Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ - Terbiye - Asalet - Edep (5) - Ömer Öngüt
Terbiye - Asalet - Edep (5)
TASAVVUF'UN ASLI HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Dizi Yazı - Tasavvuf
1 Eylül 2024

 

TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ

Terbiye - Asalet - Edep (5)

 

Takvâyı da hayâ muhafaza eder.

Bir Hadis-i şerif'te buyuruluyor ki:

"Hayâ ile iman mütelâzımdır, birbirinden ayrılmaz. Yani biri gidince öteki de kalmaz." (Câmiu's-Sağîr)

Bir başka Hadis-i şerif'te de:

"Hayânın azlığı küfür alâmetidir." buyururlar. (Münâvî)

Demek ki biz hayâdan yoksun olmakla küfre kaydığımızı da bilmiyoruz. Çünkü hayâ ile iman yekdiğerinden ayrılmıyor, biri giderse öteki de kalmıyor. Bunu bilemediğimizden, imanımızı da tehlikeye düşürüyoruz. O halde bu cehâlete düşmemek ve bunların hakikatini bilebilmek için ilme de ihtiyaç var.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Her şeyin bir yolu vardır, cennetin yolu ise ilimdir." buyuruyor. (Câmiu's-Sağîr)

İlim olmasaydı, hayâyı gidermekle imanı da giderdiğimizi bilemezdik. İlim takvâyı da hayâyı da bize bildiriyor ve onun usulüyle hakikate varmış oluyoruz. Şu halde biz ilimle hakikati çözeceğiz, zanla değil. Zanla amel eden dalâlettedir. Bizde ilim olmazsa, bir mukallide rastlarsak, gayet güzel sözlerle bizi aldatır ve Hakk'tan uzaklaştırır.

Bir mürebbiye vâsıl oluncaya kadar çok serbest hareket ediyorduk. Herkesle ünsiyet ediyorduk. Tevhid tohumu kalbe düşünce, evvelce hoşlandığı şeylerden kişi artık kaçınmaya başlıyor. Haram ve helâl olan şeyleri tefrik ediyor, şüpheli şeylerden uzaklaşıyor. Bütün iyiliklerin Hazret-i Allah'a, bütün kötülüklerin de kendi nefsine ait olduğunu, âciz ve günahkâr olduğunu itiraf ediyor. Hakikat budur, fakat varlığımızı ifnâ etmedikçe bizde bu hakikat husule gelmez. Birden bire hemencecik ele gelen şeyler değildir. Bütün varlıkların O'nun ve O'ndan olduğunu gözümüzle görünceye kadar ifnâ olmamız lâzımdır. Bu da terakkiyâtla kaimdir. İlerledikçe nefis mânevi haddelerden süzülür, tortuları ayrılır. Haddelerden geçtikçe varlığı yavaş yavaş erimeye başlar. Nihayet süzüle süzüle öyle ince bir noktaya gelir ki, bütün varlığının O'nun olduğunu itirafa mecbur kalır. Bütün varlıkları bir bir elinden alındığı için, artık kendisinin hiçbir şeye sahip olmadığını anlamış ve gözü ile de görmüş olur.

Kişi yürüyorum zanneder, hâlbuki mânevi bir kuvvetle yürütüldüğünü bilmez. Eğer o mânevi mürebbi yürütmeseydi, o yolu ne bilmesine ne de geçmesine imkân yoktu.

Bunu daha güzel anlayabilmeniz için başımızdan geçen bir hâli arz edelim:

Tarikât-ı âliye'ye alındığımız günlerde idi. Bizi almışlar ve icabeden yere kadar çıkarmışlar. Çıkarken görüyorduk da, her çıkışta kendimizin çıktığını zannediyorduk. Bir noktaya kadar çıktıktan sonra "Yürü!" dediler, olduğumuz yere düştük. Yürüdüğümüzü zannederken, düşünce yürütüldüğümüzü gördük. Düşmeseydik hakikaten kendimizden bilecektik. Fakat o güzel yeri görünce, düşmeyi istemedik. "Madem ki istemedin, öyle ise yürü de çık." dediler, yine kendileri yürüttüler.

O bir-iki adımın mânevi kuvveti insana bir varlık veriyor. O da "İşte ben yürüyorum, yürüdüğümü gözümle de görüyorum." diye hemen benimseyiveriyor. O yürüyüşün ona âit olmadığını kendisine bildirmek için o anda bırakıyorlar. İnsan tekrar düşüyor. Mütemadiyen ilerledikçe bu hâl hiç zâil olmuyor. O kadar tekerrür ediyor ki, artık ister istemez yürütüldüğünü itiraf ediyor...