

Hazret-i Allah da dilediği gibi hükmeder, kul da seyreder. Onlarda hiçbir arzu yaşamaz. Onların arzusu Hazret-i Allah'ın arzusuna bağlanmıştır.

Bütün arzu ve isteklerini tasarılarını Hakk'ın hükmüne bırakmış, irâdesini Hakk'ın irâdesine teslim etmiş. Denize düşen çöp misâli, Hakk Teâlâ onu nasıl sallarsa ve onu nereye çıkarırsa o, o hâldedir.

Hiç olduğumuzu, hizmetçi olduğumuzu unutmamamız lâzım. "O'nundur bana ait değil, yetkim yok, bilgim yok, dahlim yok!" dememiz lâzım. Şayet insanı nefsi ile başbaşa bırakırsa, O tutmazsa, o zaman onlar çekilir, onların yanında olması için, seni desteklemeleri için kendini görmemen lâzım. Yok olman lâzım, lâfla olmuyor.

Onun için iş yapmak marifet değil, O'nunla yapmak marifet. O'nunla yaparsan değeri var, O'nunla yapmazsan, iş olmuş oluyor. İş ama içi boş. Onun içinde bir ruh olacak, hayat verecek.

Bu ruh ise, O'nun muradı, O'nun takdiri, O'nun yürütmesi, O'nun rızâsı, O'nun hoşnutluğudur.

Bu imtihanlar bitmiyor, insanın son nefesine kadar devam ediyor. Bitti geçti değil. Yeni bir şey çıkartıyor. Yeni bir basamak, yeni bir merdiven. Yeni bir tecelliyat. Yeni bir imtihan. Yeni bir zorluk. Yeni bir kolaylık. O murad ediyor. Nasıl murad ederse öyle oluyor. Aciz bir mahlûk. Rüzgâr ne yönde eser, meltem mi, kasırga mı bilmiyor. Aciz bir mahlûk, bekliyor.

Kim böyle yaparsa şu Âyet-i kerime'deki lütfa mazhar olur:

"De ki: Allah bizim için ne yazmış ne takdir etmiş ise ancak bize o ulaşır. O bizim sahibimizdir. Müminler yalnız Allah'a güvenip bağlansınlar." (Tevbe: 51)

O artık Allah-u Teâlâ'dan râzı olmuştur. Her haline râzıdır. Acı da gelse, tatlı da gelse, O'nun her hükmüne râzıdır. Yaratan'dan memnun olduğu için her şeyine râzıdır.

 

İnce Bir Nokta:

İnsan çok şeyler yapmak ister. Elinde her türlü imkânı da vardır. Yapabilmeye de muktedirdir. Ama burada bir incelik var. O işi yapmak doğru mu? Murâd-ı ilâhi ne takdir ediyor. Hazret-i Allah ne murad ediyor. Onu gözlemek, onu gözetlemek lâzım. Neyi, nasıl yaparsan râzı olurlar. Nasıl bir yol izlersen hoşnut olurlar. İşte en büyük zorluk buradadır.

İnsan başıboş olmadığını bilirse, O'na sığınır, O'na dayanır, O'na yönelirse O ulu Padişah'ın huzurunda tirtir titrerse o zaman ona hayır kapıları açılır. Rızâ ve hoşnutluğa vasıl olur. Gaye, O ne murad ediyor. O neden râzı olur, onu yakalayabilmek. Yoksa, her şey O'nun. Kişinin kendisi de O'nun.

Hazret-i Allah ile olan durumu size şöyle tarif edelim:

Yeri gelir tonlarca suyu bahçeye dökersin dökmezsen mesul olursun.

Yeri gelir yarım bardak suyu dökersen mesul olursun. Bunu tefrik edebilmek lâzım. Bunu da O'nun verdiği nur ile yapabilirsin. O nur olmasa yapman mümkün değil. O seni desteklemezse mümkün değil. Onun için "O'nun, O'ndan."

 

İnsan Aleme Değil, Kendisine Bakmalı:

İnsan başkasıyla değil de nefsinin tezkiyesi ve ruhun talim ve terbiyesi ile ilgilenmelidir. Kendi hatasıyla meşgul olmalı, kendinin noksanlarına bakmalıdır.

Hazret-i Allah dilemedikçe başkalarının zarar vermesi mümkün değildir. Yine Hazret-i Allah murad etmedikçe başkalarının iyilik yapması mümkün değildir. O murad edecek. Hiçbir şey O'nun emri ve izninden hariç değildir. Her şey O'nun taht-ı tasarrufundadır. Bütün tasarruf ve tecelliyat O'na aittir. Sen perdede kalmışsın. Sen kendinle ilgileneceksin, kendi işine bakacaksın, o zaman O senden hoşnut olur, memnun olur, râzı olur.

İçinde "O" varsa ibtilâ, hastalık, iyilik, uykusuzluk, mutluluk güzeldir.

İçinde "O" yoksa ibtilâ da, mutluluk da hiçbir şeye yaramaz.

İçinde "O" varsa ibtilâ da rahmet. Onun için önemli olan O'nunla beraber olabilmek. O'nu bilmek, O'ndan bilmek. Bütün hadisatı O'nun muradı ile olduğunu bilmek ve bunu bilip O'nun huzurunda yok olmaya çalışmak. Gerçekten öyle çünkü insanda arzu yaşadıkça O'nun huzurunda ayrı bir varlık oluyor. Arzu olmazsa yoksun ki. O zaman sıkıntı yok, çünkü arzun yok, yürümüyor. İçeride bir şey yol bulamıyor.

Allah-u Teâlâ kulunun sadâkatını bildiği halde onu imtihana çekiyor, ibtilâya uğratıyor. Onu kendisine yaklaştırmak için o ibtilâyı ona verir. O kul ise O'na teslim olur, O'nun ezelî takdirine zaten râzıdır. Yaklaşma böyle olur, lâfla olmaz. Ölünceye kadar bu ibtilâ ve imtihan devam eder. Kişi attığı her adımında, aklına hayâline gelmeyecek yerde imtihan edilir. Allah-u Teâlâ Seyr-ü sülûk yolu üzerinde murad ettiği engeli koymuştur, imtihanını vermedikçe kişi o engeli aşamıyor.

İmtihan doğru sözlüyü yalancıdan ayıran yegâne ölçüdür. Sâdıkların doğruluğunu, yalancıların yalanını ortaya çıkarır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Andolsun ki biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır." (Ankebut: 3)

İbtilâ bir şefkat tokadıdır, bu sayede bir mümin dünyaya dalmaktan, kalben onunla meşgul olmaktan kurtulur, kulun Hakk'a dönmesini sağlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"İnsanlar içinde en ziyade mihnet ve meşakkatle imtihan olunan Enbiyâ-i izam, ikinci derecede Evliyâ-i kiram ve üçüncü derecede onlara benzeyen kimselerdir." (Tirmizî)

Herkes bu imtihandan geçmektedir. Kişi dininde kuvvetli ise imtihanı artırılır.

Derecesine göre; kimisi her an imtihandadır, kimisi arasıra, kimisi de pek seyrek imtihana tâbi tutulur. Her an imtihana tâbi tutulanların Allah-u Teâlâ ile her ânının ipi gergindir, diğerlerinin gevşektir, bazılarının daha gevşektir.

Terazinin kefesine ağır bir şey koyarsan çok ağır basar, hafif bir şey koyarsan hafif basar. Allah-u Teâlâ'nın ibtilâ yüklediği kimse ağırdır, o kendi katında da çok kıymetlidir. Hafif olanlar ise O'nun katında da hafiftir. Bunu böyle bilin.

Şu hakikati duyurmaya çalışıyoruz ki; Allah-u Teâlâ mükâfâta nâil etmek istediği kulunu önce imtihana tâbi tutar, imtihanını veren kullarını da bol ihsanlara nâil ve dahil eder. Hazret-i Allah ile alış-veriş buna denir işte. Halk ile alış-veriş başka Hakk ile alış-veriş başka. Mevlâ sevdiği ile meşgul olur, sevmediği ile olmaz.

 

O'nun İzni ve İradesi Olmadan Hiçbir Şey Olmaz:

Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-ı himaye etmeyi dilemişse:

"Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez." (Teğâbün: 11)

Âyet-i kerime'si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.

Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.

Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ'nın iznini beklemektedir.

Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.

Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ'nın izni ve iradesi iledir.

"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." (Şûrâ: 30)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.

Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.

"O yine de çoğunu affeder." (Şûrâ: 30)

Dünyada hesaba çekmez, kötülük yapanları hemen cezaya uğratmaz. Bu da O'nun rahmetinin bir eseridir.

Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.

Hiçbir şey yoktur ki ibtilâsız verilmiş olsun. Seneler önce, üzgün bir anımızda Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in bir kitabından bir sayfa açtık.

"Ey derdine derman arayan, yetmez mi sana derman için dert,

Derdine derman arar isen ölümü tercih et."

Mısraları karşımıza çıktı, bize büyük teselli verdi. Meğer derman için dert kâfi imiş.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'in beyanları da ne kadar güzel:

"Muhabbet erbabının yolunda âsâyiş bulunmaz,

Gönlü yanık âşığın hazzı elemlerdir."

Yol böyle, böyle kurmuşlar, böyle murad etmişler. Çünkü ihlâs ile sadâkat imtihanda belli olur. İnsanlar her zaman imtihandadır, ibtilâdadır. Kazanan kazanır, kaybeden kaybeder. Güzellik anında bakarsınız herkes güzel, ibtilâ anında ise kimin içinde ne varsa o meydana çıkar.

Kulluk imtihan neticesinde belli olur. Orduda bir subay büyük bir yararlılık gösterince, rütbesi bir anda yükseldiği gibi, bir kul da başına gelen ibtilâya sabrettiği zaman kulluğunu göstermiş, derecesi yükselmiş olur.

Seyr-ü sülûk esnâsında hedefe çabuk varmak için, insan bazen hususi imtihana tâbi tutulur, ibtilâya maruz bırakılır. Çünkü ibtilâ sâliki kendiliğinden ilerletir.

 

Allah-u Teâlâ'nın Rızkına Kefil Olduğuna İtimat Etmek İmanın Gereğidir:

"Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı Allah'a aittir." (Hud: 6)

Allah-u Teâlâ'nın ism-i şerif'lerinden birisi de "Rezzak"tır, kullarına rızıkları O tahsis ve takdir eder.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten Allah'tır." (Rum: 40)

Bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:

"İnsanlara vaaz için ölüm düşüncesi yeter. Zenginlik için de, Rezzâk-ı Hakîki'ye sıdk ve yâkîn kâfidir." (Tirmizî)

İnsanı yoktan varetti. Sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler, rızıklar verdi. Onu kendi mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.

Âyet-i kerime'lerinde buyuruyor:

"Rızkınız da, size vadedilen şeyler de göklerdedir." (Zâriyat: 22)

Binaenaleyh Rezzâk-ı âlem olan Allah-u Teâlâ'nın herkesin rızkını tahsis ettiğine, mukadder olan rızkın kulun hırsı ve acelesi ile artıp eksilmeyeceğine, bu rızkını tamamen almadıkça ölmeyeceğine inanıp itimat etmek lâzımdır.

Rızkın taksimli olduğunu Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde beyan buyuruyor:

"Rabb'inin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar. Dünya hayatında onların maişetlerini (geçimliklerini) kendi aralarında biz taksim ettik. Kimini kimine derece derece üstün kıldık ki, bir kısmı bir kısmını iş adamı edinsin, böylece kaynaşsınlar. Rabb'inin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır." (Zuhruf: 32)

Böyle olunca "Nahnü kasemnâ" yı gözeten "Biz taksim ettik." fermanına inanan bir kimse, hırstan, tamahtan ve buna bağlı kötü huylardan kurtulmuş, huzur ile ömrünü geçirmiş olur. Çünkü taksimatta ayrılmış olan rızkın kişiye ulaşmasını dünyadaki bütün insanlar birleşip mâni olmaya kalksalar mâni olamazlar. Bütün insanlar bir araya gelseler, taksimatta ayrılmamış olan rızkı veremezler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Cenâb-ı Hakk'ın verdiği rızka kanaat eden mümin cennete dahil olur." (Münâvi)

Hadis-i şerif'te öyle bir müjde var ki, kanaatkâr olan kimse dünyada iken cennete girmiş oluyor. Çünkü o sahibinden râzı, Mevlâ da o kulundan râzı.

Bir Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:

"Bir kimse Cenâb-ı Hakk'ın ihsan buyurduğu az bir rızka râzı olursa, Cenâb-ı Hakk da o kimseden az bir amel ve ibadetle râzı olur." (Münâvî)

Cenâb-ı Hakk'ın verdiği rızka kanaat etmeyen kimse Hazret-i Allah'a güvenmemiş, O'na itaat etmemiş sayılır.

Hadis-i şerif'lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

"Şüphesiz rızıklar insanı ecelinden daha ziyâde arar ve nerede olursa olsun sâhibini bulur." (Câmiu's-Sağîr)

"İnsanoğlu ecelinden kaçtığı gibi rızıktan da kaçsa; ecel, her nerede olsa onu bulduğu gibi rızık da kendisini arar bulur." (Câmiu's-Sağîr)

"Şüphesiz Cenâb-ı Allah, herkesin rızkını tekâlîfi, yani âilesinin kıllet ve kesreti nispetinde indirir." (Münâvi)

"Rızık ecel gibi Cenâb-ı Allah'ın kullarını arar, nerede olsa bulur." (Münâvi)

"Sizden bir kimse rızkından firar etse bile rızık, mevt gibi kendisini bulur." (Münâvi)

Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ'nın takdirine rızâ göstermek, sebeplere müracaat etmeye mani değildir.

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Deveni bağla, Cenâb-ı Hakk'a tevekkül et." (Tirmizî)

Yani malı muhafaza tevekküle halel vermez.

Bir müslüman helâl rızık kazanmak, ecir ve sevaba nâil olmak için meşru yollardan çalışmalı; haram yollara başvurarak mesul olmamalıdır.

Allah-u Teâlâ:

"Orada hem sizin için hem de rızıklarını temin edemeyeceğiniz varlıklar için geçimlikler meydana getirdik. (Hicr: 20)

Âyet-i kerime'si ile insanları yeryüzünde rızıklarını elde etmek için çeşitli sebeplere sarılmaya ve geçimlikler peşinde koşmaya salıverdiğini beyan buyurmaktadır. İnsanların rızıklarını temin edemeyeceği varlıklar hayvanlardır. Her canlı, kendilerine ayrılmış bir tarz ve usül ile rızıklarını almaktadır. Ot yiyen et yemez, et yiyen ot yemez.

Daha sonra gelen Âyet-i kerime'de ise şöyle buyurulmaktadır:

"Hazinesi bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir ölçüye göre indiririz." (Hicr: 21)

Rızkımıza kefil olan Allah-u Teâlâ bizden sadece kulluk yapmamızı istiyor:

"Ben cinleri ve insanları ancak (beni bilsinler) bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz rızıklandıran, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır." (Zâriyat: 56-57-58)

 

"Kanaat, Tükenmez Bir Hazinedir." (Münâvî)

Kanaat, bulunduğu hale râzı olmak ve bu taksimin "Âlemlerin yegâne rızıklandırıcısı" olan Allah-u Teâlâ tarafından yapıldığını tasdik etmek, böylece nefsanî zevklerden ayrılıp ruhanî zevki ele geçirmek halidir.

Bir insana rızkının bol verilmesi veya kısılması tamamen Allah-u Teâlâ'nın iradesine ve isteğine bağlıdır.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Rabb'im kullarından dilediğinin rızkını genişletir, dilediğine darlaştırır." (Sebe: 39)

Bir kimseye rızık genişliği, nimet bolluğu verilmişse, bu ona Allah-u Teâlâ'nın bir lütfudur ve imtihanıdır. O kimse bu ikram ve ihsandan dolayı şükrünü artırmalı, imtihanını vermeye çalışmalıdır.

O'nun lütuf ve ihsanları hesapsızdır, insanlarınki ise hesap iledir. Bazı insanlar O'nun rızkını diğer kimselere ulaştırmaya ancak vasıta olabilirler. "Filan kişi iş sağladı." denilir. Onların sebep olduğu rızkın yaratıcısı Rezzak-ı kerim olan Allah-u Teâlâ olduğu içindir ki:

"O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe: 39)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:

"Cenâb-ı Hakk'ın verdiğine kanaat, tükenmez bir maldır." (Câmiu's-Sağîr)

"Müminlerin sâlihi kanaatkâr ve kötüsü tamahkâr olandır." (Münâvî)

"Müminin şeref ve yüceliği halka karşı müstağni davranmasıdır." (Münâvî)

"Gerçek zenginlik halkın malına tamah etmemektir." (Münâvî)

"Dilenmeksizin helâl maldan sana bir şey verildiğinde alarak fazlasını tasadduk et." (Müslim)

"Asıl zenginlik malın çokluğu değil, gönül zenginliğidir." (Buhârî)

 

Gönülden Boyun Bükerek Gözyaşı Dökerek Sığınmak, Niyaz Etmek Lâzım:

Hazret-i Allah'a hiçlikle ve duâ ile yaklaşmaya çalışırız. Bu iki nokta ile benden bana yakın olana yaklaşmaya çalışırım. Yalvaranı sever Cenâb-ı Hakk. Onun için insan Hazret-i Allah'a gönülden boyun bükmeyi, gözyaşı dökmeyi bilmeli. İnsan önce muhtaç olduğunu bilecek. Öyle ki bir çiçek toprağa nasıl muhtaç ise insan da Hazret-i Allah'a o kadar muhtaçtır.

Bu da Allah'ımın, bu da Allah'ımın, bu da Allah'ımın deyin. Dilinizi buna alıştırın.

O zaman ağızdan hep Allah çıkar ki, böyle Allah Allah diye diye irade nefisten Hazret-i Allah'a geçmiş olur. Seccadeye otur, gözlerini yum, iç âlemine dal! Ne varsa orada var. İçte bulmaya bak. Ey zavallı insan! Nasıl gideceğimizi bilmiyoruz, nasıl sığınacağımızı bilmiyoruz. Bizi kabul edecekler mi? Bize rahmet edecekler mi? Bilmiyoruz. Sadece hayal kuruyoruz. "Allah'ım bana acı, beni koru, bana acı, beni koru" diye Hazret-i Allah'a çok sığınmamız, çok yalvarmamız, çok rica etmemiz lâzım.

Kendimle ilgili hususi ne istiyorsam; Allah'ım! "Ben hükmünü istiyorum" derim. Çünkü belki benim isteğim O'nun hükmüne ters düşebilir, isteğim yanlış olabilir, hata yapabilirim, O'nun takdiri esastır. Ben hükmüne râzıyım, onu kabul ediyorum. Allah'ım! "Hükmünü sevdir" derim, o kadar.

Allah'ım! Senin dileğin ne ise benim arzum da odur. Allah'ım! Dileğin dileğimdir.

İnsan her işini Hakk ile yapmalı, Hakk'a dayanmalı, Hakk'tan istemelidir. Kul ne için duâ edeceğini, kime ve kimin karşısında duâ ettiğini iyice düşünmeli, Hakk'ın huzurunda olduğunu daima hatırında tutmalı, kendi acziyetini göstermek için gereken her şeyi yapmalı; O'nun kudret ve azametini düşünüp, mahcubiyet, tezellül ve inkisar içinde duâ etmelidir.

"De ki: Duâ ve ilticanız olmasaydı Rabb'im size değer verir miydi?" (Furkân: 77)

Hazret-i Allah içinde olacak, O'nunla konuşacaksın, O'na iltica edeceksin. Acizliğini, hükümsüzlüğünü itiraf edeceksin. O'nu Rabb olarak kabul edeceksin.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"İsteklerinizi Allah'ın fazlından ve kereminden isteyin." (Nisâ: 32)

Kapısına gelenleri boş çevirmez, kendisine ilticâ edip sığınanları hususi himayesine alır, muhafaza eder.

Her şeyi gören, bilen, duyan O'dur. Kullarının muratlarına mukabele eden O'dur.

"Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir." (Nisâ: 1)

İnsan tekâmül edemediği için Allah-u Teâlâ'nın kendisini görüp gözettiğini bilememektedir.

Bütün hareketleriniz Allah-u Teâlâ'nın kontrolü altındadır. Yaptıklarınızdan, sözlerinizden, niyetlerinizden ve niyazlarınızdan hiçbiri O'ndan gizli kalmaz.

Çünkü;

"Allah her şeyi görüp gözetendir." (Ahzâb: 52)

Yani her şeyi murakaba etmektedir.

"Rabb'ini gönülden, yalvararak, boynu bükük ve ürpererek hafif sesle sabah-akşam zikret! Sakın gafillerden olma." (A'râf: 205)

Âyet-i kerime'sine göre devamlı murakaba ve tam bir ihlâs ile Allah-u Teâlâ'ya yaklaşmayı arzulayan bahtiyar bir kul için; yükselme ve feyz kapılarının açılarak başarı sebeplerinin hazır bulunduğu açık bir gerçektir.

Kişi Allah-u Teâlâ'ya samimiyetle iman ederse, yakınlığını içinde hissederse, O'nunla râbıtasını, merbudiyetini kurarsa, hiç kimseye muhtaç olmaz. Herkes Allah-u Teâlâ'ya muhtaç iken, Allah-u Teâlâ ona ondan yakın. Ona ondan yakın olana müracaat etmeyip de kime müracaat etsin?

Birisi içine dönüyor, içindekine müracaat ediyor, O'na yalvarıyor; diğeri O'ndan mahrum olduğu için, o yakınlığı kesbetmediği için, dışarıdakine müracaat ediyor.

Birisi kalp kilidini açmış, O'nunla merbudiyet kurmuş; diğerinin kalbi kapalı kalmış, içerisini göremiyor.

Bütün beşeriyetin durumu böyledir.

Hakikat ehlinde dâvâ ve gaye olmaz. Onun bütün arzusu rızâ ve mahviyettir. Mahviyet içinde niyaz, niyaz yolu ile rızâdır.

İyi, güzel, hayırlı ameller işlemeye gayret edin. İyi ameller işlemek için de Hazret-i Allah'a münâcât edin. Bunun için en güzel bir çare var.

Enes -radiyallahu anh- buyurur ki;

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:

"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!" (Tirmizî: 2141)

Abdullah bin Amr bin el-Âs -radiyallahu anhümâ-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle duâ ettiğini haber vermişlerdir:

"Ey kalpleri çeviren Allah'ım! Kalplerimizi senin taatına çevir!" (Buhârî)

Bunlar kurtuluş çareleri. Çünkü Cenâb-ı Hakk seni ayarlayacak ki sen gideceksin. Sen kendi ayarında gidemezsin. Herkesin bir ayarı olduğu gibi, "Yâ Rabb'i beni sen ayarla!" diyorsun. Rabb'im beni sen ayarla!.. O ayarladığı zaman nereye gidersin? O'ndan O'na ulaşırsın. Yani O'nun ile O'na... "Bir elçi gönderdi, kendisiyle kendisine!" budur. Gönderiyor ama O gönderiyor. O'na ulaştırıyor, işte o kadar. Ah bu ne güzel şeydir. O hıfz-u himayeye alır, O korur. Tasarruf-u ilâhiyeye alır, O yürütür. O zaman yürümek kolay. Çünkü muhafaza ediyor. Ve bu muhafaza her an içindir.

Çünkü Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz:

"Ey Allah'ım! Bana hidayetimi ilham et. Beni nefsimin şerrinden koru." buyurdular. (Tirmizi)

Her an bir sığınma, her an bir münâcât. Çünkü nefis araya girmesin, girer. Allah'ım şerrinden korusun. Hazret-i Allah, her şeye kâdirdir, merhametlilerin en merhametlisidir. Günahı siler, sevap yazar. Karayı siler, nur yapar. Yeter ki sen senliğini bil, O'na sığın ve münâcât et! Ama münâcât etmesini bil!

Her şey elinde olduğunu zanneden kimse, ruhu çıkınca bir çer-çöp haline geldiğini bilmez mi?

O halde hüküm ve hikmet sahibi, kuvvet ve kudret sahibi olan Hazret-i Allah'ı bil. Her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu gör. Buna sahip değilsin, hidayete ermen ve kâmil imana sahip olman için Hakk'a niyaz et. Boynunu rızâ kapısında bük ve onu gözle.

 

İLÂHİ HÜKME RIZÂ GÖSTEREN,

HAKK'IN TAKDİRİNE BOYUN EĞEN,

SADAKAT, TESLİMİYET, TEVEKKÜL NUMUNESİ

ENBİYÂ-İ İZÂM HAZERÂTI

 

İbrahim Aleyhisselâm'ın İmtihan ve Teslimiyeti:

En güzel tevekkül örneği İbrahim Aleyhisselâm'dır. Ondaki tevekkül, tevekküllerin en güzelidir. İbrahim Aleyhisselâm'ın bütün putları kırması, baltayı da en büyük putun boynuna asması, Nemrut ve kavmini kızdırdı.

İbrahim Aleyhisselâm'ın putları yermesine, sonra da kırıp parçalamasına ve insanları bir olan Allah'a ibadete dâvet etmesine, sapıklık ve şaşkınlıkta ısrar eden müşrik kavminin tepkisi çok sert oldu.

Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Kavminin İbrahim'e cevabı sadece: 'Onu öldürün, ya da ateşte yakın!' demelerinden ibaret oldu." (Ankebût: 24)

İbrahim Aleyhisselâm'ın ortaya koyduğu delillere karşı: "Öldürün veya yakın!" demeleri cevap olmadığı halde Âyet-i kerime'de cevap denilmesi, cevap vermeye muktedir olamadıklarını gösterir. Onlar İbrahim Aleyhisselâm'ın delillerinden hiçbirine cevap veremeyince, kaba kuvvetle galip gelme yoluna başvurdular. Bazıları öldürülmesini, bazıları da diri diri yakılmasını teklif ediyorlar; kendilerini ateşten kurtarmak isteyen peygamberlerini ateşte yakmak istiyorlardı.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:

"Dediler ki:

Onun için bir bina yapın ve derhal onu ateşe atın." (Sâffât: 97)

Putlarımıza yaptığı bu ağır hakaretin cezasını ateşte yanarak çekmiş olsun.

"Dediler ki:

Eğer bir iş yapacaksanız, şunu yakın da ilâhlarınıza yardım edin!" (Enbiyâ: 68)

Şaşkın müşrikler kendilerini koruyup kurtarmaktan âciz olan putlarına sahip çıkmak ve onlar adına intikam almak istiyorlardı.

Nihayet uzun bir istişare ve müzakereden sonra İbrahim Halilullah'ı ateşte yakmaya karar verdiler ve onu hapsettiler. Ateşe atacakları yerde kalın bir duvar yaptılar ve odun toplamaya başladılar.

Halk kendi arzu ve istekleriyle gönüllü olarak odun çekiyor ve bu işi putlarına karşı mühim bir görev sayıyorlardı. Dağlardan günlerce odun taşıdılar. Hazırladıkları yer odun ile dolup dağ gibi büyük bir yığınak hâline geldi, daha sonra da Nemrut'un emriyle ateşlediler. Odunların tutuşması birkaç gün sürdü. Alevler dalgalar halinde göklere doğru direkleniyordu. Böyle bir ateşin benzeri yakılmamıştı, manzarası korkunçtu. Harareti o dereceye varmıştı ki, o civardaki kuşlar bile oradan geçemez olmuştu. Geçecek olsalar, yanıp kavruluyorlardı. İbrahim Aleyhisselâm'ı değil içine atabilmek, yanına yaklaşabilmek bile imkânsızdı.

Nihayet bir mancınık kurdular, İbrahim Aleyhisselâm'ı hapsettikleri yerden çıkararak ellerini ayaklarını sımsıkı bağladılar, mancınığın kafesine koydular. O ise tevekkül ve yakînin en yüksek mertebesinde olduğu için gönlüne zerre kadar korku gelmedi.

O zamanda dünyanın en büyük hükümdarlarından olan Nemrut ve erkânı, memleketin eşrâfı, avam halk; İbrahim Aleyhsselâm'a verilecek cezayı görmek için toplanmış bulunuyorlardı. Kalplerinde tutuşan kin ateşi ise bu ateşten kat kat fazlaydı.

Allah-u Teâlâ'nın Halil'ini ateşe doğru fırlattıklarında Cebrâil Aleyhisselâm gelerek: "Ey İbrahim bir ihtiyacın var mı?" diye sordu. "Hayır!.." diye cevap verdi. "Allah'tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!.." dediğinde:

"O'nun benim hâlimi bilmesi bana yeter!" buyurdu.

Çünkü o Hakk ile beraberdi, kalbi Rabb'ine karşı iman ve güvenle dolu idi.

Her zamanki mütevekkil haliyle:

"Allah bana kâfi, O ne güzel Vekil'dir." virdine devam ediyordu. Ne iman, ne teslimiyet!..

Tevekkülün en üst derecesine ulaşmıştı.

Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himâyesinde tasarruf-u ilâhîsinde olduğu için, ateş sadece elini kolunu bağladıkları ipleri yaktı, onun dışında hiçbir zarar vermedi.

Çünkü o anda ateşe Allah-u Teâlâ'nın şu ilâhî emri gelmişti:

"Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!" (Enbiyâ: 69)

Ateş hakkında ilâhî irade tecellî etti, yakıcı tesirini kaybedip zarar veremez hâle geldi. Ateşe "Yakıcı ol!" emrini veren Zât-ı Kibriyâ, şimdi de ona: "Serin ve selâmet ol!" emrini vermişti.

Böylece:

"Allah onu ateşten kurtardı." (Ankebût: 24)

Binbir müşkülâtla yaktıkları o ateş yığınının bulunduğu cehennemi andıran yer, bir anda gül-gülistan kesildi, çiçekler açtı. Ateş, İbrahim Aleyhisselâm'ı yakmadı. Akarsuların gül bahçelerinin ortasına selâmetle iniverdi. Allah-u Teâlâ nârı nur eyledi.

Bütün melekler bu hadiseyi hayranlıkla seyrettiler.

Müşriklerin tuzaklarını defedecek bir gücü bulunmayan ve tek başına olan bir zâtın üzerine o esnada kudret eli müdahale etti.

"Böylece ona bir tuzak kurmak istediler, fakat biz onları daha çok hüsrana uğrattık." (Enbiyâ: 70)

Allah-u Teâlâ düzenlerini başlarına geçirdi. Bütün çalışmaları semeresiz kaldı, emekleri boşa gitti, tuzakları kendi aleyhlerine neticelendi. Dünyada rezil ve rüsvay oldukları gibi, ahirette de şiddetli azaba müstehak oldular.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Ona bir tuzak kurmayı istediler. Fakat biz de onları alçak düşürdük." (Sâffât: 98)

İbrahim Aleyhisselâm'ın ise şânı yükselmiş, hak üzere olduğu tezahür etmiş oldu.

Bu mübarek peygamber, Nemrut'un ateşine göğüs germek ve kimseden istimdat etmemekle bu büyük imtihanı kazanmış oldu. Bize bunun binde biri gelse, bir ipe tutunmak ve kurtulmak için bin çare ararız. Kılımız yansa: "Yandık!" deriz. O ise çılgın alevlerin içine düşerken bile Sahib'inden bir an olsun gâfil olmadı.

Âyet-i kerime'de:

"Şüphesiz ki bunda iman eden bir kavim için ibretler vardır." buyuruluyor. (Ankebût: 24)

Buradan da anlaşılıyor ki; her devirde ve her asırda Hakk daima bâtıl üzerine galebe çalmaktadır. Hakk için çalışanları Allah-u Teâlâ himaye etmekte, bâtıl üzerinde bulunanlar ise er veya geç âleme karşı rezil ve rüsvay olmaktadırlar.

Akıllara durgunluk veren bu mucize-i azimeyi gözleri ile gören Nemrut ve avânesi şirk ve küfürlerinden dönmediler. Üstelik isyan ve tuğyanları daha da arttı.

Bu mücadele döneminde İbrahim Aleyhisselâm'a ilk inanan ve tasdik eden Lût Aleyhisselâm oldu.

İbrahim Aleyhisselâm tevekkülün mükâfatını gördü, büyük bir imtihanı da Hazret-i Allah'ın rızasını, sevgisini kazanarak verdi.

Hazret-i Allah dilerse atar, dilerse tutar, ne zaman nerede nasıl imtihan edeceğini O bilir, bize düşen ise O'na tevekküldür.

 

Tahammül ve Ümit Numunesi Yakub Aleyhisselâm:

Yakub Aleyhisselâm'ın kıssası, sevgili oğlu Yusuf Aleyhisselâm'ın kıssası ile bir ipek yumağı gibi iç içe dolanmış bulunmakta, bu ibretli kıssa Kur'an-ı kerim'in başlıbaşına bir Sûre-i şerif'inde anlatılmaktadır.

Yakub Aleyhisselâm evlât ihaneti ve evlât acısı ile imtihan edildi. Yıllarca yavrusunun hasretiyle yandı, acısını içinde sakladı, kimseye derdim şudur demedi. Şikayetini sadece Sahib-i Hakiki'ye arzetti, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedi.

"Artık bana güzelce sabır gerekir. Söylediklerinize karşı da yardımına sığınılacak ancak Allah'tır." (Yusuf: 18)

Buyurarak tahammül ve ümit numunesi oldu.

Sahib-i Hakiki'ye öyle bir sığınışla sığınmıştı ki, gelecek nesillere bir "Sabr-ı cemil" numunesi oldu. Böyle bir sabır, ibtilâya düşenlere; bütün felâket ve meşakkatleri sükunetle, yüce ruhlu insanlara yakışır bir biçimde göğüsleme gücü verir.

Allah-u Teâlâ'ya itimadı ve tevekkülü emsalsizdi. Yalnız O'na güvenmiş, yalnız O'ndan yardım dilemişti. Bunu herkese tavsiye ediyordu:

"Ben ancak O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de O'na tevekkül etsinler." (Yusuf: 67)

Bir diğer oğlu Bünyamin'in de Mısır'da kalması üzerine dertli babanın küllenmiş olan üzüntüsü tekrar tazelendi.

Buyurdu ki:

"Artık bana sükunet ve ümit içinde sabır gerekir." (Yusuf: 83)

Yusuf'la Bünyamin'i ve Mısır'da kalan diğer oğlunu Allah-u Teâlâ'nın kendisine iâde edeceğinden emin bir halde sözlerine devam etti:

"Umulur ki Allah hepsini bir arada bana kavuşturur." (Yusuf: 83)

Daha sonra onlardan yüz çevirdi. Sanki Yusuf'u çağırır gibi bir iştiyakla:

"Ey Yusuf'un üstüne titreyen üzüntüm!" (Yusuf: 84)

Diye inledi ve ağlamaya başladı. Üzüntüsü bir kor olmuş, yüreğini dağlıyordu. Günlerce aylarca gözyaşı döktü. Nihayet gözleri görmez oldu.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Üzüntüsünden gözlerine ak düştü, artık acısını içinde saklıyordu." (Yusuf: 84)

Onun bu içli halini görüp de sırrına eremeyen oğulları ve başkaları:

"Vallahi sen Yusuf'u ana ana kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut öleceksin!" diyorlardı. (Yusuf: 85)

O ise böyle söyleyenlere şöyle cevap veriyordu:

"Ben üzüntümü ve tasamı yalnız Allah'a açarım." (Yusuf: 86)

Bu sözler Mevlâ ile dostluk kurmuş bir gönülden gelmektedir. Halini yalnız O'na arzediyor, yalnız O'na boyun büküyor, yalnız O'ndan yardım diliyor.

Her ne kadar zaman zaman üzüntüsünü dile getirmişse de Allah-u Teâlâ'ya olan güveni ve itimadı hiçbir zaman sarsılmamış, sabrı da elden bırakmamıştır.

Kervan Mısır'dan ayrılıp Kenan'a doğru yönelir yönelmez, gizli bir hisle Yusuf Aleyhisselâm'la buluşmanın yakın olduğunu hissetmeye başladı. Yüzü gülmeyen gözleri görmeyen yaşlı babanın yüzü gülümsüyor, Mısır'a doğru yönelerek havayı kokluyor, derin derin nefes alıyor ve şöyle diyordu:

"İnanın ki ben Yusuf'un kokusunu duyuyorum." (Yusuf: 94)

Bunun hakikat olduğuna kesin olarak inandığı için tereddütsüz herkese söylüyordu.

Âyet-i kerime'de koku, rüzgâr mânâsına gelen "Riyh" kelimesi ile ifade edilmiştir. Buradan anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ o güzel kokuyu sekiz günlük yoldan, rüzgâr hızından daha hızlı bir süratle Yakub Aleyhisselâm'ın vicdanına ulaştırdı. Şüphesiz ki bu da ilâhi kudretin bir tezahürü, bir cilve-i Rabbânî'dir.

Gömleği taşıyan oğul çıkageldi ve emaneti babasına takdim etti. Yakub Aleyhisselâm gömleği eline aldı, yüzüne gözüne sürdü, izn-i ilâhi ile gözleri görmeye başladı.

Yakub Aleyhisselâm Yusuf'una kavuşma hasreti ve aceleciliği ile oğullarına hemen hicret hazırlıklarına girişmelerini emir buyurdu. Sonuncularına varıncaya kadar bütün âile fertleri Kenan diyarından Mısır'a doğru yola koyuldular.

Kafilenin gelmekte olduğu haberi ulaşınca, kral dahil devletin ileri gelenleri ve bütün halk şehrin dışına karşılamaya çıktılar. Mısır halkı Yusuf Aleyhisselâm'ı sevip saydıkları için, onlar da bu buluşma gününde hazır olmak, bu heyecanlı sahneyi seyretmek istiyorlardı.

Baba-oğul iki peygamber yılların ayrılığından sonra karşı karşıya geldiler.

Yakub Aleyhisselâm: "Selâm olsun sana ey hüzün ve tasaları gideren!" diyerek selâm verdi. Uzun yılların ibtilaları, imtihanları, dert ve mihnetleri geride kaldı. Sevgi, heyecan ve gözyaşları ile birbirine sarıldılar, doya doya kucaklaştılar. Hasret ve ayrılık acısının yerini visal sevinci almıştı.

"Yusuf'um kaybettim Kenan ilinde,
Yusuf'um bulunur Kenan bulunmaz."

 

İman ve Teslimiyette Numune Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm:

Eyyub Aleyhisselâm geniş servete sahip bulunuyordu. Evlâtları, pek çok malı-mülkü, arazisi, bağ ve bahçeleri, her türlü hayvanlardan sürüleri vardı. Allah-u Teâlâ önce onu bu bol lütuflarla, zenginlik ve rahatlıkla, sıhhat ve âfiyetle imtihan etti. O ise bunların hiçbirine aldanmadı, bir an bile gaflete dalmadı, zikrine ve şükrüne bütün ihlâsı ile devam etti. Dünyalık onu şaşırtmıyor, kulluğunu yapmaya, insanları Allah yoluna dâvet etmeye engel olmuyordu.

"Bu nimetler Allah'a âittir, onları bize emanet olarak vermiştir, onları ister bırakır, ister geri alır." buyururdu.

Daha sonra Allah-u Teâlâ onu ibtilâ ve musibetlere karşı sabır ve teslimiyette insanlara numune olarak göstermek üzere, büyük bir imtihana tâbi tuttu. Ona bahşettiği maddî imkânların hepsini geri aldı. Bütün serveti, malı-mülkü sonuncusuna varıncaya kadar elinden çıktı, çocukları öldü. Kendisi de şiddetli bir hastalığa yakalandı, vücud-u nebevîlerini ıstırap verici bir hastalık sardı.

Yemeğini ancak iki eliyle tutarak ağzına güçlükle götürebiliyordu, bağırsakları vazifesini yapamaz oldu, yedikleri şeyler vücuduna hiçbir yarar sağlamıyordu. Ayaklarında derman kalmadı.

İlahî takdirin bir cilvesi olarak birtakım musibetler art arda gelmeye devam ediyordu. Eyyub Aleyhisselâm'ın mümine ve sâliha bir hanımı vardı. Hanımının dışında akraba ve dostları kendisinden yüz çevirdi, yanına kimse uğramaz oldu. Vaktiyle bir ev halkı gibi geçindirdiği kimseler, kendisini tanımaz oldu, bütün hakları inkâr edildi.

Aradan seneler geçmiş, hastalığı uzadıkça uzamıştı. O ise Allah için sabrediyor, sabah-akşam, gece-gündüz Mevlâ'yı zikrediyor, O'na hamd-ü senâda bulunmaktan ayrılmıyor, ibadetlerini hiç aksatmıyordu. Bu durumu gören şeytan, onu bu kulluk makamından düşürmek ve imtihanı kaybettirmek için var gücü ile musallat oldu.

"Allah (dünyada) gezip dolaştığınız yerleri de bilir, (ahirette) duracağınız yeri de bilir." (Muhammed: 19)

Dünyada ve ahirette geleceğinizin nereye varacağını yalnız Allah bilir.

"Allah onların geçmişlerini de bilir, geleceklerini de bilir. Kulların ilmi ise bunu kavrayamaz." (Tâhâ: 110)

Âyet-i kerime'lerinde beyan buyurulduğu üzere, sevgili Eyyub'unu biliyordu. Fakat melun şeytana da bildirmek için onu bu ibtilâya maruz bıraktı. Çünkü şeytan zenginliğinden ve malından dolayı onun ibadet ettiğini, bu noktadan yaklaşamayınca sıhhat ve âfiyeti sebebiyle ibadet yaptığını ileri sürmüştü.

Derdin de devânın da aynı kaynaktan geldiğini çok iyi bilen Eyyub Aleyhisselâm ise; Allah-u Teâlâ'nın kendisini yalnız bırakmayacağına, güzel bir sabır bahşedeceğine dair bir inançla Zât-ı Bâri'ye sığındı, şeytanı şikâyette bir mahzur görmedi.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Resul'üm! Kulumuz Eyyub'u da an!" (Sâd: 41)

Bu anış Eyyub Aleyhisselâm'ı övmekten ibaret olup, Allah-u Teâlâ'nın nezd-i Bâri'sindeki mümtaz mevkiine işaret buyurulmaktadır.

"O Rabb'ine: 'Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi.' diye nidâ etmişti." (Sâd: 41)

Sıkıntı içinde ve Rabb'ine muhtaç olduğunu ifade eden bir dil ile böyle yalvarmıştı.

Eyyub Aleyhisselâm mal ve servetini kaybetmiş olmaktan, bütün yakınlarının kendisinden yüz çevirmesinden, böyle acılı bir hastalığa yakalanmış olmaktan daha çok, şeytanın kendisine durmadan vesvese yoluyla eziyet etmesinden ve yorgun düşürmesinden yakınıyordu. Zira rahatsız bir bünye ile şeytanın vesveselerine karşı koyup sabretmenin oldukça zor bir iş olduğu mâlumdur.

Allah-u Teâlâ onun iyi bir kul oluşu, Hakk'a yönelip boyun eğmesi sebebiyle Âyet-i kerime'sinde meth-ü senâ etmiştir:

"Doğrusu biz onu çok sabırlı bulmuştuk." (Sâd: 44)

Başına gelen bütün ibtilâlara en güzel bir şekilde sabretmiş, hiçbir zaman şikâyette bulunmamıştır.

"O ne iyi kul idi!" (Sâd: 44)

Rabb'ine her hâl ve ahvâlde bağlı kaldı, istikametini hiç bozmadı.

"Daima Allah'a yönelirdi." (Sâd: 44)

O'nunla tesellî buluyor, O'nunla hemhâl oluyordu.

Sabır çağlayanı Eyyub Aleyhisselâm, başına gelen bütün bu musibetlere biiznillâh-i Teâlâ sabır ve tahammül gösterdi, ibtilâları görmüyordu bile. Çok ıstıraplı günler geçirmesine rağmen, hâlinden hiçbir zaman şikâyet etmedi. İtikadını ve itimadını hiçbir zaman sarsmadı. Kaderine rızâ ile boyun eğdi. Sabrını Mevlâ'sına sığınmakta buldu:

"Allah'ım! Sen aldın sen verdin!" buyururdu.

Bütün olanlar sadece sabrını, ümidini, hamdini ve şükrünü artırdı. Hiçbir ibtilâ ve sıkıntı onu bir an bile Mevlâ'sından alıkoymadığı gibi, bilhassa yaklaştırdı.

Bir defasında bir melek ziyaretine gelmiş:

"Ey Eyyub! Sabrından dolayı Allah-u Teâlâ sana selâm söylüyor." demişti.

Gören onu büyük bir belâya uğramış zannediyordu. Fakat kendisine kendisinden yakın olan Mevlâ'sı ile beraber olduğunu kimse görmüyordu. Gönlünde bizzat Hakk'ın tahtı kurulmuştu, O'nunla meşgul oluyordu, o tecelliyâtla o imtihanını veriyordu. Normal bir insanın katlanamayacağı kadar uzun süren bu rahatsızlığı boyunca öyle bir hâle gelmiş, öyle bir yaşayışa bürünmüştü ki; bütün insanların yaşayışı bir araya gelse, ondaki huzur katiyyen husule gelmez. Çünkü Hakk Celle ve Alâ Hazretleri gönlünü meşgul eden şeylerden onu kurtarmıştı. Büyük bir haz içinde idi. Tek düşündüğü şey Mevlâ'sını kaybetmemekti. Ona senelerce verdiği sıkıntıların bir ânını bize verse, şüphesiz ki kalbimiz hemen döner.

Nihayet takdir edilen süre tamamlanınca, tam bir teslimiyet ve merbudiyetle ilk ve son olarak naz ile niyaz etti.

"Eyyub'u da an! Hani Rabb'ine: 'Bana bir dert gelip çattı. Sen merhametlilerin en merhametlisisin!' diye niyaz etmişti." (Enbiyâ: 83)

Bunun ötesinde hiçbir şeyden söz etmedi. Edeb ve hayâsının kemâlinden ötürü hiçbir istekte bulunmadı. İtimadını hiçbir zaman sarsmadı. Her şeyi Mevlâ'sına bıraktı.

Böyle bir itimad, böyle bir yöneliş içinde iken, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah-u Teâlâ Eyyub'unun duâsına icabet buyurdu, çilesine son verdi, imtihanını nihayete erdirdi.

Ona kendi katından şifâların en güzeli ile şifa vermeyi murad edince, önce zâhirî sebepleri harekete geçirdi ve:

"Ayağını yere vur!" buyurdu. (Sâd: 42)

Artık vaktin saatin geldiğini anlayan Eyyub Aleyhisselâm, kemâl-i teeddüble ayağını yere vurdu, yerden su kaynayıp akmaya başladı.

Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu:

"İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su!" (Sâd: 42)

Yıkan ve iç! İçin dışın şifâya kavuşsun, yorgunluğun dinlensin, yüreğin soğusun.

Yerden fışkıran bu şifâlı soğuk su ile hem yıkandı, hem de kana kana içti. Bir mucize olarak iç ve dış hastalıklarının hepsinden derhal şifâya ve âfiyete kavuştu, yorgunluğu dinlendi, yüreği soğudu, sapasağlam olarak ayağa kalktı. Eskisinden daha sıhhatli ve kuvvetli, önce olduğundan daha güzel ve daha üstün oldu. Bir elbise giydi, eski güzelliği tekrar geri geldi.

İlk anda karısı bile neredeyse onu tanıyamayacaktı, gülümseyince ancak tanıyabildi.

Bu su ile şifâya kavuşmasının bâtınî mânâsı şudur:

Mübtelâ olduğu rahatsızlıkla uzun yıllar pençeleşip yoksulluk içinde sıkıntılı günler geçiren Eyyub Aleyhisselâm, bütün ibtilâlara hem sabretti hem de şükretti. Neticede kurtuldu ve dillere destan olan bu imtihanını muvaffakiyetle kazandı. Her şey yeniden ihsan edildi, bir nice nimetlere nâil oldu, birçok malları, çocukları ve torunları oldu, kayıpları fazlasıyla telâfi edildi. Hem dünya saâdetine erdi, hem de ahiret selâmetine kavuştu.

İmtihan neticesinde verilen ihsan ve ikramlar da onu Mevlâ'sından bir lâhza alıkoymadı.

Allah-u Teâlâ'nın kudretine mahlukun aklı ermez. İhtiyarı genç yapar, genci ihtiyar yapar. An içinde her şeye kâdirdir.

Sabrın ne güzel neticelere vesile olduğuna dair Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Biz de onun bu niyazını kabul etmiş, uğradığı sıkıntıyı kaldırmış, tarafımızdan bir rahmet ve KULLUK EDENLER için bir hatıra olmak üzere ona hem âilesini hem de kaybettikleriyle beraber bir mislini daha vermiştik." (Enbiyâ: 84)

Hakk'a gönülden bağlı olanların mükâfatı budur.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:

"Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir ve hoşunuza giden bir şey de hakkınızda şer olabilir, Allah bilir siz bilmezsiniz." buyuruyor. (Bakara: 216)

Hazret-i Allah kendisine nasıl sığınacağımızı Kur'an-ı kerim'inde bize işaret buyuruyor:

"De ki: Rabb'im! Beni koyacağın yere sıdk ile hoşnutlukla koy, çıkaracağın yerden de sıdk ile hoşnutlukla çıkar. Katından beni destekleyecek bir kuvvet ver." (İsrâ: 80)

Bir insan Hakk'a külliyen teslim olursa, Hakk onu dilediği yerden çıkarır, dilediği yere alır. O'nun tasarrufu altında olduğu için, nereye koyarsa hakkında hayırlı olur. Fakat insan onu bilmez. Niçin? Hakk'a teslim olmadığı için.

Eyyub Aleyhisselâm'a da her ibtilâ gelişinde, o hep Hakk'a sığındı. Her ibtilâ Hazret-i Allah'a yaklaştırmaktan başka ona hiçbir tesir yapmadı. Öyle yaklaştırdı ki, artık Hakk'ın rızâsına, imtihanın nihayetine vardı. Ondan sonra Hazret-i Allah güneşi açtırdı, her taraf gül-gülistan oldu. O sevdiği, o biricik Eyyub'u dünyanın sonuna kadar bütün beşeriyete numune olarak gösterdi.

Binaenaleyh şimdi başımıza herhangi bir hâl geldiği zaman nefsimize soralım: "Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm kadar mı ibtilâya uğradın?" O ne güzel sabretti. Biz neyiz? Ne oluyoruz ki küçücük bir rüzgâr Hakk'la aramıza girsin de, bizi Hakk'tan uzaklaştırsın!

Bunun için daima Efendilerimizi, Sultanlarımızı düşünerek ve Hazret-i Allah'a sığınarak adımlarımızı atalım. Hazret-i Allah'ın izniyle Hakk'a yaklaşmaya gayret edelim.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR