Azîz en-Nesefî -kuddise sırruh- Hazretleri arzettiğimiz beyanlarında velâyeti bir bedene benzeterek, onun birbirinden ayrı olan bütün âzâlarının kıyamete yakın bir devirde birleşip, vücudun tamamını meydana getireceğini haber vermiştir.
Vazifeler âzâlara benzer. Bütün âzâlar bir âzâda toplanır, yani o devirde bütün vazifeler bir kişinin üzerinde olur.
Molla Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri çok ince bir sırra parmak basarak şöyle buyurmuşlardır:
"Hâtemü'l-evliyâ, unsurî neş'eti icâbı, ilâhî hükümde Hâtemü'r-rüsul'ün kendisine teşrî'den getirdiği şeye tâbî olur. Unsurî terkibi gereğince ona, hakikati gereği onunla arasındaki metbuiyyetin muktezâsı bulunan bu tâbî oluşu ise, ona makâmı hususunda herhangi bir noksanlık getirmez; resullerin bu ilmi Hâtemü'l-evliyâ mişkâtı dışında göremedikleri hakkında, bizim tâkip ettiğimiz yola ters de düşmez. Şu hâle göre, hakikati itibariyle resûlü'l-Hâtem'in bâtın ciheti olması bakımından; unsurî neş'eti mucibince, risâleti yönünden ona tâbî bir veli olarak onun mertebesi, Hâtemü'r-rüsul'ünkinden sadece bir yönden geride olur." (Şerhü'l-Fusûs li'l-Câmî; Ayasofya: B-4208, 351a yaprağı)
Nitekim İsa Aleyhisselâm Ulü'l-azm bir peygamber olduğu halde Hâtem-i veli'nin velâyeti içinde vazife görecek. Niçin? Kandil iki olduğu için.
Bunlar beşerin hafsalası dahilinde değil ve beşere âit hiç değil! Hâlik'e âit bir iş olduğu için ne ilmin, ne de aklın dahilindedir. Hâlik-ı Azîmüşân nasıl istediyse öyle yapar.
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü'l-evliyâ olan zâta ve vasıflarına, "Hatmü'l-Evliyâ" kitabından önce yazmış olduğu diğer kitap ve risâlelerinde de temas etmişti.
Nitekim o "Nevâdirü'l-Usûl" isimli eserinde; velâyet'in en yüksek derecesini elinde bulunduran bu zâtın bugün ayan beyan müşâhede edilen bazı alâmetlerini aynen zikretmiş ve kendisinden sonra pek çok tartışmalara sebep olan, onun yakınlık cihetinden peygamberlerden öne geçme meselesini şer'î bir delille ispat ederek şöyle buyurmuştur:
"Hepsi Enbiyâ Aleyhimüsselâm'dan olmalarına rağmen, kalpler ve dereceler hususunda peygamberler arasında bir farklılık vardır. Her biri velilerden oldukları halde, velilerin aralarında da böyle bir farklılık mevcuttur.
İşte bu kimsenin vasfı, Resulullah Aleyhisselâm'ın Allah-u Teâlâ'dan hikâye ettiği gibidir.
Şöyle buyurmuştur:
'Velilerimden kendisine en çok gıpta edilen kişi, benim katımda derecesi ulu ve yüksek peygamberlerin derecelerinden bile daha yakın olan gizli bir kimse; Üveysü'l-Karnî'ye ve onun benzerlerine denk olan hafîfü'l-haz bir mümindir.
İşte bu onun zâhirî sıfatıdır, bâtını ise târife sığmaz.'
Velilerden bir kimse, en yüksek dereceye sahip olur. Bu, Allah'ın kendi adına, veli olarak kullandığı bir kuldur. O Rabb'inin himayesi içinde hareket eder; O'nunla konuşur, O'nunla bakar, O'nunla tutar, O'nunla anlar. O, yeryüzünde onun şöhretini yaymış; kendisini halkın imamı, velilerin bayrağının sahibi, yer ehlinin emini, gök ehlinin nazar yeri, gönüllerin reyhânı, Allah'ın has'ı, O'nun nazargâhı ve kendi sırlarının kaynağı yapmıştır.
O yeryüzünde Allah'ın; halkı kendisiyle terbiye ettiği ilâhî bir kırbaçtır. Ölmüş olan kalpleri onun ru'yetiyle diriltir ve halkı (onunla) kendi yoluna çevirir. Hukûk-u ilâhî'sini onunla ayakta tutar. O hidayet anahtarı, yeryüzünün nuru, velilerin defterinin emanetçisi ve onların rehberidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in huzurunda Rabb'ini anmakla meşgul olur. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu yerde onunla iftihar eder, Allah da bu makamda onun ismini yüceltir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bizzat onunla yetinip karar kılar.
Allah onun kalbini dünyaya kapılmaktan alıkoyar. Ona 'Hikmetü'l-ulyâ'sını, yani 'En yüce hikmet'ini bağışlar. Onu kendi Tevhîd'ine sevkedip yönelterek, nefsini görmekten ve hevânın gölgesinden yolunu uzak eder. Velilerin defterini ona emanet eder, onların makamlarını kendisine tanıtır ve menzillerine muttali kılar.
O neciplerin seyyidi, hikmet sahiplerinin sâlihi, mânevî tabiplerin imamıdır. Sözü kalpleri esir eder, görünümü nefislere şifâ verir, yönelmesi hevâ ve hevesleri yok eder, yakınlığı kötü huyları temizler. O bir çiçek misali baharda açar, meyveleri ise güzün toplanır. Kendisine sığınılan bir sığınaktır. Elde edilmek istenen şeylerin kaynağıdır. Hakk ile bâtılın arasını ayırır. O sıddîk'tır, fâruk'tur, veli'dir, ârif'tir, muhaddes'tir.
O Allah'ın yeryüzündeki 'Tek'idir." (Nevâdirü'l-Usûl fî Ma'rifeti Ehâdîsü'r-Resul c. 1, s. 619-620)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nübüvvetini, risaletini, velâyetini herkes biliyor. Fakat ona vâris olan velinin gerçeği bilinmiyor. Niçin bilinmiyor? Onu o zaman yaratmış, o zaman koymuş.
"Bu, Allah'ın kendi adına, veli olarak kullandığı bir kuldur." buyurmasında ne büyük incelikler var. Kendisi bu velâyeti elde etmiş değildir. Allah-u Teâlâ onu öyle yaratmış ve onu O kullanıyor, O yürütüyor. Onun iradesi yok. Hâtemlik mevzusu buradan ayrılıyor. Niçin? O kullandığı için.
O Hakk ile hemhâl, Hakk ile meşgul, halk ile değil. Hakk onunla meşgul. Çünkü Hakk onu kendisi için yaratmış, halk için yaratmamış.
Resulullah Aleyhisselâm'ın huzurunda Rabb'ini anmakla meşgul olması, Resulullah Aleyhisselâm'ın bu yerde onunla iftihar etmesi, bizzat onunla yetinip karar kılması, Allah-u Teâlâ'nın da bu makamda onun ismini yüceltmesi ilâhî birer lütuftur.
Gerçekten onun iradesi Allah-u Teâlâ'nın iradesine bağlıdır. O yarattı, O yürüttü. Onun aslında bir sıfatı var, bir hayâli, bir maskesi var. Bütün değer, içinde O olduğundan, O yürüttüğünden dolayıdır. Ona verdiğini diğerine vermemiş.