Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
Başyazı - Bu Aziz Millet Bu Necip Millet Nasıl Bu Hâle Geldi? - Ömer Öngüt
Bu Aziz Millet Bu Necip Millet Nasıl Bu Hâle Geldi?
Başyazı
İsmail Yavuz
1 Ekim 2024

 

"Allah'ın Haram Kıldığı Canı Haksız Yere Öldürmeyin."
(İsrâ: 33)

"Kim Bir Cana Kıymamış, Ya da Yeryüzünde Bozgunculuk Yapmamış Olan Bir Kimseyi Öldürürse, Sanki Bütün İnsanları Öldürmüş Gibidir."
(Mâide: 32)

"Kim Bir Mümini Kasten Öldürürse, Onun Cezası, İçinde Devamlı Kalacağı Cehennemdir. Allah Ona Gazap Etmiş, Lânetlemiş ve Büyük Bir Azap Hazırlamıştır."
(Nisâ: 93)

"Nefsim Kudret Elinde Bulunan Allah'a Yemin Ederim ki, İnsanlara Öyle Bir Zaman Gelecek, Katil Niçin Öldürdüğünü, Maktül de Niçin Öldürüldüğünü Bilmeyecektir."
(Hadis-i Şerif)

"Müslüman Allah'ından Korkar. Hiçbir Zaman Hududu Aşmak İstemez, Onun İmanı Tecavüz Etmeye Müsaade Etmez. Aşmak isteyene de Aştırmaz."
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

BU AZİZ MİLLET, BU NECİP MİLLET NASIL BU HÂLE GELDİ?

 

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in ahir zamanda olacağını haber verdikleri her şey çıktı ve çıkıyor. Küçük kıyamet alâmetlerinin hepsi zuhur etti. İş büyük alâmetlere kaldı. Onların da vakti çok yaklaştı. Allah korkusunun kalplerden kalktığı, hak, hukuk umdelerinin yok olduğu, emanet, vicdan duygularının köreldiği bir devirde yaşıyoruz. Nefis ve şeytana uyulup zina, fuhuş, hırsızlık, arsızlık yapılıyor; şehvetlere uyulup namuslara kastediliyor, masum insanların canına kıyılıyor. Bugün her türlü kötülük, hatta her kötülüğün anası mevcuttur. Her türlü haram var, her türlü menhiyat işleniyor. Her türlü sapkınlık, her türlü fuhşiyat yapılıyor. Her türlü içki, kumar, uyuşturucu, her türlü zulüm, terör, isyan peşinde koşuluyor. Cana kıyma, mala, namusa kastetme, akla gelen-gelmeyen her türlü vahşet işleniyor. Masum insanların, hatta küçücük çocukların ırzına, canına kasteden insan müsveddeleri çoğalıyor. Bize ne oluyor, bu toplum nereye gidiyor? Bütün bunların sebebi İslâm'dan uzaklaşmamızdır. Bugün İslâm'ın ismi, Kur'an'ın resmi kalmış. Görünüşte herkes müslüman, ancak yaşantı yok, İslâm'ın özü, nezaheti, nezafeti, nezaketi, letâfeti yok. Sûretâ İslâm olmuşuz." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

 

Öyle bir zamandayız ki; haksız yere, sudan sebeplerle insanlar katlediliyor; 7-8 yaşında küçücük çocukların canına kastediliyor; 2 yaşındaki ufacık masum yavrular şiddete, tecavüze maruz kalıyor; her türlü zulüm, her türlü azgınlık, fuhşun her türlüsü, her türlü ahlâksızlık, her türlü pervasızlık, her türlü haram alenen işleniyor.

Hani bir tabir vardır "çivisi çıktı" diye; âdeta "İman çivisi" çıkmış vaziyette.

Allah korkusu kalmamış. İzan yok, idrak yok, iman hiç yok, dinsizlik moda olmuş.

İnsanlar canlı cenaze; ruh ölmüş, nefis ve şeytan ipi eline almış, hayvan gibi yaşıyor:

"Onların kalpleri vardır, fakat o kalplerle anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapık ve şaşkındırlar." (A'râf: 179)

Allah-u Teâlâ hayvandan "Daha da sapık ve şaşkındırlar" buyuruyor. Öyle bir sapıklık ve şaşkınlık var ki; ahkâm-ı ilâhi'yi tanımıyor, nefsine uymuş, şeytanın yoluna girmiş, Allah-u Teâlâ'ya hasım kesilmişler!

"Şeytan kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş." (Neml: 24)

Herkes şeytan yolunun yolcusu olmuş.

Şeytan Allah-u Teâlâ'nın emrine asi olup cennetten kovulduğu zaman insanoğluna olan düşmanlığını izhar ederek şöyle yemin vermişti:

"Andolsun ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım." (Hicr: 39)

Öyle değil mi? Azdırmadı mı? Böyle bir azgınlık görülmüş müdür?

İblis'in zannı işte bugün gerçek olmuştur:

"Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi. Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular." (Sebe': 20)

Dikkat ederseniz bunu Allah-u Teâlâ buyuruyor. "İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi." buyuruyor.

Ve yine dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ "Müminlerden bir fırka hariç" buyuruyor. Bu ilâhî beyan 73 fırka Hadis-i şerif'i ile birleştirildiği zaman durumun vehameti ortaya çıkıyor.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.

– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?

Benim ve Ashâb'ımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)

Allah-u Teâlâ "Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona (şeytana) uydular." buyuruyor.

Resulullah Aleyhisselâm; "Bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir." buyuruyor.

Binaenaleyh sadece kâfirler, dinsizler, ateistler değil, bu ümmetin içinde de bir fırka hariç yetmiş iki fırka hepsi yoldan çıktı, hepsi ateşte.

İblis'e bu ruhsatı veren Allah-u Teâlâ'dır. Ve fakat İblis'in insanlar üzerinde hiçbir nüfuzu olmadığı hâlde şeytana aldanıp uyanlar, bu eyleminden mesul olanlar da insanların kendileridir:

"Oysa ki (İblis'in) onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete imanı olan kimse ile, ahiretten şüphe edeni ayırdetmek için (ona bu ruhsatı verdik). Rabb'in her şeyi gözetlemektedir." (Sebe': 21)

Biz bu hale nasıl düştük?

Bu asil ve necip millete ne oldu?

Hazret-i Allah'tan korkan, hak-hukuk bilen, iman, vicdan ve ahlâk sahibi insanların torunları olan bizler nasıl bu hale geldik?

Ne idik, ne olduk? Nereye gidiyoruz?

Geçtiğimiz ay Diyarbakır'da Narin ismindeki küçük bir evlâdımız katledildi, Tekirdağ'da şiddete ve tecavüze uğrayan Sıla isminde 2 yaşındaki bir çocuk beyin kanaması geçirdi, entübe edildi. Daha önce de uyuşturucu etkisindeki bir genç annesinin kafasını kesip yola atmıştı, yine hanımına kızıp masum çocukları katledenler olmuştu.

Bu hadiseler nasıl bir zamanda yaşadığımızı, insanoğlunun ne hale geldiğini gösteren en bariz, en acı, dehşet ve ibret verici olaylar oldu.

Sadece bunlar değil, Türkiye gibi bir İslâm memleketinde hayvanlar gibi kimseye aldırmadan sokak ortasında fuhuş yapanlar görülmeye başlandı.

Gadab-ı ilâhî'yi çekecek ne varsa yapılıyor.

Umumî bir azap gelmesinden korkulur. Allah'ım bize acısın.

İnsanlar kafası kopmuş tavuk gibi. Kimse nereye gittiğinin farkında değil.

Ama bütün bunlar, masumlara yapılan bu zulüm ve kötülükler bu azgınlık, isyan, küfür, Cenâb-ı Allah'ın gadab-ı ilâhi'sine muciptir.

Sen ki bir bebeğe acımıyorsun. O sana acır mı? O'nun gadabından korkulur.

Çünkü;

"Allah Azîz'dir, intikam sahibidir." (Âl-i imran: 4)

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bir beyanlarında şöyle buyurmuşlardır:

"Azma, taşma, ahkâmdan çıkma, kimseye hakaret etme, kimseye yan gözle bakma, kimseye eziyet etme, sıkıntı verme, kimseyi incitme, kimseyi üzme, garip ol, garip hali ile yaşa.

Garip insan ne yapar?

Boynunu büker, kim ne söyleyecek diye bakar. Kimseye hakaret edemez, hiç kimseye kötülük yapamaz.

Sende bir kuvvet kudret varsa, emânet-i ilâhiye olduğunu bil. Sakın zulme kullanma." (O'nun Yolu, Onun İzi, s. 588)

Herkes asaletinin icabatını yapar, gideceği yeri kendi hazırlar. Niyet de bozuk, icraat da bozuk.

"Asil insan kötülük yapamaz, asâleti bozuk olan her şeyi yapabilir. Âsil insanda kusur az bulunur, mayası bozuk olan ise her şeyi yapabilir." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

Olan bitene bakınca; akıl, havsala duruyor.

Allah-u Teâlâ cümlemizi muhafaza eylesin. Bu yapılanları hayvan yapmaz.

"Onların çoğunu hakikaten söz dinlerler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha şaşkın haldedirler." (Furkân: 44)

Onun içindir ki insan hayvandan elli derece aşağıya düşüyor. Cenâb-ı Hakk işte bu yüzden aşağıların aşağısına indiriyor.

"Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik." (Tîn: 5)

Hazret-i Allah'a isyan edip, hasım kesilenlerin, hayvanlardan elli derece daha fazla aşağı dereceye düşecekleri ve kendi elleriyle cehenneme yuvarlanacakları muhakkaktır. Onların cehennemden kurtulmaları veya azaplarının hafifletilmesi diye bir şey düşünülemez. Kaçacak bir yerleri yoktur.

Öyle bir zamana geldik ki; insanlar bu gibi yaşanan hadiseler sebebiyle kendi kendine bedduâ etmeye başladı. "Kıyamet kopsun", "Dünya yıkılsın", "Ne olacaksa olsun" diyenler çoğaldı.

Öyle bir azgınlık, öyle bir hayvanlaşma var ki;

Bu zulümleri, bu cinayetleri, bu ahlâksızlıkları Cenâb-ı Hakk şiddetle yasakladığı hâlde, İslâm hukukunda en ağır cezalar verildiği hâlde; arsız, azgın din düşmanları, işi Allah, peygamber, din düşmanlığına çekmeye çalışıyorlar, ortalığı velveleye veriyorlar.

Gerçekten insanlar şaşırmış, azgınlık arşa çıkmış.

Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, münkir kimselerdir. Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır; küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır. Artık o kalplere ne nur girebilir ne de iman.

Allah-u Teâlâ'nın emir ve nehiylerinden yüz çevirip bâtıla sarılanlar, ilâhî dâvete kulaklarını tıkayanlar, hakikatlere gözü yumuk bakanlar, fıtratlarındaki iyilik ve güzellikleri yitirdikleri için aldandıkça aldanırlar, saptıkça saparlar. Her çirkinden daha çok çirkinleştirilirler. Sâfilinden daha çok sefil, her âdiden daha âdi, her murdardan daha iğrenç olurlar.

Dinden imandan uzaklaştığı zaman, hiçbir mahlûk o kişiden daha aşağıya düşmez. Onun yaptığını hiçbir hayvan yapmaz.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Herkes iyilik ve kötülük olarak ne işlemişse kıyamet gününde hazır bulur." (Âl-i imran: 30)

"Kim bir iyilikle huzurumuza gelirse, ona daha iyisi verilir. Ve onlar o günün korkusundan emin kalırlar.

Kim de kötülükle huzurumuza gelirse, yüzükoyun cehenneme atılır. (Onlara denilir ki): 'Siz ancak yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz!'" (Neml: 89-90)

Allah-u Teâlâ Hûd Sûre-i şerif'inin 82. ve 83. Âyet-i kerime'lerinde Lût kavminin helâk olma durumunu haber verirken nihayetinde şöyle buyuruyor:

"Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir." (Hûd: 83)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm'a: "Zâlimlerden murad kimdir?" diye sorduğu zaman:

"Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir!" buyurdu.

Ufacık çocuğa bunları yapanlar zâlimdir, Allah'a, Allah'ın dinine, Allah'ın peygamberine iftira ile, yalan uydurmakla, hakaret etmekle zulüm yapanlar da zâlimdir.

Bu zulümlerde, bu arsızlıklarda, bu pespayelikte yukarıda bahsedilen yetmiş iki fırkanın çok büyük vebali vardır. Bunlar İslâm'ın âliliğine, nezafetine, letafetine, adaletine, merhametine, vakarına zarar verenlerdir. Bunlara bakıp İslâm budur diyenlere zemin hazırlayanlardır. Halkın ilimden, irfandan mahrum kalmasına, câhilliğin yayılmasına sebep olanlardır.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:

"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, Kur'an'ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.

Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir." (Beyhakî)

İşte o zaman. Âhir zaman.

Bu seyyiat zamanında "İslâm'ım" diyenlerin hali bu olacak.

Hazret-i Kur'an'ı güzel kılıflar içerisinde evlerinin duvarlarına asacaklar, "Bak benim Kur'an'ım var!" diyecekler. Bazıları da eline alıp okuyacak, veya ezberleyecek, fakat onun ahkâmı mucibince amel etmeyecek.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bugünkü mescidleri olduğu gibi görmüşler. Kubbeli kubbeli camiler, yeşil yeşil halılar ne kadar güzel, ne kadar imarlı, fakat içinde adam yok.

Narin cinayetindeki bir itirafçının ifadesinde "cenazeyi gömdükten sonra gidip namaz kıldım" dediği basına yansıdı.

İşte görüyorsunuz, ismi müslüman, görünüşte namaz kılıyor.

Toplumdaki cehalet düzeyini gösteren diğer bir hadise; aile üyelerinin hak ve hakikatten, adaletten yana olmak yerine -böyle iğrenç bir cinayette bile-; kendilerince bir aile dayanışması yapmaları, cinayeti işleyen kişiyi korumak için ya da başka saikle elbirliği ile hareket etmesi oldu. Bu durum da kamuoyunun çok dikkatini çekti ve cinayet kadar bu konu da çok konuşuldu. Medya günlerce bu konuların üzerinde durdu.

Büyük bir suç var, suçlu var, ailenin kendi canından olan bir yavrunun cenazesi bir dere yatağına gömülüyor, 10 kişiden fazla insan tutuklanmış, hepsi ağız birliği yapıyor, gerçeği saklıyor.

Cinayet gibi büyük bir hadise ile neticelenmese de bu toplumsal cehalet düzeyine işaret eden bir olay yine geçtiğimiz ay Pendik'te yaşandı:

Bir pastane çalışanının siparişi götürdüğü evdeki kadını daha sonra telefonla rahatsız etmeye başlaması üzerine kadının kocası hesap sormaya gittiğinde pastane sahibi ve çalışanları el birliği ile kocayı dövdüler.

Bu olay basit bir kavga gibi görünse de arkasındaki büyük cehalet, büyük adaletsizlik şudur:

Bu işyerinde bu alçaklığı yapan elemana hesap sorulması gerekirken, sırf kendilerinden olduğu için haksızı korudular, haklıyı dövdüler.

Narin cinayetinde de benzer bir durumla karşı karşıyayız.

Sonra toplum olarak "adalet istiyoruz" diye yaygara yapıyoruz. Sen adaletin neresindesin ki adalet istiyorsun. Herkes böyle. Ufacık bir eleştiride bile adalet yok; insanlar sırf kendi grubunu, kendi cemaatini, kendi kabilesini yahut siyasi görüşünü, tuttuğu takımını savunmak için her türlü yalana, her türlü uydurmaya baş vuruyor. Hak hukuk tanımıyor, tarafgirlik ön plânda.

Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e itibarlı bir kabileden hırsızlık yapan bir kadının affı için ricada bulunulunca buyurdular ki:

"İsrailoğulları, ileri gelenlerinden biri çalarsa bırakırlar, zayıf olan biri çalarsa elini keserlerdi. Kızım Fâtıma çalmış olsaydı onun da elini keserdim!" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1507)

Eğer müslüman isek İslâm budur. Oysa dinlisi de dinsizi de, kapalısı da açığı da müsavi olmuş, adaleti, hakkaniyeti arayan azın da azı haline gelmiş.

İşte bu yüzden bir fırka kurtuluyor.

Ey müslüman!

Sen neredesin? Hak ve hakikatten yana mısın? O fırkanın içinde misin, dışında mısın? Kendine bir sor.

Kıyametin önünde âhir zamanda yaşıyoruz. Bunu Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri; "Seyyiat zamanı!" buyururlardı.

"Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz." ("Kıyamet ve Alâmetleri", Ömer Öngüt, s. 152)

Akla, hayale gelmeyen her türlü vahşet işleniyor. Masum insanlar öldürülüyor, su istedi diye adam öldürülüyor, yol vermedi diye yahut yan baktı diye Allah'ın verdiği canlara kıyılıyor.

Haksız yere karısını, evlâtlarını, kendi ailesini öldürenlerden, küçük çocukların ırzına, canına kastedenlere kadar neler neler yaşanıyor. Nefis ve şeytana uyuluyor, uluorta fuhuş yapılıyor, şehvetlere uyulup namuslara kast ediliyor, nice masumların canına, kanına giriliyor. Kimi de daha çocuk ana karnındayken öldürüp, katil oluyor. Daha akıllara ziyan ne isyan ve günahlar işleniyor.

"Cehaletleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'a iftira ederek, O'nun kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar, muhakkak ki hüsrana uğramışlardır." (En'am: 140)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Veda Hutbe'sinde ümmet-i Muhtereme'sine bu hususlara dikkat etmemizi beyan buyurmuşlardı:

"Ey insanlar!

Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl mukaddes bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, namus ve şerefiniz de öylece mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur."

Onun için bu yapılanları hoş görmemek, Hazret-i Allah'ın ve Resulullah'ın emir ve hükümlerini hafife almamak lâzım.

Hazret-i Allah'tan, O'nun gadabından korkmamız lâzım. Haram ve günahların çoğalması, azabı ve afatı celp eder.

Hadis-i şerif'te:

"İnsanlar günahları çoğalmadıkca helâk olmayacaklardır." buyuruluyor. (Ebu Dâvud)

Gerçekten çok isyan ettik, çok zulmettik. Bu azgınlığımızın cezasını çekeceğiz.

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman." (Tekvîr: 8-9)

Cinayetin sebebi doğrudan doğruya onu işleyene sorulmayıp da dâvâcısı olan suçsuz çocuğa sorulması, kâtilin Hakk'ın huzurunda hiçbir savunma yapamayacak şekilde öfke ve cezâyı hak etmesindendir.

Günümüzde bambaşka bir cahiliyet hüküm sürüyor.

"Zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık." (A'raf: 165)

İslâm'ın nezafetine, letafetine girip imanla amel edecek yerde, cahiliye devrini aratmayacak suçlar, ahlâksızlıklar, azgınlıklar işleniyor.

Allah-u Teâlâ bir millete birçok üstünlükler, birçok nimetler bahşeder. Niyetlerini değiştirmedikçe, meziyetlerini muhafaza edip ibadet ve taatlarına devam ettikleri müddetçe, Allah-u Teâlâ verdiği nimetleri üzerlerinden almaz. Onlar bu nimetin kıymetini bilmeyip yollarını değiştirir, ibadet ve taatlarını bırakır, ahlâklarını bozarlarsa, o nimetler ve o üstünlük kendilerinden alınır.

Bu hususta Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Bir millet (bir topluluk) kendi durumlarını değiştirip bozmadıkça, Allah onların durumlarını değiştirmez.

Allah bir millete kötülük diledi mi, artık onu geri çevirecek yoktur.

Onların Allah'tan başka koruyup kollayanları da yoktur." (Ra'd: 11)

 

Haksız Yere İnsan Öldürmenin Artması, Cinayetlerin Çoğalması

Kıyamet Alâmetlerindendir:

Her ne sebeple olursa olsun masum insanı öldürmenin te'vili yoktur. İzahı da mümkün değildir. Onu yaratan, can veren Hazret-i Allah ancak o canı alır.

Adam öldürmelerin çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.

Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Herc çoğalmadıkça kıyamet kopmayacaktır."

Buyurmuşlar, Ashâb-ı kiram: "Herc nedir yâ Resulellah?" diye sorduklarında:

"Katildir katil!" buyurmuşlardır. (Müslim: 157)

İşte bugünkü durum, hemen her gün gazetelerde cinayet haberleri okuyoruz.

En yakınlarını, annesini, babasını, çocuğunu, karısını öldürenlerle karşılaşıyoruz.

Hiç yoktan yere, sebepsiz yere katil olanlar var.

"Birçok adaletsizliklerin ve kötülüklerin neticesi olarak da anarşi ve terör husule gelir. İnsanlar arasında kan dökmeler yaygınlaşır. Katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilmez olur." (Kıyamet ve Alâmetleri, Ömer Öngüt sh: 202)

Bütün bu iş ve icraatlar, imansızlığın, vicdansızlığın, İslâm dininden bîhaber olmanın, ilim ve irfan eksikliğinin bir neticesidir. Bunun gibi, bu gibi vahşetlerin ve katillerin çoğalmasında ölüm cezası gibi suça uygun cezaların kaldırılmasının da etkisi bulunmakta, vicdanlarda adalet duygusu büyük yara almaktadır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, insanlara öyle bir zaman gelecek, katil niçin öldürdüğünü, maktül de niçin öldürüldüğünü bilmeyecektir." (Müslim: 2908)

Bugünkü anarşi, bugünkü sebepsiz katliamlar beyan ediliyor.

Gördüğünüz gibi öyle katliamlar oluyor ki, değil Türkiye, bütün dünya dehşete kapılıyor.

Halbuki insan öldürmek İslâm'da en büyük bir suç ve en büyük bir günahtır.

Sebepli sebepsiz, haklı haksız, her gün onlarca insan öldürülmekte ve katil olunmaktadır.

Öyle bir zamandayız ki bir anlık öfkeyle sebepsiz, haksız yere cinayetler işleniyor. Kadın, çocuk, genç yaşlı demeden insanlar hunharca öldürülüyor.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Helâk edici yedi şeyden sakının!" buyurdular. "Yâ Resulellah! Bunlar hangileridir?" diye sorulduğunda şöyle buyurdular:

"1. Allah'a şirk koşmak,

2. Sihir yapmak,

3. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmek,

4. Fâiz yemek,

5. Yetim malı yemek,

6. Savaşta cepheden kaçmak,

7. Namuslu müslüman kadınlara zinâ isnad etmek." (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 1172)

Hadis-i şerif'te beyan buyurulan yedi büyük günah, diğer bütün günahların anası olduğu için, hususiyetle bunlardan sakınmak lâzımdır.

Diğer bir Hadis-i şerif'lerinde büyük günahları şöyle beyan buyurmuşlardır:

"Allah'a ortak koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemin etmek." (Buhârî)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz etrafında ashabından bir cemaat olduğu halde buyurdu ki:

"Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, çocuklarınızı öldürmeyeceğinize, kendiliğinizden uyduracağınız herhangi bir yalanla iftirada bulunmayacağınıza, dinen bilinen kulluk ve taatta isyan etmeyeceğinize dair bana biat ediniz.

Verdiği bu sözü yerine getirenin sevabı, Allah tarafından karşılanır. Kim ki bu sayılan günahtan birine düşer ve bu dünyada cezasını çekerse, bu onun günahının kefaretidir. Dünyada suçu gizli kalanın cezası Allah'a kalır. Allah dilerse onu bağışlar, dilerse azap eder." (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 18)

 

Ne Oluyor Bize Nereye Gidiyoruz?

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri yaşadığımız bu âhir zamanı anlatmışlar, seyyiatın arttığı bu günleri haber vermişlerdi.

"Ahlâksızlık hakikaten memleket için çok büyük bir âfât, çok korkunç... Fâizle, fuhuş memleketi yıkar götürür. Ahlâk son derece sükut etti, fâiz son derece aldı yürüdü. Ahlâksızlık yayılıyor, evet nur da yayılıyor."

Bu kadar ihsân-ı ilâhi karşısında ilâhi hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup peşinden gitmek ve Hazret-i Allah'a isyan etmek yakışır mı?

"Ey insan! Engin kerem sahibi olan Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" (İnfitâr: 6)

Rabb'inin ihsanına isyanla, sana olan merhametine taşkınlıkla karşılık vermek, O'nun engin ihsan ve ikramları karşısında isyan etmek yakışır mı?

Âyet-i kerime'de:

"Allah'tan korkun. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." buyruluyor. (Haşr: 18)

Yani Allah'tan korkun da kötülük yapmayın, fenâlıklardan sakınmamazlık etmeyin. O, yapacağınız şeylere göre sizi hesaba çekecek, ona göre ceza veya mükâfat verecektir.

"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.

Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)

Kıyametin küçük alâmetleri bir bir çıkmaya, zuhur etmeye başlamıştır. Ve bu hal son deccale kadar devam edecektir. Büyüklerin çıkması da artık an meselesidir.

Adam öldürmelerin çoğaldığı, fâiz, zina, fuhuş, livata ve her türlü ve hayâsızlığın alenen ve açıktan yapıldığı, fitne ve fesadın ayyuka çıktığı bir seyyiat zamanında yaşıyoruz. Gadab-ı ilâhi'ye sebep olan bütün kötülükler işleniyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın.

Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah'a ve Peygamber'ine açılmış bir savaş olduğunu bilin." (Bakara: 278-279)

Bu kadar şiddetli Âyet-i kerimeler var ancak her türlü fâiz teşvik ediliyor. Fâiz batağına herkesi sokuyorlar, imanî hassasiyetinden dolayı banka ile çalışmak istemeyenler bile icbar ediliyor, zorla banka batağına itiliyor.

İslâm'ın yasakladığı ne kadar haram varsa işleniyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde fuhuş ve ahlâksızlığın açıkça yapılmasını kıyamet alâmeti olarak haber veriyor:

"Fuhuş ve ahlâksızlık açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya kadar kıyamet kopmaz." (Ahmed bin Hanbel)

Bugünkü zaman.

İçki ve kumar da ayyuka çıkmış vaziyette.

Halbuki Âyet-i kerime'de Cenâb-ı Hakk:

"Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şeytanın işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz.

Şeytan; içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bundan vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide: 90-91)

Buyurarak içki ve kumarı yasaklamıştır.

Eskiden kumar oynamak için kumarhaneye giderlerdi, ya da evlerinde gizlice bir araya gelirlerdi. Oysa şimdi kumar cep telefonlarında. Her türlü kumarın, bahisin reklâmı yapılıyor. Gerekli önlemler de alınmıyor. Nice insanlar farkına varmadan kumar batağına batıyor, nice yuvalar yıkılıyor.

Bir de öyle sahtekârlar türedi ki; "şeytanın aklına gelmez" denir ya o cinsten. Telefonla "polisiz" diye arayıp saf, temiz insanları kandırıyorlar, evde ne var ne yok parasını alıyor, evini, arabasını sattırıp muhtaç hâle getiriyorlar. Bu gibi dolandırıcılıklar, hırsızlıklar da çok yaygınlaştı. Bu çok büyük bir kul hakkıdır, zulümdür, büyük bir suçtur.

"Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak ellerini kesin. Allah azizdir, hükmünde hikmet sahibidir." (Mâide: 38)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Allah hırsıza lânet etsin." buyurmuşlardır. (Buhârî)

Başkasının malını çalmak nasıl haram ise, zorla elinden almak yani gasbetmek de haramdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Yağmacılık edenler, haksız yere insanları soyanlar veya soymak için emir ve işaret edenler bizden değildir. (Yani ümmet-i kâmilemizden hâriçtirler.)" (Câmiü's-sağîr)

Binaenaleyh öyle bir zamandayız ki, her türlü haram, her türlü suç serbestçe icra ediliyor. Çok kötü bir zaman.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm'ın yalnız ismi, imanın resmi, Kur'an'dan ise harf ve hurufat kalacak.

Gayretleri mideleri, dinleri para, kıbleleri karıları olacak. Onlar aza kanaat etmeyecekler, çok ile de doymayacaklar."

"İnsanlar bu hâle geldiği zaman bunlar zuhur edecek ve çeşitli ibtilâlara maruz kalacaklar. Bunun içindir ki içki, kumar, fuhuş, faiz, denize çırılçıplak girilmesi gibi ve buna mümasil küfür âdetlerinin yerleşmesi, bunların yaygınlaşması, hakikatin kalkması ile artık insanlar her şeye müstehak olmuş demektir." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)

Halk bu isyanlarının cezalarını hiç şüphesiz ki görecektir.

Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi'de buyurur ki:

"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)

Kadınlar çılgın, erkekler sarhoş, orta tabaka şaşkın, zenginler azgın.

Her türlü kötülüğün hoş gösterilmeye çalışıldığı, İslâm ahlâkına ters düşen nefsani, şehvani duyguların ön plâna çıkarıldığı bir dönemden geçiliyor. Gerek TV'lerde gerek internet üzerinden sosyal medyada İslâmî, insanî, ahlâkî olmayan her şey mevcut. Kasten ve maksatlı olarak; diziler, oyunlar, programlar yapılarak, necip ve nezih bir millet olan bu nadide milletin çocukları bu şekilde aşılanarak kötülük yoluna daha küçük yaşlarda yönlendirilmeye; en başta zinâ ve fuhşiyata kötü ahlâka özendirilmeye çalışılmakta; asi ve zâlim, merhametsiz, vahşi, cani olmaya itilmekte; saygısız, sevgisiz, toplumdan kopmuş bir hayata zorlanmaktadır. İnternet ortamında her türlü melânet, her türlü yol, her türlü çıplaklık; akla hayale gelmeyen şeylerin peşinden koşulmaktadır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki gayretleri mideleri, şerefleri servetleri, kıbleleri karıları, dinleri dirhemleri ve dinarları olacak. Onlar mahlûkatın en şerlileridir ve onların Allah katında hiçbir nasipleri yoktur." (Deylemî)

Böyle zamanda böyle insanlar gelecek ve insanlar da böyle cezalanacak.

Dünya cezaları böyle olduğu gibi, ahiretteki cezaları da ebedî cehennemde kalmalarıdır.

"Yoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" (Ankebût: 4)

Hak ve hakikatten saptıkları için başlarına bu belâlar gelecek.

Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bütün kötülüklerin bir bir ortaya çıktığı, âhir zamanı, bütün günahların işlendiği seyyiat zamanını yaşıyoruz. Dünya kurulalıdan beri kötülüklerin ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil; şirk, küfür, günah, isyan, zulüm her şey var.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah'ın azabını mutlaka helâl kılmış, hak etmiştir." (Taberâni)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu zamanı haber veriyorlar, fâiz ve zinâ sebebiyle fuhuş ve isyan yüzünden gadâb-ı ilâhiye düçar olunacağını beyan ediyorlar.

Cenâb-ı Hakk'ın emirlerinin dinlenilmediği, adeta isyan edildiği, şeytan ve nefse uyulduğu, Resulullah Aleyhisselâm'a tabi olunmadığı, onun beyanlarına itaat edilmediği âhir zamanda yaşıyoruz.

Resulullah Aleyhisselâm'a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye'sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.

Âyet-i kerime'de:

"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!" buyuruluyor. (Haşr: 7)

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:

"İmân-ı kâmil iki yarımdır. Bunların birisi yasakların işlenmesinden sakınmak, sabır; ve diğeri emirlere uymak ve itâat-i ilâhî'den ibâret olan şükürdedir." (Câmiu's-Sağîr)

"Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçınandır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 10)

Emir ve hükümler böyle olduğu halde bu ilâhi emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor.

Hadis-i şerif'lerde belirtilen küçük alâmetlerine bakıldığında hemen hepsinin bugün zuhur etmiş olduğu görülecektir:

 Zinânın alenî hâle gelmesi,

 Sarhoşluk veren içkilerin yaygınlaşması,

 Oyun ve çalgı âletlerinin ortaya çıkması ve yaygınlaşması,

 Adam öldürme hadiselerinin fazlalaşması,

 Emanetin ganimet bilinmesi gibi birçok alâmetlet mevcuttur.

 Fâiz yemeyen kimse kalmayacak,

 Gasp hadiseleri çoğalacak,

 Yağmurlar yıldırımlar çoğalacak,

 Zelzeleler artacak,

 Âni ölümler çoğalacak,

 Erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla yetinecek,

 Kadınlar her hususta ön plâna çıkarılacak,

 Erkekler kadınlara benzemeye çalışacak,

 Açıklık çıplaklık yayılacak,

 Fuhuş ve hayâsızlık çoğalacak,

Hadis-i şerif'lerde görüldüğü üzere bugün gelinen durum bize artık kıyamet vaktinin geldiğini göstermektedir.

 

Mucize Hadis-i Şerif:

Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün:

"Gençlerinizin fıska düştüğü, kadınlarınızın azdığı zaman haliniz ne olur?" buyurdu.

(Yanındakiler hayretle):

"Yâ Resulellah! Yani böyle bir hâl mi gelecek?" dediler.

"Evet, hatta daha beteri!" buyurdu ve devam etti:

"Emr-i bil-ma'rufta bulunmadığınız, nehy-i anil-münker yapmadığınız vakit haliniz ne olur?" diye sordu.

(Yanındakiler hayretle):

"Yani bu olacak mı?" dediler.

"Evet, hatta daha da beteri!" buyurdular ve sormaya devam ettiler:

"Münkeri emredip, ma'rufu yasakladığınız zaman haliniz ne olur?"

(Yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek):

"Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?" dediler.

"Evet, hatta daha da beteri!" buyurdular ve devam ettiler:

"Ma'rufu münker, münkeri de ma'ruf saydığınız zaman haliniz ne olur?"

(Yanındakiler):

"Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?" diye sordular.

"Evet olacak!" buyurdular. (Mecma'uz-zevâid)

İslâm'ın en parlak devirlerinde, asırlarca sonra gelecek bozuklukları olduğu gibi görüp tasvir etmek, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin apaçık bir mucizesidir.

Dikkat ederseniz Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif'leri'ne; "Gençlerin fıska düştüğü, kadınlarınızın azdığı zaman" buyurarak başlıyor.

Bugün İslâm'a en büyük taarruz kadın mevzuundan yapılıyor. Güya Allah-u Teâlâ kadınlara hak vermedi demeye getiriyorlar.

Oysa görüyorsunuz serbestlik adı altında azgınlık, açıklık-saçıklık arttıkça artıyor, iyileri müstesna adeta teşhircilik yarışı var. Her yıl bir önceki yılı aratıyor. Ne İslâm'da ne Türk töresinde böyle bir şey var. Bu azgınlığın sonu nereye varacak?

Kullarını yaratan Allah-u Teâlâ'dır, onları da elbette en iyi bilen O'dur. Bir hayvanın yılarını bırakırsanız nereye gideceği, hangi haramı işleyeceği belli olmaz. İnsanın da içinde nefis denilen hayvanı serbet bıraktığınız zaman hangi haramı işleyeceği, nereye gideceği belli olmaz. Hatta hayvandan elli derece aşağıya iner. Hayvanın yapmayacağı işleri yapar. Yapmıyor mu, bugün hayvanın yapmayacağı işleri yapan insanlar yok mu?

İşte bunun gibi İslâm'ın hükümleri, hepsi bir hikmete mebnidir. İnsanın faydasınadır, ebedî hayatı kazanmamız, insan gibi yaşamamız içindir.

Resulullah Aleyhisselâm bugünkü durumu haber verince ashâb şaşırıyor. Ancak "daha beteri" olacak buyuruyor. "Emr-i bil-ma'rufta bulunmadığınız, nehy-i anil-münker yapmadığınız vakit haliniz ne olur?" buyuruyor.

Öyle değil mi, eskiden bir kimse yanlış yaptığı zaman toplum tepki gösterirdi, bugün kimse kimseye dokunamıyor, söz söyleyemiyor, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diyor, arsızlar ar-namus bilenleri bastırıyor.

Ashâb şaşırıyor "Yani bu olacak mı?" diye hayretle soruyor. Resulullah Aleyhisselâm "Evet, hatta daha da beteri!" diye cevap veriyor ve şöyle buyuruyor:

"Münkeri emredip, ma'rufu yasakladığınız zaman haliniz ne olur?"

Öyle değil mi, İslâm'a aykırı ne varsa serbest, her türlü reklâmı yapılıyor, siz "İslâm" dediğiniz an bastırmaya çalışıyorlar. Böyle bir şey ne zaman görüldü?

Ashâb iyice şaşırıyor. Aynı soruyu "Bu mutlaka olacak mı?" diye tekrar soruyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Evet, hatta daha da beteri!" buyurduktan sonra devam ediyorlar:

"Ma'rufu münker, münkeri de ma'ruf saydığınız zaman haliniz ne olur?"

Yani yanlışı-eğriyi doğru; doğruyu yapılması gerekeni yanlış kabul ettiğiniz zaman haliniz ne olur?

İşte bugünkü zaman. İlâhî ahkâm yanlış kabul ediliyor, Allah-u Teâlâ'nın yasakladığı doğru kabul ediliyor. Eskiden insanlar "ben bunu yapıyorum ama Allah affetsin" derlerdi. Ancak bugün alimi de cahili de herkes allame olmuş, kimisi "bu dinde yoktur" diyor kafasına göre ahkâm kesiyor, fetva veriyor; kimisinin dinle alakası yok, "bu zamanda böyle şey mi olur, doğrusu budur" diyor.

Böyle böyle her türlü azgınlık, her türlü günah, her türlü isyan yayılıyor.

Görülüyor ki; bir münkeri işlemek bir suç iken, suçların en büyüğü bu suçu ma'ruf yani meşru görmektir. Bu doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ'ya hasım kesilmektir. "Sen bilmiyorsun, ben biliyorum." demektir.

Âyet-i kerime'de:

"Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?" buyuruluyor. (Furkân: 43)

Bu gibi durumlar eskiden parmakla gösterilirdi. Oysa bugün akıl havsala almayacak derecede çoğaldı. Bunda sosyal medya denilen mecraların da çok etkisi var. Zira bu mecralar şeytanın, küfür merkezlerinin arayıp bulamayacakları bir ortam hazırlıyor. İşin başındakiler şeytanla işbirliği içindeler, yazılımlarını, algoritmalarını, nerede şeytanî şeyler var onları ön plana çıkartacak şekilde ayarlıyorlar. Âdeta cin şeytanları işi bırakmış, insan şeytanları işi ele almış.

Çok kötü bir zaman. Bakalım sonu nereye varacak?

Allah'ımız âkıbetimizi hayır eylesin.

 

Allah'ın Hududunu Koruyan, Haddi Aşmayan Kurtuldu:

"Muhakkak ki Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya yardım etmeyi emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı da yasak eder. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor." (Nahl: 90)

Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Kötülüklerin zâhir ve bâtın olanlarından uzak bulununuz." buyuruyor. (En'am: 151)

Oysa bugün her türlü büyük günah alenen işleniyor. Büyük bir isyan var.

"Onların çoğunun günaha, düşmanlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kötüdür!" (Mâide: 62)

Cenâb-ı Hakk müminlerin vasıflarını tarif ederken onların büyük günahlardan kaçındığını haber vererek şöyle buyurmuştur:

"Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayasızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb'inin mağfireti geniştir." (Necm: 32)

Onun için çok dikkat etmek, çok korkmak lâzım. Hazret-i Allah'ın ahkâmını yaşamak, hududunu muhafaza etmek lâzım.

İlâhi hududu çiğneyince insan yoldan, raydan çıkar.

Hazret-i Allah'ın hükümlerinden, Sünnet-i seniyye'den ayrılmamak lâzımdır.

Diğer Âyet-i kerime'lerinde ise şöyle buyuruluyor:

"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız şerefli bir yere yerleştiririz." (Nisâ: 31)

"Onlar ki günahın büyüklerinden ve hayasızlıklardan kaçınırlar, yalnız bazı küçük kusurlar işleyebilirler. Şüphesiz ki Rabb'inin mağfireti geniştir." (Necm: 32)

Hududullah'ı muhafaza eden kurtuldu.

Allah-u Teâlâ bizi hudutlarla çevirmiştir. Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Allah'a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah'ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!" (Tevbe: 112)

Nasıl ki her memleketin bir hududu, her kanunun bir hududu varsa, bu da Allah-u Teâlâ'nın çizdiği bir huduttur. Bu huduttan çıkıp inkâr eden, İslâm dâiresinden çıkmış olur.

O'nun hududunu aşmamak lâzım. Dosdoğru olmak lâzım. O'nun yolunda, rızâsında yürümek lâzım. Şayet dosdoğru olmazsa, O'nun hududunu aşarsa, nefsine uyarsa, şeytanın adımlarına uyarsa Cenâb-ı Hakk onlar hakkında;

"Bu hükümler Allah'ın hudududur. Kim Allah'ın hududunu aşarsa, kendisine yazık etmiş olur." buyuruyor. (Talâk: 1)

Hudut daire-i saadet, merkez-i selâmettir.

Hududundan çıkmak demek "Helâk" demektir. Hudut saadettir. Hudut ötesine çıkarsan setin ötesine gidersin helâk olursun. Huduttan çıkmaması için nefsini katmaması lâzım. Nefsini kattı mı huduttan çıkar.

İmanlı bir el harama uzanmaz, imanlı bir ayak fena yere gitmez, imanlı bir göz harama bakmaz.

İman gidince her şey yapılır; fâiz, kumar, içki, fuhuş ve bütün kötü işler yapılır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Kitap'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını zâyi etmeyiz." (A'râf: 170)

Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ'nın üzerinedir.

"İndirdiğimiz bu Kur'an, feyz kaynağı mübarek bir kitaptır. Ona uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız." (En'âm: 155)

Her işte iki rehber olacak: Kelâmullah ve Hadis-i şerif. Bu iki noktadan ayrılmadıkça biz istikametteyiz.

"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın." (Âl-i imran: 103)

Âyet-i kerime'sindeki Allah'ın ipinden murad Kitap ve Sünnet'tir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz biat alırken, ilk biat şartı olarak Kitap ve Sünnet'te bulunan emirleri dinlemeyi ve itaat etmeyi şart koşmuştu.

Onun için Hazret-i Allah'ın kelâmına ve Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanına riayet şarttır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah'ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm'ın sünnetidir." buyuruyor. (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)

Bir kul rızâ-i ilâhi'yi kazanmak için Allah-u Teâlâ'nın bütün emir ve yasaklarına riayet etmeli, Resulullah Aleyhisselâm'a teslim olmalıdır.

"Peygamber'e itaat eden, muhakkak Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik." (Nisâ: 80)

Bütün gaye ve gayretimiz Hazret-i Allah'a kendimizi sevdirmeye çalışmak olmalıdır. Bu yüzden Kur'an ve Sünnet üzere yürümeliyiz.

Ahkâm haricinde yapılan en küçük bir iş bizi dalâlete götürür.

 

"Kim Bir Kimseyi Öldürürse, Sanki Bütün İnsanları Öldürmüş Gibidir." (Mâide: 32)

İslâm dini insan hayatını korumuş, cana kıymayı Allah'a inkârdan sonra büyük suçlardan kabul etmiştir.

İnsan öldürmenin haram olduğuna dair pek çok Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif mevcuttur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde bir mümini haksız yere öldürmenin büyük bir cinayet olduğunu ve o nispette cezaya sebep olacağını beyan buyurmaktadır:

"Kim bir mümini kasten öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir." (Nisâ: 93)

Çünkü o, çok büyük bir suç işlemiştir.

Haksız yere Allah'ın verdiği cana kıymak büyük bir zulümdür.

"Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisâ: 93)

Cehennemde ebedî kalma cezası, katilin tevbekâr olmamasına âittir. Tevbesinin kabul edilip edilmemesi ise Allah-u Teâlâ'nın iradesine bağlıdır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Eğer gök ve yer sakinleri bir müminin kanının akıtılmasına (öldürülmesine) katılsalar, Allah mutlaka onları cehenneme yüzü üzere sürer." (Tirmizî. Diyât 8)

İnsanların nazarında dünya büyük ve önemli bir varlık olmasına rağmen, bir mümini öldürmenin anlatılmayacak derecede tehlikeli ve korkunç bir âfet olduğu belirtilmektedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Kim bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir kimseyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir." (Mâide: 32)

Burada insan hayatının ne kadar değerli olduğu gözler önüne serilmektedir.

Haksız yere bir başkasının hayatını alan veya ölümüne sebep olan kimse, yalnızca bir kişiye zulmetmekle kalmamış, aynı zamanda insan hayatının ulvîliğini ayaklar altına almış, bu hususta başkalarına da cesaret vermiş, Allah-u Teâlâ'nın gazabını haketmiş olur.

Haksız yere kasten bir kimseyi öldürmek en büyük suç ve günahlardandır. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa, ahirette ise cezaya uğrar.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Kıyamet gününde insanlar arasında ilk görülecek dâvâ, kanlarla ilgili olacaktır." (Buhârî, Diyât, 1)

Bu Hadis-i şerif haksız olarak bir insanın hayatına son vermenin en büyük günahların başında geldiğini gösterir.

İslâm hukukuna göre kasten adam öldürmenin cezası kısastır.

Allah-u Teâlâ zulmü kaldırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak için kısas Âyet-i kerime'lerini indirmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! Öldürenler hakkında size kısas farz kılındı." (Bakara: 178)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Mümin haram olan kanı akıtmadıkça, dininin geniş alanında kalır." buyuruyorlar. (Buhârî)

Bir mümin büyük günahlar işlese de; tevbe eder, kul haklarını öderse, Allah-u Teâlâ'nın affına uğrayabilir ve dininin geniş alanında kalır. Fakat kendisine mümin kardeşinin kanı bulaşan kimse, aff-ı ilâhiden ümitsiz olarak yaşadığından, dini de hayatı da onu sıkar. Huzur içinde yaşayamaz.

Öldürülen insanın velisi, kısas yoluyla katilin öldürülmesini istese bile, bu ceza dünyadaki cezasıdır. Ölenle öldürülen arasındaki diğer hükümler ahirete kalmıştır.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde şer'î bir hak olmadan öldürmenin hükmünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin." (İsrâ: 33)

İnsanın en önemli vazifelerinden birisi de hayat gibi bir nimetin idamesine çalışmaktır. Yaşama hakkı mukaddes olduğundan, İslâm dini bu hakkın muhafazası hususunda her türlü tedbiri almıştır.

"Bir kimse zulmen öldürülürse, biz onun velisine bir hak tanımışızdır." (İsrâ: 33)

Onun vârisi için kat'le kısas uygulama veya ondan diyet alma ya da onu affetme yetkisi vermiştir.

"Ancak bu veli de kısasta ileri gitmesin." (İsrâ: 33)

İlâhî mahkemede îlây-ı kelimetullah için öldüren kurtulacak, fakat gayr-i meşru bir maksatla öldüren, öldürdüğü kimsenin de günahını yüklenerek hesap yerinden ayrılacaktır.

Abdullah bin Mes'ud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

"Kıyamet günü bir adam bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve 'Ey Rabb'im! Bu beni öldürdü!' der.

Aziz ve Celil olan Allah da 'Onu niye öldürdün?' diye sorar. Adam 'İzzet senin için olsun diye öldürdüm!' der. Allah-u Teâlâ 'İzzet benim içindir!' buyurur.

Bir başka adam da bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve 'Ey Rabb'im! Bu beni öldürdü!' der.

Aziz ve Celil olan Allah da 'Onu niye öldürdün?' diye sorar. Adam 'İzzet falancanın olsun diye öldürdüm!' der. Allah-u Teâlâ 'İzzet falancanın değildir!' buyurur ve o adam öbürünün günahıyla döner." (Nesâi. Tahrim 2)

İnsan öldürmenin haram olduğunu belirten daha pek çok Hadis-i şerif mevcuttur.

Büreyde -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Müminin öldürülmesi Allah katında, bütün dünyanın yok olup gitmesinden daha büyüktür." (Nesâi: Tahrim 1)

Berâ bin Âzib -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

"Şüphesiz ki dünyanın yok olup gitmesi, Allah katında haksız yere bir mümini öldürmekten daha hafiftir." (İbn-i Mâce: 2619)

İnsanın Allah katındaki derecesi çok yüksektir. Allah'ı inkârdan sonra en büyük günah cana kıymaktır.

Başkasının canına kıymak haram olduğu gibi, insanın kendi canına kıyması da haramdır.

Hayat insan için ne kadar sıkıntılı ve çekilmez hâle gelirse gelsin, intihar etmek için meşru sebep teşkil etmez. Can Hazret-i Allah'ın bir emânetidir. Onu alma hakkı yalnızca Hazret-i Allah'a aittir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:

"Kendi kendinizi katletmeyin!" (Nisa: 29)

 

İslâm'da Kan Davası Yoktur:

Değil suçsuz bir insanı suçsuz olarak öldürmek, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ hutbesi'nde bütün kan dâvâlarını kaldırdığını beyan buyurdu. İlk olarak kaldırdığı kan dâvâsı da kendi yakını idi:

"Ey insanlar!

Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz Mekke nasıl mukaddes bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, namus ve şerefiniz de öylece mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur."

"Ashab'ım!

Yarın Rabb'inize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız."

"Ashab'ım!

Câhiliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı Abdülmuttalib'in torunu Rebia'nın kan dâvâsıdır."

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz 1400 yıl önce kan davasını kaldırmış iken bugün "Kan davası" adı altında yaşanan adam öldürmeler cehaletin, İslâm'dan uzaklaşmanın neticesi değil de nedir? Cehalet o seviyeye gelmiş ki, hiçbir suç işlememiş nice insanlar katilin akrabası diye öldürülüyor. Gönüllerdeki iman nuru, huzuru kalkmış, yerini kin, nefret gibi nefsanî, şeytanî sıfatlar doldurmuş.

 

Yaratan'a İsyan Yolunda Yaratığa İtaat Edilmez:

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde inananlara bir vasiyet olarak şöyle buyuruyor:

"Resul'üm! De ki: 'Geliniz, size Rabb'inizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, sizin de onların da rızkını biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. İşte bu anlatılanları düşünüp anlayasınız diye Allah size vasiyet etmiştir.'" (En'âm: 151)

Hayy ve Kayyum, ezelî ve ebedî hayat ile bakî olan Allah-u Teâlâ'nin haram kıldığı şeyleri vasiyet olarak beyan buyurmasında şüphesiz birçok hikmetler var.

İnsan nefsinin ve şeytanın emrettiği kötülükleri terketmekle; Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine riayetle mükelleftir. Hakk'ın hükmü esastır. Mahlûkun değil.

Zira Cenâb-ı Fahr-i Kâinât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Yaratana isyan yolunda yaratığa itaat edilmez." buyurmuşlardır. (Ahmed bin Hanbel)

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler." (Zuhruf: 37)

Ve dolayısıyla hiçbir söze ve hiçbir hakikate de yanaşmazlar.

Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. Hakikati aramadıkları için zandan kurtulamazlar.

Bu halde, cana kasteden mesul olduğu gibi onu teşvik ve sevk eden iki kat mesuldür.

 

Suç, Sadece Yapana Değil, Söz ve Fiili İle Ortak Olana da Şâmildir:

Günah ve suç, yalnız öldürene değildir, söz veya fiil ile ortak olana da şâmildir. O da bu ortaklığı derecesinde Allah-u Teâlâ'nın gazabına uğrar. Hatta öldürme esnasında orada bulunan da mesul olur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Zulümle birisinin öldürüldüğü yerde sizden kimse durmasın. Çünkü bulunup da müdafaa etmeyene ve bu zulme mâni olmayana lânet yağar." (Ebu Dâvud)

 

İlk Kan Döken; Adem Aleyhisselâm'ın Oğlu Kâbil İdi:

Âdem Aleyhisselâm'la Havvâ Vâlidemiz'den pek çok erkek ve kadınlar türedi. Yeryüzünde insanlar çoğaldı. Havvâ Vâlidemiz her doğum yaptığında biri erkek biri kız olmak üzere ikiz doğuruyordu.

İlk batında Kâbil ile kızkardeşi, ikinci batında Hâbil ile kızkardeşi doğmuştu. Allah-u Teâlâ birinci batında doğan erkekle ikinci batında doğan kızı, ikinci batında doğan erkekle birinci batında doğan kızı evlendirmesini Âdem Aleyhisselâm'a emir buyurdu. İlk zamanlarda kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Bununla beraber aynı anda doğan kız ve erkek kardeşler birbiriyle evlenemez, neslin çoğalma zaruretinden dolayı, bir önce veya sonra doğanlarla evlenebilirlerdi. Zamanla insanlar çoğalınca bu ruhsat ortadan kaldırıldı.

Aradan yıllar geçti. Kâbil ile Hâbil iyice büyüdüler, artık evlilik çağları da gelmiş bulunuyordu. Her ikisi de birer kızkardeşle dünyaya geldikleri için, bu durumda birbirlerinin ikizi olan kızlarla evlenmeleri gerekiyordu.

Şu kadar var ki Kâbil, kendi ikizi, evlenmesi gereken kıza nispetle daha güzel olduğu için, onunla evlenmeyi gözüne koydu. Âdem Aleyhisselâm'ın şeriatına uymak istemedi. Oysa bu kızla ancak Hâbil evlenebilirdi. Mesele kıskançlık ve hasede dönüştü. Âdem Aleyhisselâm araya girmişse bile Kâbil'i râzı edemedi. İşin halli için Allah-u Teâlâ'ya birer kurban takdim etmelerini emretti. Kurbanı kabul edilenin haklı, kabul edilmeyenin haksız olduğu belli olmuş olacaktı. Allah-u Teâlâ Hâbil'in kurbanını kabul buyurdu. Bunun üzerine fazlasıyla üzülen Kâbil, kıskançlık duygusuyla kardeşi Hâbil'i öldürdü.

Âdem Aleyhisselâm'ın iki oğlu arasında ilk adam öldürme, kardeş kanı dökme hadisesi meydana geldi. Âdem Aleyhisselâm, ilk evlât acısı duyan peygamberdir.

Allah-u Teâlâ'nın hükmüne muhalefette bulunanlara bir uyarı olmak üzere bu hususta Kur'an-ı kerim'de şöyle buyurulmaktadır:

"Resul'üm! Onlara Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat." (Mâide: 27)

Bu kıssa ile onlara öğüt ver. Çünkü bu gerçek bir kıssadır. İbret alsınlar, hasedin ve çekememezliğin neler getirdiğini öğrensinler.

"Hani ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de, birisininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti." (Mâide: 27)

Çünkü Kâbil Allah-u Teâlâ'nın hükmüne râzı olmamış, kurbanında iyi niyetli davranmamış, sahip olduğu malın en kötüsünü sunmuştu. Kurbanının kabul olunmamasına çok öfkelendi. Kin ve öfkesini içinde gizliyordu. Kardeşini ölümle tehdit etti ve dedi ki:

"Andolsun seni öldüreceğim!" (Mâide: 27)

Hâbil: "Niçin?" diye sordu. "Çünkü senin kurbanın kabul edildi, benimki kabul edilmedi." cevabını verdi.

Hâbil dedi ki:

"Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder." (Mâide: 27)

Sen ise takvâ sahibi değilsin. Sen nefsinin arzusuna kapılmışsın. Bu benim yüzümden olan bir şey değildir.

"Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam." (Mâide: 28)

Senin yaptığın kötü fiili işleyerek, yapılan hatada aynı duruma düşmek istemem.

"Çünkü ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarım." (Mâide: 28)

Bunun için de böyle bir zulüme cüret edemem.

"Dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın." (Mâide: 29)

Ben ise böyle bir günaha girerek cehennemlik olmamı istemem.

"Zâlimlerin cezası işte budur." (Mâide: 29)

Muhsin olanların yeri ise cennettir.

"Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu." (Mâide: 30)

Hem dinini kaybetti, hem de dünyasını.

Kâbil, kardeşinin kanlı cesedi başında donup kalmıştı. Hâbil yeryüzünde ilk ölen kimse olduğu için cesedine ne yapacağını bilemiyordu. O sırada birbiriyle döğüşen iki karga gördü. Biri diğerini öldürdü. Sonra gagası ve ayakları ile hemen bir çukur kazdı. Öldürdüğü kargayı açtığı çukura iterek üzerini toprakla örttü.

Kâbil yaptığı işin üzüntüsü ve pişmanlığı içinde kardeşini toprağa gömdü.

Allah-u Teâlâ bu hâli Âyet-i kerime'sinde şöyle haber veriyor:

"Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. 'Yazıklar olsun bana, şu karga gibi bile olmaktan âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü örtemedim.' dedi.

Bu sebeple ettiğine pişmanlık duyanlardan oldu." (Mâide: 31)

Bu pişmanlık, işlediği günahtan dolayı Allah'tan korktuğu için değil, cesedi ne yapacağına şaşırdığı içindi.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kâbil'in yaptığı bu zulmün büyüklüğünü bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle beyan buyurmuşlardır:

"Herhangi bir kimse zulmen öldürülürse, onun kanından bir hisse Âdem'in ilk oğlu Kâbil'e ayrılır. Çünkü o, adam öldürme çığırını ilk açandır." (Buhârî, Enbiyâ 1 - Müslim: 1677)

Bu Hadis-i şerif İslâm kâidelerinden biridir. Bir kimse bir kötülük icâd ederse, o kötülüğü işleyen her insanın kazandığı günahın bir misli tâ kıyamete kadar onu icâd edene verilir.

 

Hazret-i Allah'ın Haram Kıldığı Canı Öldürmenin Ahiretteki Cezası:

Allah-u Teâlâ "Haksız yere adam öldürenler"in cezaya uğrayacağını ferman buyuruyor:

"Onlar ki, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Bunları yapan cezaya uğrar." (Furkân: 68)

Bu büyük günahları işleyenlerin azabı kat kattır:

"Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır." (Furkân: 69)

Cehennem azabı şüphesiz çok feci bir âkıbettir.

İmanları ve iyi amelleri ile sevap kazanıp mükâfatı hak edenlere cennetin yolu açıldığı gibi, inkârları ve yaptıkları kötülüklerle günaha girip ceza görecek olanlara da cehennemin kapıları açılacaktır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Suçluları suya götürür gibi cehenneme süreriz." buyuruyor. (Meryem: 86)

Ateşin önlerinde yanmakta olduğunu ve içine muhakkak düşeceklerini gördüklerinde, artık kaçıp kurtulacakları bir yer bulunmaz.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Günahkârlar ateşi görürler, içine düşeceklerini iyice anlarlar, fakat ondan savuşacak bir yer bulamazlar." (Kehf: 53)

Çünkü ateş onları her taraftan kuşatmıştır. O günde cehennemi görmedik kimse kalmaz.

"Cehennem, yalnız azgınları bekleyen yerdir. Dönecekleri yer orasıdır." (Nebe: 21-22)

"Yaptıkları şeyler başlarına gelirken zâlimlerin korkudan titrediklerini görürsün!" (Şûrâ: 22)

Cehennem; dünya hayatında ömrünü inkârlarla, isyanlarla, günahlar ve sapıklıklarla geçirenler için hazırlanmış korkunç bir azap yeridir.

Kur'an-ı kerim'in yetmiş kadar Âyet-i kerime'sinde cehennem kelimesine yer verilmekte; kâfirlerin, münafıkların, zâlimlerin, Hakk ve hakikata boyun eğmeyenlerin çeşitli şekillerde azap görecekleri yer olarak tasvir edilmektedir.

Âyet-i kerime'lerde:

"Cehennem alevlendiği zaman!" (Tekvir: 12)

"Onların varacağı yer cehennemdir." buyurulmaktadır. (İsrâ: 97)

"O gün cehenneme 'Doldun mu?' deriz. O da 'Daha yok mu?' der." (Kâf: 30)

"Andolsun ki cehennemi insanlar ve cinlerle tamamen dolduracağım." buyurmuştur. (Hûd: 119)

"Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin." (Duhân: 49)

"Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir." (Duhan: 50)

"Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.

Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.

O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır." (Kehf: 29)

"Girin oraya! İster dayanın ister dayanmayın, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınıza göre ceza göreceksiniz." (Tûr: 16)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Yaktığınız bu ateş var ya, cehennem ateşinin yetmiş parçasından bir parçadır." (Buhârî)

Cehennem ateşi dünya ateşinden yetmiş misli daha yoğundur. Bu kızgın ve koyu ateş hiçbir ışığı göstermez. Cehennemin en üst tabakasında azap çekenler bile dünyadaki ateş gibi ateş bulsalar, çektikleri ıstıraptan kurtulmak için bu ateşe gönüllü olarak katlanırlar, rahatlamak için oraya hücum ederlerdi.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

"Cehennem ateşi bin yıl yakıldı, öyle ki kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı, öyle ki beyazlaştı. Sonra bin yıl daha yakıldı, şimdi o siyah ve karanlıktır." (Tirmizî)

Bu Hadis-i şerif'ten anlaşılıyor ki cehennem halen mevcuttur, bulunduğu yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir. Kibritin içine ateşi gizleyen Allah-u Teâlâ nelere kâdir değildir?

Cehennemlikler her bakımdan hor ve hakir kılınırlar. Gömlekleri var katrandan, yüzlerinde perde var ateşten.

Âyet-i kerime'de:

"Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş kaplar." buyuruluyor. (İbrahim: 50)

Bilindiği gibi katran simsiyah, çirkin ve pis kokulu bir maddedir, çok çabuk tutuşur. Ciltleri katrana bulanır ki, vücutlarını yakacak olan ateş çabuk tutuşsun. Ayrıca derileri kararıp pis koksun.

Orada her şeyin vasfı değiştiğine göre, o günkü katran da bu bildiğimiz katrandan mukayese bile edilemeyecek derecede farklı olacaktır.

"Bu, Allah'ın herkese kendi kazandığının karşılığını vermesi içindir." (İbrahim: 51)

Ateş onları elbisenin bedeni sarışı gibi saracak, orada onlara cüsselerine göre üzerlerinde alev alev yanacak elbiseler giydirilecektir.

Cehennem sakinlerini, azabın hararetinden ciğerleri yandıkça; kendilerine kaynar suyun yanında, kan ve irin içirilir. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tatmazlar." (Nebe: 24)

Gönüllerini ferahlatacak, içlerini serinletecek bir şey bulamayacakları gibi, beslenecekleri rahat bir içecek de bulamayacaklar.

"Yalnız kaynar su ve irin içerler." (Nebe: 25)

 

En Hafif Azap:

Numan bin Beşir -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Cehennemliklerin en hafif ceza göreninin ateşten iki nalın ile iki nalın bağı vardır. Bunlardan onun beyni tencere kaynar gibi kaynar. Hiç kimseyi kendisinden daha çok azaba uğramış göremez. Halbuki kendisi cehennemliklerin en hafif azap olanıdır." (Müslim: 213)

 

Tevbe Kapısı:

"Ancak tevbe edip iman eden ve sâlih amel işleyenler başka. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.

Kim tevbe edip sâlih amel işlerse, şüphesiz ki o tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner." (Furkân: 70-71)

Şimdi İslâm hukukunun bu husustaki diğer hükümlerini arzedeceğiz:

 

Kısas:

Kasten öldürmenin cezası Sünnet-i seniyye'de de belirlenmiştir.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Kim mümin bir kimseyi (kasten) öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur." (Ebu Dâvud: 4539)

Kısasın meşruluğu Kur'an-ı kerim, Sünnet-i seniyye, İcmâ ve akıl ile sabittir.

Allah-u Teâlâ zulmü kaldırmak ve insanlar arasında eşitliği sağlamak için kısas Âyet-i kerime'lerini indirmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler! Öldürenler hakkında size kısas farz kılındı." (Bakara: 178)

Bu hitap mümin idarecilere yapılmaktadır. Allah-u Teâlâ devlet başkanına ve onun adına iş gören ve onun makamında bulunan herkese kısas cezasını uygulamayı farz kılmıştır.

Kısas, katil ile maktul arasında eşitliği sağlamak için, katilin de öldürülmesidir. Çünkü ilâhi ahkâma göre katilin maktul karşısında hiçbir imtiyazı yoktur. Her ikisi arasındaki eşitlik, katilin maktule karşı işlediği öldürme fiilinin, aynı şekilde katile de uygulanmasını gerektirir.

"Hüre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadın (öldürülür)." (Bakara: 178)

Öldürülecek olanlar, cinayeti bizzat işleyenlerdir. Her öldürülen kimsenin karşılığında, kendi katili aynı şekilde öldürülür. Öldürülen kim olursa olsun, onun katili veya katilleri, o öldürülenden daha fazla yaşama hakkına sahip değildirler.

Diğer bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür." (Şûrâ: 40)

Allah-u Teâlâ eşitliğin ve adaletin esası olan kısası müslümanlara farz kıldıktan sonra, sonsuz rahmetinin tabii bir neticesi olarak affa işaret etmiştir. Öldürülen kimsenin yakınları tarafından katil affedilirse, buna da uyulmasının gerektiğini bildirmiştir:

"Bununla beraber (katil) bir kimse kendi lehine (öldürülenin) kardeşi tarafından affedilirse, bundan sonra iyiye uymak ve (öldürülenin velisine) güzelce diyet ödemek gerekir." (Bakara: 178)

Kısastan vazgeçilip katil affolunduğu takdirde, gerek af ve gerek diyet tespiti, mârufa uygun olarak yapılır. Vârislerin katili affetmeleri, onları hiçbir surette katile zulmetme hakkını kazandırmaz.

"Bu (uygulama) Rabb'inizden size bir kolaylık ve rahmettir." (Bakara: 178)

Diyetin meşru kılınmasında katil için kolaylık ve hafiflik, maktulün vârisleri için de fayda vardır.

Önceleri Tevrat'ta da yalnız kısas meşru kılınmıştı. Fakat kısasta kul hakkından başka bir de Allah hakkı bulunduğu cihetle Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm'ın ümmetine kısası yazarken, bir hafifletme ve rahmet olarak af ve diyeti de meşru kılmıştır. Bu affı da hak sahibi olan maktulün vârisinin eline vermiştir.

Kısas karşılığında diyet almayı kabul etmek, bir kişinin ölümünden çok hafif olduğu gibi, katilin de hayatını bağışlayarak korumak demektir.

"Buna rağmen her kim ki bundan sonra haddi aşarsa, onun için elem verici bir azap vardır." (Bakara: 178)

Bu azap dünyada, öldürdüğü kimsenin yerine kısas olma cezasıdır. Ahirette ise cehennem ateşidir.

Bu ilâhi emir ile katilden başka kimseleri de öldürmek, suçluyu işkence ile öldürmek, cesedini tahrip etmek, diyet aldıktan sonra katili öldürmek... yasaklanmıştır.

Kısasın meşru oluşuna dair Sünnet-i seniyye'de de birçok deliller vardır.

Ebu Şüreyh el-Huzâî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Yakının öldürülmesi veya bir uzvunun kesilmesi musibeti başına gelen (mirasçı durumundaki) kimse şu üç şeyden birini seçmekte serbesttir. Eğer dördüncü bir şey isterse mâni olunuz.

Katili öldürmesi,

Veya onu affetmesi,

Ya da diyet almasıdır.

Kim ki bunlardan birini yaptıktan sonra diğer bir şeye dönüş yaparsa, o kimseye içinde ebedî olarak kalacağı, ibkâ edileceği cehennem ateşi vardır." (İbn-i Mâce: 2623)

Kişinin kendi kendine intikam almaya cüret etmesi yasaklanmıştır.

 

Kısastaki Hikmetler:

Allah-u Teâlâ kısasın hikmetini beyan etmek üzere Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Kısasta sizin için hayat vardır." (Bakara: 179)

Hem Allah'ın hakkı, hem de kulun hakkı olan bu masum yaşama hakkına saldırmak demek, kişinin kendisini de yaşama hakkından mahrum etmek demektir.

Yaşama hakkına saldırı, halkın yaşamasına saldırıdır. Bu ise saldırıdan korunmuş bulunduğu için, bunun ilk eserinin saldırganın kendisinde ortaya çıkması lâzım gelir. Bu bakımdan adam öldürmenin hakkıyla verilecek asıl hükmü, kısas yoluyla katilin kendisini öldürmektir. Çünkü öldüren öldürülmeyi hak etmiştir. Tarafsız olarak ve kararlı bir şekilde düşünüldüğü zaman, adam öldürmenin bundan başka hükmü ve cezası olmaması gerekir.

Kısastaki yok etme, hayatı kaldıran bir vahşeti yok etmektir. Bu ise hayat hakkının yaşaması demektir. Bunun içindir ki dünyada adalet ve eşitliğe kısastan daha büyük bir misal gösterilemez. Yaşama hakkını yok eden bir câninin yaşama hakkı olmadığını kendi gözleriyle görmesi ne büyük bir ibret ve adalet manzarasıdır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Merhamet etmeyene merhamet edilmez." buyurmuşlardır. (Müslim: 2318)

Katillere, cânilere gösterilecek merhamet, işlemiş oldukları suçlara ve kötülüklerin yayılmasına yardım etmektir. Kötülükleri önlemek için caydırıcı cezalar konulması, adaletin tesis edilip korunmasına yöneliktir.

Kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasta hayat bulunması, kısasın insanların birbirlerini öldürmelerine engel olması dolayısıyladır. Çünkü adam öldürmek isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse, akıl gereği olarak öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi hem de karşısındaki hayatta kalır.

Bu şekilde öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka bununla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan insanların hayatlarını da güven altına almış olur. Zira bir cinayet hadisesi, katil ile maktulün yakınları arasında düşmanlığa ve kan dâvâlarına sebep olabilir. Kısas ise zulme uğrayan tarafın intikam hislerini söndüren bir ceza çeşididir. Katil kısasla cezalandırıldığı takdirde araya girecek düşmanlıklar derhal sona erer.

Kısasla öldürmenin tavsiye edilmesi, zâlimce öldürmeleri önlemek içindir.

"Kısasta sizin için hayat vardır." Âyet-i kerime'si, Kur'an-ı kerim'de belâgatın en yüksek üslubuyla beyan edilmiş, iki zıt kelime olan "Ölüm" ve "Hayat" kendi zıddı olan diğer bir kelimenin yerine geçerek onun mânâsını ifade etmiştir. Birbirine zıt olan iki şeyden birinin varlığı, diğerinin yokluğunu gerektirir. Kısas, hayatı ortadan kaldırdığı için ona zıttır. Bu Âyet-i kerime'de ise kısasın hayatı koruduğuna işaret edilmiştir.

Allah-u Teâlâ kısasın hikmetini beyan ettikten sonra, hitabını umumi olmasına rağmen akıl sahiplerine tahsis etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Ey akıl sahipleri! Belki böylece Allah'tan korkarsınız." (Bakara: 179)

Çünkü kısasla ilgili hükmün sırrını ve hikmetini, insanlık âlemine getirdiği sayısız faydaları anlayabilecek olanlar onlardır.

 

Meşru Savunma (Nefsi Müdafaa):

Bir kişi bir başkasının canına, malına veya ırzına saldırıda bulunacak olsa, yahut haksız yere malına veya canına kastetmek üzere saldırsa, yahut ırzına tecavüz için bir kadına hücum etse, saldırıya uğrayanın ve başkasının bu saldırıyı defedebilmek için gerektiği kadarıyla karşılık vermek hakkı vardır.

Meşru savunmanın delili Allah-u Teâlâ'nın şu buyruğudur:

"Size saldırana, onun size saldırdığı gibi siz de saldırın. Allah'tan korkun ve biliniz ki Allah muttakilerle beraberdir." (Bakara: 194)

Burada takvânın emredilmesi "Benzeriyle saldırıyı defetmek" düsturuna bağlı kalmanın veya daha hafif olanı yapmak suretiyle tedricen savunmayı esas almanın zorunlu olduğunun delilidir.

Sünnet-i seniyye'den delili ise Hadis-i şerif'lerdir.

Muhârik -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek "Yâ Resulellah! Bir adam gelip malımı almaya kalkarsa ne yapayım?" diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm "Ona Allah'ı hatırlat!" buyurdu. Adam "Hatırlamazsa?" dedi. Resulullah Aleyhisselâm "Etrafındaki müslümanlardan yardım iste." buyurdu. Adam "Etrafımda hiç müslüman yoksa?" diye sordu. Resulullah Aleyhisselâm "Öyleyse sultandan yardım iste." buyurdu. Adam yine "Sultan benden uzaksa!" dediğinde şöyle buyurdu:

"Bir âhiret şehidi oluncaya veya malını koruyuncaya kadar malın için mücadele et." (Nesâî. Tahrim 21)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir kimse gelerek "Yâ Resulellah! Birisi gelip benim malımı almaya kalkarsa, ne buyurursun?" diye sordu. "Ona malını verme!" buyurdu. "Şayet benimle mukatele ederse?" diye sordu. "Sen de onunla mukatele et!" buyurdu. O kimse yine "Ya beni öldürürse!" diye sordu. "O halde şehit gidersin!" buyurdu. "Ya ben onu öldürürsem!" diye sorduğunda ise "O cehennemde olur." buyurdu. (Müslim: 140)

Başkasını savunmanın câiz oluşuna gelince; bunun temeli ise can olsun, mal olsun saldırılması haram kılınmış şeyleri mutlak olarak müdafaa etmenin gereğidir. Eğer bu hususta yardımlaşma olmayacak olursa, insanların malları da canları da boşu boşuna telef olup gider. Başkaları da böyledir.

Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Zâlim olsun, mazlum olsun müslüman kardeşlerinize yardım ediniz." buyurdukları zaman Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm- "Yâ Resulellah! Mazluma yardım edelim güzel de, ya zâlime nasıl yardım edeceğiz?" diye sordular. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle devam ettiler:

"Zâlimin iki elinin üstünü tutarsınız, kötülük yapmasına meydan bırakmazsınız." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1088)

Kendisini savunan kimse, mümkün olması halinde en hafif olanından başlar. Eğer saldırıda bulunan kişiyi sözle, insanların yardımını istemek suretiyle defetme imkânı varsa, döverek müdafaaya girişmek haramdır. Eğer elle vurmak suretiyle savunma imkânı varsa kamçı kullanması haram olur. Kamçı ile savmak mümkün ise, sopa kullanması haram olur. Bir organını kesmek suretiyle bu saldırıyâ mâni olmak mümkün ise öldürmek haram olur.

Şayet müdafaa ancak saldırıda bulunanı öldürmekle mümkün olabiliyorsa, savunmada olan kişi öldürme hakkına sahiptir. Çünkü bu savunmanın zaruretleri arasında yer almaktadır. Saldıran silâh çekecek olursa, savunan kişinin onu öldürmesi mubah olur. Çünkü ancak onu öldürmek suretiyle kendisini savunabilir. Zira başkalarının yardımını isteyecek olursa, yardım gelmeden önce saldırgan onu öldürebilir.

 

Nefsi Savunmanın Hükmü:

Canına yahut organlarının herhangi birine kasten hücum edilen bir kimsenin kendini savunması icabeder.

İnsanın şiddetli açlığından, bulduğunu yemek suretiyle kendini koruması vâcip olduğu gibi nefsini savunması da vâciptir.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buyuruyor. (Bakara: 195)

Saldırıya uğrayan kişinin saldırganı öldürdüğü takdirde gerek medenî ve gerekse cezâî herhangi bir sorumluluğu yoktur. Ne diyet gerekir ne de kısas.

Bizâtihi saldırı fiili, saldırganın kanını helâl kılmaz, ancak yapılan saldırıyı önlemeyi vâcip veya câiz kılar. Yapılan saldırının önlenmesinin istenmesi, saldırganın kanının helâl olmasının sebebidir.

 

Irzı Savunmanın Hükmü:

Bir fâsık, bir kadına saldırdığı takdirde, imkânı olması hâlinde kadının kendini savunması icabeder. Çünkü kadının böyle birisine imkân vermesi haramdır. Kendisini savunmayı terketmesi ise, saldırgana imkân vermektir. Böyle bir zorlamaya girişen birisini öldürme hakkı da vardır. Eğer öldürmekten başka bir yolla bertaraf etmesi mümkün olmazsa kanı heder olur.

Aynı şekilde bir erkeğin, bir kadına saldırmaya çalışan bir kimseyi gördüğü takdirde saldırganı defetmesi icabeder. Savunması mümkün olursa ve kendisine gelecek bir zarardan korkmuyorsa, öldürecek dahi olsa o saldırganı defetmelidir. Çünkü ırzlar Allah-u Teâlâ'nın yeryüzündeki haramlarıdır. Kişinin bizzat kendi ırzı ile, başkasının ırzı olması arasında bir fark yoktur.

Savunma yapan kişi hiçbir bakımdan sorumlu tutulmaz. Üzerine kısas da yoktur, diyet de yoktur.

 

Ceza ve Tazminat; Diyet:

Hem ceza, hem de tazminat mânâsı taşıyan diyet, İslâm hukukunun ana konularından birini teşkil eder.

Diyet Kur'an-ı kerim'de ve Hadis-i şerif'lerde mevcuttur ve hükme bağlanmıştır.

Bir Âyet-i kerime'de "Kısas"ın farz kılındığı bildirildikten sonra şöyle buyurulmaktadır:

"Bununla beraber (kâtil) bir kimse kendi lehine (öldürülenin) kardeşi tarafından affedilirse, bundan sonra iyiye uymak ve (öldürülenin velisine) güzelce diyet ödemek gerekir." (Bakara: 178)

Bir öldürme hadisesinde can karşılığı olarak verilen bedele; veya kesilen, yarılan, kırılan, koparılan organlar karşılığında bu işi yapan kimseye veya baba tarafından akrabaları üzerine yüklenen belirli miktardaki tazminata "Diyet" denilmektedir.

Öldürülenin velisi olan kardeşi tarafından kâtilin cinayeti bağışlanırsa, veliler birden fazla bile olsalar, hüküm onu affeden velinin hükmüne uygun olur ve kısas düşer. Bu hak öldürülenin yakınlarına tanınmıştır. Bunlar ölünün yokluğu ile zaafa düşen ve onun desteğinden mahrum kalan mirasçılardır. Kim birini öldürürse, mirasçılar kâtilin öldürülmesini isteyebilirler. Zira akrabalık duygusu ve yararlılık onları buna sevkeder. Fakat kısasa hükmedecek olan hâkimin, kâtilin öldürülmesine hükmetmemesi, öldürülen kimsenin yakınlarında intikam duygusunun belirmesine, iki taraf arasında daha büyük kavganın çıkmasına ve daha çok kan dökülmesine yol açar.

Fakat bağışlama onlar tarafından gelirse, fitneden emin olunur. Bu durumda hâkim, kâtile ölüm cezası vermekte diretmez. Kısastan vazgeçilip kâtil affolunduğu takdirde, gerek af ve gerekse diyet tespiti, mârûfa uygun olarak yapılır. Varislerin kâtili affetmeleri, onları hiçbir surette kâtile zulmetme hakkını kazandırmaz.

"Bu (uygulama) Rabb'inizden size bir kolaylık ve rahmettir." (Bakara: 178)

Diyetin meşru kılınmasında kâtil için kolaylık ve hafiflik, maktulün vârisleri için de fayda vardır. İslâm, öldürme fiilinin cezasında "Adalet"le "Rahmet"i bir araya getirmiştir.

Kısas karşılığında diyet almayı kabul etmek, bir kişinin ölümünden çok hafif olduğu gibi, kâtilin de hayatını bağışlayarak korumak demektir.

"Buna rağmen her kim ki bundan sonra haddi aşarsa, onun için elem verici bir azap vardır." (Bakara: 178)

Eğer öldürülenin akrabaları bağışlayıp 'Diyet"e râzı olduktan sonra, yine kâtili öldürmeye veya intikam almaya kalkışacak olurlarsa haddi aşmış olurlar.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde bir müminin hiçbir şekilde mümin kardeşini öldürme hakkı olmadığını haber vermektedir:

"Yanlışlıkla olması dışında bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz." (Nisâ: 92)

İman buna engel olur. Fakat hatadan tamamen sakınmak insanın gücü dahilinde olmadığı için, hata ile bir mümini öldürme durumu müminin de başına gelebilir. Meselâ bir düşmana veya ava atarken kaza olarak bir mümine rastgelirse, bu cinayet bir hatadır. Bu özellikle savaş sırasında pek muhtemeldir.

Her nerede olursa olsun, hükmü de şöyledir:

"Bir mümini yanlışlıkla öldüren kimsenin, bir mümin köleyi azad etmesi ve öldürülenin âilesine teslim edilecek bir diyet ödemesi gerekir." (Nisâ: 92)

Köle azad etmek Allah-u Teâlâ'nın hakkı olarak bir kefâret, "Diyet" de kul hakkı olarak bir zarar ödemesidir. Bir müminin öldürülmesinde bu şekilde iki hak bulunur. Hayat her şeyden önce Allah-u Teâlâ'nın hakkıdır, hürriyet de bir çeşit hayattır, bu da O'nun hakkıdır. Bir müminin hayatının söndürülmesine karşılık, diğer bir mümine hürriyet bağışlayarak yeni bir hayat kazandırmak; hata ile cinayet işleyen müminin günahını örtmeye vesile olacak en güzel ve en uygun bir kefarettir. Öldürme kasıtlı olsaydı, bu günah kefaret ile örtülemezdi.

Kâtil her ne kadar bir köle azad etmişse de, bununla ancak Allah'ın hakkını ödemiş olmakta, fakat âilenin zararı karşılanmış olmamaktadır. Yanlışlıkla da olsa bu hayat hakkını ondan almış olduğundan; buna karşılık yalnız bir tazminat olmak üzere, öldürülen kimsenin vârislerine bir diyet ödemesi de bir kul hakkıdır. Hata ederek öldüren kimse de bu durumda yardıma lâyıktır. Bunun için baba tarafından akrabası varsa diyete katılması gerekir. Vârislerin bunu affetmeleri de bir yardımlaşmadır.

"Ancak ölünün âilesinin o diyeti bağışlaması müstesnâ. (Nisâ: 92)

Mirasçılar kâtili bağışlar da diyeti düşürürlerse bunu ödemek gerekmez.

"Öldürülen mümin, düşmanınız olan bir topluluktan ise, mümin bir köle azad etmek gerekir." (Nisâ: 92)

Eğer yanlışlıkla öldürülen mümin, kâfir bir topluluktan ise ve müslümanlarla savaş halinde iseler, bu durumda öldürene sadece kefaret gerekir. O topluluğun diyetten müslümanların aleyhine faydalanmamaları için diyet ödemez. Küfür memleketi, korunma yurdu olmadığından, bir mümin orada oturmayı seçmiş olmakla kendi kanını boş yere heder etmiştir.

"Şayet sizin ile kendileri arasında andlaşma bulunan bir topluluktan ise, âilesine verilecek bir diyet ve mümin bir köle azad etmek gerekir." (Nisâ: 92)

Yanlışlıkla öldürülen kimse mümin olsun olmasın, zimmîler gibi müslümanlarla aralarında andlaşma bulunan kâfir bir topluluktan ise; arada andlaşma olduğu için öldürene, İslâm memleketinde yanlışlıkla öldürülen herhangi bir müminde olduğu gibi hem diyet hem de kefaret gerekecektir.

"Bunları bulamayan kimsenin, Allah tarafından tevbesinin kabulü için iki ay arka arkaya oruç tutması gerekir. Allah her şeyi bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Nisâ: 92)

İşte hata yoluyla öldürenin edeceği tevbe budur. Eğer azad edecek köle bulamayacak olursa, peşpeşe iki ay oruç tutacaktır. Bu ise Allah-u Teâlâ tarafından verilen bir ruhsat ve kolaylığa dönüştür.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde öldürülenin diyeti yüz deve olarak, veya altın, gümüş, koyun, sığır, elbise gibi mallardan belirli bir miktar şeklinde takdir etmiştir. Ayrıca, yaralanma ve sakat kalma ile sonuçlanan müessir fiillerin ve organların diyetleri ile ilgili belli ölçüler getirmiş ve uygulamıştır.

Kasten adam öldürmede aslî ceza "Kısas"tır. Diyet ancak hak sahibinin kısastan vazgeçmesi veya kısasın herhangi bir sebeple mümkün olmaması durumunda devreye giren ikinci derecedeki bir cezadır. Diyet kısasın bedelidir. Kasta benzer (şibh-i amd) ve hataen öldürmelerde ise diyet aslî ve ilk cezadır. Hata hükmünde olan cinayetler de bu gruba girer.

Kısas isteme hakkı ölünün vârislerine âittir. Bunlar kısas yerine diyet isterlerse veya kısasın şartları bulunmazsa, yahut da suç, öldürme ve yaralama kastı ile işlenmemiş olursa kısas yerine diyet ödenir.

Diyet miktarı Resulullah Aleyhisselâm'dan rivayet edilen Hadis-i şerif'lerde Hulefâ-i Râşidî'nin söz ve uygulamalarında teferruatlı olarak geçer.

Bazı Hadis-i şerif'lerde diyet miktarı bin dinar altın, on iki bin dirhem gümüş, hatta iki yüz sığır, iki bin koyun, iki yüz elbise olarak geçer.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- deve fiyatlarının yükselmesi sebebiyle diğer miktarları zikretmiş; her bölge halkının kendi bölgesinde yaygın olandan, meselâ Mısır ve Suriyeliler'in "Altın"dan, Iraklılar'ın "Gümüş"ten diyet vermesini belirtmiştir. Mal kalemlerini sınıf sınıf ayırmıştır ki, diyeti ödemek kolay olsun.

Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Artık (taraflar) iyiye uymalı." buyurmaktadır. (Bakara: 178)

Hakkaniyete uymak, karşı tarafı zora sokmaya mânidir.

Abdullah bin Amr bin Âs -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- köylülerin ödeyeceği (yüz deve) diyet için dört yüz dinar (altın) veya buna denk gümüş kıymet takdir ederdi. Deve sahiplerinin ödeyeceği bu diyet için de kıymet takdir ederdi.

Develer pahalanınca (deve sahiplerinin ödeyeceği) diyetin bedelini de artırırdı ve develerin fiyatı düşünce diyetin bedelini de eksiltirdi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- deve sahiplerinin bu çeşit diyetin kıymetini zamanın râyiç durumuna göre ayarlardı. Böylece bu çeşit diyetin kıymeti Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in hayatta olduğu dönemde dört yüz dinar (altın) ile sekiz yüz dinar (altın) arasındaki meblağlara veya bunun (sekiz yüz dinarın) gümüşten dengi olan sekiz bin dirheme ulaştı.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sığır sürüsü sahipleri tarafından diyeti sığırdan ödenecek maktulün diyetinin iki yüz sığır olduğuna ve koyun sürüsü sahipleri tarafından diyeti koyundan ödenecek maktulün diyetinin iki bin koyun olduğuna hükmetti." (İbn-i Mâce: 2630)

Müctehidler diyette "Deve", "Altın" ve "Gümüş" kalemlerinin üçünün de birbirine eşit şekilde ana ölçü olduğunu, borcu olan kimsenin bu kalemlerden hangisini öderse borcunu edâ etmiş sayılacağını ifade etmişlerdir. Mağdurun vârisleri diyet borçlusunun üç kalem maldan ödemeyi tercih ettiği kalemi reddetme yetkisine sahip değillerdir. Çünkü bu üç ölçüden biri diyet borcunu ödemede ana esastır ve diyet borcunu ödenmesinde yeterlidir.

Bedeller zamandan zamana asırdan asıra değişebilir. Kıymette bir fazlalık olması zamana uygundur. Paranın alım gücünün düşmesi, ödemenin düşmesini gerektirmez.

Diyette asıl; ödenmesi çok ağır olan, güçlükle ödenebilen, ödemesi için muazzam sıkıntı ve zahmetlere katlanılan büyük bir mal olması ve böylece caydırıcılığın sağlanmasıdır. Zira bu kadar çok malı ödemek zorunda kalması, kâtil için çok büyük bir musibet olacak, sonunu göre göre cinayet işlemeye kalkışmayacaktır.

 

Kul Hakkı İle Cennete Girilmez:

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Kul hakkı müstesna olduğu halde İslâm dini, küfür zamanındaki günahı yok eder." (Ahmed bin Hanbel)

Demek ki kul hakkı ancak hakkı ödemek veya helâlleşmek suretiyle ödeniyor.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ashâb'ına "Müflis kimdir, bilir misiniz?" diye sordu.

"Bize göre müflis, parası olmayan ve malı bulunmayan kimsedir." dediler.

Bunun üzerine şöyle buyurdu:

"Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki; kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla Allah'ın huzuruna gelir. Fakat kimine sövmüş, kimine iftira etmiş, kiminin malını almış, kiminin kanını dökmüş, kimini de dövmüş...

İyilik ve sevaplarından bu hak sahiplerine dağıtılır. Üzerinde olan haklar ödenmeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları o kimseye yükletilir. Sonra cehenneme atılır." (Müslim: 2581)

Bu Hadis-i şerif çok incedir.

Kul hakkı bu derece mühimdir. İmâni bir meseledir, âhirete taalluk eder.

Çok adaletli olan Allah-u Teâlâ kullarına asla zulmetmez. Mütecaviz olandan hakkını alır, hak sahibine verir.

Onun için küçük veya büyük ne olursa olsun haklar ödenmeden cennete girilmez.

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Kıyamet gününde hakları mutlaka sahiplerine vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacaktır." (Müslim: 2582)

Çünkü Hazret-i Allah adil-i mutlak'tır.

Kul hakkı, hak sahibinin râzı olması dışında düşmez. Tevbe ile düşmez. Kul hakkıyla, emanetle, borçla, haksızlık yaparak, hıyanet ederek cennete girilmez. Ta ki kul hakları ödeninceye kadar. Bu yüzden tekâmüliyete de engeldir. Kul hakkıyla Hacc olmaz, ibadet olmaz. Emanet, kul hakkıdır. Beşerî münasebetlerde emanet olan her şey kul hakkına girer. Ana-baba, karı-koca, evlât birbirlerine emanettir. Kardeş, komşu, arkadaşlık emanettir. Mal-mülk, para, söz, iffet, namus, şeref birer emanettir. Kul hakkıdır. Cennetin kapısından kul hakkı ile gelenleri almazlar. O yüzden kul hakkından korkun! Ona göre yaşayın. Borçlu olmayın, borçlu ölmeyin! Kul hakkından temizlenmeden gitmeyin.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu konudaki hassasiyetine bakın!

Hastalığının ikinci günüydü. Bir tarafında Fazl bin Abbas -radiyallahu anh-, diğer tarafta Hazret-i Ali -radiyallahu anh- oldukları halde Resulullah Aleyhisselâm mescide çıktı. Minbere oturup hamd ve senâdan sonra sözüne şöyle başladı:

"Ey insanlar! Her kimin arkasına bir kamçı vurmuş isem, işte arkam, gelsin vursun! Her kimin bende alacağı varsa, işte malım, gelsin alsın! Burada mahçup olmak, ahirette mahçup olmaktan daha hayırlıdır. Benim yanımda en sevimliniz bende olan hakkını isteyen veya helâl edenlerdir. Benden hak alınmalı ki, ben de Rabb'ime temiz bir ruhla kavuşabileyim." buyurdu.

Hutbesini bitirdikten sonra öğle namazı kılındı. Yine minbere çıkıp aynı sözünü tekrarladı. O zaman bir müslüman çıkıp "Üç dirhem alacağı olduğunu" söyleyince borç hemen ödendi.

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helâlleşsin. O gün altının, malın değeri olmaz. O gün hak ödeninceye kadar kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa hak sahibinin günahları ona yüklenir." (Buhârî)

Gerçekten Allah-u Teâlâ insanları inceden inceye suale tâbi tutacak ve zerreden hesaba çekecek.

"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun mükâfatını görür.

Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun cezasını görür." (Zilzâl: 7-8)

O yüzden kul hakkından korkun! Ona göre yaşayın.

Hadis-i şerif'lerde şöyle buyuruluyor:

"Gerçek müslüman şu bir kimsedir ki, müslümanlar onun dilinden ve elinden emîn olsun." (Buhârî)

"Bir kimse kendi nefsi için arzu ettiği ecir ve sevâbı din kardeşi için de arzu etmedikçe mümin-i kâmil olamaz." (Buhârî)

İmanın özü bu Hadis-i şerif'te gizlidir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

"En hayırlı müslüman kimdir?" suâline;

"Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir." buyurdular. (Nesâî, Dârimî)

Yalan söylemez, sözünden dönmez, emanete hıyanetlik etmez.

Yoksa münafık olur.

Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Yalan yere yemin ederek bir müslümanın hakkını gasp eden kimseye, Allah cehennemi vâcip, cenneti de haram kılar." buyurmuştu.

Ashâb-ı kiram'dan bir kişi:

"Eğer o hak önemsiz bir şey ise yine böyle midir yâ Resulellah?" diye sordu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Misvak ağacından bir dal parçası olsa bile böyledir." buyurdu. (Müslim - İbn-i Mâce)

Gıybet etmez, dedikodu yapmaz, ara bozmaz, lâf götürüp getirmez. Birlik ve uhuvvet için çalışır, kötülüğü iyilikle savar.

Her işte kul hakkına riayet eder, Allah'tan korkar, dâima doğruluk, dürüstlüğü kendine şiar edinmiştir.

İnsan her şartta bu hükümlere uygun hareket ederse dünyasını, ahiretini mamur eder. Mühim olan kendi aleyhine bile olsa dosdoğru olmasıdır. Gerek içinde kalbinin salimliği ile, gerek dışında beşerî münasebetler ile dürüst olmak esastır.

 

Şeytan ve Nefis İnsanı Dinden İmandan Uzaklaştırıyor:

İnsanın bir yaratılış gayesi vardır. Oysa şeytan insanı bu gayesinden uzaklaştırmak, nefsinin heva ve heveslerinin kölesi yapmak ister.

Çünkü şeytanın vazifesi, niyeti ve gayesi budur:

"Andolsun ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım." (Hicr: 39)

Nefsin arzuları ve ihtiyaçlarına meşru daireler içinde izin verilmiştir. Bu gibi arzu ve ihtiyaçlar karşılanırken bunların insanın esas yaratılış gayesini unutmasının önüne geçmesine izin verilmemiştir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsi'de buyurur ki:

"Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor." (Taberânî)

Bu başkasından murad; şeytandır, nefistir...

İnsana en büyük düşmanlığı yapacak olan nefis ve şeytandır.

Gaye rızâdır. Hazret-i Allah rızâya uygun işlerden râzı olur, rızâya uygun olmayan işlerden râzı olmaz. İnsanoğlu bunun farkına varamaz. Sebebi? Nefis ve şeytan bu işleri yapar.

Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan, şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:

"Ey Âdemoğulları! Ben size 'Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur!' diye emretmedim mi?" (Yâsin: 60-61)

Bu bir emr-i ilâhidir.

Kendisini şeytana teslim eden kişi, ona ibadet ediyor demektir.

Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Zâni, zinâ ederken mümin olarak zinâ etmez. Hırsız, çalarken mümin olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş, mümin olarak içmez." (Müslim: 57)

Şeytan, cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.

Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.

"Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır." (Yâsin: 62)

Bu yüzden de başlarına ne türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.

Bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyuruyor:

"Şeytan şüphesiz ki sizin amansız bir düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun. O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır." (Fâtır: 6)

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın bu ilâhi emrine uyarak bizim de şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmamız, bizi aldatmak istediği hususlarda yalanlamamız, muhalefet etmemiz gerekiyor.

Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:

"Şeytanın adımlarına uymayın." buyuruluyor. (Bakara: 208)

Çünkü şeytan Allah-u Teâlâ'nın müminlere ihsan ettiği iman sermayesini çalmak ve sapıklığa düşürmek için olanca gücü ile çalışır, âdeta ordusu ile hücum eder.

İlk olarak itikadı bozmaya çalışır. Çünkü insan amelde kusur edebilir, fakat itikadı sarsılıp imanı zedelenirse artık ondan hayır gelmez. Bu bakımdan Allah-u Teâlâ'ya çok sığınmak ve iman kalesini şeytana karşı muhkem tutmak, kendisine ve fitnelerine karşı daima uyanık bulunmak lâzımdır.

Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesinde bulunanların kalplerine şeytan nüfuz edemez. İhlâsla Mevlâ'sına bağlı kaldıkça, Allah-u Teâlâ onun zarar vermesine müsaade etmez.

Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Şeytanın inananlar ve Rabb'lerine güvenenler üzerine bir nüfuzu yoktur." (Nahl: 99)

Onun için Cenâb-ı Hakk müminleri çok ciddi bir şekilde tembihliyor:

"Dünya hayatı sakın sizi aldatmasın, aldatıcı şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi yoldan çıkarmasın." (Lokman: 33)

Münafıklara gelince;

"(Münafıkların durumu) şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana: "İnkâr et!" der. İnkâr edince de: "Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarım." der." (Haşr: 16)

Nefis sünepelik yapıp, insanı daima arzusuna doğru yuvarlamak ister. Fakat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir kulunu bağlılığı nispetinde tasarrufuna alır. O tasarruf sayesinde, nefsin arzularına meyletmez. Yoksa kul kendi hâline kalırsa, nefis yapacağını yapar. Şeytan da böyledir. Bir kul ihlâsla Allah'ına bağlı kaldıkça, Hazret-i Allah onun zarar vermesine müsaade etmez. Aynı kul nefsin sünepeliği sebebi ile Hazret-i Allah'tan boşaldığı nispette şeytana ruhsat verir. O ona yapacağını yapar. Az boşalmışsa az, çok boşalmışsa çok ruhsat verir. Hiç boşalmamışsa hiç vermez. Yani verilen ruhsat hata nispetindedir.

Nefsin meşru olmayan arzularına uymayı dinimiz haram kılmıştır. Nefis daima kötülüğe meyillidir.

Âyet-i kerime'de:

"Rabb'imin merhameti olmadıkça, nefis olanca şiddetiyle kötülüğü emreder." buyuruluyor. (Yusuf: 53)

Hadis-i şerif'te ise şöyle buyuruluyor:

"Vallâhi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 661)

İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine "Cihad-ı ekber" denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.

Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." buyurmuşlardır. (Beyhakî)

En büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde:

"Hakiki mücahid, nefs-i emmâresi ile savaşan kimsedir." buyurmuşlardır. (Tirmizî)

Vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye bağlı kılınmıştır.

Bir Âyet-i kerime'de:

"Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur. Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır." buyuruluyor. (Şems: 9-10)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyor:

"Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin hoşlanmadıkları ile örtülüdür." (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 2035)

Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan kurtulamaz.

Âyet-i kerime'de:

"Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?" buyuruluyor. (Furkân: 43)

İnsanlar nefislerinin hevâ heveslerine tabî olunca nizam ve intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Allah altmış yaşına kadar ömür verdiği halde, (yaratanı ve yaşatanı tanımayan) kimsenin mazeretini kaldırmıştır." (Buhârî. Tecrîd-i sârîh: 2020)

Hakk'a uymayıp, Hakk'ı kendi arzu ve heveslerine uydurmaya kalkışanlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurur:

"Eğer hak onların heveslerine uysaydı, gökler ve yer ile bunlarda bulunanlar bozulur giderdi." (Müminun: 71)

Nefsin arzu ve heveslerine uymayanlar hakkında da Kur'an-ı kerim'de müjdeler vardır:

"Rabb'inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi olacaktır." (Nâziat: 40-41)

 

"Bütün Kötülükler de Kendi Nefsindendir." (Nisâ: 79)

Cenâb-ı Hakk, Âyet-i kerime'sinde, Âdem Aleyhisselâm'ın oğlu Kabil'in diğer oğlu Habil'i öldürmesini nefis ile yaptığını bize haber veriyor:

"Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu." (Mâide: 30)

Hem dinini kaybetti, hem de dünyasını.

Kabil'i, Habil'i öldürmeye sürükleyen nefsi olmuştur.

Yusuf Aleyhisselâm'ı kuyuya atan kardeşlerinin, babalarına "Onu kurt yemiş!" demeleri üzerine Yakup Aleyhisselâm onlara şöyle cevap vermişti:

"Hayır! Nefisleriniz sizi aldatmış, böyle bir işe sürüklemiş." (Yusuf: 18)

Onu kurt yemedi. Bunları yaptıran nefisleri idi.

Allah-u Teâlâ, Musa Aleyhisselâm'ın kavminden ayrılıp Tur dağı'nda uzlete çekildiği vakit buzağıya tapan İsrailoğulları'nın nefislerine zulmettiklerini Âyet-i kerime'lerinde haber veriyor:

"Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz onun ardından buzağıyı ilâh edinmiştiniz. Böylece kendinize zulmettiniz." (Bakara: 51)

"Musa kavmine: 'Ey kavmim! Buzağıya tapmakla nefsinize zulmetmiş oldunuz. Hemen yaratanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürünüz. Bu, yaratıcınızın katında sizin için daha hayırlıdır.' demişti.

Allah da tevbenizi kabul etmişti. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir." (Bakara: 54)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ümmetini nefislerine uymalarından sakındırmış:

"Vallâhi ben, vefatımdan sonra Allah'a şirk koşmanızdan korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum." buyurmuşlardır. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 661)

Çünkü Cenâb-ı Hakk:

"Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân etmiştir." buyuruyor.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri'nin sonsuz ikram ve ihsanları karşısında bulunuyoruz. Bu sonsuz ihsanlar karşısında, bu ihsanlarla bu iyiliklerle kötülükler yapıyoruz.

 

Çok Zulmettik:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. Bu yüzden azgınlıklarının cezasını çekecekler." (Meryem: 59)

Bir bu ilâhî hükme bakın, bir de bu icraatlara bakın. Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor.

Yaratan Hazret-i Allah onu bir damla nutfeden, bir damla meniden yarattığı halde, hılkiyetine bakmıyor.

"İnsan bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir." (Yâsin: 77)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ'ya hasım kesilerek, hükmünü bozmaya ve değiştirmeye kalkıyor.

"Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir." (Ahzâb: 72)

Hadis-i şerif'te:

"Sizin en fenanız ahlâkı kötü olanınızdır." buyuruluyor.

Daha önce de işaret etmiştik ki, dünya kurulalıdan beri böyle bir devir gelmiş değil. Helâk olan eski kavimler, sefahat içinde iken belâlara âfetlere uğramışlardı. Onların kabahatinden dolayı başlarına felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor, her kötülüğün anası bu devirde mevcut.

Bir Âyet-i kerime'de ise şöyle buyuruluyor:

"Yoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" (Ankebût: 4)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Allah bir kavme (bir topluluğa) azap indirince, bu azab onların hepsine dokunur. Sonra kıyamet gününde herkes kendi ameline göre haşrolunur. (Sâlihler mükâfatını görür, fâsıklar azap olunur)" (Buhârî. Tecrîd-i Sarih: 2119)

Âhir zamanda bütün bu ahlâksızlıklar yapılıyor, artık suç sayılmıyor ve hatta televizyondan, internetten, medyadan teşvik bile ediliyor.

Şehveti azdıran her şey yapılıyor. Fıtrata uygun mu, değil mi bakılmıyor.

Ve fakat zinâ, fuhuş ve benzeri gayr-i meşru hayâsızlıkların yaygınlaştığı bir memleketin başına herhangi bir felâket ve musibetin geleceğini Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif'lerinde haber vermişlerdir.

Allah-u Teâlâ Hûd Sûre-i şerif'inin 82. ve 83. Âyet-i kerime'lerinde Lût kavminin helâk olma durumunu haber verirken nihayetinde şöyle buyuruyor:

"Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir." (Hûd: 83)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm'a: "Zâlimlerden murad kimdir?" diye sorduğu zaman:

"Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir!" buyurdu.

Allah-u Teâlâ felâket taşlarının eninde sonunda bütün zâlimlere erişeceğini haber vermekle; günahlarında ısrar eden, zulümlerinin ardı arkasını kesmeyen bütün müşrikleri ilâhî azap ile korkutmakta ve uyarmaktadır.

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Bu ümmetten bir grup olacak ki, yemek, içmek, oynamakla geceleyip maymun ve domuz olarak sabahlayacaklar. Allah'a yemin ederim ki onlara yer sarsıntıları ve gökten yağan taşlar isabet edecektir. Öyle ki halk sabahlayınca "Bu gece falan topluluk yere gömülmüştür, falan topluluğun evleri bu gece yere batmıştır." diyecekler. Allah'a yemin ederim ki, içki içtikleri, ipekli giydikleri, kadın oynattıkları, faiz yedikleri, akraba ziyaretini kestikleri ve başka yaptıklarından, Lût kavmine, o kavmin çeşitli kabilelerine ve evlerine taş yağdığı gibi, onların üzerine de gökten taş yağacaktır. Allah'a yemin ederim, aynı şeylerden dolayı Ad kavminin muhtelif kabile ve evlerini tahrip eden akim rüzgâr onlara da musallat kılınacaktır." (Ahmed bin Hanbel)

 

Allah Hâinleri Sevmez:

Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde müminlere tembihte bulunuyor, ikâz ederek şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Allah'a ve peygambere hâinlik etmeyin." (Enfâl: 27)

Allah'a ve Resul'üne itaat ve teslimiyeti bırakmayın, istikametinizi bozmayın, hidayet yoluna muhalif olacak iş ve icraatlardan uzak durun.

Allah yolundan saptığınız anda her şey biter! Bu ihanetinizin en büyük zararı kendinize dokunur, en büyük ihaneti kendinize yapmış olursunuz. Dünyanız da ahiretiniz de mahvolur gider.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Şüphesiz ki Allah hâinlik yapanları sevmez." (Enfâl: 58)

"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Allah, hâin ve nankör hiç kimseyi sevmez." (Hacc: 38)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:

"Ey Allah'ım! Ayrılık yapmaktan, münafıklıktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım." (Ebu Dâvud)

Yine diğer bir duâları şöyledir:

"Ey Allah'ım! Açlıktan sana sığınırım, çünkü o pek fena yatak arkadaşıdır. Hiyanetten de sana sığınırım, çünkü o ne kötü huydur." (Ebu Dâvud)

Resulullah Aleyhisselâm ki böyle duâ buyurmuşlar, böylece sığınmışlar. O zaman bizim nasıl sığınmamız, nasıl korkmamız, nasıl hareket etmemiz lâzım?

Allah'ım cümlemizi muhafaza buyursun inşallah-u Teâlâ.

 

Bütün Fitnelerden Kurtuluş Çaresi; Hazret-i Kur'an'dır:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Haberiniz olsun ki, ileride (Karanlık gece kıtaları gibi) birtakım fitneler zuhur edecektir."

"Yâ Resulellah! O fitnelerden kaçıp, kurtuluş çaresi nedir?" denildi.

"Allah-u Teâlâ'nın kitabı Kur'an'dır. Onda sizden öncekilerin ve sizden sonrakilerin haberleri vardır. Aranızdaki meseleleri halleden hükümlerle doludur. O, hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu cebbarlıkla, zorbalıkla terkeden kimsenin Allah boynunu kırar. Hidayeti ondan başkasında arayan kimseyi dalâlete düşürür. O, Allah'ın en sağlam ve kopmaz ipidir. O, hikmetli bir zikir, Allah'a giden dosdoğru bir yoldur. O, nefsin kötü arzularını uyarır. Sapık ve maksatlı kişiler onu bozamaz. Onu okuyan diller zorluk çekmez. Alimler ona doyamaz. Fazla tekrardan dolayı okunuşundaki haz kaybolmaz. Akılları hayrette bırakan incelik ve meziyetleri bitmez tükenmez. O, öyle hikmetle dolu bir kitaptır ki, cinlerden bir zümre onu dinledikleri zaman:

'Gerçekten biz, hayranlık veren çok hoş bir Kur'an dinledik. O, Hakk'a ve doğru yola götürüyor. Bundan dolayı biz de ona inandık, iman ettik.' demişlerdir. (Cin: 1-2)

Ona dayanarak konuşan kişi doğru söylemiştir. Onunla amel eden er-geç mükâfatlandırılır. Onunla hükmeden, hükmünde adalet eder. İnsanları ona davet eden, doğruya ve doğru yola dâvet etmiş olur." (Tirmizi)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in bu Hadis-i şerif'lerinde;

"İleride birtakım fitneler zuhur edecek. O fitnelerden kaçıp kurtulmanın çaresi Hazret-i Allah'ın kitabı Kur'an'dır." buyuruyor. Kur'an'a sarılmamızı, onunla amel etmemizi emir buyuruyor.

Hududullah'a ve Sünnet-i Resulullah'a uymayıp nefis ve şeytanın yoluna girilirse bu ilâhi emanete hıyanet olur.

İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet etmesiyle kaimdir. Ruhun esareti, nefsin hürriyetidir. Nefis esir alınmadıkça ruh hürriyete kavuşmaz. Nefsin istek ve arzularını öldürmedikçe ruhu diriltmek mümkün değildir. Nefsin işgali altındaki ruh ya hastadır ya da ölü mesabesindedir. Yani canlı cenazedir.

Nefsini yükseltmek isteyen, imanını alçaltır. Nihayetinde de imanını kaybeder. İman, küfrü kabul etmez.

Allah'ım iyiler zümresine ilhak eylesin, bizi bize bırakmasın, lütuf ve rızâsından ayırmasın.

Çünkü bizi bize bırakırsa nefis hakim olur, o tahakküm eder, işler ona göre yürür. O ise rızâya mucip değildir. Onun için insanın hakikaten düşmanı vardır. Nefis, şeytan, şeytanlaşmış insan. Onun için Allah'ımızın dostluğu hepsinden yüksektir. Bir insan hakikaten Allah-u Teâlâ'ya kalben bağlanırsa ona O yeter.

Tek çare Hazret-i Kur'an'ı ve Sünnet-i seniyye'yi hayatımızın her safhasında tatbik etmektir.


  Önceki Sonraki  

Diğer Yazıları
TÜM YAZILAR