1414 (H.817)’de İran’ın Câm kasabasında dünyaya gelen Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri, Herat’ta yetişen âlim ve velîlerin önde gelenlerinden ve tasavvuf tarihine damgasını vuran yüksek şahsiyetlerden birisidir. Asıl ismi Abdurrahman Nizâmeddin bin Ahmed olup, lâkabı “Nûreddin”dir.
Henüz beş yaşında iken, babasının refâkatinde Hâce Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh- Hazretleri’nin huzûruna götürülerek, bu zâtın himmet ve teveccühlerine mazhar oldu.
Horasan’da bulunduğu sıralarda, bir gün bir vesile ile Şeyh Saîdüddin Kâşgarî -kuddise sırruh- Hazretleri ile karşılaştı ve kendisinden çok etkilendi. Bu zâtın elinde riyâzet ve mücâhadeye girişen Hazret, zaman zaman Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr -kuddise sırruh- ve Muhammed Esed -kuddise sırruh- Hazretleri ile görüştü ve bu zâtlardan da büyük ölçüde istifâde etti.
1472’de Hicaz’a giden ve hayâtı boyunca çeşitli beldelere hicret ederek irşad halkasını genişleten Hazret, 1492 (H.898) yılında Cuma günü vefât etti. Kabri Afganistan’ın Herat mevkiinde olup, halk tarafından hâlen ziyâret edilmektedir.
Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri “Kitâbu’n-Nusûsu’n-Ni’em fî Şerh-i Fusûsu’l-Hikem” isimli eserinde Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Ankâ-i Muğrib” kitabındaki beyanları doğrultusunda, Hâtemü’l-evliyâ’nın batı tarafından zuhur edecek bir kimse olduğunu haber vermektedir:
“Hâtemü’l-velâye, Şeyh’in ‘Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ ve Şemsü’l-Mağrib’ adlı kitabındaki bir açıklamasına göre; İsa Aleyhisselâm’ın devri dışında zuhûr edecek bir tahsis iledir. Zira Hâtemü’l-velâyeti’l-Muhammediyye batıdan bir kimsedir. Zikri geçen şahıs, diğer peygamberlerin velâyetinden farklı olarak, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e mahsus olan velâyet’le zuhur edecektir. Nitekim Ankâ’da ona da işaret edilmiştir. Şu hâle göre, onun Hâtemü’l-velâye’liği herkes için geçerlidir.” (“en-Nusûsu’n-Ni’em fî Şerh-i Fusûsu’l-Hikem”; Âtıf ef. no: 1442, 52b yaprağı)
Bâzı zevât-ı kirâm her ne kadar İsa Aleyhisselâm’dan sonra mutlak bir sûrette veli gelmeyeceğini ve bu nedenle “Hâtemü’l-velâye”nin ona tahsis edildiğini ileri sürmüşlerse de, Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri burada ciddi bir ayırım noktası ortaya koymuş ve bu zât-ı muhteremin İsa Aleyhisselâm’ın nüzul edeceği devirden farklı bir devirde, Muhammed Aleyhisselâm’a has kılınan velâyet’le, batı tarafından zuhur edeceğini haber vermiştir. Böylelikle o, daha önce “Ankâ-i Muğrib” kitabında; Hâtemü’l-velî, Mehdi Resul ve İsa Aleyhisselâm’ın zuhuru hususunda üç farklı devirden sözeden Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin beyanlarını tasdik edip, bilinmesi gereken hakikati gözler önüne sermiştir.
•
Müeyyedüddin-i Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri ilâhî ilimleri insan hafsalasının alamayacağını, bu gibi esrâr-ı ilâhî’yi ancak Hâtemü’l-evliyâ’nın ve ona vâris olan diğer velilerin bilebileceğini haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Bunları anlamak ve kavramak, işiten ve dinleyenlerin işitme ve anlama gücünün pek ötesindedir. Bir kimse, bunları ayrıntılı olarak öğrenmek ve görmek istiyorsa, Hâtemü’l-evliyâ’nın ve onun vârislerinin yoluna sâlik olsun, elini bu büyüklere teslim etsin.” (Nefhatü’r-Ruh ve Tuhfetü’l-Fütûh, s. 143)
Niçin? Çünkü onu O yürütüyor, O’nun yürüttüğü esastır.
Aldananlar burada aldanıyor. Nerede aldanıyor? Bu ilâhî lütfu hafif tutuyor, elindeki ebedî hayatı ilgilendiren ruhsatı kaçırıyor. Ancak Allah-u Teâlâ kime duyurursa, işi sağlam tutuyor işin içyüzünü kavrıyor.
Kim ki ucuz tutarsa ucuz olarak gider. Kıymet verdiği nispette de kıymete dahil olur.
•
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri de bir ifşaatlarında şöyle buyuruyorlar:
“Velâyet’in Hâtem’i, Hâtemü’r-rüsul’ün hasenâtıyla ilgili derecelerden bir derecenin sûreti ve onun mazharlarından bir mazhardır. Bu hasene ise, ‘Vesîle’ diye isimlendirilen cennet mertebelerinin en yükseği ve Peygamber Aleyhisselâm’a vaadedilen ‘Makâm-ı Mahmûd’dur.” (“el-Matlâ’u Husûsi’l-Kilem fî Meânî Fusûsu’l-Hikem” Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 30b vr.)
Bütün bu lütuflar hep ezelde konulan iki kandil sebebiyledir.
Allah-u Teâlâ ezelden öyle yaptığı için ebedî de öyle olacak demek istiyor. Bu bir mahlûkun idrakinin haricindedir.
•
Şeyh Sadreddin Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri de; “O kul gibi cem edici kimse yoktur ve kendisinden sonra hiç kimse onun vâris olduğu şeyi elde edemeyecektir.” buyurarak, ona verdiği ilmi bir daha da kimseye vermeyeceğini ifşâ etmektedir. Ona vereceğini başkasına verecek değil. Halkı Hakk’a dâvet edecek onun gibisi olmayacak. Onunla bitiyor. Yani Allah-u Teâlâ ona öyle bir tecellî etmiştir ki; artık bundan sonra o tecelliyâtı kimseye vermeyecek, Tecelliyât-ı ilâhî onda sona erecek.
•
Dâvud el-Kayserî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü’l-velâye’nin ilâhî isimler hususunda herhangi bir istimdâda muhtaç olmadığını, onun mânevî kemâlâtını tümüyle Allah’tan aldığını beyan buyurmaktadır:
“İlâhî vergilerin kendisine tertip edildiği ilâhî isimler, nebilerin ve velilerin dem’inin evlâtlarından bir oğul olan Şit Aleyhisselâm’a tahsis edilmiştir. Ancak, Hâtemü’l-velâye bundan müstesnâdır; zira o, kemâlâttan yana zuhur eden şeylerin tümünü Allah’tan alır.” (“el-Matlâ’u Husûsi’l-Kilem fî Meânî Fusûsu’l-Hikem”, Şehid Ali Paşa, nr.: 1242; 34a vr.)
Allah-u Teâlâ bu zevât-ı kiram’a neler duyurmuş, neler bildirmiş! Onları çok büyük sırlara vâkıf ettirmiş, olmuş ve olacaklara mazhar etmiş.
Kemâlâttan yana zuhur eden şeylerin tümünü Allah-u Teâlâ’dan almasının mânâsı; ona O karışır, ona başka kimse karışamaz. Ona Allah-u Teâlâ veriyor, başkasına muhtaç değil.
Nitekim Mahmud Şebüsterî -kuddise sırruh- Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Veliliğin tam zuhuru da ‘Velilerin sonuncusu’ ile olacak. İki âlem de onunla tamamlanacak, onunla kemâl bulacak. Bütün velilerin varlıkları, son velinin âzâsına benzer. O küldür, öbürleri cüz. Onun ‘Peygamberlerin sonuncusu’yla tam bir münâsebeti vardır. Bu yüzden umumî rahmet de onunla zuhur eder. İki âlem de ona uyar, Âdemoğulları içinde Allah’ın halifesi odur.” (Gülşen-i Râz)
O da bir “Sirâc-ı münir”dir. Dünyaya değil âlemlere şâmildir. Maskede hüküm yok, hüküm Hazret-i Allah’ındır.