Hakk Celle ve Alâ Hazretleri sevdiği, seçtiği Peygamber kullarına ayrı bir lütufla tecelli etmiştir. O lütuf Muhammed Aleyhisselâm’ın nûru idi. Geldikleri zaman o nûr ile geldiler. Tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri o nûr onların üzerinde döndü durdu. Her birinin alnında parlıyordu. Nihayet Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e kadar geldi. Zaten onun nûru idi. Nûr nûra kavuştu. Daha sonra o nûr:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buharî)
Hadis-i şerif’i mucibince vekillerine sirayet etmeye başladı.
Vekillere sirayet ediliş şekli bir Hadis-i şerif’te beyan buyuruluyor:
“Cenâb-ı Allah benim göğsüme ne boşalttı ise olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.”
Bu boşaltma kıyamete kadar devam eder. Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm’ın nûru her zaman mevcut. Her an tepemizde. Amma hani hidayet! Hani hidayete erenler! Halbuki onun nûru her an üzerimizde. O gitmiş gibi görünüyor amma vekilinin üzerindeki nûr, onun nûrudur.
Hani gören, hani bilen, hani bulan?
Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu nûr sahibi vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara herşeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nûrlarıyla nûrlandırmıştır.
Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hem sehm-i nübüvvetine hem de sehm-i velâyetine vâris olanlardır. Yoksa zâhiri ulemaya ait değildir.
Binaenaleyh iş gören onun nûrudur, o nûrdur.
Resulullah Aleyhisselâm’ın tam vârisleri bir evlat derecesinde olup, zâhiri nesep itibarı ile ona yakın olanlardan da ileridirler. Mânevî nesep itibarı ile en yakınları onlardır.
Onlar esrar odasının has erleridir.
Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-in yoluna girip, Selman-ı Fârisi -radiyallahu anh- Hazretleri üzerinden gelen yine onun ıyâlidir.
Bir Hadis-i şerif’te:
“Selman bizdendir ve Ehl-i beyt’tendir.” buyurulmaktadır. (Taberânî)
Mânen öyle yakınlık var ki, en yakından da yakındır ve kıyamete kadar bu ıyâl devam eder.
Onun ıyâli olunca hıfz-u himaye ve tasarruf-u ilâhiye de ona göre olur. Onun için işler kendiliğinden oluyor.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ Hutbesi’ni irad ederlerken bir noktasında şöyle buyurmuşlardır:
“Vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş bulunur.” (Buhâri. Tecrid-i sarih: 1654)
Bunun içindir ki bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Ümmetim yağmur gibidir. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi daha hayırlıdır, bilinmez.” (Tirmizi)
O nûr devam ettikçe, o tecelliyata mazhar oldukça her zaman o nûr mevcuttur. Yeter ki insanlar o nûra yönelsinler, böylece hidayete mazhar olsunlar.
Şimdi bunun delilini arzedelim.
Selman-ı Farisî -radiyallahu anh- Arab değildi, Acemdi.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den şöyle rivayet edilmiştir:
“Biz bir kere Nebi -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanında otururken Cuma suresi nazil olmuştu. Resul-i Ekrem “Ashaba erişmeyen ümmetlere de peygamber gönderdi.” âyetini okuyunca:
– Yâ Resulellah! Biz Ashâbına erişmeyen kimseler kimlerdir?’ diye soruldu. Resulullah cevap vermeden sorgucu üç kere tekrarladı. Aramızda Selmân-ı Fârisî de vardı. Resulullah mübârek elini Selmân’ın üzerine koydu. Sonra:
“Şunlardan öyle erler veya er vardır ki, eğer iman yıldız mesabesinde olsa muhakkak onlar ona yetişir, onu tutar.” buyurdu.” (Buhari, Tecrid-i sarih: 1747)
Binaenaleyh Arab olmak şart değil. Nice kimseler bu büyük lütuf ve mazhariyete nail olacaklar.
Mânen öyle bir yakınlık ki, en yakından da yakın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“İmâm Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin benim ehlimdir. Ebu Bekir ve Ömer ehlullah’tır. Ehlullah ise benim ehlimden efdaldir.” buyuruyorlar. (Nevadir-ül Usul)
İşte en büyük delil budur.
Hülasa, Selmân-ı Fârisi -radiyallahu anh- Hazretleri herkes biliyor ki Acemdir. Amma mânen öyle yaklaşmış ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun hakkında “Ehl-i beytimdir.” buyuruyor. Buradaki ıyâl mânevi ıyâldir ve mânevi ıyâl maddi ıyâli de geçebilir.
•
Hazret-i Allah insanı bir damla kerih sudan yaratmıştır. Bir insanın Yaratan’ını bilmesi, bulması ve ona hakkıyle ibadet edebilmesi için küçüle küçüle, varlığını ata ata, nutfeye inmesi şarttır.
Nutfe demek yaratılışın özü demektir. Hazret-i Allah insanı nutfeden halketmiş, onun üzerine de bir beden inşaa etmiş. Nutfe ile bu beden arasında bir ilgi var mı? Yok. Nutfeyi halkeden, sonra ona ruh veren, o ruh ile hareket ettiren hep Hazret-i Allah. İnsanı sayısız nimetlerle donatan, her bir âzâsını yerli yerine koyan hep Hazret-i Allah. Bir tek tüye sahip değiliz. Fakat benim diyoruz, her şeyi benimsiyoruz.
Hazret-i Allah bir kulunun hayrını dilerse onu dilediği bir rehbere ulaştırır. O mürebbinin elinde yavaş yavaş terakki ettikçe, ruh ile nefis birbirinden ayrılmaya ve nefis küçülmeye başlar. Varlıklar bir bir düşer. Bu mânevî tahsil o kadar devam eder ki, kişi bir noktaya gelince yaratılışı olan nutfeye iner.
Nutfeye indikten sonra Var görünmeye başlar. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de o zaman görünür. İnsan Resulullah Aleyhisselâm’ı o zamana kadar kendi zannı, kendi gözlüğüyle ölçerken, nutfeye indikten sonra, onun nûrundan bütün mükevvenâtın yaratıldığını düşünmeye; onu Hazret-i Allah’ın seçtiğini, bütün tasavvurların fevkinde onu donattığını görmeye başlar.
Nutfeye inmedikçe, Sebeb-i mevcudat olan Resulullah Aleyhisselâm’ın nûru görülmez. Muhabbeti ele geçmez. Nutfeye inince kendisini yok edeni, yoktan var edeni görür. Orada Habib-i Ekrem’inin -sallallahu aleyhi ve sellem- nûrunu görür, muhabbetini kazanır. Bu noktaya inildiği zaman yine görür ki, nûrdan başkası zaten yok.
•
Ortağı, eşi ve benzeri olmaktan münezzeh olan Allah-u Teâlâ; Kur’an-ı Azimüşan’da “Biz” buyuruyor. “Biz yarattık, Biz gönderdik...” gibi.
Bunun hikmeti şu ki: Hazret-i Allah Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini kastediyor. O Hazret-i Allah’ın nûrudur. Bizzat kendi nûrundan Habibi’nin nûrunu yarattı. Nûrundan nûr kattı. O nûr ile kâinatı donattı. Yani kâinattan onu yaratmadı, ondan kâinatı yarattı. Allah-u Teâlâ “Biz” buyurmakla Habibi’ni de katıyor, nasıl ki kelime-i şehadet’te kattığı gibi.
“Lâilâhe İllâllah.” demekle insan iman etmiş olmaz. “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur. Ona iman etmek tevhidin iki rüknünden biridir.
Nasıl ki ezanda kattığı gibi. “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” demekle ezan olmaz, “Eşhedü enne Muhammeden Resulullah” demeyince.
Bunun içindir ki, dikkatle bakarsanız şunu görürsünüz: Kâinatın ismi Muhammed Aleyhisselâm’dır.
Delilini mi istiyorsunuz?
Bizzat Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Hadis-i kudsî’sinde:
“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” buyuruyor. (K. Hafâ c. 2 sh. 164)
Burada apaçık görülüyor ki Allah-u Teâlâ nûrundan onun nûrunu yarattı ve o nûrdan mükevvenatı donattı, onu yaratmasa idi, mükevvenatı da donatmayacaktı. Onun için Sebeb-i mevcudat oluşu buradandır. Her canlının Hazret-i Allah’a şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm’a müteşekkir olması lazım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Demek ki o eflâktan değil, eflâk onun nûrundan yaratılmıştır. O Sebeb-i mevcudat’tır, hem de Ebul-ervah’tır. Aynı zamanda âlemlere rahmettir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyuruyor. (Enbiyâ: 107)
Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i ile kaimdir.
Bu sebepledir ki, eğer okuyabilirseniz “Kâinatın ismi Muhammed Aleyhisselâm’dır.” yazısını göreceksiniz. Senin gözün bu nûru görmüyorsa, körse, güneşin suçu nedir?
Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’in hepsi birer nûrdur. Nûr olduklarından Allah-u Teâlâ onların cesetlerini toprağa haram kılmıştır, toprak onların cesetlerini çürütemez.
“Peygamberlere selâm olsun.” (Saffat: 181)