20 Eylül 1207 tarihinde, Afganistan'da yer alan Belh şehrinde dünyaya gelen Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri, eşine ender rastlanan mümtaz ve müstesnâ şahsiyetlerden birisidir. En meşhur eseri "Mesnevî" olup; aşk ve vecd üzere söylemiş olduğu Farsça beyitlerini ihtivâ etmektedir.
Mesnevî'nin yazılmasında çok sevdiği hulefâsından Hüsameddin Çelebi'nin çok büyük emeği olmuştur. On beş yıllık beraberliklerinin en güzel yadigârı olan Mesnevî, altı cilt olup Farsça beyitler halindedir.
Sabah akşam her yerde Sünuhat gelip coştuğunda o söyler, Hüsameddin Çelebi de yazardı. Bu işe aşk ile öylesine girmişlerdi ki, bazı geceler sabahladıkları olurdu. Yazdıklarını yüksek sesle vecd içinde Hazret'e tekrar okur, tetkik ederlerdi.
"Fîhi mâ Fih", "Mevâizu Mecâlis-Seb'a" ve "Mektûbât" gibi söz ve sohbetlerini konu alan eserlerinin yanında "Divân-ı Kebir" adını taşıyan bir şiir kitabı daha vardır ki; üslûp, ifade ve heyecan bakımından "Mesnevî"den hiç farkı yoktur.
Hayatının büyük bir kısmını Konya'da geçiren ve gizli gönül erlerinden Şems-i Tebrizî -kuddise sırruh- Hazretleri ile aylarca başbaşa kalıp sohbet eden Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri, 1273 yılında vefat ederek aynı yere defnedilmiştir.
•
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in geleceğini haber verdiği, velâyette onunla aynı mertebede bulunan zâtı ve ordusu olan "Bayraklılar"ı tarif etmekte; bütün ehl-i İslâm'ı onlara tâbi olup iman etmeye dâvet etmektedir:
"Açtılar kenz-i füyûzu olunuz hil'at-pûş,
Mustafa geldi yine cümleniz imân ediniz." (A. Avni Konuk, Fusûsu'l-Hikem Şerhi, c. 1, s. 215'den naklen)
(Feyizlerin kaynağını açtılar, süslü elbiselerinizi örtünüz. Mustafa yine geldi, hepiniz iman ediniz.)
"Yine geldi" beyanları ile ikinci bin seneyi işaret ediyorlar.
Demek ki "Mustafa"yı yine gönderdi... Gönderen kim? O... O evvel geldi, o sonra geldi. Ona lûtfetmiş, ona da lûtfetmiş. Onu evvel göndermiş, bu lûtuflarla göndermiş; onu ise sonra göndermiş, yine bu lûtuflarla göndermiş. O da "Hâtem", o da "Hâtem"... Küllî'sini ona lütfetmiş, amma ayrıca ona da lûtfetmiş; o da O'nun dilediği kimseye rahmet oldu. O gelmedi amma, onun vekîli O'nunla geldi. Başkası için bu söz söylenmemiştir. İşte bu bir "intikâl" sırrıdır, her şeyiyle "o" geldi!..
"Hâtem"lik akar su gibidir. Oraya da akar, oraya da akar, aynı su, hiç fark yok. Şu kadar var ki Hâtem-i nebi menbadır.
Bunu Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri ne güzel ifşâ ediyor:
"Mustafa yine geldi." buyuruyor.
Menba o, aynı su olduğu için, o değil amma o geldi, o vazife ile geldi, o feyizle geldi. Mustafa yine geldi, onun feyzi ile, onun rahmeti, onun merhameti ile geldi. Onun asaleten vekaletini taşıdığı için ona ne verdiyse aynısını ona da verdi. O su ile beraber hepsini ona akıttı.
O kanal başkasına gitmemiştir. Bir oraya koymuş, bir oraya koymuş. Merkez orası, oraya akıyor. Orası da hâtem, orası da hâtem. Hâtem'den Hâtem'e aynı su akıyor. Oraya nasıl tecellî etmişse, aynı tecelliyât orada da hâkim. Hep vergi. Kişide hiçbir şey yok. Boru borudur, itibar akan suyadır.
"Mustafa yine geldi." O gelmedi amma, ona verdiğini vekiline de verdi, onun gelmesi ile beraber hepsi geldi. Ona verdiğini aynen ona da vermiş. O vazifesini bitirmiş, onun vazifesini o yapıyor. O orada duruyor, onun vazifesini o yapıyor.
Her şeyin önderliği kendisine âit olan Sebeb-i Mevcûdât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir yükünü atmış oluyor. Yâni "Şimdiye kadar ben taşıdım, bundan sonra sen taşı!" mânâsına geliyor. Bunların hepsi Allah-u Teâlâ'nın hükmüdür, İlâhî birer lütuftur. Yapılan her şey Allah-u Teâlâ'nın hükmüyle ve izniyle husule geliyor. O hükmetmedikçe hiçbir şey olmaz, hüküm O'na âittir.
Mevlânâ kuddise sırruh- Hazretleri'nin; "Mustafa yine geldi!.." buyurması doğrudan doğruya bir kerâmettir. Nereden biliyordu bu ilmin bu şekilde dünyaya yayılacağını? O, Allah-u Teâlâ'nın bildirmesiyle bunu söyledi.
Diğer velilerin bu husustaki sözleri de birer kerâmettir. Meselâ Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de Allah-u Teâlâ'nın onun irşadını yayacağını bin küsür sene öncesinden haber vermişti. Bu da doğrudan doğruya bir kerâmettir. Nereden biliyordu Allah-u Teâlâ'nın onun irşâdını yayacağını? Demek ki Allah-u Teâlâ onlara bunu duyurmuştu. Bu apâşikâr bir kerâmettir! Nitekim bugün bu ilim bütün dünyaya sirâyet etti. Bunu Allah'tan başka kim yapabilir? Bütün bunların hepsi O'nun dilemesi ve göndermesi ile olur. O kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O'nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira yaratmak da, emretmek de Allah'a mahsustur, O bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Biz rahmetimizi kime dilersek ona isâbet ettiririz!" (Yûsuf: 56)
Onun bağı Allah-u Teâlâ iledir. Başka velilerin olmadığı için, Allah-u Teâlâ'nın ona verdiğini ondan alıyorlar. Ona verdim, ondan alın.
O evvel geldi, o sonra geldi. Ona lütfetmiş, ona da lütfetmiş. Onu evvel göndermiş, bu lütuflarla göndermiş; onu sonra göndermiş, bu lütuflarla göndermiş.
Küllîsini ona lütfetmiş, amma ona da ayrıca lütfetmiş. O da dilediği kimseye rahmet oldu.
Cenâb-ı Hakk ayırmış. Birisi küllî diğeri cüz'i. Küllî ruhu ona lütfettiği gibi, ona da cüz'isini ihsan etmiş. O cüz'iden de dilediği ruhları halketmiş. Çünkü o Ebul-ervah'tır, bütün ruhların babası, bütün mevcûdatın hülâsası ve sebebi, velâyetlerin kuşatıcısıdır. Onun velâyetinden üstün velâyet zaten olamaz. Lâkin onun velâyetine mazhar olduğu için, onda husule gelecek hârikulâde haller var. Onu da kendisi yaratmış, dilediğinin ruhunu ondan yaratmış, dilediğine ondan hidayet vermiş.