Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri ifşâ ettiği gibi; Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de "Hatmü'l-Evliyâ" kitabında bin küsür sene önce bu mühim noktaya parmak basmış ve şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın velîlerinin kalplerinden halkın rızâ ve öfkelenmeleri, kabulleri ve redleri izâle edilmiştir. Onların tavrı; kendisini yerine getirebilme husûsunda hakkı kullanmaktır." ("Hatmü'l-Evliyâ", s. 398)
İşte bu sır, bütünüyle ve kemâliyle onda tecellî etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerîme'sinde işte bu sırra işaret ederek şöyle buyuruyor:
"Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı başları dik ve güçlüdürler. Allah yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.
İşte bu, Allah'ın öyle bir lütfu ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah'ın lütfu geniştir, her şeyi bilendir." (Mâide: 54)
Bu Âyet-i kerime bir taraftan bu vazifenin mâhiyetini tarif etmekte; diğer taraftan Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri'nin beyanlarını tasdik etmektedir.
Gerçekten de bu zâtın işaret ettiği gibi; hem dalâlet ehlini ilâhî hükümlere iman etmeye, küfür ve nifaktan tevbe etmeye teşvik eder; hem de münâfıkların asılsız ve mesnedsiz iddiâlarını, kuru lâftan öteye geçmeyen fâsid kelâmlarını kökünden çürütür ve imhâ eder.
Çünkü onu O göndermiş, O'nun desteği ile hareket ettiği için artık onun gözü hiçbir şeyi görmez. Hakikatleri söylerken Allah ve Resul'ünün hoşnutluğunu ve rızâsını gözetir, yalnız onlar için hareket eder; bu hakikatleri halkın beğenip beğenmemesi onun umurunda bile değildir. Çünkü onun işi Hakk iledir, halk ile değil!..
İbrâhim Hakkı Erzurûmî -kuddise sırruh- Hazretleri "Marifet-nâme" adlı eserinde, icrâ edeceği vazîfeye ve hakikat ehli ile dalâlet ehline söz ve fiillerini nasıl eriştireceğine açıkça işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"Halkın Cenâb-ı Hakk'a yönelişi onu çok sevindirir, halkın gafleti ve yüz çevirmeleri ise onu fazlasıyle üzer ve öfkelendirir. Allah'ı isteyenleri ve sevenleri, evlâdından daha çok sever.
Bu kâmilin ağrıları çok, hareketi az, kuvveti zayıftır. Allah-u Teâlâ'nın emir ve yasaklarına tam uyar ve bunları gâyet yumuşak ve güzel bir dille halka telkin eder, öğretir.
Muhabbet ehlini sever, sevilmeyeceklere sevgisizlik gösterir. Gerek sevgisi gerekse kızması kendi nefsi için değil, sırf Allah içindir. Kalbinde kimseye kötülük beslemez, kınayanların kınamasından korkmaz!" ("Ma'rifet-nâme"; 5. Bâb, 7. Fasıl)
İbrâhim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri onun bu icraatları kendi nefsi için değil, Allah için yaptığına işaret etmektedir. Onu bu sahaya süren de, bu hakikatleri söyleten de O'dur. Allah nâmına hareket ettiği içindir ki; o hiç kimsenin tehdit ve kınamasından korkmaz, hakikatleri büyük bir cesâretle, açık bir dille halka telkin ve tebliğ etmekten kaçınmaz.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri ise çok önce bu hususta halkın fesada düştüğü bir zamanda Türk'e gönderileceğini keşfetmişti.
Nitekim Hazret, bu haberi aldıktan kısa bir süre sonra; halkı içinde bulundukları çalkantı ve karışıklıktan kurtulması için; "Türk onlara yoldaşlık ediyordu." buyuruyor. (Hakîm et-Tirmizî, "Risâle-i Büdüvv-i Şe'n", İsmâil Sâib, nr. 1571, vr. 215b-216a-217a)
Bu beldenin Türk beldesi olduğunu Allah-u Teâlâ ona bin küsur sene evvel bildirdi. Bu doğrudan doğruya ilâhi bir ilhamdır ve bir keramettir.
Ahir zamanda, fitne fesat devri başladı. Bu necip millet bozuldu. Fesat haline düştü. Öyle bir fesat ki, iman ile küfür birbirine karıştı. Böyle bir zamanda bu necip millete Hatem-i veli'yi gönderdi.
Allah-u Teâlâ Mürselât Sûre-i şerif'inde şöyle buyurmaktadır:
"Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!
Estikçe eserek, (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!
(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!
(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!
(Kalplerde) Allah'ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!
Gerek (Allah'a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun." (Mürselât: 1-6)
Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime'lerin şümulüne girmektedir.
Allah-u Teâlâ'ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için öğüt telkin ederler. Her fırsatta her fesatçının, ifsadçıların amansız düşmanıdırlar.
Hakikat ile dalâletin birbirine karışmaması için arasına bir berzah olur.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyor:
"Mustafa: 'Ne mutlu benim yüzümü görene, ne mutlu yüzümü göreni görene.' dedi.
Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüştür. Böylece o mumun ışığı, yüz muma nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncusunu gören bile asıl ilk mumu görmüş sayılır. Işığı istersen son mumdan al; istersen can mumundan, hiçbir fark yoktur.
İstersen son mumun ışığını gör, istersen geçmişlerin mumunu gör." (Mesnevi. cilt: 1, sh: 380, 1950. beyit)
O nurun nurudur. İster ilk mumdan al, ister son mumdan al. Çünkü ilk de O'nun nuru, son da O'nun nuru.