Resulullah Aleyhisselâm'dan meydana gelen işleri Allah-u Teâlâ kendi zâtına izafe etmiştir.
Nitekim Bedir'de Cebrâil Aleyhisselâm'ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine atmıştı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime'de ise:
"Resul'üm! Sen atmadın, Allah attı." buyuruluyor. (Enfâl: 17)
Halk bu Âyet-i kerime'yi görüyor fakat mânâsını anlamıyor. Âyet-i kerime'yi görmek mârifet değil, halka bunu duyurmak mârifettir.
Bunun böyle olduğunu şu Âyet-i kerime'den anlayabiliriz:
"Biz insana şah damarından daha yakınız." (Kaf: 16)
Allah-u Teâlâ bize bizden yakın olduğunu haber veriyor. Ve fakat bunu bilen, gören kaç kişi? Yüzün bir maske, vücudun bir elbisedir. "Senden sana yakınım!" diye sesleniyor. Fakat biz bunu hayatta hiç duymadık.
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:
"Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz." buyuruyor. (Vâkıa: 85)
Her zerrede Fail-i mutlak'ın fiilleri vardır, yani her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Onun için her şeyden her şeye yakındır, fakat insan görememektedir.
Yine Kelâm-ı kadim'inde:
"İçinizde... Görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)
Buyuruyor Hazret-i Allah.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın attığını niçin bilmiyorsun? Neden görmüyorsun? Çünkü onun özü O'dur, sözü de O'dur. Onun özü Hazret-i Allah'tır, sözü de Hazret-i Allah'tan gelir.
Denmişti ki;
"Hakk'tır onun özü,
Hakk'tan gelir onun sözü..."
Görünüşte Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz attı, fakat Hazret-i Allah "Ben attım!.." buyuruyor.
O ki, Hazret-i Allah'ın inanan bütün insanlara en büyük nimetidir:
"Andolsun ki, Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur." (Âl-i imran: 164)
Bilen için en büyük lütuflardan birisidir. Çünkü eğer Allah-u Teâlâ onu göndermeseydi, Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'lerini okuyup onlara açmasaydı, doğruyu eğriyi nereden bileceklerdi? Hidayete nereden ereceklerdi? Ve bununla hikmete erdiler, hakikati buldular, Hakk'a eriştiler.
"Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.
Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Âl-i imran: 164)
İşte Allah-u Teâlâ bu nur sayesinde onları karanlıktan aydınlığa çıkardı. Hidayet nuruna kavuşturdu ve sapıklıktan kurtardı. Bundan büyük nimet ve lütuf olur mu? Allah-u Teâlâ insanların ebedi azaptan kurtulmasına, ebedi saadete ermesine onu vasıta kıldı.
Binaenaleyh gerçekten Allah-u Teâlâ'nın en büyük lütuf ve ihsanlarından bir tanesi onu göndermesidir. Ona tâbi olanlara hidayeti vermesi, onları zulmetten nura çıkarması ve ebedi azaptan kurtarıp sonsuz bir saadete eriştirmesidir. Bu Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ve Ümmet-i Muhammed'e ihsan ve ikramın en büyüklerinden birisidir.
•
O bir hidayet nurudur. Allah'a varan hedefe onun yolundan gidilir, hakikatin köprüsüdür. Allah-u Teâlâ onu, kullarının hidayete ulaşmalarına sebep kılmıştır.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risâlet nurları kıyamete kadar devam edecek; insanlar o nurla nurlanıp, o nurla hidayete ereceklerdir.
Başka dinlere, başka kitaplara ihtiyaç duyulmadan; ümmetinin bütün önemli işlerinde başvurma makamı, ilk ve son mercidir. Kitabı ve şeriati ile yeterlidir.
Ahirette ise şefaati ile azaplardan kurtulmaya, yüksek derecelere ulaşmaya vasıta olacaktır. Allah-u Teâlâ onun hürmeti ve şefaati ile ümmetinin günahlarını, ayıplarını, yanlışlıklarını, hatalarını bağışlayacak; cennet sakinlerine verilen sayısız ve hesapsız nimetler onun vasıtasıyla verilecektir.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir daha da görülmeyecek olan Peygamber Aleyhisselâm'ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik edebilmektir.
Yaptıklarını yapan, gösterdiği yoldan giden saâdet ve selâmete erecektir.
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Bu peygambere inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saadete erenlerdir." (A'râf: 157)
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem'ine hitaben Zât-ı akdes'ine ve Resul'üne gönül verenlerin dünyanın zulmetlerinden kurtulup ebedi saadete ereceğini ve selameti bulacağını beyan ediyor.
Aynı zamanda bu Âyet-i kerime'yi şu Hadis-i şerif içine alır:
"Kişi sevdiği ile haşrolunur." (Keşfü'l-Hafâ)
Onlar dünyada da ahirette de Allah-u Teâlâ'nın nuru ile beraber olacaklardır. Bu saadetin en büyüğü değil midir? Dünyada zulmetten kurtuluyor, saadete eriyor, ahirette ise selameti buluyor ve Hazret-i Allah'ın biricik Habib-i Ekrem'i ile bir ve beraber oluyor.
"Sultan-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim
Biçârelere devlet-i sermedsin efendim
Divân-ı ilâhide ser-âmedsin efendim
Menşûr-i "Leamrük"le müeyyedsin efendim."
Onu methetmiyorum. Hazret-i Allah onu bizzat kendisi methetmiştir. Kulun methi ne mânâ ifade eder?
"Andolsun, içinizden size öyle aziz bir Peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir." (Tevbe: 128)
Vekiline inenler hep o Aziz'in yüzü suyu hürmetinedir. Çünkü ona verilenler o Aziz'in nuru, o Aziz'in emanetidir. Zira o Aziz'in esrar odasıdır. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri kendi emanetini koymuş ve onu ayrı bir ruh ile desteklemiştir. Resulullah'ın nuru da üstünde olduğu için artık mahlûkun hükmü kalmıyor. Hazret-i Allah ve Resul'ünün hükmü onun üzerinde oluyor. Bütün bunlar hep o Aziz'in, hep o nurun yüzü suyu hürmetinedir.
Bu Âyet-i kerime karşısında aklımızın ibresini tutmaya çalışırız.
Onu yaratan ona "Aziz" buyurdu. Kendisine mahsus olan "Rauf" ve "Rahim" isimlerini ona da atfetti. Onu yüceltmek için kendi isminden pay ayırdı. Bu fazilete peygamberlerinden hiçbirisi mazhar olmamıştır.
•
Resulullah Aleyhisselâm her zaman ve mekânda Aziz'dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin yüksekliğine hudud yoktur. Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir.
Allah-u Teâlâ onu her şeyden aziz, kadrini yüce kılmış, herkese ve her şeye tercih etmiştir. Canlardan da cananlardan da azizdir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir.
Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcudatın en şereflisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkatın en faziletlisidir.
Mübarek vücudları ahirete intikal etmekle, nurlarına asla bir noksanlık ârız olmamıştır. Ruhâniyeti ve nurâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.
O diri biz ölü. O her zaman hayattadır. Biz ancak onun hayatı ile hayat buluyoruz. Bizim yaşamamız onun hayat vermesi ile kaimdir. Hayat kaynağı o, feyiz kaynağı o, hakikat kaynağı o... Onsuz hayat ölüm.
Dünyada gözü ile görme şerefine nâil olanlar olsun, gözü ile görmediği halde sonraki asırlarda ona iman edenler olsun; onun bir nur olduğunu bilirler ise de, o nurun mahiyetini ve hakikatini anlamalarına imkân yoktur. Beşer idraki buna müsait değildir. Anlamaya çalışmak, bir fincanla denizi ölçmeye benzer.
Onun hakikati, büyüklük ve azameti ancak kıyamet günü belli olacak, herkesce bilinip anlaşılabilecektir. Dünyada zâhir olmuş olsaydı, ona iman etmek zaruri olurdu. Halbuki makbul olan iman, gayba olan imandır.
"Şol ki, meddahı onun Allah ola,
Var kıyas eyle ki, ol ne şah ola."