Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtem-i veli'nin Muhammed Aleyhisselâm'a has kılınan velâyet'le batı tarafından zuhur edecek bir kimse olduğunu haber vermektedir:
"Zikri geçen şahıs, diğer peygamberlerin velâyetinden farklı olarak, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e mahsus olan velâyet'le zuhur edecektir. Nitekim Ankâ'da ona da işaret edilmiştir. Şu hâle göre, onun Hâtemü'l-velâye'liği herkes için geçerlidir." ("en-Nusûsu'n-Ni'em fî Şerh-i Fusûsu'l-Hikem"; Âtıf ef. no: 1442, 52b yaprağı)
Gerçek intikalin tâ kendisi işte budur.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'ın velâyetini ona vermiştir. O velâyetin üstünde hiçbir velâyet yoktur.
•
Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhü'l-Gayb" adlı eserinde buyurur ki:
"O resul ve nebilerin vekilidir, peygamberler bunu vekil etmişlerdir." (33. Makale)
Onların vazifeleri bitti, onlar çekildiler ve onların vazifesini o yapacak, o onları aratmayacak.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olamayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri ise şöyle buyurur:
"Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ulü'l-azm peygamberlerin işini görür." ("Mektûbât"; 234. Mektûb)
Bunun sebeb-i hikmeti şudur ki: O zamanlar ümmet az idi, hedef küçüktü. Günümüzde ise insanlar çoğaldı, hedef büyüdü. Fakat onun nuru yağan karların erimesine vesile oldu.
Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhü'l-Fusûs" adlı eserinde Hâtemü'l-evliyâ'nın; Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'ın mertebesine, zâtına, hâline, ahlâkına ve yaptıklarının hepsine tâbî olan en kâmil vâris olduğunu beyan buyurmaktadır:
"Hâtemü'l-veli, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in mertebesine, zâtına, hâline, ahlâkına ve yaptıklarının hepsine tâbi olan vâristir." ("Kitâbu Şerhü'l-Fusûs li'ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî;" Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 136b yaprağı)
Allah-u Teâlâ asırlar önce bu zevât-ı kirâm'a esrârını duyurmuş. Bu sırlar gösterilmedikçe bilinecek bir şey değildir.
Yani sanmayın ki size bildirilenlerin hepsi bildirilmiştir.
Tek kelime ile onun ahlâkı ile ahlâklanacak, tabiatı ile tabiatlanacak. Onun ahlâkı da Hazret-i Kur'an olduğuna göre, o yolda yürüten Sahibim'e sonsuz şükürler olsun.
•
Muhyiddîn-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Fütûhât-ı Mekkiyye"nin 18. Bâb'ında yer alan bir ifşaatında, bu Hâtem-i velâyet'in Araplar arasından seçilecek en şerefli bir kimse ile gerçekleşeceğini haber vermektedir.
Buyururlar ki:
"Velâyet-i Muhammedî'nin Hâtem'i bu Arap soyundan bir kişidedir ki, o bu milletin en asillerinden bir zâttır." (sh: 214)
Diğer bir beyanları şöyledir:
"İşte bu sona getirecek ve bizim beklediğimiz Mehdi değildir. Bu ancak kendi ehl-i beytinden olacak birisidir." (Fütûhât-ı Mekkiyye)
Bütün bu lütuflar ilâhî hüküm ve takdirdir, mahlûkun hiçbir dahli ve hükmü yoktur, ona âit hiçbir şey yoktur. Hüküm Allah-u Teâlâ'nındır. Mahlûk hükümsüzlüğünü bilmeli, O'nun takdirine râzı olmalıdır. O murad ettiğini yapar.
Yani nefis hiçbir zaman paye almamalı. Gerçekten hükümsüzüm. Hayatta ne bulduysam hep aşağıda buldum, hiçlikte ve hükümsüzlükte buldum, yukarıda hiçbir şey bulamadım. Var olan O'dur. Yaratır, yaşatır, öldürür, diriltir. Amma senin bir yumurta kadar hükmün yok. Bu nokta çok mühim.
Zeyneddîn el-Hâfî -kuddise sırruh- Hazretleri bir beyanında buyurur ki:
"Kemâlin gayesine ulaşıp O'nu Tevhîd eden, kâinât mertebesinde O'nun vahdâniyyet'ini müşâhade eden; isimlerin ve sıfatların bilinmesiyle ilgili ilimlere sâhip olup Tevhîd'in nihayetine eren kimse düşünceye sığmaz!" ("Risâletü'l-Kudsiyye", vr. 78b)
Allah-u Teâlâ onda tecellî ettiği zaman, kendisine yaklaştırıp kapıyı araladığı zaman, onlara neyi verdiğini bir kimsenin bilmesi mümkün değildir.
Bu iki kandil üzerinde akıl yürütmeyin, herhangi bir mütalâa yapmayın. Allah-u Teâlâ bu iki kandili yarattığı zaman o kandillere neler koyduğunu yalnız O biliyor, başka kimse bilmiyor. O öyle murad etmiş, ezelden öyle takdir etmiş, Hâtem-i nebi'yi de Hâtem-i veli'yi de Âdem Aleyhisselâm'dan evvel yaratmıştır. Bu lütuf mahlûka âit değildir, bir bilgi ve ilgi dahilinde de hiç değildir. Beşeri akılla idrak edilemez, burada ilim yürümez. Niçin? Allah-u Teâlâ'nın ne koyduğunu kimse bilmediği için.
•
İbrahim Aleyhisselâm'ın ilk eşi olan Hazret-i Sâre Vâlidemiz'in hiç çocuğu olmuyordu, yaşı da hayli ilerlemişti. Ümidi olmamakla beraber kendisi de Allah-u Teâlâ'dan bir çocuk istirhamında bulunup duruyordu.
Dilerse dilediğini dilediği şekilde gerçekleştiren Allah-u Teâlâ, Hazret-i Sâre'ye bir evlât lütfetmeyi diledi. Melekler genç ve güzel birer erkek suretine girerek İbrahim Aleyhisselâm'a misafir oldular ve İshak adında bir oğlu olacağını müjdelediler.
Hazret-i Sâre Vâlidemiz de bu hiç beklenmedik sevinçli haberi duyar duymaz beşer olma hasebiyle titremeye başlamış, âdeta kendisinden geçmişti.
Melekler ise:
"Allah'ın işine mi şaşıyorsun!" dediler. (Hûd: 73)
Bu Âyet-i kerime çok mühimdir. Her şey O'nun hükmüne dayanıyor. Bu gibi işlere sakın şaşmayın! Yani bu O'nun işidir, O'nun hükmüdür, şaşmayın. O nasıl murad ettiyse öyle oluyor, nasıl takdir ettiyse O'nun takdiri husule geliyor.
Allah-u Teâlâ bir kulunu kurtaracaksa varlığına âit olan bütün hassaları atar, ona kendi lütfunu koyar. O'nunla konuştuğu zaman, nefsin hükmü kalmaz. "Sahibim bunu lütfetti." der.
Bu böyledir. Artık Allah-u Teâlâ nefsine hükmettirmiyor.