"Biz "İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİ'NE DÂVET" ederiz. Gelenlerin gönüllerine Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetini ve emirlerini koymaya, her türlü bölücülükten arındırmakla yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünde -sallallahu aleyhi ve sellem- birleştirmeye, aralarında gerçek bir kardeşliğin tesisine gayret ederiz. Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Müslümanların birbirine yaklaşmaları, birleşmeleri, aralarında bir dayanışma husule gelmesi en büyük arzumuzdur. Hakk Celle ve Alâ Hazretlerimiz'den niyaz ederim ki fakirin bu arzularını basiret sahibi din kardeşlerimin ibret kulaklarına ulaştırsın, feyiz ve bereketini de ihsan buyursun.
Muhakkak iç ve dış din ve vatan düşmanlarına karşı yekvücud olmamız lâzım. Âyet-i kerime'lerde:
"Mü'minler kardeştirler." (Hucurât: 10), "İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız. Kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." buyuruluyor. (Mâide: 2)"
"Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun. Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffarın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
Evliyaullah Hazeratı'nın ahir zamanda zuhur edeceğini haber verdikleri, Allah dostu, çok büyük bir mutasavvıf olan Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri Hicri 16 Recep 1431 (28 Haziran 2010) tarihinde bu fani alemden ebedî ahiret yurduna irtihal etmişler; bizlere eserlerini, irşad ve nasihatlerini, iman ve İslâm yolundaki cihad ve mücadelesini miras olarak bırakmışlardır.
Bu öyle büyük bir miras, öyle büyük bir cihad, öyle büyük bir irşad ki; kendisinden sonraki zamana, günümüzde yaşanan ve önümüzdeki yıllarda yaşanacak fitne ve fesatlara, buhran ve karanlıklara ışık tutuyor, müslümanlara istikamet ve selamet yollarını gösteriyor.
Zât-ı âlileri bugünkü buhran ve katliamlar ortaya çıkmadan önce ahir son zamanda yaşadığımızı, artık harp ve harabiyat devrinin başladığını beyan etmişler ve İsrâ Sure-i şerif'inin 58. Âyet-i kerime'sini sık sık hatırlatmışlardı.
Yine müslümanların birlik ve beraberlik içinde bulunması için eserler neşretmişler, dinde ve vatanda bölücülük yapanlarla kalem ile mücadele etmişler, müslümanları "İlâhî Görüş Birliği"ne dâvet etmişler, "Devlet İttifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan" buyurmuşlardı.
Ümmet-i Muhammed'in uhuvveti, birlik ve beraberliği için çalışmışlar, "Müslümanlar, diğer memleketler bu vatanı gözlüyor, bu vatana ümit bağlamışlar, bekliyorlar." demişlerdir.
Bugün ortaya çıkan fitne ve terörler, buhran ve savaşlar bu irşad ve ikazın ne kadar mühim olduğunu ortaya çıkartıyor.
Çünkü düşman boş durmuyor.
"Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara: 217)
İsrail'in küffar Batı'nın desteği ve göz yumması altında akıl almaz, izan kabul etmez, insanlığa sığmaz vahşet ve soykırımları, iki hakikati ayan beyan gözlerimizin önüne sermektedir:
Birincisi; küffarın kötü niyeti görünenden çok daha büyüktür ve bunların içi İslâm'ı yok etme niyeti, vahşet ve katliam arzusu ile doludur.
İkincisi; müslümanların ve İslâm ülkelerinin bölünmüş, parçalanmış vaziyeti; birlik ve beraberlikten yoksun, iman ve cihaddan uzak hâli; imanda ve vatanda, İslâm dünyasında büyük zaaflara ve kayıplara, büyük zayiatlara ve acılara sebep olmaktadır.
1400 yıllık İslâm tarihi bunun benzer örnekleri ile doludur. Müslümanların dinde ve vatanda bölündükleri devirlerde küffar hakimiyet ve üstünlüğü ele geçirmek için hemen büyük bir gayretle bu zaafı fırsata çevirmeye çalışmış, birçok İslâm yurdunu işgal etmiş, çok büyük katliamlar ve soykırımlar yapmıştır.
Özellikle Kudüs merkezli Doğu Akdeniz ve daha geniş olarak Ortadoğu coğrafyası bu tarihi mücadelenin en sık yaşandığı bölge ve merkezdir. Dinî, tarihî, coğrafi olarak dünyanın merkezi hüviyetindeki bu bölge yahudi ve hıristiyanların büyük hedef ve hayallerinin, "Büyük Ortadoğu" ideallerinin olduğu bir yer olduğu gibi; burada petrol ve doğalgaz gibi zenginliklerin ortaya çıkması da küffarın iştahını ve hırsını daha da artırmıştır.
Binaenaleyh büyük harplerin ve büyük tehlikelerin kapıya dayandığı şu günlerde; küffarın bu kötü niyetine karşı durabilmek için; müslümanların kendi vatanlarında ve İslâm ülkelerinin kendi aralarında birlik ve beraberlik içinde hareket etmesi her zamankinden çok daha büyük önem arzeder hâle gelmiştir. Bunun tesis edilebilmesi için şüphesiz gönüllerin imanda ve İslâm'da bir ve beraber olması ve aynı zamanda fitnelerle ve bölücülük yapanlarla mücadele edilmesi elzemdir.
Tarih boyu İslâm'ın ve müslümanların hamisi ve müdafii olan Türkiye; tarihi ve coğrafi konumu sebebiyle daima küffarın hedefi olmuştur. Türkiye'nin eskiden olduğu gibi müslümanların lideri olmasından, güçlenmesinden çok rahatsız oluyorlar. Onun için iç ve dış düşmanları harekete geçirmek, birlik ve beraberliğimizi bozmak istiyorlar, PKK, FETÖ, DHKP-C gibi terör örgütlerini ve bunların sivil uzantılarını destekleyip kullanıyorlar. Türkiye aleyhinde ne varsa tatbik ediyorlar. PKK'ya her türlü silahı, eğitimi, elektronik istihbaratı veriyorlar, PKK'yı devlet yapmaya çalışıyorlar. Aralık ayında Kuzey Irak Pençe Operasyonu bölgesinde 12 askerimizi şehit eden PKK bu destek sayesinde bunu yapabiliyor. Türkiye'ye ellerinden gelen zararı vermeye, mümkünse diz çöktürmeye çalışıyorlar.
Ve fakat şehadeti en büyük rütbe bilen bu necip millete diz çöktüremeyecekler Allah'ın izniyle.
ABD öncülüğündeki hıristiyan Haçlı Batı ve yahudi İsrail ittifakı bir olmuş saldırıyorlar. Bunlar ezelden beri gelen Türk ve müslüman düşmanlığından asla vazgeçmezler.
"Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnut olmazlar." (Bakara: 120)
İşte bu sebepledir ki gerek içerde gerek dışarda yekvücud olmamız icabediyor. İçteki ve dıştaki düşmanlara karşı koyabilmemiz bizim uhuvvet, birlik ve beraberliğimizin tesisi ile mümkündür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin Allah ve Resul'ünde birleşmeye dâvet etmesi, din ve vatanımızı bölmek isteyen bölücü ve sapıtıcılarla son nefesine kadar mücadele etmesi; İslâm'ın âli ve galip olması, müslümanların üstün, kâfirlerin kahr-u perişan olması içindir.
Bunu şöyle ifade etmişlerdir:
"Biz müslümanları birliğe dâvet ediyoruz.
Kâfirler küfrün icaplarını ve icraatlarını, münafıklar münafıklıklarının icraatını yapacak. Ellerinden gelse İslâm dini'ni kökünden kaldırmaya çalışıyorlar. Hiçbir müdahale yok.
Asıl gayemiz, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, müslüman kardeşlerimizin Allah ve Resul'ünde birleşmesidir.
Gerçekten Allah ve Resul'ünde birleşelim ki, iç ve dış düşmanlara karşı mücadele edelim." (Sözler ve Notlar 7, s. 545)
Çünkü bu bölücülükler çekişmelere, bu çekişmeler zaafa ve bu zaaf da kuvvetin elden gitmesine yol açar:
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider." (Enfâl: 46)
Gerek vatanda, gerek İslâm dünyasında müslümanlar bir ve beraber olamadıkları için, gönüller paramparça olduğu için, 10 milyonluk İsrail 2 milyarlık İslâm dünyasının göbeğinde, bütün dünyanın gözüne baka baka vahşet ve katliamlarına devam edebiliyor.
Amerika 10 bin km. öteden gelip Ortadoğu'daki her İslâm ülkesini tek tek bombalıyor, işgal ediyor. İsrail'e yan bakan olmasın diye donanmalarını gönderiyor.
Halbuki İslâm ülkeleri bir ve beraber olsa bu pervasızlığı yapamazlar. Dikkat ederseniz tarih boyu Doğu Akdeniz'in etrafındaki İslâm beldeleri ne zaman bir ve beraber olmuşlarsa Haçlı ordularını defetmişler, ne zaman parçalanma, ayrılık gayrılık zuhur etmişse buraya gelip konmuşlardır.
Tarihte olduğu gibi, 1000 yıl önce, 100 yıl önce olduğu gibi bugün de bir benzeri yaşanıyor.
Düşman bütün kötü niyetini almış, bütün ordularını sevketmiş, sıra ile, teker teker yutuyor. Oysa her bir müslüman ülke kendi aleminde gününü kurtarmaya çalışıyor.
"Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder. Allah, hâin ve nankör hiç kimseyi sevmez." (Hacc: 38)
Halbuki İran, Irak, Arabistan, Suriye, Mısır bir araya gelse, Türkiye'ye destek verse hiçbir küfür ordusu buralara göz dikemez; İslâm dünyası, İslâm ülkeleri bir ve beraber olsa ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir küffar İslâm yurtlarına yan gözle bakamazdı.
Zira:
"Müslümanlar birlik olsa dünyaya hakim olurlar. Niçin? Allah-u Teâlâ İslâm'ı destekler." (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor.
"Eğer Allah size yardım ederse artık sizi yenip mağlup edecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? Müminler yalnız Allah'a güvensinler." (Âl-i imran: 160)
Ve onlara vaadini hatırlatıyor, "Birlik olun, cihat edin, ben size yardım edeceğim." diyor.
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz (sarılırsanız), Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar." (Muhammed: 7)
Allah-u Teâlâ birliği beraberliği emrediyor. Kâfirlere karşı düşmanlara karşı uhuvveti, cihadı emrediyor.
"Allah düşmanlarınızı sizden çok daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak da Allah size yeter, hakiki bir yardımcı olarak da Allah size yeter." (Nisâ: 45)
Müslümanların ölçüsü Allah'ın kelâmı, Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanıdır.
Onun içindir ki Cenâb-ı Hakk:
"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i imran: 103)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde:
"Bir mümin diğer mümin kardeşi için birbirine kenetlenen tuğlalar gibidir, birbirinden kuvvet alır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Ve fakat her bir İslâm ülkesi kendi aleminde. İran ise hâlen fitne-fesat derdinde.
Oysa İslâm ülkelerine bakınız, petrol ellerinde, para ellerinde, nüfus olarak 2 milyara yakın müslüman var. Ve fakat nüfusu müslümanların % 1'i bile olmayan İsrail'e karşılık veremiyor, bir şey diyemiyor. İsrail Başbakanı çıkıp şunu açıkça söyleyebiliyor: "Arap liderlere söylüyorum, eğer çıkarlarınızı korumak istiyorsanız bir tek şey yapmak zorundasınız. Sessiz kalın." Yahudi Arapları da tehdit ediyor ve "Oturun oturduğunuz yerde" diyor. Düşünebiliyor musunuz? Ne acı.
Onun için İsrail saldırıları başladığında Kasım 2023 tarihli dergimizde "İsrail Dünyanın Gözü Önünde Müslüman Soykırımı Yapıyor, Ey Müslüman Ülkeler Ne Zaman Birlik Olup Bu Zulme Dur Diyeceksiniz?" diye sormuştuk.
İslâm ülkelerinin bu dağınık, bölük-pörçük, paramparça durumundan Hazret-i Allah nasıl gadaba gelir?
Bu zalime yol veren, bu zulme dur demeyen müslümanlar, masum çocuk, kadın, genç, yaşlı yirmi bin şehidin hesabını nasıl verecekler? İslâm ülkeleri bir ve beraber hareket etselerdi bunlar bunca müslümanın kanına girebilir, canına kast edebilir miydi?
Bu soykırımın en büyük sebebi koltuğunun peşinde koşan, rahatını, istirahatını düşünenler ve onlara destek veren müslümanlardır.
Müslümanı bırakıp kâfiri tercih ediyor, onlarla ittifak kuruyor, dostluklar yapıyorlar.
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır." (Mâide: 51)
Yahudi bütün kötü niyetini, soykırım niyetini ortaya çıkarmış, Filistin bile kendi içinde bir ve beraber olamıyor.
Binaenaleyh birlik ve beraberliğin önemini herkes dile getiriyor. Ve fakat herkes kendine çağırıyor, herkes kendi fikrini öne sürüyor.
İşte böyle bir zamanda ve ortamda; Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin bu birlik ve beraberliğin nasıl olması gerektiğine, nerede birlik ve beraberlik tesis edilmesi gerektiğine dair ilâhî hükümleri, Allah ve Resul'ünün beyanlarını ortaya seren, müslümanlara reçeteyi ve ilacını takdim eden, "Senlik, benlikten" sıyrılıp Allah ve Resul'ünde birleşmeyi nasihat eden beyanları ve eserleri bütün ihtişamıyla müslümanlara yol göstermektedir.
"Hazret-i Allah'ta, Kitabullah'ta ve Resulullah'ta birleşelim. İslâm'da kardeş olalım.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffarın idaresinin altına girersek durum ne olur?" (İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet, s. 194)
Bu büyük Zât-ı âli'nin hayat-ı saadetleri; Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a, "İlâhî Görüş Birliği"ne dâvetle geçmiştir.
"Sizi Allah ve Resul'üne dâvet ediyoruz. İç ve dış düşmanlarımıza karşı koyabilmemiz için.
Zira devlet ittifaktan, devletsizlik ise nifaktan doğar." (İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet, s. 150)
Gaye ve hedefleri; Allah ve Resul'ünü sevdirmek, müslümanları Allah ve Resul'ünde birleştirmek, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, kalpleri Hakk'tan gayrı her şeyden kurtarmak ve arındırmaya çalışmaktı. Bu uğurda hiç kimseden bir şey istemedi, canıyla malıyla cihad etti. "İtimad edin, dünyada kalmak için tek bir arzum Allah yolunda bu cihat içindir. Beni tek tutan cihattır. Gitmeye çok meyyalim, bu cihat olmasa yaşamanın âlemi ne!.." buyurmuştu.
Bu cihada "İman kurtarma cihadı" derlerdi. Zira imanlar yanıyor, ebedî hayatlar gidiyor. Bu duruma çok üzülürler, hak ve hakikati duyurmak için beşer takatinin kaldıramayacağı büyük bir azim ve gayret gösterirlerdi.
Bu sebeple, insanların ebedî hayatının kurtulması için; dünyevî maksatlarla ortaya çıkan, din istismarı yapanlarla bu uğurda hep mücadele etmişler ve şöyle buyurmuşlardı:
"Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz.
Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffârın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun."
"Biz öteden beri hem dinde hem vatanda bölücülüğü yok etmeye çalışıyoruz. Bunu; İslâm dini böyle emrettiği için yapıyoruz. Bizim iki gayemiz var: İman ve vatan."
İşte bu vesileyle Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin müslümanları ahmede mehmede değil, Allah ve Resul'üne, "İlâhî Görüş Birliği"ne dâvet eden beyanlarının, bu isimle neşretmiş oldukları kitaplarında arzetmiş oldukları ilâhî hükümlerin, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerin hatırlatılması elzem olmuştur.
Ülkemizin % 99'u müslüman diyoruz, ancak tam bir birlik ve beraberlik tesis edemiyoruz. Bu vatanda tam bir birlik tesis edilmiş olsa bu büyük ülkeye, bin yıllık cihadın varisi bu millete hiçbir küffar yan bakamazdı.
Binaenaleyh samimi müslümanların bu irşada, ilâhî hükümlere kulak ve gönül verip bir ve beraber olması müslümanın en büyük vazifesi olduğu gibi, İslâm'ı ve müslümanları parçalamaya, küffara peşkeş çekmeye çalışan din ve vatan bölücüleri ile mücadele etmek, onların fitne ve fesadına müslümanların kapılmasını engellemek için çalışmak da büyük bir vazifedir.
"Fitne ve bölücülük edenleri nifaktan ittifaka dâvet ediyorum." buyurmuş, bu uğurda mücadelesini bîhakkın yapmıştı.
FETÖ'nün memleketimize verdiği zararı hepimiz gördük. Eğer amaçlarına erişmiş olsalardı bu güzide vatanı, bu devleti küffara peşkeş çekecekler, kâfirler de İslâm'ın merkezi hüviyetindeki bu ülkede elde ettiği muvaffakiyeti kullanarak bütün İslâm dünyasında daha rahat at koşturacaktı. Ne kadar büyük bir badire ve tehlike atlattığımızı görüyorsunuz.
Sadece Narcılar mı? Bu Zât-ı âli şöyle buyurmuştu:
"Senelerdir Fetullah Gülen'in vatan hâini, Amerikan ajanı, dinde ve vatanda bölücü olduğunu, dinimize ve devletimize büyük zararlar verdiğini, vereceğini söylüyorum.
Bu fesatçılara, ifsatçılara, din kuruculara, türemelere, deccallere, sahte isa, sahte dabbetül-arz gibi yalancılara, süleymancılara, narcılara, kaplancısına, refahçısına ve bütün bölücülere açık açık ilâhi hükümleri tebliğ ettim. Kitaplar yazdım, bütün dünyaya duyurmaya çalıştım.
Allah-u Teâlâ öyle murad etmiş. Âhir zamanda bu kadar bölücü, saptırıcı imamlara, sahte şeyhlere, kötü âlimlerin ifsatlarına karşı müslümanları uyardım. Yoksa bu bölücüler İslâm dini'nin hiçbir esasını bırakmayacaklardı. Hak ile bâtıl tamamen birbirine karışmıştı ve bâtıl galebe etmişti. Niçin galebe etti? Onları müslüman zannıyla çoğunluk onlara kaydı. İslâm'ı bölüm bölüm böldüler ve parsellediler, dinde şirket kurdular. Her biri kendi ismiyle bir din kurdu, dini dünyaya âlet ederek halkı alabildiğine yoldular ve soydular. Hem imandan ettiler, hem de maddelerini aldılar. "Sen çalış bana ver!" Sahte şeyhler gibi.
Fakat Allah-u Teâlâ'nın izniyle "Bu küfürdür, bunlar kâfirdir." deyince küfürleri meydanda kaldı. Nur galip geldi, küfrün üzerini ezdi geçti.
Bu sapıtıcı imamların ve türemelerinin örümcek ağı gibi örmek istedikleri tuzakları bu cihadla bertaraf edildi.
Hülâsa; sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman ulemâsı olsun, bütün bunlar din-i İslâm'a cephe aldılar. Onu yıkmak için, kurdukları dinlerini ayakta tutmak için!
İşte böyle bir zamanda Allah-u Teâlâ bu ilmi indirdi, bu kâfirlerin küfürlerini yüzlerine vurdu. Kendi katında dinin İslâm dini olduğunu ve onların kurdukları dinlerin muteber olmadığını Âyet-i kerime'leri ile beşeriyete duyurdu.
Allah-u Teâlâ'nın izni ve desteğiyle bunların üzerine öyle bir yüründü ki; sahte ve sapık olduklarını, küfre kaydıklarını, dalâlet batağına düştüklerini bildiren Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler yüzlerine karşı okundu, bâtıl oldukları anlatıldı.
Üzerlerine gidilirken hiçbir kimseden çekinilmedi.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Ey Peygamber! Allah sana da sana tâbi olan müminlere de yeter." buyurdu. (Enfâl: 64)
Nihayet bunların maskelerini böyle indirdik, küfürlerini ortaya koyduk ve bütün dünyaya duyurduk. İslâm dininin dimdik ayakta durduğunu ilân ettik ve Resulullah Aleyhisselâm'ın siyah bayrağını da çektik.
Ne bir itirazları olabildi, ne de bir cevap verebildiler, küfürde donup kaldılar. Böylece dimdik ayakta duran İslâm dini'ni yıkmak şöyle dursun, zedeleyemediler bile. Ancak küfürleri yanlarına kâr kaldı. Hak gelince bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl her zaman için yok olmaya mahkûmdur.
Biz üç şey için çalışıyoruz:
Hazret-i Allah'ın dinini yaymak için.
Ümmet-i Muhammed'in Hazret-i Allah ve Resul'ünde birleşmesi için.
Ve bu iman hırsızlarından imanları kurtarmak için.
Fakiri çığır açmak için göndermiş. Hazret-i Mehdi'yi nur saçmak için. İsa Aleyhisselâm'ı da Deccâl'i öldürmek ve kötülüğü bütünüyle kaldırmak için gönderecek.
Allah-u Teâlâ bizi kalemle cihad için, bölücü din düşmanlarını kalemle biçmek için ve bu kitapları yazmakla vazifelendirdi. Bu kitaplar bizden sonraki boşluğu Hazret-i Mehdi'ye ulaştıracak, ona köprü olacak.
Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz.
Devletin ittifaktan, devletsizliğin nifaktan olduğunu belirtiyoruz. Zira devletsiz olunca dinini yaşayamıyorsun.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffârın idaresinin altına girersek durum ne olur? Allah'ımız muhafaza buyursun." (Yolumuz Edep Yoludur, s. 386-387)
Binaenaleyh çok uyanık, çok dikkatli, çok dirayetli olmamız, imanımızı, izanımızı, gönlümüzü Allah ve Resul'ünün yoluna bağlamak için azami gayret etmemiz lâzımdır. Aksi halde küffar fitnesini, fesadını, parasını, işbirlikçisini kullanarak ortalığı tarumar etmeye devam eder.
Çok müzayakalı, çok tehlikeli, çok karışık bir zamandan geçiyoruz.
Bu irşad ne kadar çok müslümanın idrak nazarına ulaşırsa o kadar mühim bir vazife yapılmış olacaktır.
Çünkü bu Zât-ı âli Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in Hazret-i Mehdi'den evvel geleceğini haber verdiği, Evliyaullah Hazeratı'nın ahir zamanda geleceğini ifşa ettiği Hâtemü'l-evliyâ'dır. Onun hayat-ı saadetlerinde din ve vatan bölücüleri ve sahtelerle mücadelesi, yaptığı cihad devam ediyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den sonra İslâm büyük bir hızla ve ihtişamla dünyaya yayılmış; İslâm dünyası Endülüs'ten Çin sınırına kadar dayanmıştı.
İslâm dünyası önce Emevîler, sonra Abbasîler devrinde, zaman zaman yaşanan iktidar mücadelelerine rağmen tek bir İslâm halifesinin etrafında bir ve beraber olmuşlardı.
Ancak bir zaman sonra ortaya çıkan fitneler sebebiyle bu birlik ve beraberlik bozuldu ve büyük yaralar aldı.
10. yüzyılın başında Libya'da ortaya çıkıp daha sonra Mısır ve Suriye topraklarına yayılan, zaman zaman Mekke ve Medine'yi nüfuzları altına alan şii Fatimiler "Halife" ünvanını kullandılar ve Abbasî halifesini tanımadılar.
Yine bu tarihlerde İran'da ortaya çıkan Farisî kökenli Büveyhoğulları da şiiliği benimsediler. Abbasîler iki şii devletin baskısı altında çok güç kaybettiler.
9. yüzyılın sonunda Bahreyn ve çevresinde ortaya çıkan ve sapkın fikirleri ile bilinen Karmatiler de İslâm Dünyası'na zarar veren büyük bir fitne olmuştu. 930 yılında Mekke'ye saldırıp, 20 bin hacıyı katlettiler. (Bu gibi devletler ve oluşumlar ortadan kaldırılmış olsa da fitneleri tamamen sönmedi ve günümüze kadar devam etti ve yeniden birer devlet olarak ortaya çıktılar. Bugün de verdikleri zararlar ortadadır.)
Bu fitneler ve devletler sebebiyle 11. yüzyılda Abbasî Devleti büyük bir nüfuz kaybetmiş, Abbasî halifesinin sözü neredeyse Bağdat'ın dışına geçmeyecek duruma gelmişti. Sünnî İslâm halifeliği yıkılmanın eşiğine gelmişti. Fatimiler bütün Kuzey Afrika'ya, Filistin, Suriye, Halep'e kadar nüfuzlarını genişlettiler.
Bu durum sebebiyle Bizans İmparatorluğu rahat hareket etmeye başladı ve iyice güçlendi. Ortadoğu'yu tekrar ele geçirmenin hayallerini kuruyor, Suriye'ye doğru genişlemeye çalışıyordu.
Ortadoğu'da müslümanların birlik ve beraberliğini kaybetmesi daima hıristiyan dünyasının bu bölgedeki niyetlerini canlandıran bir sebep olmuştur.
Böyle büyük bir buhran yaşandığı bir zamanda ortaya çıkan Büyük Selçuklu Devleti Abbasî halifelerinin hamisi oldular, ortaya çıkan fitnelerle ve devletleri ile mücadele ettiler.
Selçuklu Devleti'nin kuruluş savaşı olan Dandanakan Savaşı'ndan sonra Merv'de toplanan Büyük Kurultay'da; Selçuklu Devleti'nin hedefini belirleyen önemli kararlar alınmıştı.
Kurultay'da Horasan ve çevresindeki doğu topraklarının idaresi Çağrı Bey'in uhdesine verilirken Tuğrul Bey'in Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap'a gitmesi yönünde karar alındı. Böylece devletin kuruluş gayesi ve dış siyaseti; Batı'da ilerleyip yeni fetihler yapmak ve İran ve Arap topraklarında hakimiyet kurarak ortaya çıkan fitneleri bertaraf etmek olarak belirlendi.
Görülüyor ki Selçuklu ile başlayan ve onun varisi Osmanlı İmparatorluğu ile devam eden çok yüksek bir ulvî gaye devlet kararı olarak belirlenmiş ve Batı Türkleri asırlar boyu bu ulvî gaye için büyük bir cihad yapmışlardır.
Samimi birer müslüman olan Tuğrul ve Çağrı Beyler, iki kardeş Türk Beyi bir taraftan Batı'da Bizans ile mücadele ederken, diğer yandan İslâm dünyasında birlik ve beraberliğin tesisi için yola çıktılar. Nitekim Abbasî halifeleri Selçuklu Sultanlarına büyük bir hüsniniyet ve memnuniyetle teveccüh gösterdiler, teşvik ettiler. Bu tarihten sonra İslâm dünyası Selçuklu Devleti ve sonrasında gelen Türk Devletlerinin siyasi ve askerî himayesi altına girmiş, hilafet fiili olarak Türklere geçmiştir. Yavuz Sultan Selim'in Hicaz ve Mısır'ı fethi ile bu fiili durum resmiyet kazanmıştır.
Tuğrul Bey, Sultan Alparslan ve Melikşah gibi Sultanların önderliğindeki Batı orduları kısa zamanda İran, Irak, Suriye, Filistin gibi ülkelerde hakimiyet kurdular, Anadolu'yu fethettiler. Anadolu'nun fethinden çok önce Türkler Irak, Suriye ve Filistin'de idi. Selçuklu'nun amacı Anadolu'dan önce Mısır'ı fethetmek, Fatımi devletini ortadan kaldırmaktı. Amerika'nın 2003 yılındaki Irak işgalinde adını çok duyduğumuz Samarra Bağdat yakınlarında Türk ordularının yerleşmesi için kurulmuş bir garnizon şehri idi.
1070 yılında Mısır Fatımî yönetimini ele geçiren vezir Nasırü'd-Devle Mısır'da çıkan karışıklıklar neticesinde Selçuklu Sultanı Alparslan'a haber gönderip "Ordusuyla birlikte Mısır'a gelmesini, Mısır'ı kendisine teslim edeceğini ve Şiî hutbeyi değiştirip Sünnî hutbe okutturacağını" bildirerek Sultan Alparslan'ı Mısır'a dâvet etti.
Sultan Alparslan 1071 yılında bu dâvete icabet etmek üzere Mısır seferine çıktı. Yolunun üzerindeki şehirleri ve emirlikleri kendisine bağlayarak ilerleyen Sultan Şam'a yaklaştığı bir sırada Bizans İmparatoru Romanos Diogenes'in büyük bir ordu ile üzerine gelmekte olduğu haberini aldı. Bu haber üzerine Mısır seferini yarıda kesmek ve geri dönmek zorunda kalan Sultan, Bizans ordusunu karşılamak üzere Doğu Anadolu'ya doğru hareket etti.
Bu olayın sonucu hepimizin bildiği Malazgirt Savaşı'nın ve büyük zaferin yaşanması ile neticelendi.
İlâhî takdir böyle zuhur etti, Sultan Alparslan'a Mısır'daki şii Fatimî devletini ortadan kaldırmak nasip olmadı.
Bu fitne devletini ortadan kaldırmak yaklaşık yüz yıl sonra Selahaddin Eyyübi'ye nasip oldu.
Suriye'yi yeniden ele geçirmenin ve Anadolu'da idaresini genişletmenin hayalini kuran Bizans İmparatorluğu'nun; Selçukluların ortaya çıkması ve Sultan Alparslan'ın Malazgirt'te Bizans Ordusu'na karşı kazandığı büyük zaferden sonra bütün hayalleri suya düştü. 20 yıl gibi kısa bir zamanda Türkler İstanbul kapılarına dayandılar, bütün Anadolu'yu fethettiler, İznik Anadolu Selçukluları'nın başşehri oldu.
Büyük Selçuklu'dan sonra kurulan Anadolu Selçuklu Devleti idaresi altında Anadolu anavatan oldu. Ve fakat Haçlılar Türkleri Anadolu'dan çıkartmak niyetini hiçbir zaman kaybetmedi. 100 yıl önce olduğu gibi zayıf düştüğümüz zaman hemen saldırdılar. Anadolu'yu ikinci bir Endülüs yapmak istediler, ve halen bu niyetteler.
Tarık bin Ziyad 711 yılında ordusu ile -daha sonra kendi adıyla anılan- Cebel-i Tarık boğazını geçip İspanya'da İslâm hakimiyetinin temelini atmış, kurulan İslâm devleti Avrupa tarihinde görülmemiş bir medeniyet inşa etmişti. Avrupa şehirleri sefalet, pislik ve çamur içinde iken, ışıklandırılmış caddeleri, eşsiz mimariye sahip eserleri, medreseleri ve ilim adamlarıyla Avrupa'ya ışık saçan ve 800 yıl hüküm süren bu devlet; hıristiyan Avrupa tarafından işgal edildikten sonra her şeyiyle yok edildi, insanları soykırımdan geçirildi. Birkaç saraydan başka bütün eserleri tahrip edildi. Bugün geriye sadece ismi kaldı.
İşte küffar budur, niyeti budur. Her türlü zenginliği yağmalamak, kendi işlerine gelmeyen her şeyi yakıp, yıkıp, tahrip etmek, vahşet uygulamak bunların en büyük vasfıdır. "Medeniyet asrı" dedikleri, her hareketin anında kayda geçtiği şu iletişim çağında bile pervasızca müslüman olan her yeri yakıp-yıkıp katletmeye devam ediyorlar. Bunların aslı bu, asaleti bu.
Unutulmaması gereken diğer bir husus da şudur:
Küffar Endülüs'ü yok etme fırsatını; buradaki müslümanların sefahata düşüp cihad ve imanda zaaf göstermelerinden, birbirlerine düşüp parçalanmalarından bulmuştur. Yoksa müslümanlar bu zaafa düşmemiş olsalar yine Allah-u Teâlâ onların bu duruma düşmesine müsaade etmez, onlara yardım ederdi. Zira vaadi var.
Büyük bir imparatorluk haline gelen Selçuklu Devleti Anadolu, İran, Irak, Suriye, Filistin'i hakimiyeti altına aldı. Selçukluların amacı Fatımileri yok ederek Mısır'a da hakim olmak ve İslâm dünyasında tam bir birlik sağlamaktı.
Ancak Selçuklu Sultanı Melikşah'ın 1092 yılında vefatından sonra merkezî yönetime bağlılık zayıfladı. Suriye, Irak, Anadolu Selçukluları'nın ayrı devletler olarak hareket etmesi, hatta Selçuklu Beyleri'nin birbirleriyle mücadeleye girişmesi zaafa yol açtı. Şii Fatimi devletinin ömrü uzadı. Fatimiler Filistin ve Kudüs'ü tekrar ele geçirdiler. Bu durumdan istifade etmek isteyen hıristiyanlar, Bizans ve Haçlı Batı, Türkleri Anadolu'dan çıkarma ve Kudüs'ü fethetme hülyalarına kapıldılar.
Türklerin büyük bir hızla Anadolu'yu fethetmesi Bizans'ta ve hıristiyanlarda büyük endişeye sebep olmuştu. Selçuklu'nun siyasi birliğini kaybetmesini fırsat gören Bizans İmparatoru Türklere karşı Papalıktan askerî yardım istedi, Papalık da bu talebi Doğu kilisesi üzerinde hakimiyet kurmak ve Kudüs'ü fethetmek için bir fırsata çevirmek istedi. Avrupa hıristiyanlarına Haçlı seferi düzenlemek için çağrıya başladı. Böylece 1096 yılında birincisi yapılan Haçlı Seferleri silsilesi ve Haçlı zihniyeti doğmuş oldu.
Anadolu Selçukluları Haçlılara çok büyük zayiat verdirmiş olsalar da, Selçuklu Beyleri arasındaki iktidar çekişmeleri, Fatimilerin de Haçlılarla işbirliği ve ihaneti sebebiyle Suriye Selçukluları Haçlılara karşı mücadeleyi kaybettiler. Haçlılar Fatimilerin elindeki Kudüs'ü ele geçirdiler. Kudüs, Trablus, Antakya ve Urfa'da Haçlı Kontlukları kuruldu. Haçlılar çok büyük katliamlar ve vahşetler yaptılar.
2. ve 3. Haçlı Seferleri'nde Anadolu Selçukluları tarafından yok edilen ve Anadolu'yu geçemeyen Haçlılar Kudüs'e doğru seferlerini Anadolu'ya uğramadan yapmak zorunda kaldılar. Haçlılar 100 yıla yakın Doğu Akdeniz'de hüküm sürdüler.
Büyük Selçuklu Devleti'nin Musul ve Halep Atabeyi İmâdüddin Zengî Haçlıları defetmek için Ortadoğu'da birliği sağlamak gerektiğinin farkındaydı. 1144'te Urfa'yı fethetti ve I. Haçlı seferi sonunda kurulan Urfa Kontluğu'na son verdi. Bu zafer 1. Haçlı Seferi'nden sonra kurulan Haçlı kontluklarına karşı kazanılmış ilk önemli başarıdır. Urfa'nın kaybedilmesi üzerine 2. Haçlı Seferi tertip edilmiştir.
Nûreddin Mahmud Zengî, babasından devraldığı Haçlılar ile mücadelesinde bu birlik siyasetini devam ettirmiş, Haçlılara karşı İslam cephesini birleştirmiş, Haçlı seferlerinin etkisizleştirilmesine çalışmıştır. Zengîlerin bu fedakârlıkları sonucu Haçlılar daha fazla ilerleme imkânı bulamayarak sahil şeridine sıkışıp kalmışlardır.
Nûreddin Mahmud Zengî Fatımilerin içinde bulunduğu kargaşa sebebiyle Mısır'ın Haçlıların eline geçmemesi için kumandanlarından Şîrkûh'u Mısır'a yardıma gönderdi. Selahaddin Eyyubî de amcası Şîrkûh'a yardım için onun yanında Mısır'a gitti. Amcasından sonra Mısır yönetiminde söz sahibi olan Selahaddin Eyyubî daha sonra Mısır'da iktidarı ele geçirdi ve böylece Fatımî devleti sona erdi ve şiîliğin izlerini Mısır'dan kaldırdı. Nureddin Zengi'nin vefatı üzerine yerine geçen Selahaddin Eyyubî Mısır'dan Suriye'ye siyasî birliği temin etti ve bütün gücünü haçlıların üzerine yöneltti. Nihayet Kudüs'ü fethetti. Haçlılar bir müddet daha tutunmaya çalıştılarsa da Doğu Akdeniz'i tamamen terketmek zorunda kaldılar.
Küffara karşı birliğin temin edilmesi zafer ve nusreti beraberinde getirdi.
Eyyübîler ve devamı Memlükler Devleti 1517 yılına kadar Kuzey Afrika, Mısır, Hicaz, Suriye'nin siyasi birliğini temin etmiş kudretli devletler olarak gerek Haçlılara gerek Moğollara karşı büyük başarılar elde ettiler. Moğolları durduran Memlük ordusu olmuştu.
1517 yılında Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethi ile beraber Memlük devleti sona erdi ve bütün İslâm dünyası tek bir çatı altında birleşmiş oldu. Osmanlı zamanında Mısır önemli bir merkez olmaya devam etti. Mısır'daki Osmanlı valileri Arabistan'da ortaya çıkan Vehhabî fitnesi ile mücadele ettiler.
Osmanlı'nın zayıflaması ve çöküşü ile beraber Haçlılar tekrar Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'ya çöreklendiler, hemen bütün İslâm memleketlerini işgal ettiler. Ve İsrail'in kurulmasına öncülük ettiler.
Görüldüğü üzere Doğu Akdeniz, Ortadoğu ve Anadolu her daim Haçlıların hedefinde olmuştur. Bugün de öyle.
Birinci Haçlı seferinden itibaren Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar Balkanlar'ı Haçlılara mezar etmişler, bu sebeple Haçlı orduları Anadolu'ya sokulamamışlardır. Osmanlı'nın 1. Dünya Savaşı'nda yenilmesi ve yıkılması ile Anadolu 1000 yıllık tarihinde ilk defa büyük bir tehlike atlatmış ve Kurtuluş Savaşı ile bu tehlike bertaraf edilmiştir.
Fakat Haçlı Batı Doğu Akdeniz, Antakya, Mısır, Kuzey Afrika gibi birçok İslâm memleketinde zaman zaman amaçlarına ulaşmışlardır.
Bugün İslâm dünyasında yaşanan işgaller, devletsizlikler, fitneler, karışıklıklar bu Haçlı saldırılarının uzantılarıdır. Arkasında Amerika, İsrail ve Batı vardır.
Bugünkü İsrail vahşetine sınırsız destek vermeleri bu niyetlerinden ötürüdür. Bunlar yakın tarihte Bosna, Karabağ gibi birçok yerde buna benzer katliam ve zulümleri desteklemişler, yahut sessiz kalmışlardır.
Binaenaleyh amaçlarına ulaşmak için önce bizi parçalamaya çalışıyorlar. Çünkü birlik olduğumuz zaman muvaffak olamayacaklarını biliyorlar.
İsrail'in kuruluşu ile başlayan süreçte, bu tarihi arka planı bilen müslümanlar zaman zaman birleşmeye çalışmışlardır. Mısır ve Suriye 1958'de birleşerek Birleşik Arap Cumhuriyeti'ni kurmuşlardır. Suriye'deki askeri darbeden sonra 1961'de Suriye bağımsızlığını ilân etti. Ardından yaşanan 1967 Arap-İsrail Savaşı'nda İsrail Mısır, Suriye ve Ürdün'e karşı büyük bir başarı sağladı. 1973 yılında ise Mısır ve Suriye önderliğinde bir araya gelen Arap ülkeleri İsrail'e saldırarak başarı sağladılar.
Soğuk Savaş'tan sonra bölge ülkelerinin gücünden ve bir araya gelmesinden çekinen İsrail, Amerika ve Batı; İslâm dünyasını düşman ilân etti, gizli-açık her türlü yöntemle saldırı başlattı. Irak'ın işgali ve parçalanması, Afganistan'ın, Suriye'nin, Libya'nın, Yemen'in aynı şekilde içine düştüğü durumun arka planında bu saldırı ve kötü niyet vardır. Bu yaşananlar bir planın parçasıdır. Bu plan devam etmektedir. İran, Mısır, Arabistan ve en nihayetinde Türkiye hedeftedir. Küffar buraları da Suriyelileştirme, gerekirse işgal etme niyetindedir. PKK terörünü, FETÖ kalkışmasını destekleyenler Amerika, İsrail, Haçlı Batı üçlüsüdür.
Binaenaleyh, Amerika'nın ısrarla terörü desteklemesi, PKK'yı devlet haline getirmesi, değil F-35, F-16 vermek için bile ayak diremesinin arkasında bu kötü niyet vardır.
Bunu bilelim, düşmanın niyetini bilelim, önümüzdeki daha büyük daha buhranlı günlere hazırlanalım, vatanımızda bir ve beraber olalım, İslâm dünyasının da bir ve beraber olması için gayret edelim.
Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız tarihi arka plana bakıldığı zaman görülecektir ki; Haçlı Batı Ortadoğu coğrafyasında bazı başarılar elde etmiş olsa da Anadolu kalesini yıkamamıştır. Anadolu kalesinin ve burada kurulan kudretli Türk devletlerinin her türlü saldırıya rağmen ayakta kalması küffarın amaçlarına istediği gibi ulaşmasının önünde engel olmuştur. Haçlı Seferleri amacına ulaşamamıştır. Bugün her ne kadar Ortadoğu'da at koşturuyor olsalar da Türkiye'nin varlığı bile bunların rahat hareket etmesine engel olmakta, korku yaşamalarına sebep olmaktadır.
Bu sebeple küffar bu kaleyi içten yıkmaya çalışmaktadır. Bu amaçla kullandığı en önemli aparatların başında PKK terörü gelmektedir.
Aralık ayında Kuzey Irak'ta sisli, puslu zorlu kış şartlarında 12 askerimizi İsrail, ABD gibi düşmanlarımızın eğitim, istihbarat, silah desteği sayesinde şehit ettiler. Şüphesiz küffarın niyeti çok daha büyük bir zayiat verdirmekti, ancak kahraman askerlerimiz inanılmaz bir mücadele ile, göğüs göğüse, son nefeslerine kadar çarpıştılar. Birçok hâini öldürdüler. Kanlarının son damlasına kadar savaşıp şehit düştüler.
Vehhabiler gibi FETÖ gibi PKK da küffarla, Amerika ile Haçlı Batı ile işbirliği yapan işbirlikçi terör oluşumlarıdır.
Amerika'nın ve Haçlı Batı'nın niyeti tamamen bize düşmanlıktır. Anadolu kalesini yıkmaktır. PKK terörü; Türkiye'nin enerjisinin bir kısmını buraya harcamak zorunda kalmasına, Türk ordusunu mühim bir mevcudunun meşgul edilmesine sebep olmaktadır. Mütemadiyen kahraman askerlerimizin şehid haberleri yüreklerimizi dağlamaktadır.
Bunun sebebi açıktır, Türkiye içindeki hainler ile uğraşmasın, İslâm dünyası ile meşgul olmasın istiyorlar. Onun için de en yeni teknolojilerle üretilenler de dahil her türlü silahı PKK'ya veriyorlar.
Küffar bu düşmanlığı büyütmeye çalışıyor, Türkiye'yi yıkmak, zayıflatmak için daha büyük planlar kuruyor.
Bu düşmanları dost bilmekle, Avrupa Birliği'ne gireceğiz diye, FETÖ fitnesinin de etkisiyle bunlara çok tavizler verdik. Bu verilen tavizlerle çok zarar gördük. PKK'nın uzantısı siyasi oluşumların hâlen icraatına devam etmesi, meclise girebilmeleri bu tavizler sebebiyledir. Avrupa demokrasisi de insan hakları gibi kavramları bir psikolojik harp silahı olarak kullanmaktadır. Kendi ülkelerinde bir terör örgütüne asla taviz vermezler ancak Türkiye söz konusu olunca her türlü tavizin verilmesi için baskı uygularlar. Bu terör örgütünün Avrupa'da haraç toplamasına, uyuşturucu ticareti yapmasına ses çıkartmazlar. Çünkü bu teröristler Avrupa'daki devletlere değil, Türkiye'ye zarar veriyorlar.
Osmanlı devrinde İran fitnesinin etkisiyle Anadolu'da Celali isyanları adı altında birçok isyanlar çıktı. Osmanlı'nın en kudretli devirlerinde Osmanlı bu isyanlara büyük bir enerji harcadı, ordular sevketmek zorunda kaldı.
Binaenaleyh bu gibi fitnelerin ve bu fitneleri destekleyen düşman ülkelerin güzel sözlerle, müttefiklik hatırlatmaları ile, taviz vermekle yola geleceğini beklemek beyhudedir. Kararlı, net, hızlı tedbirler alınmalıdır, terörün sivil uzantılarına verilen tavizler sonlandırılmalıdır. Amerika, İsrail ve Haçlı Batı'nın canını yakacak tedbirler düşünülmelidir. Çünkü bunlar sözden anlamazlar.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri terörle yapılan mücadeleden, küffara karşı dik durulmasından, harp silah ve araçlarının üretilmesinden büyük bir memnuniyet duyardı; 2009 yılında Davos'ta o zaman başbakan olan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yapmış olduğu çıkıştan da memnun olmuşlar, "İslâm Birliği'ne vesile olacağını" beyan buyurmuşlardı. Avrupa Birliği, Dinlerarası Diyalog gibi icraatların altında küffara hem vatanda hem de imanda taviz verilmesinden ise büyük bir üzüntü yaşarlardı. Bu tavizlerin ve icraatların İslâm'a ve vatana verdiği ve vereceği tavizlere karşı müslüman halkımızı uyandırmak için büyük bir mücadele verdiler birçok eserler ve dergiler yayınladılar. FETÖ fitnesinin 15 Temmuz'da ulaştığı seviye bu beyanların ne kadar doğru ve yerinde olduğunu bütün sarahati ile ortaya serdi.
Zaman ilerledikçe Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh-un bütün ifşaatlarının, ikazlarının, beyanlarının ne kadar hikmetli, isabetli, doğru ve yerinde olduğu gün gün ortaya çıkıyor. Zira bu Zât-ı âli Evliyaullah Hazeratı'nın ahir son zamanda geleceğini müjdelediği büyük bir Allah dostu, büyük bir mücahiddir.
Binaenaleyh küffarın bütün gücü ile yüklenmeye çalıştığı bir zamandayız. Haçlı Batı'nın uzantıları ile, palazlandırmaya çalıştıkları fitneler ile kararlı ve keskin bir mücadele lâzımdır. Sınır ötesinde terör elebaşlarına karşı fiili bir idam cezası uyguluyoruz. Bunun adının yeniden koyulması lâzım. Avrupa Birliği istedi diye verilen tavizlerin sonlandırılması lâzım. FETÖ, PKK, DHKP-C gibi terör örgütleri ile sadece sahada değil, içimizdeki siyasi, bürokratik uzantıları ile de tam bir mücadele yürütülmesi lâzım. Bu mücadelenin devlete yakışır bir ciddiyetle, gerekli kanun ve nizamların çıkartılması ve bunların hızlı ve etkin kullanılması ile yapılması lâzım. Rehavetle, dağınıklıkla bu mücadelenin yürütülmesi zordur. Din ve vatan hainleri ile mücadele kökten ve etkin yapılmalıdır. Aksi halde Türkiye enerji kaybetmeye, küffara cevap vermekte zaaf yaşamaya devam eder.
Amerika, İsrail ve Avrupa Birliği Türkiye'yi düşman bellemiş vaziyette. Her hareketlerinde, raporlarında, konuşmalarında bunu görüyoruz.
Parasını verdiğimiz F-35'leri vermediler, F-16 istedik, onu bile yokuşa sürdüler, İsveç'in NATO üyeliğini şart koştular. Avrupa ülkelerinden Eurofighter uçağı istedik, ona da Almanya taş koymaya çalışıyor.
Amerikan Kongresi, Avrupa Birliği parlamentosu işi gücü bırakıyor, Türkiye düşmanlığında bir araya geliyor. Yalan-yanlış her türlü iftiralarla mütemadiyen rapor hazırlıyorlar.
Terör örgütlerine hamilik yapıyorlar. Eskiden el altından destekliyorlardı, artık açıktan destekliyorlar. Fransa Cumhurbaşkanı sarayında ağırlıyor. Amerikan generalleri PKK elebaşları ile sürekli toplantılar yapıyor, PKK ile ortak tatbikat yapıyorlar, PKK'yı Suriye'de devlet haline getirmeye, teröristleri ordu gibi donatmaya çalışıyorlar.
Bu kadar hâinlik karşısında normalde Türkiye'nin bunlara çoktan resti çekip cephe alması lâzım. Ancak Amerikan-Avrupa cephesini, NATO'yu karşımıza almanın maliyetine katlanmak zor olduğu için Türkiye bu düşmanlıkları, bu hâinlikleri yutmak zorunda kalıyor.
Bakalım bu böyle ne kadar gidecek?
Türkiye'ye diz çöktüremedikçe hâinlikleri artıyor. İsveç meselesinde olduğu gibi Türkiye'nin ayak diremesinden çok rahatsızlar. Türkiye'yi NATO'dan çıkartalım diye konuşup yazmaya başladılar.
İsveç'in üyeliğinin Türkiye tarafından onaylanıp onaylanmaması bu açıdan önemlidir.
F-16 pazarlığına bağlı olarak Türkiye'nin İsveç'in NATO üyeliğini onaylayacağı konuşuluyordu. Tam bu oylama öncesi PKK'nın hain saldırısı oldu ve 12 şehit verdik.
Bunun arkasında kim var?
İsrail'in Türkiye'ye hiçbir silah verilmesini istemediği, Türkiye ve Amerikayı karşı karşıya getirmek istediği, PKK'nın en büyük destekçisi olduğu herkesin malumu. F-35'in verilmesinin engellenmesinin arkasında da yahudiler var, F-16'ları bakalım verecekler mi? Zira Amerikan Kongresi bunların güdümünde. Vereceğiz deseler bile bir iki sene sonra bir yolunu bulup verdirmemek için ellerinden geleni yaparlar. Hele ki Yunanistan'la harp gibi bir durum yaşanırsa büyük bir silah ambargosu ile karşılaşabiliriz. Zaten örtülü bir ambargo var, ancak öyle bir durumda tabanca mermisi bile vermezler. Bunu Kıbrıs harbinde gördük.
Türkiye'nin İsrail'in vahşeti karşısındaki duruşundan da çok rahatsızlar. Bundan sonra PKK-YPG'yi, FETÖ'yü, her türlü terör örgütünü üzerimize salabilirler.
Dikkat ederseniz İsrail uzun zamandır Türkiye'yi çevrelemeye çalışıyor. Yunanistan ve Kıbrıs Rum'u ile ittifak kurdu. Amerika'nın özellikle Amerikan Merkez Kuvvetleri Ordusu'nun Türkiye aleyhindeki faaliyetlerinin arkasında da İsrail var. Yunanistan zaten Amerikan üssü oldu. Kıbrıs Rum kesimi İsrail'in katliamına destek veren ülkelerin askerî üssü haline geldi.
Binaenaleyh Türkiye'nin Filistin'e sahip çıkması; İsrail'in Gazze ve Batı Şeria'yı yok etmesine engel olmak için çalışması; mazlumların, müslümanların hamisi olmak istemesinden öte, siyasî, askerî, stratejik bir harekettir. İsrail'e karşı Filistin'e destek vermemiz bu düşman ittifakının kurmaya çalıştığı hattı bölmek oluyor. İsrail'in savaşına Yunanistan ve Rumlar destek verirken aslında Türkiye'ye karşı hareket ediyorlar, niyetleri bu. Yarın Yunanistan bize cephe açarsa İsrail de aynı şekilde destek verecek.
Onun için Türkiye bu hareketi ile aleyhinde kurulan bu ittifaka karşı kendi cephesini savunmaktadır. Görülüyor ki Filistin mevzuu bizi direkt ilgilendiriyor.
İsrail Filistin'i yok edip rahatlarsa enerjisinin büyük kısmını Türkiye aleyhinde, Türkiye çevresinde kurulan bu ittifaka yöneltecek, Türkiye'ye daha büyük zarar vermek için fırsat bulacaktır.
Diğer yandan Yunan, Ermeni, Kıbrıs Rum'u ayrı bir ittifak halinde. Hepsi durmadan silahlanıyorlar. Ermenistan Fransa'dan, Hindistan'dan silah, füze alıyor. Küffarın öyle bir kini var ki; nereden zarar verebilirim diye mütemadiyen hazırlık yapıyor, etrafımızı ateş çemberi ile çevirmeye çalışıyor. Gazze'deki savaş yayılabilir, Suriye'de, Ermenistan-Azerbaycan arasında, Ukrayna'da her an yeni durumlar ortaya çıkabilir. Türkiye Yunan cephesini soğutmaya çalışıyor ama Yunanistan bize olan düşmanlığından vazgeçmeyecektir, asla güven olmaz.
Onun için yekvücud, birlik içinde olmamız, her türlü hazırlığımızı buna göre yapmamız lâzım.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise surruh-un "Allah ve Resul'ünde birleşelim ki iç ve dış düşmanlara karşı mücadele edelim." beyanındaki nasihata, "İlahî Görüş Birliği"ne dâvetine tâbi olmaya her zamankinden daha çok ihtiyaç duyduğumuz bir zamandayız.
Geçtiğimiz ay Aralık 2023 tarihli dergimizde "Hak-hukuk-insanlık namına hiçbir değeri kabul etmeyen, dünyanın hiçbir çağrısına kulak asmayan, soykırım niyetini cumhurbaşkanından sıradan vatandaşına kadar sürekli beyan eden ve bu beyanları yapmaktan çekinmeyen İsrail; dünyanın gözü önünde her gün katliam yapıyor, soykırıma devam ediyor." demiş, İsrail'i ve İsrail'in vahşet ve katliamını destekleyen Haçlı Batı'nın durumunu arzetmiştik.
Küffar bu niyetle bu azimle işgalini, vahşetini, sömürüsünü, tahakkümünü devam ettirmeye çalışıyorken, bu maksatla birlikte hareket ediyorken; müslümanların en az küffar devletleri kadar azimli, gayretli, bir ve beraber hareket etmesi gerekmez mi? Müslümanlar ve İslâm devletleri bir araya gelse Allah-u Teâlâ memnun olup ilâhî yardımı ile desteklemez mi?
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever." (Sâff: 4)
"Nice az bir topluluk Allah'ın izniyle pek çok topluluğu yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara: 249)
Allah-u Teâlâ, birlik halinde olunduğu zaman pek çok topluluğa galip gelineceğini müjdelemiş ve dünya kurulalıdan beri bu hakikat, kâmil imanla cihad eden müslüman millet ve devletlerin üzerinde tezahür etmiştir.
Küçük bir topluluk Cenâb-ı Hakk'ın izniyle nasıl da galip oluyor? İbrahim Aleyhisselâm'ı Nemrud'a galip getiren, Musa Aleyhisselâm'ı Firavun'a galip getiren de Hazret-i Allah'tır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde az sayıdaki Tâlut ordusunun, çok sayıdaki Câlut ordusunu Allah'ın yardımı ile yenmesi hususunda şöyle buyurmuştur:
"Tâlut ordusuyla beraber ayrılınca: "Şüphesiz ki Allah sizi bir nehirle imtihan edecektir. Kim ondan içerse benden değildir. Ondan tatmayıp sadece eliyle bir avuç içenler bendendir." dedi. İçlerinden pek azı hariç olmak üzere hepsi o nehirden içtiler. Tâlut ve beraberindeki müminler nehri geçince: "Bugün bizim için Câlut ve ordusuna karşı koyacak hiç gücümüz yoktur." dediler. Allah'ın huzuruna varacaklarına inananlar ise: "Nice az bir topluluk Allah'ın izniyle pek çok topluluğu yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir." dediler.
Câlut ve ordusuna karşı çıktıklarında: "Ey Rabb'imiz! Üzerimize sabır yağdır! Ayaklarımıza sebat ver! O kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!" dediler.
Sonunda Allah'ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Davud Câlut'u öldürdü. Allah ona hükümdarlık ve hikmet verdi, ona dilediğini öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmı ile diğerlerini savmasaydı, yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah bütün âlemler üzerine lütuf ve kerem sahibidir." (Bakara: 249-251)
Mekke'nin fethinden sonra Arabistan'ın iki büyük kabilesinin önderliğinde ittifak kuran müşrik Araplar 20 bin kişilik bir ordu toplamışlardı. Bu ordu ile Huneyn'de yapılan savaşta cereyan eden hadiselerde de müslümanlar için büyük ibretler vardır.
Zira müslümanlar olarak bize düşen küffar ne kadar güçlü olursa olsun, Allah ve Resul'üne sığınıp azim ve sebat etmektir.
Savaş şöyle cereyan etmişti;
Mekke'nin müslümanların eline geçmesinden memnun olmayan müşrik kabileler Kâbe'deki ve çevredeki putların yıkılmasını bir türlü hazmedemediler. Müslümanlara karşı savaş hazırlıklarına başladılar. Hevâzin ve Sakîf gibi Araplar'ın en büyük ve kuvvetli iki kabilesi diğer birtakım küçük kabileleri de ittifaklarına aldılar. Yirmi bin kişilik büyük bir kuvvet Huneyn vâdisinde toplandı. Kadınlarını, çocuklarını, koyunlarını, sığırlarını da savaş meydanına getirmişlerdi. Ya savaşı kazanıp müslümanlığı ortadan kaldıracaklar, ya da bu uğurda hepsi öleceklerdi.
Düşmanın bu hareketlerini duyan Resulullah Aleyhisselâm, on iki bin kişilik bir kuvvetle Mekke'den harekete geçti.
İslâm ordusunun sayıca çok, malzemece mükemmel oluşu birçoklarının kalbine gurur getirdi. "Artık bu ordu mağlup edilemez!" diyenler bile oldu.
Müslümanlar Huneyn savaşı'ndan önce yaptıkları savaşlarda, kendilerinin üç, dört hattâ on misli düşmanlarını yenmişlerdi.
İslâm ordusu Huneyn vâdisi'ne doğru ilerlemekteydi. Hevâzinliler ise daha önce gelmiş, en müsait yerleri tutmuş, aynı zamanda pusu da kurmuştu.
İslâm ordusunun öncü kuvveti dar boğazdan geçerken pusuya düştü. İki tarafta siperlenmiş olan düşman sağnak halinde ok yağdırmaya başladı.
Müslüman ordusunda hiç yoktan umumi bir panik başladı. Böylece o yenilmez denilen mükemmel ordu, daha savaş başlamadan dağılmaya başladı. Kimse kimseyi dinlemiyor ve beklemiyordu.
Bu bozgun esnasında hiçbir müşkül durumda aslâ acele ve telâş etmeyen, vakarını ve ciddiyetini bozmayan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz soğukkanlılığını muhafaza ediyor, bineğini daima ileriye, düşmana karşı sürüyordu. Resulullah Aleyhisselâm'ın yanında Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Abbas, Ebu Süfyan bin Hâris, Üsame bin Zeyd -radiyallahu anhüm ecmaîn- olduğu halde yüz kadar sahabe kalmıştı.
Durum çok vahimdi. Resulullah Aleyhisselâm:
"Ey Allah'ın kulları! Buraya geliniz! Ben Allah'ın Peygamber'iyim, bunda yalan yok! Ben Abdülmuttalip soyundanım!" diye sesleniyordu. Amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh-da daha gür sesiyle Ashâb-ı kiram'a hitap etti: "Ey Akabe'de biat eden Ensâr! Ey Şecere-i Rıdvan altında söz veren Ashâb! Muhammed burada! Ona doğru gelin!" diyordu.
Muhâcirler ve Ensâr hemen cevap verdiler ve: "Lebbeyk, Lebbeyk!" sesleriyle geri döndüler. Her taraftan koşuştular. Bozulmuş olan ordu, Resulullah Aleyhisselâm'ın etrafında tekrar toplandı. Savaş bütün şiddetiyle yeniden canlandı.
Resulullah Aleyhisselâm bir taraftan:
"Allah'ım bize yardımını gönder!" (Müslim)
Diyerek Allah-u Teâlâ'dan yardım diliyor, bir taraftan da Ashâb'ına hücum emrini veriyordu. Eline bir avuç toprak alarak düşmanın üzerine attı. "İşte şimdi fırın kızdı, harp kızıştı!" buyurdu. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- onların bayraktarlarını öldürdü. Bozulmuş olan ordu, öyle hızlı bir şekilde derlenip toparlandı ki, atları koşamayanlar inip koşuyorlardı, kısa zamanda müminlerin hepsi Resulullah Aleyhisselâm'ın etrafında toplandılar ve savaş düzeni aldılar. Şiddetli hamlelerden sonra düşman darmadağın olup kaçmaya başladı. Müslümanlar da kaçanların arkalarına düşüp yetiştiklerini ya öldürüyorlar veya esir alıyorlardı. Müşrikler kadınlarını, çocuklarını ve sürülerini savaş meydanında bırakarak kaçmışlardı.
Allah-u Teâlâ Huneyn savaşında düşmanlarına karşı müminlere yardım ettiğini onlara hatırlatarak Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyurdu:
"Andolsun ki Allah birçok yerlerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani o gün çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti. Fakat hiçbir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Nihayet bozularak gerisin geriye kaçmıştınız.
Bozgundan sonra Allah, Peygamber'ine ve müminlere sekinetini (huzur ve güvenini) indirdi. Sizin görmediğiniz ordular gönderdi ve kâfirleri azaba uğrattı. İşte kâfirlerin cezası budur.
Sonra Allah bunun ardından yine dilediğinin tevbesini kabul eder. Zira, Allah bağışlayan, merhamet edendir." (Tevbe: 25-27)
Allah-u Teâlâ'nın Âyet-i kerime'leri ile iman ile küfrü ayırdığını;
İçte ve dışta bütün düşmanlarla hakkıyla mücadele ve cihad etmek gerektiğini;
Selçuklu ve Osmanlı atalarımızın bu haçlı sürüleriyle yılmadan yıkılmadan, fasılasız büyük bir cihad yaparak İslâm'ı ve müslümanları koruduğunu;
Bizim de bu ayrıma göre imanımızı ve vatanımızı muhafaza ve müdafaa etmemiz gerektiğini;
Bugüne kadar defaatle duyurmaya gayret ettik, ümmet-i Muhammed'i ihtar ve irşad etmeye çalıştık.
Zira bunlar Allah-u Teâlâ'nın hükümleridir, bizim beyanlarımız Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'ler iledir.
Nitekim tarih boyu küffar devletleri daima bizim aleyhimizde bir plan ve niyet beslemiştir. Bize düşmanlık yapmakta bir an bile geri kalmamışlardır.
"Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler." (Âl-i imran: 120)
İçimizdeki münafıklar da onlar gibidir. Bize bir iyilik gelmesini istemezler, gelirse üzülürler. Bu onların düşmanlıklarının ve içlerinde gizledikleri küfür dolu öz niyetlerinin bir tezahürüdür.
Küffarın hedefi; İslâm'ı ve Türkiye'yi yıkmaktır.
Küfür ehli tek millet olmuş, elinden gelen düşmanlığı yapıyor. Türkiye'yi yıkmak için saldırıyor. Eskiden sinsi yaparlardı, şimdi alenî yapıyorlar. Şüphesiz kalplerinde bundan daha büyüğünü taşıyorlar.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle buyuruyorlar:
"Allah-u Teâlâ küffârın, müslümanlara karşı gönüllerinde besledikleri kin ve nefretin büyüklüğüne dikkati çekerek Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmuştur:
"Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar, size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür!
Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz." (Âl-i imran: 118)
Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir ihtardır. Yâni size bu ilâhî hükümleri hatırlatıyoruz ki, onlardan her zaman uzak durun ve tehlikelerinden sakınmak için dâima uyanık bulunun. Onlara bu gözle bakma istidâdını kaybedenler, bu tehlikeyi idrakten de mahrum kalmışlardır. Bu ilâhî hüküm hatırdan çıkarılmamalı; bugün ellerine fırsat geçse yine aynı şeyleri yapacakları unutulmamalıdır." ("İslâm Dini'ne ve Vatanımıza İhanet Eden HÂİNLERİN İÇYÜZÜ", s. 320)
Dünya üzerinde hiç bu kadar içten ve dıştan kuşatılmış bir ülke yoktur. Çok uyanık olmalı, her türlü tedbiri almalıyız. Küffarın bizi kuşatmaya çalıştığı böyle bir zaman uzun zamandır yaşanmış değildi.
İslâm dünyasını dağıtmak istiyorlar. Bunun için elbirliği ile Türkiye'ye düşmanlık yapıyorlar. Çünkü burayı yıkarsa İslâm ülkelerinin tutunacak yeri kalmayacak. En büyük dayanakları çökmüş olacak.
Bu düşmanlarla hakkıyla mücadele ve cihad etmek müslümanın vazifesidir;
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde kâfirlerle cihadı emrediyor:
"Allah yolunda savaşın ve bilin ki, Allah işitendir, bilendir." (Bakara: 244)
"Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!" (Tevbe: 73)
Hakkını vermek için insan canını, malını, her şeyini ortaya koyacak öyle çıkacak. Ben yatağımda yatayım, param da cebimde olsun, canım da cennette olsun, bu olmaz. Osmanlı'ya bak, canını, malını fedâ etti, bu galibiyetleri elde etti. Bugün de bu iman kalesini muhafaza etmek için insan canını, malını feda edecek, lâf işi değil.
"Müminler o kimselerdir ki, Allah'a ve Resul'üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ve malları ile cihad etmişlerdir. İşte onlar sâdıklardır." (Hucurât: 15)
Atalarımız birleşmiş hıristiyan devletlerinin haçlı orduları ile büyük bir azimle cihad ettiler.
Şu Âyet-i kerime'yi düstur edindiler:
"Fitne tamamen yok edilinceye ve din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın!" (Bakara: 193)
Hazret-i Allah da onlara bugün bile hayırla yadedilen tarihte eşi görülmemiş bir cihan imparatorluğu verdi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Resulullah Aleyhisselâm'a ancak Zât-ı akdes'inden korkmayı ve tevekkül etmeyi tavsiye buyurmaktadır:
"Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve münâfıklara itaat etme! Şüphesiz ki Allah çok iyi bilendir, hükmünde hikmet sahibidir." (Ahzâb: 1)
İlmi her şeyi kuşatmıştır, bütün işleri hikmet iledir. O halde yalnız O'ndan kork ve yalnız O'na itaat et.
"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer: 36)
Diğer Âyet-i kerime'lerinde şöyle buyuruyor:
"Allah sana kâfidir. O ki, seni ve müminleri yardımıyla destekleyendir." (Enfâl: 62)
"Müminlere yardım etmek üzerimize hak olmuştur." (Rum: 47)
O dilediği kulunu, hususiyetle sevgili Peygamber'ini daima himaye eder, her türlü düşmanlıklardan korur.
"Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Allah'ın dinine) yardım ederseniz (sarılırsanız), Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sabit kılar.
Kâfirlere gelince onlar yüzüstü sürünsünler! Allah yaptıklarını boşa çıkarmıştır." (Muhammed: 7-8)
"Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." (Enfâl: 46)
Hazret-i Allah'ın emri budur. Hazret-i Allah'ın kitabı budur, Hazret-i Allah'ın dini budur.
Bu apaçık emirler karşısında bir müslümanın bölücülükten şiddetle kaçınması lâzımdır. Tefrikanın, bölücülüğün İslâm'da yeri yoktur."
Bu Âyet-i kerime müslümanların kendi arasındaki çekişmenin doğuracağı zaaf ve zarara işaret ediyor.
Müslümanların kendi arasındaki çekişmenin zararı ortada ve bu yüzden Filistin'li müslümanlar sahipsiz ve en büyük düşman saldırıyor. Aynı şekilde dinde ve vatanda bölücülük yapanların zararı nasıl olur? Nitekim gerek PKK'nın gerekse müslüman görünüp küffarla işbirliği yapan din bölücülerinin vatana verdiği zararlar ortadadır.
Bu kadar iç ve dış düşman varken bir de birbimizle çekişirsek halimiz ne olur?
Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Müminler kardeştirler." (Hucurât: 10)
Müminler kardeştirler. Biri diğerini candan sever ve sayar.
Müslüman din kardeşi için her türlü iyiliğe koşar, aslâ onun için kötülük düşünmez, kötülüğüne çalışamaz.
İman sahipleri için şu Hadis-i şerif kâfidir.
"Bir kimse kendisi için arzu ettiği ecir ve sevabı din kardeşi için de arzu etmedikçe imanın kemâline ulaşamaz." (Buhari)
Yani bir mü'min kendisi için istediği iyiliği diğer mü'min kardeşi için istemezse kâmil imandan mahrumdur. Bu ne büyük bir şeydir.
Mü'min, din kardeşinin noksanlarını tamamlamaya, kusurlarını örtmeye, imanının kemâle ulaşmasına, amellerinin çoğalmasına rızâ-i İlâhi'yi kazanmasına yardımcı olmaya çalışmalıdır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde;
"Ruhum kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de hakkıyla iman etmiş olamazsınız." buyuruyorlar. (Müslim)
Ve fakat Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere iman ve ibretle dikkat edin.
Kur'an-ı kerim'de müslümanların birlik ve tesanüd içinde olmalarını, parçalanıp ayrılığa düşmemelerini emreden; ayrılığın ve ayrılık yapanların İslâm'a ve müslümanlara büyük zararlar verdiğini beyan eden birçok Âyet-i kerime'ler mevcuttur:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.
Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın.
Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor." (Âl-i imrân: 102-103)
Bu Âyet-i kerime'ler Ashâb-ı kiram'ın câhiliye devrindeki durumları ile, iman şerefiyle müşerref olduktan sonra kazanmış oldukları saâdeti beyan buyurmaktadır. Bu büyük nimet kıyamete kadar, kendisini Allah'ın dinine teslim eden her müslüman için de aynıdır. Gerçekten de bu nimet, hatırlanması ve şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
İmanla, basiretle tetkik edildiği zaman görülecektir ki bu husus çok mühimdir ve her müslümanın imanını koruması için bu durumu daima göz önünde bulundurması gerekmektedir.
İslâm dini kardeşlik dinidir. Birlik, beraberlik, kardeşlik, huzur ve medeniyetin temelidir. Bugün yaşanan ayrılıklar, terör ve fitneler İslâm dininden uzaklaşmamızdan, dinde ve vatanda bölücülük yapılmasından kaynaklanmaktadır.
"Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm'ın sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara: 208)
İslâm dini gönüllere huzur, kalplere şifadır. Gönüllerdeki fitne ve fesadı yok eder, insanları kardeş yapar. Zira Allah-u Teâlâ fitne ve fesadı sevmez. Bunun en büyük delili Resulullah Aleyhisselâm'ın gönderildiği asır ve toplumda çok kısa zamanda yaşanan muazzam inkişaftır.
Bu inkılap Resulullah Aleyhisselâm'ın çok aşikâr bir mucizesi, İslâm'ın mükemmelliğinin büyük bir delilidir.
"Onların gönüllerini birleştiren Allah'tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Aziz'dir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Enfâl: 63)
Bugünkü fitne ve fesadın en büyük ilâcı yine Resulullah Aleyhisselâm'ın nuruna tâbi olmak, İslâm'ın kardeşlik dairesinde hemhal olmaktır. Irkçılık ve bölücülük fitnesi içerisinde yakıp, yıkıp, öldürenler Allah-u Teâlâ'nın indinde çok büyük bir suç işlemişlerdir. Hem İslâm'a hem de vatana ihanetin cezası çok büyüktür. Hem dünyada hem de ahirette...
"Hem sizden hem de kendi topluluklarından emin olmak isteyen başkalarını da bulacaksınız. Bunlar her ne zaman fitneye götürülseler, fitnenin içine başaşağı atılırlar. Eğer onlar sizden uzak durmazlar, sulh işini size bırakıp ellerini çekmezlerse, onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte öylelerine karşı size apaçık yetki verdik." (Nisâ: 91)
(Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, "İslâm Dini'ne ve Vatanımıza İhanet Eden HAİNLERİN İÇYÜZÜ", Nisan 2006, s. 122-124)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde, müminlerin kimleri sevip kimlerle dost olacaklarını beyan buyurmaktadır:
"Sizin yegâne dostunuz Allah'tır, O'nun Peygamber'idir ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir." (Mâide: 55)
Şu Âyet-i kerime'de ise iman dostluğunun mahiyeti ve hakikati beşeriyete ilân edilmektedir:
"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcılarıdırlar.) Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve Peygamber'ine itaat ederler.
İşte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ki Allah Aziz'dir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe: 71)
İslâm kardeşliği ebedidir, ahirette de devam eder.
Âyet-i kerime'de:
"Dostlar o gün birbirine düşmandır, takvâ sahipleri müstesnâ." buyuruluyor. (Zuhruf: 67)
Bu emr-i ilâhî karşısında bütün müslümanların birleşmesi ve Hazret-i Allah'ın ipine sımsıkı sarılması gerekir.
Kim ki bunu yapmazsa Allah-u Teâlâ'nın apaçık emr-i şerif'ine itaat etmemiş olur. Din-i İslâm'ı parçaladığı için şeytan fırkasından olmuş ve kendisini cehenneme hazırlamıştır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyuruyorlar:
"İslâm dini kardeşlik dinidir. Bize Hakk'tan bir nûr gelmiştir. Bu nûr Kur'an-ı kerim'dir. Bize kardeşliği, tesanüdü emreder:
"İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." (Mâide: 2)
O halde Allah-u Teâlâ muhakkak iyilikte birleşmeyi emir buyururken; bizim Allah ve Resul'ünde birleşmemiz mi daha hayırlıdır, yoksa paramparça olmamız mı? "Elbette birliktir." diyeceksiniz.
O hâlde sizi Allah ve Resul'üne dâvet ediyoruz. İç ve dış düşmanlarımıza karşı koyabilmemiz için.
Zira devlet ittifaktan, devletsizlik ise nifaktan doğar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Bir mümin diğer mümin kardeşi için birbirine kenetlenen tuğlalar gibidir, birbirinden kuvvet alır." buyuruyorlar. (Münâvî)
Müslümanlar ana-baba bir kardeş gibidirler. Aralarındaki kardeşlik ebedî olup, âhirette de devam eder. Şu halde kardeşlik icraatını yapmamız lâzımdır. Mümin kardeşlerini Allah için seven, onların dertleri ile dertlenen kimselerden Allah râzı olur. Onlara akla-hayale gelmeyen dereceler verir.
Kardeşlik dini deyip isimde kalırsa mânâsına nüfuz etmemiş oluruz. Bu ayrılıklar nefsimizin hamlığından, tekâmül edemeyişimizden, ihlâsa varamadığımızdan ileri geliyor. Bu sebeple ne kadar kayıplara uğradığımızın hiç farkında değiliz."
Her beyanlarında olduğu gibi Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususu da Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın beyanları ile seneler öncesinden izah ve ilân etmiştir. Kendi ismine dâvet etmemiş, Allah ve Resul'üne dâvet etmiş ve "Her isim bir dindir." buyurmuşlardır.
"İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet" ismiyle eser neşretmişler, "Allah ve Resul'ünde birleşelim." beyanları ile birlik ve beraberliğin reçetesini öz olarak ortaya koymuşlardır.
"Bütün bölücüler birliğin ancak kendi kurduğu din üzerinde olmasını isterler. Allah ve Resul'ünde birleşmeye yanaşmazlar. Rıza-i İlâhi için çalışmak, onların işine gelmez, onlar yalancıdırlar ve halkı sapıttırıyorlar.
Biz ancak Allah-u Teâlâ'nın ahkâmını tebliğe memuruz, Allah ve Resul'ünde birleşmeye dâvet ediyoruz." (İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet, s. 190)
Birlik ancak böyle olur, birlik ancak burada olur. Yoksa fitne çıkartanların fitnelerini hoş görmekle ancak fitne büyümüş olur. Bugün görüldüğü gibi.
Çünkü bu din bölücülerinin yüzünden, müslümanlar fırkalara ayrılmışlar paramparça olmuşlardır.
Din-i İslâm'a ve müslümanlara en büyük zararı bunlar vermişler, dış düşmanın yapamadığını bunlar yapmışlardır.
Kendileri bu birlik ve beraberliği ortaya koyan eserlerinde önceliği din ve vatan bölücülerini tanıtmaya ve onların fitnelerini söndürmeye vermişler, bu hususta bölücülerle, hainlerle çok ciddi bir mücadele yapmışlardır. Gerek kitaplarıyla, gerek dergileriyle hiç kimseden çekinmeden tek başlarına cihad etmişlerdi.
Bir kimse bölücülükten rücu ederse dünya-ahiret kardeşimizdir. Ancak dinde ve vatanda bölücülük yapanlarla değil birlik olmak, onlarla mücadele etmek ilâhî bir emirdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle emir buyuruyor:
"Hepiniz topluca, sımsıkı Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i imran: 103)
Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ "Parçalanıp ayrılmayın" diye emir buyururken aynı zamanda "Sımsıkı Allah'ın ipine sarılın" buyuruyor. Ahmetin, mehmetin ipine değil.
Birlik ve beraberlik ancak "Allah'ın ipine sarılmakla" mümkündür. "Allah'ın ipi"nden murad Kuran-ı kerim ve Sünnet-i seniyye'dir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin." (Enfâl: 46)
Allah-u Teâlâ "Birbirinizle çekişmeyin." diye emir buyururken "Allah'a ve Resul'üne itaat"i şart koşuyor. Böyle yapılmadığı takdirde olacakları şöyle haber veriyor:
"Sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider." (Enfâl: 46)
Binaenaleyh dinimizi ve vatanımızı muhafaza için, kuvvetli olmak için, zaafa ve korkuya düşmemek için ahmetin mehmetin görüşünde, filan kurum ve kuruluşun şemsiyesinde değil, "Allah ve Resul'ü"nde birleşmemiz, "İlâhî Görüş"te birlik kurmamız gerekiyor.
"Bu birlik ve beraberliği temin edenler, uhuvveti sağlayanlar, parçalanıp ayrılmayanlar hakkında Allah-u Teâlâ'nın vaad-i sübhanisi var." (İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet, s. 197)
"Gayemiz bütün müslümanların Hazret-i Allah ve Resul'ünde birleşmelerine gayret etmek ve bölücülükten kurtarmaktır." (İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet, s. 118)
"Allah ve Resul'üne teslim olup, emir ve nehiylerinde birleşelim. Yetmiş üç fırkadan çıkın, o bir fırkada toplanalım." (İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet, s. 26)
"Zira devletsiz olunca dinini de yaşayamıyorsun. Bunun yegâne sebebi, bu bölücülere diyoruz ki; Bırakın artık şu ilâhları, imansız imamları, deccalden daha beter olan sapıtıcıları!
İslâm dinine dönün. Hazret-i Allah'ta, Kitabullah'ta, Resulullah'ta birleşelim, yekvücud halinde hem dinimizi hem de vatanımızı kuvvetlendirelim." (İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet, s. 192)
Bu birliğin içinde bölücülerin yeri ve yurdu olamaz.
"Din adına yapılan her bölünme İslâm dininde bir ihanettir, bir zulümdür. Bu bölücüler rücû etmedikleri takdirde, çok şiddetli bir azapla kendilerine yazık etmiş olurlar."
"...Biz ancak Allah-u Teâlâ'nın ahkâmını tebliğe memuruz Allah ve Resul'ünde birleşmeye dâvet ediyoruz. "İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet" kitabımızı da bu maksatla yazmışızdır."
"Bütün gayemiz; Devletin ittifaktan, devletsizliğin ise nifaktan doğduğunu belirtiyoruz bu kitapta.
Ve bunun böyle olduğunu Âyet-i kerime'lerle uzun uzun açıklıyoruz. ....
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Sizin için Deccal'den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.
– Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)
Niçin Deccal'den daha beter? Bunlar sûret-i haktan göründüler, İslâm'ın ön safında gibi göründüler. Müslümanları kendi saflarına çekince dinlerini ilân ettiler, İslâm'dan ayrıldılar."
"Seneler senesi bu bölücülerle mücadele ediliyor, her birisinin hakkında ayrı ayrı kitaplar yazılıyor. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle içyüzleri ortaya konuluyor.
Gayemiz;
Allah'ımız bir, Kitabımız bir, Peygamberimiz bir.
Hazret-i Allah'ta, Kitabullah'ta ve Resulullah'ta birleşelim. İslâm'da kardeş olalım.
Dinimizde, devletimizde bir ve beraber olalım. Her tarafımızı düşman kaplamış, ittifaksızlık sebebiyle devleti kaybedersek, küffarın idaresinin altına girersek durum ne olur? Siz bunu mu istiyorsunuz?
Ebedî saâdet ve selâmete nâil olabilmek için bu bölücülüklerden vazgeçin, yaptıklarınızdan tevbe edin, din-i İslâm'a dönün.
Zira Cennet-i âlâ'nın lütfu sonsuzdur, cehennemin azabı çok şiddetlidir." (İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet, s. 292-293)
Onlar halkı uyutmak için "Birleşmemiz lâzım." derler. Onlara "Peki nerede birleşelim?" dediğiniz zaman "İşte yolum!" derler. Bu şekilde her bölücü imam, cemaatin kendisinde birleşmesini arzu eder. Bunu bu imansız imamlar yapıyor.
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İşte onlar Allah'ın hizbi (partisi)dir. İyi bil ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah'ın hizbi (partisi)dir." (Mücâdele: 22)
Ancak birleşme Allah'ın emir ve partisinde birleşmekle olur. Kurtuluş da ancak burada olur. Fakat bölücü imamların etrafında birleşmekle İslâm dinini yıkmaktan başka hiçbir şey yapmamış olursunuz.
Zâlimler güruhundan olmamamız için Hazret-i Allah'ta birleşmemiz, yekvücud halinde olmamız icabediyor.
Müslümanların, Allah ve Resul'ünde birleşmesi en büyük arzumuzdur. Bu gaye ile Nur-i Muhammedî -sallallahu aleyhi ve sellem-in yayılmasına, ilahî dâvette birliğin gerçekleşmesine gayret etmekteyiz. Vahdette bulunmamız emredildiği için, müslümanları "Ülâike Hizbullah"a, "Allah ve Resul'ünün partisi"ne dâvet ediyoruz.
Ben Hazret-i Allah'ı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı seçtim, onlara iman ettim. İmansız imamlara iman edenlerden değilim.
Hazret-i Allah'ın Kur'an-ı kerim'ini, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sini seçtim ve rehber edindim. İmansız imamların kitabını değil.
Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın dinini seçtim ve iman ettim. Din kuruculardan değilim.
Hazret-i Allah'ın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın partisini seçtim. "Ülâike hizbullah" Ancak felâh buradadır. Particilerin peşinden gidenlerden değilim.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet" isimli eserinde; "Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan" buyurmuşlardı.
Binaenaleyh müslümanların birlik ve beraberlik içinde bulunması "İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİ"nde birlik olmakla mümkündür.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususu şöyle izâh ediyorlar:
"İslâm dini kardeşlik dinidir. Uhuvvet İslâm'ın temel düsturlarındandır.
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir." (Enfâl: 46)
Hazret-i Allah'ın emri budur. Hazret-i Allah'ın kitabı budur, Hazret-i Allah'ın dini budur.
Biz hiç kimseye bağlı değiliz, kimseden de bir şey beklemiyoruz. Biz ancak Hazret-i Allah ve Resul'üne -sallallahu aleyhi ve sellem- sığınırız. Onun içindir ki cesaretle konuşuyoruz. Kimseden de korkumuz yok.
Biz "İLÂHÎ GÖRÜŞ BİRLİĞİ'NE DÂVET" ederiz. Gelenlerin gönüllerine Hazret-i Allah ve Resul'ünün -sallallahu aleyhi ve sellem- muhabbetini ve emirlerini koymaya, her türlü bölücülükten arındırmakla yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünde -sallallahu aleyhi ve sellem- birleştirmeye, aralarında gerçek bir kardeşliğin tesisine gayret ederiz.
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Müslümanların birbirine yaklaşmaları, birleşmeleri, aralarında bir dayanışma husule gelmesi en büyük arzumuzdur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretlerimiz'den niyaz ederim ki fakirin bu arzularını basiret sahibi din kardeşlerimin ibret kulaklarına ulaştırsın, feyiz ve bereketini de ihsan buyursun.
Muhakkak iç ve dış din ve vatan düşmanlarına karşı yekvücud olmamız lâzım.
Âyet-i kerime'lerde:
"Mü'minler kardeştirler." (Hucurât: 10)
"İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız. Kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." buyuruluyor. (Mâide: 2)"
"Biz öteden beri hem dinde hem vatanda bölücülüğü yok etmeye çalışıyoruz. Bunu; İslâm dini böyle emrettiği için yapıyoruz.
Bugüne kadar Nûr-i Muhammedî'nin yayılmasına, ümmet-i Muhammed'in Allah ve Resul'ünde birleşmesine gayret ettik.
Bizim bütün gayemiz iman kurtarmaktır.
Vatanımı, bayrağımı çok ama çok seviyorum. Dinime ve vatanıma düşmanlık edenlerin de karşısındayım. Hem dinimizi, hem de vatanımızı muhafaza ve müdafaa için bu cihadı yapıyoruz. Bölücüler bu vatanı, Din-i mübin'i parçalamaya çalışıyorlar. Biz de bunları parçalıyoruz.
"Hayır! Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir." (Enbiyâ: 18)
Bizim iki gayemiz var:
İman ve vatan."
"Dikkat ederseniz, işgal altındaki müslümanların tek ümidi Türkiye'dir. En çok buraya gönül bağlarlar. Ümitleri ve gönülleri bu vatandadır. Fakat müslüman gibi görünenler, gerek dinimize, gerek vatanımıza, içten saldırdıkları için dış düşmandan çok daha tehlikelidirler.
Dinine ve vatanına ihanet eden, Türk bayrağını paçavra olarak görenlerin dine ve vatana yaptığı ihanet budur.
Cenâb-ı Hakk bu vatanı koruyacak, muhafaza edecek. ...
Binaenaleyh bizim duâmız hep başkaları için, Ümmet-i Muhammed'in iman ve selâmeti için.
"Yâ Rabb'i! Halilullah Mekke için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Resulullah Medine için duâ etti,
Yâ Rabb'i! Fakir bu devlet için duâ ediyor, bu devlete zevâl verme!"
İslâm âlemine bakıldığında, müslümanların fırkalara ayrıldığı, senlik-benlik kavgası, liderlik-önderlik dâvâsı, makam, nam ve menfaat kaygısı ile ihtilaf ve tefrikaya düştükleri acı bir gerçektir.
Bir taraftan yahudiler, bir taraftan hıristiyanlar, bir taraftan komünistler dinimize saldırıp dururken, diğer taraftan da, bunlardan daha tehlikeli olan Allah ve Resul'ünün yolundan başka yollara sapmış, tefrika çıkarıp ayrılık yapan dalâlet zümreleri Ümmet-i Muhammed'i bölmeye çalışıyor.
Üstelik bunu İslâm namına yapıyor ve kendilerini müslümanların ön safında zannediyorlar. Gayeleri ise bozgunculuk ve bölücülüktür. Bu gibilerin tahripleri dış düşmandan daha büyük ve daha tesirlidir.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde:
"Parçalanıp ayrılmayın." buyuruyor. (Âl-i imrân: 103)
Bölünmeyin, birbirinize arka çevirmeyin, ayrılık doğuracak, din kardeşliğinizi zedeleyecek işler yapmayın, yahudiler ve hıristiyanlar gibi tefrikaya düşmeyin, Hakk ve hakikatten ayrılıp uzaklaşmayın.
Parçalanmayın! Parçalanma zafiyet getirir. Dinimizin, vatanımızın birliğe, beraberliğe ihtiyacı var, ayrılığa, gayrılığa değil!
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır." (Âl-i imran: 105)
Bu Âyet-i kerime'de yetmiş üç fırkadan o bir fırkaya hitap ediliyor. Yani; "Siz de o kayanlar gibi olmayın, onlar için pek acıklı bir azap hazırladım, siz de kayarsanız bu felâkete uğrarsınız." diye o bir fırkayı ikaz ediyor Hazret-i Allah.
Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:
"Cemaatte rahmet, tefrikada (ayrılıkta) azap vardır." (Münâvî)
Allah ve Resul'ünün yolunda hayat, tefrikada ise dalâlet vardır. Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse ihtilâf ve tefrikaya düşmez. Allah-u Teâlâ birleşmeyi emrediyor, bölücülüğü şiddetle yasak ediyor. Bu yolda hizmet gerek, bölücülük değil.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde
"Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayıranlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar... İşte lânet onlar içindir ve kötü yurt cehennem de onlarındır." buyuruyor. (Ra'd: 25)
Birleşmeyi, kenetlenmeyi, kendi nizamında bir ve beraber olmayı emir buyuran Hazret-i Allah, bu emrine rağmen ayrılık yapanlara, bozgunculuk ve fesat çıkartanlara lânet ve kötü bir yurt olan cehennemi vadetmiştir.
Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- de:
"Ayrılık yapan bizden değildir." (Münâvî)
Buyurarak fitnecileri ümmetlik dairesinden dışarı çıkarıp atmış ve hiçbir bölücüyü ümmetliğe kabul etmediğini resmen ilân ediyor.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmuştur:
"Kendi aramızda münakaşa yapıyorduk. Yanımıza Resulullah Aleyhisselâm geldi, bizi münakaşa eder halde görünce şimdiye kadar hiç görülmemiş derecede kızdı ve şöyle buyurdu:
'Ey Muhammed'in ümmeti! Nefislerinizi bu derece ateşlemeyiniz. Bununla mı emrolundunuz? Bundan nehyedilmediniz mi? Sizden öncekiler de bu yüzden helâk olup gitmediler mi?
Aranızda mücadeleyi, münakaşayı terk ediniz. Ayrı fikirler, tartışma, çekişme kardeşler arasına düşmanlık sokar. Münakaşayı terk ediniz, onun fitnesinden emin olunmaz. Münakaşayı terk ediniz, o zihinlerde şüphe oluşturur, amellerinizi yok eder.'"
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Siz gerçekten inanıyorsanız Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin." buyuruyor. (Enfâl: 1)
Hadis-i şerif'te ise;
"Nefsinizin heva ve arzuları sizi ayrılığa düşürmesin." buyuruluyor. (Câmiu's-Sağîr)
Onun için size; "Tefrikaya düşüren, bölücü ve tahripçilere emniyet ve iktida etmeyiniz!" diyoruz.
Birlik ve Beraberliğin önemini, ilâhî bir emir olduğunu, bölücülük yapmanın dindeki yerinin bilinmesi; müslümanların birliğine ve beraberliğine, fitne ve bölücülüklerin ortadan kalkmasına vesile olması dileğiyle, Muhterem Ömer Öngüt Efendi Hazretleri'nin "İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet" isimli eserinin hülâsasını arzediyoruz.
Kitabımız birdir; o halde Allah ve Resul'ünde birleşmemiz gerekiyor, bölücülerin zan kitaplarında değil!...
İşte bu kitapla müslümanlar İlâhî Görüş Birliği'ne dâvet edilmekte, hakiki kardeşlik ve birliğin ancak ve ancak İslâm dininde olacağı izah edilmektedir.
Bu mevzu Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri'nin "İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet" isimli kitabından derlenmiştir.
"Bütün bölücüler birliğin ancak kendi kurduğu din üzerinde olmasını isterler. Allah ve Resul'ünde birleşmeye yanaşmazlar. Rıza-i İlâhi için çalışmak, onların işine gelmez, onlar yalancıdırlar ve halkı sapıttırıyorlar. Biz ancak Allah-u Teâlâ'nın ahkâmını tebliğe memuruz Allah ve Resul'ünde birleşmeye dâvet ediyoruz. "İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet" kitabımızı da bu maksatla yazmışızdır.
Onlar halkı uyutmak için "Birleşmemiz lâzım." derler. Onlara "Peki nerede birleşelim?" dediğiniz zaman "İşte yolum!" derler. Bu şekilde her bölücü imam, cemaatın kendisinde birleşmesini arzu eder. Bunu bu imansız imamlar yapıyor." (İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet, s. 190)
"Ben Hazret-i Allah'ı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı seçtim onlara iman ettim.
İmansız imamlara iman edenlerden değilim. Hazret-i Allah'ın Kur'an-ı kerim'ini, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sini seçtim ve rehber edindim. İmansız imamların kitabını değil." (İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet, s. 190)
Dünyanın gözü önünde yahudinin müslümanlara yaptığı soykırım göstermiştir ki müslümanların Allah ve Resul'ünde bir ve beraber olması, "İlâhi Görüş"te birleşmesi şarttır. 2 milyarlık İslâm dünyası ile ortak paydamız İslâm, iman kardeşliği. Ancak bu uhuvvetle müslümanlara önderlik yapabiliriz. Birlik ve beraberlikle dünyaya hakim olabiliriz. Osmanlı'da olduğu gibi.
Bu da ancak İslâm'da, Allah-u Teâlâ'nın Ahkâm-ı ilâhiye'sinde, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sinde birleşmekle olur. Kendi zannımızda değil.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin seneler senesi "İlâhî Görüş Birliği"ne dâvet etmekle ne kadar haklı olduğu; içte ve dışta yaşanan hadiselerle zâhir oldu.
"Sizi kurtuluşa, yani o bir fırkaya dâvet ediyorum. Bu, "İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet"tir.
Kitabımız birdir; o halde Allah ve Resul'ünde birleşmemiz gerekiyor. Bu da hiçbir zaman madde, menfaat, önderlik, liderlik istememek şartıyla gerçekleşir.
Bugün herkes haklı olduğunu iddiâ ediyor, başkalarının dalâlette olduğunu söylüyor. Halbuki o bir fırka ehlince mâlumdur.
Diyeceksiniz ki "Ehlince mâlum olan bu fırka nasıl ayırdedilir?"
Bu fırka, Fırka-i nâciye'dir. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.
Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allah'ın verdiği sözlerde asla değişme yoktur. Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir." (Yunus: 62-63-64)
Bu fırka bunlardır.
Bu fırkanın alâmeti ise; onlar Allah ve Resul'üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul'ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar. Bu kimseler gerçekten Hakk'ın hizmetçisidirler ve ancak Allah'a hizmet ederler.
Âyet-i kerime'de:
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." buyuruluyor. (A'raf: 181)
Diğerleri ise, şeytanın hizmetindedirler. "Cihad, cihad..." derler. Onların cihadı dinardır. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunlar hakkında "Dînuhum dinâruhum = Onların dinleri para olacak." buyuruyorlar. Bunlar cihadı gerçekte mevki ve maddeye açmışlardır. Her biri kendi dalâlet yollarına dâvet ederler.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'de:
"Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.' buyuruyor. (A'raf: 86)
Zan ilmi hiçbir zaman hakikate erişemez." ("Sözler ve Notlar 5", s. 285-287)
•
Allah-u Teâlâ muhakkak birleşmeyi emir buyururken bizim Allah ve Resul'ünde birleşmemiz mi daha hayırlıdır, yoksa her bir bölücüye ayrı ayrı tabi olup paramparça olmamız mı? "Elbette birliktir" diyeceksiniz. O halde Allah ve Resul'de birleşelim.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Size açık açık deliller geldikten sonra yine kayarsanız, bilin ki Allah Aziz'dir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Bakara: 209)
Diğer bir Âyet-i kerime'de ise:
"Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin." buyuruluyor. (Şurâ: 13)
Bu Allah-u Teâlâ'nın apaçık emridir.
Hazret-i Allah, mü'minlerin birleşmelerini emir buyururken, ayrılık yapanlarla, tefrika çıkaranları ağır bir dil ve ifade ile tehdit ediyor.
Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır." (Âl-i imran: 105)
Bu ayrılıklar nefsimizin hamlığından, tekâmül edemeyişimizden, ihlâsa varamadığımızdan ileri geliyor. Bu sebeple ne kadar kayıplara uğradığımızın hiç farkında değiliz.
Zâlimler güruhundan olmamamız için Hazret-i Allah'ta birleşmemiz, yekvücud halinde olmamız icabediyor.
Müslümanların Allah ve Resul'ünde birleşmesi en büyük arzumuzdur. Bu gaye ile Nûr-i Muhammedî -sallallahu aleyhi ve sellem-'in yayılmasına, ilahî dâvette birliğin gerçekleşmesine gayret etmekteyiz. Vahdette bulunmamız emredildiği için, müslümanları "İlahî Görüş Birliği" ne dâvet ediyoruz.
Hülasa-i kelâm; biz müslümanları birliğe dâvet ediyoruz. ...
Asıl gayemiz, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, müslüman kardeşlerimizin Allah ve Resul'ünde birleşmesidir.
Gerçekten Allah ve Resul'ünde birleşelim ki, iç ve dış düşmanlara karşı mücadele edelim."
"Bütün bölücüler birliğin ancak kendi kurduğu din üzerinde olmasını isterler. Allah ve Resul'ünde birleşmeye yanaşmazlar. Rızâ-i İlâhi için çalışmak, onların işine gelmez, onlar yalancıdırlar ve halkı sapıttırıyorlar.
Biz ancak Allah-u Teâlâ'nın ahkâmını tebliğe memuruz. Allah ve Resul'ünde birleşmeye dâvet ediyoruz. "İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet" kitabımızı da bu maksatla yazmışızdır.
Onlar halkı uyutmak için "Birleşmemiz lâzım." derler. Onlara "Peki nerede birleşelim?" dediğiniz zaman "İşte yolum!" derler. Bu şekilde her bölücü imam, cemaatın kendisinde birleşmesini arzu eder. Bunu bu bölücü imamlar yapıyor.
Dikkat et kardeşim! Sen de gör ve bu gaflet sarhoşluğundan ayıl artık!
Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"İşte onlar Allah'ın hizbi (partisi)dir. İyi bil ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah'ın hizbi (partisi)dir." (Mücâdele: 22)
Ancak birleşme Allah'ın emir ve partisinde birleşmekle olur. Kurtuluş da ancak burada olur. Fakat bölücü imamların etrafında birleşmekle İslâm dinini yıkmaktan başka hiçbir şey yapmamış olursunuz." ("'İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 190-191)
"Allah-u Teâlâ muhakkak birleşmeyi emir buyururken bizim Allah ve Resul'ünde birleşmemiz mi daha hayırlıdır, yoksa her bir bölücüye ayrı ayrı tabi olup paramparça olmamız mı? "Elbette birliktir" diyeceksiniz. O halde Allah ve Resul'de birleşelim. Bu "İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet"tir.
....
Allah'ımız bir, Kitabımız bir, Peygamberimiz bir. İslâm'da kardeş olalım."
"Eserlerimiz incelendiğinde siyasi hiçbir şey bulamazsınız. Gayemiz İslâm'dır, isim değil, muradımız Hazret-i Allah ve Resul'üdür, bölücülerden herhangi biri değil.
Bizim bütün gayemiz budur, Allah ve Resul'üdür, Hazret-i Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır."
"Bizim iki gayemiz var; nuru yaymak, küfrü kaldırmak!.."
"Ancak öyle bir devirde yaşıyoruz ki, her türlü fitne, her türlü bölücülük almış başını gidiyor. Her türlü ahlâksızlık yaşanıyor.
İşte bu en kötü devirde vatanda bölücüler olduğu gibi dinde, İslâm dini'nin içinde de bölücüler türedi. Vatan bölücülerinin vatanımızı parsellemeye çalıştıkları gibi bunlar da Allah-u Teâlâ'nın dinini, din-i İslâm'ı bölüm bölüm bölmeye, kendi nam ve hesaplarına parsellemeye çalışıyorlar. Kendi zanlarını hüküm yerine koymaya, insanları nefis putunun etrafında toplamaya çalışıyorlar. Herkes kendi parselinde memnun, rahatı istirahatı yerinde. Ancak belli bir vakte kadar:
Gerek İslâm'a ve gerekse vatana düşman olan bu bölücüleri iyi tanıyın. Sakın parçalanmayın. Sabırlı olun. Allah-u Teâlâ yardım edecek ve bunları, bu küfür ehlini bir bir yok edecek. Din-i İslâm ve vatan selâmet olacak."
(Ey Müslüman Kardeş! Düşmanını Tanı Dinini ve Vatanını Muhafaza Et! s. 431)
"'Hakikat Vakfı' bu vakfın ismidir. Sakın ha, bunu yolumuza atfederek bölücülüğe sapmayın. Sakın sizde bir isimle bir bölücü daha türemesin.
Gayemiz "İSLÂM"dır, isim değil.
Muradımız "Hazret-i Allah ve Resul'ü"dür, bölücülerden herhangi biri değil.
Biz kendimizi hâdim-i dervişan olarak ilân etmişizdir. İslâm'dan daha büyük şeref olamaz.
Bizim yolumuzun diğer yollardan asıl ayrılış noktası şudur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar." buyuruyor. (Yâsin: 21)
Ne para toplarız, ne de talebelerden ücret alırız. Bütün yaptığımız iş ve icraatlar kendi gayretimizledir. Çalışanlar yalnız rızâ-i ilâhî için çalışırlar.
Oysa kimseden bir şey beklemiyorum, kimseden çekinmiyorum. Benim mükafatım âlemlerin Rabb'ine mahsustur. Oysa kendi mecmuamı, kendi kitabımı vakıftan para ile alırım. Bunu bütün yakınlarım bilir. Biz rıza için çalışıyoruz. Fakat dinini ve vatanını yıkmak için çalışanların karşısındayım.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Sizden bir kimse rızkından firar etse bile, rızık ölüm gibi kendisini bulur." buyuruyorlar. (Münâvî)
Vakfın şartlarından birisi olarak da "Kimseden bir şey istemeyin, geleni reddetmeyin." diye ilân etmişizdir.
Onlar ise avuç açmakla geçiniyorlar, isteyip de topluyorlar. Bu doğru değildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:
"Cenâb-ı Allah haris (aç gözlü) ve çekiştirilen (Tenkit edilen) isteyicilere buğzeder." (C. Sağîr)
"El açıp isteyenler, o el açıp istemelerindeki zül ve hakareti bilselerdi, dünyada hiçbir zaman dilencilikte bulunmazlardı." (C. Sağîr)
"Haberiniz olsun ki, dünya melundur. İçindekiler de melundur. Ancak Allah-u Teâlâ'yı zikretmek ve O'nun rızasına uygun şeylerle, bilen ve öğreten kimse müstesnâdır." (Tirmizî)"
•
"Bize soruyorlar:
"Sizin grubunuzun adı nedir?"
Elhamdülillahi Rabb'il-âlemin. Dinimiz İslâm, kitabımız Kur'an, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm'dır.
"Hangi partidensiniz?"
Hazret-i Allah ve Resul'ünün partisindeniz.
Âyet-i kerime'de:
"İşte onlar Allah'ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah'ın hizbi (partisi)dir." buyuruluyor. (Mücadele: 22)
Bu Âyet-i kerime mucibince biz "Hakk parti"liyiz, "Halk parti"lilerle ilgimiz yoktur. Biz bunu resmen beyan etmişiz ve bizim partimiz 1400 küsur sene evvel kurulmuştur.
Her grubun ve partinin adı var. Allah-u Teâlâ onlar hakkında hükmünü vermiş, âkıbetlerini açık olarak beyan etmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, yetmiş ikisinin dalâlette ve cehennemde olacağını, ancak Resulullah Aleyhisselâm'ın ve ashabının yolunda olanların cennete gireceğini resmen beyan ederken; diyeceksiniz ki bunlar Âyet-i kerime'leri ve Hadis-i şerif'leri görmüyorlar mı?
Evet, görmek istemiyorlar. Nefsâni ve dünyevî arzularına uyarak bu Âyet-i kerime'lerin apaçık mânâlarını görmemezlikten ve bilmemezlikten gelip, bâtıl ve mesnetsiz fikir ve iddiâlarını Hakk ve hakikat gibi göstermek isteyen bu gibi kimseler dalâlet batağına kaymışlardır, onlar bir şey görmezler. Her bölücü kendi yolu ve partisi ile övündüğü için yalnız kendilerinin müslüman olduklarını, doğru yolda bulunduklarını zannederler.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde şöyle beyan buyurur:
"Her kim Rahman olan Allah'ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır. Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.
Nihayet o bize geldiği zaman der ki 'Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen." (Zuhruf: 36-37-38)" ("İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 130-134)
•
"Asıl gayemiz, Nûr-i Muhammedî'nin yayılması, müslüman kardeşlerimizin Allah ve Resul'ünde birleşmesidir.
Tefrikaya düşüren bölücü ve tahripçilere emniyet ve iktidâ etmeyiniz. Zira onlar "Cumayı kıldırmamak"la müslümanları münafıklığa, "Fâiz almak helâldir." diyerek küfre itiyorlar.
Kur'an-ı kerim'de zekât verilecek yerler apaçık belirtildiği halde, gayesi dışında menfaatleri için zekât topluyorlar.
Bu hareketleri ile hem İslâm'ı aslından uzaklaştırıyorlar, hem Ümmet-i Muhammed'in bölünmesine, hem de güzel vatanımızın parçalanmasına sebep oluyorlar.
Gerçekten Allah ve Resul'ünde birleşelim ki, iç ve dış düşmanlara karşı mücadele edelim.
Bu Âyet-i kerime'lerle, bu gerçeklerle, kendi tuttukları yolun vicdanlarında bir muhasebesini yapıp kararlarını versinler. Ya Âyet-i kerime'lere inanacaklar, bölücülükten vazgeçecekler; ya da inkâr edecekler, yoldan çıktıklarını kabul edecekler.
Vay bölücülerin hâline!...
•
Bize diyorlar ki "Siz bu beyanları ne cesaretle yaptınız, korkmuyor musunuz?"
Evet, Allah'tan korktuğum için yapıyorum. Bu âciz kulunu dilerse alır, dilerse bırakır. Bu bizim için farksızdır.
Hiç kimseye aslâ garaz ve düşmanlığımız yoktur. Fakat hiç kimsenin küfrüne rızâ gösterenlerden de değilim.
Mühim olan "Ey kulum! Müslümanları kendilerine çekip fitne çıkaran, Ümmet-i Muhammed'i paramparça yapan bölücüleri görmedin mi? Onlara karşı ne gibi bir müdahalen oldu?" suâline karşı "Yâ Rabbelâlemin! Bu hâdim-i dervişân, Ümmet-i Muhammed'e yönelen fitne ateşini elimden geldiği kadar söndürmeye çalıştım. Kullarını Allah ve Resul'ünde toplamak ve birleştirmek için tâkatim nisbetinde gayret ettim. Rızândan gayrı kimseden bir şey beklemedim ve korkmadım." diyebileyim.
Hakikat yolunu arayana yolunu tarif etmeye çalışıyoruz." ("İlâhî Görüş Birliği'ne Dâvet", s. 159-161)
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.
Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın.
Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor."
Allah-u Teâlâ ilâhî bir gaye uğrunda birleşen bu bahtiyar kullarını Kur'an-ı kerim'inde meth-ü senâ etmektedir:
"Onların gönüllerini birleştiren Allah'tır." (Enfal: 63)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, Kudüs halkına verdiği emannamenin hutbesinde sözlerine şöyle başlamıştır:
"Hamd olsun O Allah'a ki bizi İslâm dini ile aziz etti. İman ile şereflendirdi. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı. Dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sayesinde bir araya getirdi. Kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı. Memleketler ihsan etti. Bizi sevişen kardeşler haline getirdi.
Ey Allah'ın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allah'a hamd ve senâ ediniz."
İşte bu ilâhi lütfu idrak edenler böyle söylemiştir ve bununla övünmüşlerdir. Bu bir şükürdür.
"Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah'a inanırsınız."
Bu şerefe nâil olmak mı hayırlıdır, yoksa dini dünyaya satıp ebedi hüsrana uğramak mı hayırlıdır?
İşte biz bu Âyet-i kerime'ye inandık, iman ettik ve bu yolda bulunmaya gayret ediyoruz.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise şöyle buyurur:
"İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i İmran: 104)
Allah-u Teâlâ bunlardan râzı olmuştur. Ebedî saâdetine nâil ve dahil ettiği kimseler de yalnız bunlar olduğunu bize bildiriyor.
"Kendisine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük azap vardır."
Bu Âyet-i kerime'de yetmiş üç fırkadan o bir fırkaya işaret ediliyor. Yani "Siz de o kayanlar gibi olmayın, onlar için pek acıklı bir azap hazırladım, siz de kayarsanız bu felâkete uğrarsınız." diye o bir fırkayı ikaz ediyor Hazret-i Allah.
Diğer bir Âyet-i kerime'sinde ise:
"İnandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir." buyuruyor. (Hucurat: 11)
Zâlimler güruhundan olmamamız için Hazret-i Allah'ta birleşmemiz, yekvücud hâlinde olmamız icabediyor.
"Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki, size merhamet edilsin."
Âyet-i kerime'sinden anlaşılıyor ki insanlar fâni hayatlarının sebebi olan bir babaya bağlı oldukları gibi, müminler de ebedi hayatlarını temin eden imana mensupturlar. Bütün müslümanlar bir âilenin fertleri gibidirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
"Ruhum kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de hakkıyla iman etmiş olamazsınız." (Müslim)
Allah-u Teâlâ müminler arasındaki birliği temin edecek olan âmillerden bahsederken Âyet-i kerime'sinde ihtilafa düşmemelerini emir ve tavsiye etmektedir:
"Siz gerçekten inanıyorsanız Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin." (Enfâl: 1)
Müminlerin birleşmeleri, her hususta yardımlaşmaları farz-ı ayın hükmündedir.
"Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek "Bu Allah yoludur." buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdikten sonra "Bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur." buyurdular ve:
"İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah'ın yolundan ayırmasın."
Âyet-i kerime'sini okudular." (Dârimî-Sünen)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- buyurur ki:
"Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile müminlerin tek bir cemaat olmasını emrediyor, ayrılıkları, gruplaşmaları yasaklıyor ve geçmiş milletlerin bir çoğunun bölünüp parçalanma yüzünden yıkılıp yok olduklarını haber veriyor."
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime'sinde kendi yolunu tek olarak zikretmiştir. Zira hak birdir. Şeytanın dâvet ettiği yolların ise çok olduğunu beyan buyurmuştur.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Allah iman edenlerin dostudur. Onları 'KARANLIKLAR'dan kurtarıp 'NUR'a çıkarır.
İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tâğut'tur. Onları 'NUR'dan alıp 'KARANLIKLAR'a götürür. İşte onlar cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır." (Bakara: 257)
Kim ki Allah-u Teâlâ'nın "Benim dosdoğru yolum" buyurduğu yolundan çıkarsa, ahirette de kaçınılmaz olarak cehenneme gidecektir. Çünkü O'nun yolunun haricindeki bütün "Başkaca yollar" cehenneme çıkar. Bu da yetmiş iki fırkanın cehennemlik olduğunu gösterir.
"Allah'a ve Resul'üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."
Hazret-i Allah'ın emri budur. Hazret-i Allah'ın kitabı budur, Hazret-i Allah'ın dini budur.
Allah-u Teâlâ muhakkak birleşmeyi emir buyururken bizim Allah ve Resul'ünde birleşmemiz mi daha hayırlıdır, yoksa her bir bölücüye ayrı ayrı tabi olup paramparça olmamız mı? "Elbette birliktir" diyeceksiniz. O halde Allah ve Resul'de birleşelim.
"Kendilerine kitap verilenler, onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.
Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a has kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru olan din de budur."
Allah-u Teâlâ'nın bu emr-i şerif'lerine itaat eden, namaz kılan, zekât veren kimse Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne iman etmiş olur.
Din budur ve Allah-u Teâlâ'nın vaad-i Sübhâni'sine nâil olanlar işte bunlardır.
"Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin."
Bu, Allah-u Teâlâ'nın apaçık emridir. İşte bölücüler Allah-u Teâlâ'nın bu kadar açık emirlerini hiçe saydıkları için dinden atılmış oluyorlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
"Münafıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra küfür vardır." (Buhârî. Fiten 21)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri'nin bu sözü ile ne demek istediğine dair bazı alimler şöyle söylemişlerdir:
"Cemaate tefrika sokmak Allah-u Teâlâ'nın "Velâ teferrekû = Tefrikaya düşmeyin." emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık gizli-kapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir."
Bölücülerin bütün gayeleri ilâhi hükmü silmek, dinlerini ayakta tutmaktır. Biz de onlara deriz ki "Küfürde kalmayı hoş görmüyorsanız bölücülüğü terk edin. Hazret-i Allah ve Resul'üne teslim olup, emir ve nehiylerinde birleşelim. Yetmiş üç fırkadan çıkın, o bir fırkada toplanalım."
"Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna diğerleri hep ateştedir."
– "Onlar kimlerdir yâ Resulellah!"
"Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır." (Ebu Dâvud)
Hadis-i şerif'ine ittiba edin ki, böylece müşrik olarak yaşamamış ve cehennemlik olmamış olursunuz.
"Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler."
Bunu ancak müslümanlar yapar, hiçbir bölücü bunu yapmaz. Neden? Çünkü o kendi dininin kuvvetlenmesini düşünür, İslâm'ı düşünmez.
Nitekim durumlar meydanda.
Paramparça etmişler ve küffara zemin hazırlamışlar.
"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler."
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kendi has kullarını tarif ediyor ve buyuruyor ki:
Onlar yalnız benim hoşnutluğumu kazanmak için çalışırlar. Hiç kimsenin hiçbir şeyine iltifat etmezler. Hazret-i Allah'ın dininin kaim olmasını isterler. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'ya iman etmişler ve Allah-u Teâlâ'nın düşmanlarına hasım kesilmişlerdir.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Kâfirlere karşı çok çetin, birbirlerine karşı çok merhametlidirler." (Fetih: 29)
"Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar."
Bu Âyet-i kerime'sinde Allah-u Teâlâ yalnız rızâ-i Bârî'si için çalışanları tarif ediyor.
Onlar rızâdan başka hiçbir şeye eğilmezler, hiçbir maddi menfaata değinmezler. Ancak onların doğru yolda olduğunu açık olarak ifade ediyor. Ve fakat cep cihadçılarından da hiç şüphesiz ki nefret ediyor. Çünkü bunlar bu cep cihadçılığı ile din-i İslâm'ı küçük düşürüyorlar, halkı yoluyorlar. Her topladıkları haramdır.
"Onlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder kötülükten men ederler. Hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sâlih insanlardandırlar."
Allah-u Teâlâ iyiliği emredip kötülükten nehyederek, hayır işlerinde yarışmamızı bize öğütlüyor.
İşte gerçek müminler bunlardır.
Bunu yapmayanlar hakkında ise bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Onlar işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun ki yaptıkları ne kötüdür." (Mâide: 79)
"Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever."
Buradan anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ gerek iç düşman olan bölücülerle, gerek harp meydanında dış düşmanlarla, kâfirlerle cihad etmek için rızâsında birleşenleri, İ'lây-ı kelimetullah için çalışanları sever, onlardan hoşnud olur.
Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde de şöyle buyuruyor:
"Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah'a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını feda etti, kimi de bu şerefi beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir." (Ahzab: 23)
Allah-u Teâlâ'nın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda fedâ ederek ebedi saâdete nâil olmuş; kimisi de ebedî saâdetin şerefine nâil olmak için canını ve malını hiçe saymış, rızâ-i Bâri yolunda gayret sarfetmektedir.
Zira bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:
"Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendileri-nin olmak karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevrat'ta da İncil'de de ve Kur'an'da da sabittir. Allah'tan ziyade ahdine vefa gösteren kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı alışverişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saâdettir." (Tevbe: 111)
Hazret-i Allah Hâlik iken mahlûkunu alış-verişe dâvet ediyor. Hâlik ile alış-veriş yapabilmek şerefine nâil olmak ne büyük saâdettir.
"İşte bundan ötürü sen onları tevhide, birliğe dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma.
Ve de ki:
Allah'ın indirdiği kitaba inandım, aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah bizim de Rabb'imiz sizin de Rabb'inizdir.
Bizim işlediklerimiz bize sizin işledikleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de ancak O'nadır."
Âyet-i kerime'ye dikkat edilirse, hakikat apaçık öğrenilmiş olur.
Allah-u Teâlâ bu gerçeği gözler önüne sermiş, tartışılacak hiçbir şey bırakmamış.
Binaenaleyh bir kimse çıkıp da bunları bizim beyan ettiğimizi iddia ederse, iyi bilsin ki Hazret-i Allah'ın emirlerini yok etmeye, bu emr-i ilâhi'yi mahlûka bağlamaya çalışmaktadır. Halbuki biz her fırsatta deriz ki "Hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum, hüküm ve değer sahibime âittir."
"İşte onlar Allah'ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah'ın hizbi (partisi)dir."
Benim partim budur, "Ülâike hizbullah"tır. Yani yalnız Hazret-i Allah ve Resul'ünün partisindenim. Başka hiçbir parti ile ve hiçbir din kurucu ile de ilgim ve işbirliğim yoktur.
Zira Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'am: 159)
"Semi'nâ ve eta'nâ" Bu Âyet-i kerime'yi işittim ve itaat ettim. Hiçbir parti ile, hiçbir bölücü ile ilgim yoktur.
Zira her din kuran bölücü, İslâm dinini yıkmak için, kendi dinini ayakta tutmaya çalışır. Binaenaleyh bunlar Hazret-i Allah'ı ve Resul'ünü âlet ederler. Gaye ve maksatları, cemaatı kendilerine çevirmek ve kurdukları dini kuvvetlendirmek içindir.
Bunlar dinlerini kurmuşlar, böylece dinden çıkmışlardır. Bunun içindir ki en büyük İslâm düşmanıdırlar.
"Kim Allah'ı, O'nun Peygamber'ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah'ın hizbi (partisi)dir." (Mâide: 56)
Asıl velâyet, asıl dostluk Allah-u Teâlâ'nın dostluğudur, diğerlerinin üstünlüğü görünüşte veya geçicidir.
Hiçbir din kurucularından değilim. Onların bütün faaliyetleri kurdukları dini kuvvetlendirmek içindir. Allah-u Teâlâ'nın dinini yıkmak için çalışırlar ve ceplerini doldururlar. Şöhretim çok olsun isterler.
Bu Allah'ın dinidir. Onun yoludur. "Ülâike Hizbullah"tır. Sırat-ı müstakim olan bu dinden başka bir din yoktur. Onun katında kabul ve makbul olan başka din yoktur. Bu din Allah tarafından gönderilmiş bir dindir ve bütün heybetiyle, azametiyle ayaktadır. Bu Din-i mübin'in hükümleri kıyamete kadar bâkidir. Ancak ayakta duran bu dine uyanlar saadete ererler.
"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir."
Bu Âyet-i kerime bütün bölücülerin İslâm dâiresinden atıldıklarına dair hudut çizmektedir.
Allah-u Teâlâ onları kulluğundan tardetmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine de tardetmesi için emir buyurmuştur. "Benim onlarla ilgim yok, senin de olmasın."
Bu emr-i ilâhî kıyamete kadar şâmildir. Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in vekilleri kıyamete kadar devam edecek.
Bir Hadis-i şerif'lerinde:
"Allah-u Teâlâ bu ümmete her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir." buyuruyorlar. (Ebu Dâvud)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de onları:
"Ayrılık yapan bizden değildir." (Münavî)
Hadis-i şerif'i ile ümmetliğe kabul etmiyor.
Bu şuna benzer; bir baba çocuğunu evlâtlıktan reddetmiş, nüfusundan da sildirmiş. Artık o evlât her ne kadar "Ben filan kişinin oğluyum." dese bile mirastan mahrum edilmiştir.
Bunlar da imandan ve İslâm'dan mahrum edilmişlerdir.
Allah-u Teâlâ rahmet kapılarını onların üzerine kapamış, bölücüler hakkında hükmünü vermiş, âkıbetlerini açık olarak beyan etmiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri bu Âyet-i kerime'nin ümmet-i Muhammed hakkında nazil olduğunu söylemiştir.
"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde benden korkun.
Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.
Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıklarıyla başbaşa bırak!
Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller."
Dinden çıkan bu bölücülerin durumlarını şimdi size izah edeceğiz:
52. Âyet-i kerime:
"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde benden korkun."
Bu Allah kelâmıdır, ahmetin mehmetin beyanı değil.
Cenâb-ı Hakk inananları tek ümmet kabul ediyor ve bu teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor. Onlar bu emr-i İlâhi'yi dinlemediler ve korkmadılar. Yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi huduttan böyle çıktı. Allah-u Teâlâ'nın emrine uymadıklarından ve ters düştüklerinden, dinden çıktılar.
53. Âyet-i kerime:
"Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir."
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
İslâm'dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm'da bir tek ümmet, bir tek din vardır.
"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ'nın yanında makbul olan din yalnız budur.
Kitaba gelince; İslâm dininin kitabı birdir, o kitap Hazret-i Kur'an'dır. Onların kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Allah-u Teâlâ burada açık olarak işaret ediyor. Murad-ı ilâhî budur, bunu böyle bilmemiz lâzımdır.
Onların dini ayrıdır, kitapları ayrıdır. Her bölük kendi dinine göre, kendi kitabına göre hareket ediyor. Böylece dinden çıkıyorlar ve bundan pek memnundurlar, aralarında bununla seviniyorlar. Hepsine sor, hepsi de kendi tuttukları yoldan memnundur. Bu yoldan onları alıkoymak da mümkün değil.
54. Âyet-i kerime:
"Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıklarıyla başbaşa bırak."
Allah-u Teâlâ burada bölücülerin ne kadar sapık olduğunu ve dalâlet batağında yüzdüğünü bir bir beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
55-56. Âyet-i kerime:
"Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller!"
Buradaki murad-ı ilâhî, Allah-u Teâlâ bunlara karşı o kadar gazaba gelmiş ki, bunlara bolluk verme ile dalâlet batağında daha rahat yüzmelerini, daha büyük azapla yakalamak için bol günah işlemelerini sağlamaktadır. Çünkü dünya Allah-u Teâlâ'nın yanında sevimsizdir. Amma bu sapıkların, bu gafillerin farkında da olmadıklarını buyuruyor, iman edenlere duyuruyor.
"Biz o bölücülere (azap) indirmişizdir. Onlar Kur'an'ı parça parça edenlerdir. Rabb'in hakkı için onlara mutlaka yaptıklarından soracağız. Resul'üm! Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir."
Burada Resulullah Aleyhisselâm'a "Söyle!" emri var. Kur'an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre, bu hüküm kıyamete kadar şamildir.
Hakikat ile dalâleti ayırmak için, hakikati söylerken hiç kimseden çekinmemek lâzım.
Bir Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:
"Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar." (Mâide: 54)
Âyet-i kerime'lerden açık olarak anlaşılıyor ki bunlar müşriktirler. Çünkü dış düşmanın cephesi var. Amma bunlar müslüman gibi göründükleri için tahribatları dış düşmandan daha büyüktür.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime'sinde şöyle buyuruyor:
"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yusuf: 106)
Görünüşte iman etmiş, fakat müşrik olarak yaşıyorlar.
Bu da bölücü olduklarından ötürüdür. Kendi dinlerini, kendi yollarını göstermemek için bu Âyet-i kerime'yi inkâr ediyorlar ve kendilerinin müşrik olmayıp müslüman olarak göstermeye çalışıyorlar.
"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde bana kulluk edin.
Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler. Halbuki hepsi bize dönecekler.
İnanmış olarak sâlih amel işleyenlerin ameli inkâr edilmeyecektir. Biz onu yazmaktayız."
Âyet-i kerime'lerin izahı:
"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde bana kulluk edin." (Enbiyâ: 92)
Allah-u Teâlâ müslümanları bir tek ümmet kıldığını beyan ediyor ve emrine itaat edilmesini, samimi bir kulluk yapılmasını emir buyuruyor ve bekliyor.
Ve fakat O'nun bu hükmünü ve emrini tanımayanlara, yoldan sapanlara, şeytana tapanlara gelince; onlar artık şeytanın arkadaşıdırlar, Hazret-i Allah ile hiçbir ilgileri kalmamıştır. Cehennemde de hiç şüphe yok ki şeytanla beraber olacaklardır.
"Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler. Halbuki hepsi bize dönecekler." (Enbiyâ: 93)
Allah-u Teâlâ'nın emirlerini dinlemediler, hükmüne karşı geldiler, fırkalara ayrılıp paramparça oldular. Bu bölücüler bu itaatsızlıklarının cezasını kendileri düşünsünler.
Çünkü:
"Biz Allah içiniz ve yine O'na döneceğiz." (Bakara: 156)
Kaçacak bir yer var mı?
"İnanmış olarak sâlih amel işleyenlerin ameli inkâr edilmeyecektir. Biz onu yazmaktayız." (Enbiyâ: 94)
Allah-u Teâlâ kendisine yönelmiş, ibadet ve taatına devam etmiş olan ihlaslı kullarının her sevabını yazmakla, derecelerini artırmaktadır. Onlara katından büyük mükâfatlar vermeye vaad-i Sübhâni'si vardır.
"Hepiniz O'na yönelin ve O'ndan korkun, namaz kılın, müşriklerden olmayın.
Onlar ki dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka oldular. Her bölük her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir."
Allah-u Teâlâ kullarının kendisine yönelmelerini, yalnız kendisinden korkmalarını ve kulluk yapmalarını, nefislerini ilâh edinmemelerini emir buyuruyor. Zira bu bir şirktir, yapan müşriktir. Kim ki bu emr-i ilâhi'yi dinlemezse, onun Hazret-i Allah ile ve İslâm dini ile ne ilgisi kalır?
Bu Âyet-i kerime'de de Allah-u Teâlâ, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan bölücülerin müşrik olduğunu ve tuttukları yoldan memnun olduklarını beyan buyuruyor.
Kendi yanında bulunan dinden murad, yaptıkları isimdir. Kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Bunun böyle olduğunu çok iyi bilin.
"Allah katında din İslâm'dır. Ancak kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.
Eğer seninle tartışmaya girişirlerse de ki: 'Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah'a teslim ettim.'
Kendilerine kitap verilenlere ve kitapsız ümmilere de de ki: 'Siz de İslâm oldunuz mu?'
Eğer İslâm olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse sana düşen yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını görür."
Allah-u Teâlâ önceki ümmetlerden kendilerine kitap verilenlerin, kendilerine peygamber gönderilip kitaplar inzâl edilmek suretiyle aleyhlerinde hüccetler, deliller olmasından sonra ayrılığa düştüklerini haber vermektedir.
Burada anlaşılıyor ki, kim Allah'ın kitabında beyan etmiş olduğu hükümleri inkâr ederse, Allah-u Teâlâ onu hesaba çekecek ve bu yalanlamasından dolayı onu şiddetli azaba çarptıracaktır.
"İnsanlar ilk önce bir tek ümmet idiler, sonradan ayrılığa düştüler. Eğer Rabb'inden ezelde bir takdir geçmemiş olsaydı, ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hüküm çoktan verilmiş olurdu."
Allah-u Teâlâ bunlara karşı ne kadar gazaba gelmiş ki, yaratıkları sayılı bir ecele kadar geciktirmemiş olsaydı, gadab-ı ilâhî hemen üzerlerine inecekti.
Ezelden onlara tanınmış bir sürenin dolmasını murad ettiğinden, hemen helâk etmediğini ve fakat bunları er-geç helâk edeceğini beyan buyuruyor ve şiddetli bir azap ile azap edeceğini haber veriyor.
Allah-u Teâlâ zâlime mühlet verir, o verilen mühlet sırasında günah işledikçe azabını artırır. O ise bu mühleti kendisi için rahmet zanneder.
"Onlar kendilerine ilim geldikten sonra birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.
Eğer belirli bir süre için Rabb'inin verilmiş bir sözü olmasaydı aralarında hemen hükmedilerek iş bitirilmiş olurdu."
Buradan anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ onlara karşı ne kadar gazaba gelmiş!
Bir taraftan kulluğundan tardetmiş, diğer taraftan da en şiddetli bir azabı onlara hazırladığını beyan buyurmuş.
Bunlar da bölücülükte sevinedursunlar. Bunlara uyanlar da ibret alsınlar. Çünkü aynı azabı onlar da tadacaklar. Uymak şöyle dursun, onlara meyletmek dahi helâk olmaya kâfidir.
"İnsanlar bir tek ümmet idi. Bu durumda iken Allah (doğru yolda olanları) müjdelemek, (yoldan sapanları da) uyarmak üzere peygamberler gönderdi.
Ayrılığa düştükleri hususlarda insanlar arasında hüküm vermeleri için, onlarla beraber içinde gerçekleri taşıyan kitap da indirdi.
Oysa kendilerine kitap verilmiş olanlar, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, sırf birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Bunun üzerine Allah, kendi izniyle ayrılığa düştükleri şeyleri inananlara gösterdi.
Şüphesiz ki Allah dilediğine doğru yolu gösterir."
Allah-u Teâlâ İsrailoğullarına nimet olarak peygamberler ve ilahî kitaplar göndermişti. Fakat onlar ayrılığa düştüler, dünyevî arzulara daldılar, bu büyük nimetten kendi kendilerini mahrum bıraktılar.
Bu Âyet-i kerime ile müslümanlara bu hususta özellikle İsrailoğullarının durumuna bakıp ibret almaları ve uyanık olmaları tavsiye edilmektedir. Bunlar bu tavsiyeye uymak şöyle dursun, daha büyük bir sapıklığa, daha büyük bir azgınlığa ve daha büyük bir kâfirliğe daldılar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in duâlarından birisi de şöyle idi:
"Ey Allah'ım! Ayrılık yapmaktan, münafıklıktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım." (Ebu Dâvud)
İşte bu bölücüler ibret almadılar, bunlardan daha ileri giderek yetmiş üç fırka oldular.
"Aralarında çıkan gruplar, birbirleri ile ayrılığa düştüler. Acıklı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin hâline!"
Bunca Âyet-i kerime'ler onlara hitap ettiği halde hiçbirine aldırış etmiyorlar. Üstelik bu bölücülüğü İslâm namına yapıyorlar ve kendilerini müslümanların ön safında gibi göstermeye çalışıyorlar. Gayeleri bozgunculuk ve bölücülük. Bütün bölücüler böyledir.
İyi bilin ki onlar cehenneme girenlerin öncüsüdürler. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lere iman ediyorsanız bunu göreceksiniz.
"Kendilerine 'Yeryüzünde fesad çıkarmayın!' denildiği zaman 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir, lâkin anlamazlar." (Bakara: 11-12)
Bölücüler de din kurucuları da hem fesad çıkarıyorlar, hem de fesadçı olmadıklarını söylüyorlar. Âyet-i kerime'leri çürütüp halkın nazarında kendilerini gizlemek istiyorlar. Zira bunların Hakk ile hiçbir ilgileri yoktur. Olsa zaten bunu yapmazlar.
Bu Âyet-i kerime'ler onların hareketlerini açık olarak belirtiyor.
"Onlara 'Müslümanların inandığı gibi siz de inanın!' denildiği zaman 'Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?' derler. İyi bilin ki asıl beyinsizler kendileridir, fakat bunu bilmezler." (Bakara: 13)
Allah-u Teâlâ onları ikaz ediyor, imana, İslâm'a dâvet ediyor. Ve fakat bu bölücü beyinsizler madde, nam ve menfaatlarının kesileceğini bildikleri için, kendi dinlerini bırakıp hakikata yanaşmıyorlar. Hakk'ın emirlerini kabul etmeyip küfürde kalıyorlar.
"Müminlerle karşılaştıkları zaman 'İnandık' derler, elebaşları ile başbaşa kaldıklarında ise 'Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz!' derler." (Bakara: 14)
"Allah da kendileriyle alay eder, azgınlıklarında onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başıboş dolaşırlar." (Bakara: 15)
"İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Bu alış-veriş kendilerine kâr sağlamamıştır, doğru yolu da bulamamışlardır." (Bakara: 16)
"Kâfir olanlar bile birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesad (kargaşalık) olur."
Bugün olduğu gibi.
Allah-u Teâlâ müminlerin birbirlerinin dostu olduğunu zikrettikten sonra, onlarla kâfirler arasındaki dostluğu da kesmiştir.
Müminler birleşip birbirlerine destek vermezlerse, birbirlerinin dostu olan kâfirler fitne ve fesad çıkarmaktan geri kalmazlar.
Bugün bütün bölücülerin, İslâm'dan ayrılarak kendi başlarına din kuranların birbirlerine dost olduklarını görüyoruz. Allah-u Teâlâ'nın emir ve hükümleri yüzlerine karşı okunduğu zaman yekvücud oluyorlar.
İşte Allah-u Teâlâ onlara karşı birliği, beraberliği ve onlara karşı mücadeleyi emrediyor. Şayet bu yapılmazsa, fitneye müdahale edilmezse, fitne ve fesad alır başını yürür. Umumun helâkına da vesile olur.
Bunun içindir ki bu Din-i mübin'i parçalamak isteyenlere müdahale etmemiz, bu türeme imamlara ve onlara tâbi olanlara yol vermememiz, ifsadlarına set olmamız gerekiyor. Aksi halde Allah-u Teâlâ'nın azabı bize de dokunur.
"Ey iman edenler! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?"
Burada şiddetli bir tehdit ve azap ifadesi vardır.
Allah-u Teâlâ müminlere, kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i İlâhi'ye uymayanların ise Allah-u Teâlâ'nın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
"Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler, kim bunu yaparsa Allah ile hiçbir dostluğu kalmaz." (Âl-i imran: 28)
Bölücülere en küçük bir meyille meyleden onlardan olur ve Allah-u Teâlâ'nın dostluğunu kaybeder.
Münafıklar hakkında ise şöyle buyurulmaktadır:
"Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah'a âittir." (Nisâ: 139)
"Andolsun ki sen kendilerine kitap verilmiş olanlara her türlü âyeti getirsen, yine de sana uyup kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin. Onlar birbirinin kıblesine de dönmezler.
Sana gelen ilimden sonra eğer sen onların heveslerine uyacak olursan, işte o zaman sen de zulmedenlerden olursun."
İşte bölücülerin durumu budur. Bunca Âyet-i kerime getiriyorsunuz, iman etmemek için Âyet-i kerime'yi çürütmeye çalışıyor. Zira o Âyet-i kerime'ler onun dinini tarif ediyor. Siz de bundan ibret alın. Onların iç durumlarını görün.
"Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim."
Allah-u Teâlâ âhirzaman ulemâsına ve bölücülere niçin gazap ediyor?
Ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âhirzamanda gökkubbe altında en şerli insanların âhirzaman ulemâsı olacağını haber veriyor. Bölücüler hakkında Allah-u Teâlâ'nın bu kadar beyanları var.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ'nın koyduğu hudutları kaldırmak istiyorlar.
Bu din çok nezih bir dindir, münevver bir yoldur. Onların iş ve icraatlarını açık açık ortaya koyar, yapmak istediklerinin önüne set koyar. O'nun koyduğu hudutlar onların dinlerine mânidir.
Onlar güya müslüman gibi görünürler. Kendi ayıplarının meydana çıkmaması için, kendi arzularını yürütmek ve kendi dinlerini kuvvetlendirmek için, İslâm'ı gizliden gizliye hükümsüz hâle getirmek isterler.
"Yoksa 'Onu peygamber kendisi uydurdu.' mu diyorlar?
Hayır!.. O, senden önce peygamber gönderilmemiş bir kavmi uyarman için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir. Umulur ki doğru yolu bulurlar."
Nitekim bölücülere Allah-u Teâlâ'nın kelâmı, Resulullah Aleyhisselâm'ın Hadis-i şerif'leri beyan edilirken, ilâhi hükmü hiçe sayarak onu çürütmek için "Bunu sen mi uydurdun?" diyorlar.
Oysa Allah-u Teâlâ'nın açık fermanı onlara arzedildikten sonra, bunu hükümsüz sayanlardan daha zâlim kim var?
"Onlara Allah'ın indirdiğine uyun!' denildiğinde 'Hayır! Biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız.' derler.
Ya şeytan babalarını alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse!"
Allah-u Teâlâ'nın dini olan İslâm'ına onlara emir verip çağırdığında, onlar "Hayır, biz kendi dinimize uyarız." derler.
Nitekim bunca Âyet-i kerime'ler önlerine sürülüyor da hangi birini kabul edip İslâm oluyorlar? Kendi dinlerinde direniyorlar. İslâm dininin çökmesini istiyorlar. Hem de güya kendilerini müslüman olarak tanıtmaya çalışıyorlar. Bu böyle değil midir? Bunun hangisine itiraz edebilirler?
Ve onlara "Dinlerinizi bırakın, Hazret-i Allah'ın dinine gelin." dendiği zaman bunu kaç kişi kabul ediyor?
İşte bunlar şeytan fırkasındandırlar.
"Onlar yılda bir veya iki defa belâya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar."
Nitekim daha önce geçen kavimleri de Allah-u Teâlâ birçok ibtilâlara, belâlara uğratmıştır. Fakat onlar ibret alıp iman etmemişlerdir.
İşte şimdiki bölücülere de dikkat ederseniz, hepsi de cep cihadcılığına girişmişler, lüks ve refah içinde yaşamak arzusu üzerinde duruyorlar. İlâhi hükümler onların dalâlette olduklarını bildirdiği için dünyalık kazancımız elden çıkmasın, menfaatlerimiz kesilmesin, halkı yolmaya devam edelim diye her türlü ilâhi hükme itiraz ediyorlar, çeşitli vesilelerle çürütmeye çalışıyorlar, dolayısı ile inkâr ediyorlar.
"Ey iman edenler! Yakınınızda bulunan kâfirlerle savaşın. Onlar sizde büyük bir azim ve sertlik görsünler.
Bilin ki Allah takvâ sahipleriyle beraberdir."
Burada görülüyor ki Allah-u Teâlâ emr-i İlâhî'yi hükümsüz saymaya çalışanlara, kendi dinlerini kuvvetlendirmek için İslâm dinini yok etmek isteyenlere karşı baban da olsa, kardeşin de olsa hiç tereddütsüz savaşmayı emrediyor.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime'lerinde Allah'tan yana olanların galip geleceğini haber veriyor:
"Gönderilen peygamber kullarımız hakkında şu sözümüz geçmişti:
Mutlaka kendilerine yardım edilecektir.
Şüphesiz ki bizim ordumuz galip gelecektir." (Sâffât: 171-173)
"Allah: "Ben ve peygamberlerim elbette galip geleceğiz!" diye yazmıştır. Şüphesiz ki Allah kuvvetlidir, yegâne galiptir." (Mücadele: 21)
"Kim Allah'ı, onun Peygamber'ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar Allah'tan yana olanlardır." (Mâide: 56)
Bu Cenâb-ı Hakk'ın vaad-i Sübhanisi'dir. O'nun vaadi haktır ve gerçektir.
Tarih boyunca bu böyle olmuştur, ve böyle de olacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tek başına tebliğe başlamış, türlü işkence ve eziyetlere maruz kalmıştı. Oysa sadece yirmi sene sonra bütün Arabistan İslâm sancağı altında toplanmıştı.
"Resul'üm! Allah'ın yardımı ve zafer günü geldiğinde,
Ve insanların akın akın dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini gördüğünde,
Hemen Rabb'ine hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir." (Nasr: 1-3)