Muhterem Okuyucularımız;
Resulullah Aleyhisselâm’a iman olmadan; ona itaat, teslimiyet göstermeden; ona sevgi, saygı, hürmet beslemeden; onu canlardan da cananlardan da, her şeyden üstün tutmadan; arzusunu onun tebliğ ettiklerine uydurmadan; bu yoldan bu izden gitmeden müslümanlık olmaz, İslâm yaşanmaz.
Resulullah Aleyhisselâm’a karşı hürmetsizlik, edepsizlik Allah-u Teâlâ’nın gazabına mucip çok büyük bir hadsizliktir. Kişinin imanı bir anda gider de farkına bile varmaz.
Bir müslüman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i en yakınlarından hatta kendi canından daha çok sevmedikçe kâmil bir imana sahip olamaz.
“O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir.” (Ahzâb: 6)
Bu Âyet-i kerime Allah ve Resul’ünü canından çok sevmedikçe, çoluk çocuğundan daha üstün tutmadıkça, malından daha çok tercih etmedikçe gerçekten iman etmiş olunamayacağına dair açık bir ferman-ı ilâhidir.
Herkes bu aynada kendisine baksın, iman derecesini öğrensin, nerede olduğunu bilsin.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Ben her mümine kendisinden daha evlâyım.” (Müslim: 867)
Bunun sebebi, Sebeb-i mevcûdât oluşudur.
Bu sevgi ve teslimiyetin en güzel numunesi Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı’dır. Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e “Anam-babam sana feda olsun yâ Resulellah!” diyerek canlarından, mallarından, her şeyden geçmişlerdir.
“Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça kâmil mümin olamaz.” (Buhârî-Müslim)
Allah-u Teâlâ, Peygamber’ine itaatı, tâbi olmayı, onu canlardan da cananlardan da aziz tutmayı emir buyurduğu gibi; onu büyük tanıyıp saygı gösterilmesini, tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini de bizzat emir buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Allah’a ve Peygamber’ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz.” (Fetih: 9)
Kim ki bu emr-i ilâhîyi yerine getirirse Hazret-i Allah’a ve Resul’üne itaat edip iman etmiş olur. Fakat bu ilâhî emri yerine getirmeyen çok iyi bilsin ki bu saâdetten mahrum kalmıştır.
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin huzurunda âdâba riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
•
Kur’an-ı kerim Âyet-i kerime’lerinde ve Hadis-i şerif’lerde; Peygamber’imiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Allah katındaki yüce mertebesine, Allah-u Teâlâ’nın ona verdiği en büyük bir değere, ahlâk ve faziletine, ona bahşedilen üstünlüklere dair birçok beyan ve buyruk vardır. Bu ilâhî hakikatleri değişik vesilelerle dergilerimizde müteaddid defalar yayınladık.
Bu sayımızda bunlarla beraber; hususiyetle Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gösterilmesi gereken teslimiyet, iman ve edep tavrını Kitabullah’tan, Sünnet-i Resulullah’tan ve başta Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendilerimiz olmak üzere Ashab-ı Kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın hayatından örneklerle arzetmeye çalışacağız.
•••
Bu ay idrak edeceğimiz “Mevlid Kandili”nizi tebrik eder, ülkemize ve tüm İslâm âlemine hayırlara vesile olmasını niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
“Hazret-i Allah’a şöyle bir niyazımız var:
“Allah’ım! Habib’ine karşı nasıl tazim etmem ve teslim olmam gerekiyorsa sen bu hali bana lütfet. Senin lütfedeceğin bu sermaye ile Habib’ine tazim edeyim ve teslim olayım.” Çünkü bir mahlukun onu idrak edip, ona tazim etmesi ve teslim olması mümkün değildir. Ancak Allah-u Teâlâ’nın lütfettiği sermaye sebebiyle ona tazim edecek ve teslim olacak. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“Biz hiçbir peygamberi, Allah’ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik.” buyuruyor. (Nisâ: 64)”
“Ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat edilmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur.
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye’sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e iman, itaat ve teslimiyet ilâhî bir emir, imanın ve İslâm’ın şartıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i büyük tanıyıp saygı göstermek, şahs-ı âlileri ve hatırası karşısında en müstesna bir hürmet ve edebe sahip olmak da ilâhî bir emirdir ve Resulullah Aleyhisselâm’a imanın ayrılmaz bir parçasıdır.
“İşte o Peygamber’e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir.” (A’raf: 157)
Ona itaat etmeyen Allah’a itaat etmemiş demektir, ona tâbi olmayan Allah-u Teâlâ’nın sevgisinden mahrumdur, onu incitip üzenler acıklı bir azap ile vaad olunmuştur:
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
Bu hususlarda çok sarih Âyet-i kerime’ler, Hadis-i şerif’ler, Asr-ı saâdetten, Ashâb-ı kiram’ın hayatından birçok nümuneler vardır.
Resulullah Aleyhisselâm’a iman olmadan; ona itaat, teslimiyet göstermeden; ona sevgi, saygı, hürmet beslemeden; onu canlardan da cananlardan da, her şeyden üstün tutmadan; arzusunu onun tebliğ ettiklerine uydurmadan; bu yoldan bu izden gitmeden müslümanlık olmaz, İslâm yaşanmaz.
Bunlardan bir tanesine bile riayet etmeyen kimsenin İslâm iddiası boştur.
Denilebilir ki bugün din adına ortaya çıkıp fitne, terör çıkartanların en büyük kayma noktası burasıdır. Kendileri kaydıkları gibi tâbi olanları da kaydırıyorlar. Peşlerinden gidenleri fevc fevc cehenneme sürüklüyorlar.
Resulullah Aleyhisselâm’a karşı hürmetsizlik, edepsizlik Allah-u Teâlâ’nın gazabına mucip çok büyük bir hadsizliktir. Kişinin imanı bir anda gider de farkına bile varmaz.
Bir müslüman uyanık olmalı, bu gibi kimselerden uzak durmalı, inancını, imanını kendi zannına değil, ilâhî hükümlere uydurmalıdır. Aksi hâlde son pişmanlık fayda vermez.
O hâlde;
Ona nasıl teslim olmamız lâzım, nasıl bir hürmet, nasıl bir saygı göstermemiz lâzım?
Bu husustaki Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerde neler buyuruluyor? Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı nasıl teslim olmuş, nasıl bir sevgi ile bağlanmış?
Şunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak lâzımdır ki; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i yücelten, ona değer veren, onu seven, bize de buna riayeti emreden Allah-u Teâlâ’dır.
Allah-u Teâlâ engin rahmetinin bir tecellisi olarak insanlara hak ve hakikati duyurmak, dünya ve ahiret saadetine kavuşmalarını temin etmek için peygamberlerini göndermiştir.
Âhir zaman peygamberi peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ise bambaşka bir yaratılışla ve üstünlükle göndermiş, bütün insanlığa bir peygamber, bir rahmet, bir nur kılmıştır.
Onun gönderilmesi “Büyük bir lütuf”tur:
“Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.” (Âl-i imrân: 164)
O öyle büyük bir lütuftur ki “âlemlere” rahmettir:
“Resul’üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ: 107)
Allah-u Teâlâ “âlem” demiyor, “âlemler” buyuruyor. O bütün “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiştir. Bu ilâhî beyan karşısında beşer havsalası durur.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e birçok lütuf, ihsan ve iltifatta bulunmuş, onu her şeyden Azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve her şeye tercih etmiştir.
“Andolsun, içinizden size öyle aziz bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Tevbe: 128)
Canlardan da cananlardan da Azîz’dir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir. Niçin? O’nun nuru olduğu için.
O “Nur”dur, “Nur Saçan Bir Kandil”dir:
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)
Bu nur Hakk’tan gelir. Allah-u Teâlâ “Nur saçan kandil olarak gönderdik” buyuruyor. Bu baş gözü ile görmenin mümkün olmadığı, beşer idrakinin ötesinde bir hakikattir.
Allah-u Teâlâ ona öyle lütufta bulunmuş, kadrini öyle yüceltmiştir ki; ona yapılan itaati kendisine yapılan itaatla bir tutmuştur:
“Peygamber’e itaat eden, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ: 80)
Ona itaat eden Hazret-i Allah’a itaat etmiş olur.
Âyet-i kerime’nin devamında ona itaati nefsine ve kibrine yediremeyenleri Allah-u Teâlâ şöyle tâzir buyurmuştur.
“Kim de yüz çevirirse, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” (Nisâ: 80)
Bu ilâhî buyruğu kabul etmeyen, “yüz çeviren” kimseler ne halleri varsa görsünler. Onlar için ilâhî ikab ve azap haktır.
Muhammed Aleyhisselâm’ın üstünlüklerinin en üstünü ise Hazret-i Allah’ın dostu olmasıdır.
Allah-u Teâlâ onu sevmiş, dost edinmiş, ona gösterilen sevgiyi kendisine olan sevgi ile bir tutmuştur:
“Resul’üm! Onlara söyle: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.’” (Âl-i imran: 31)
Görülüyor ki Allah-u Teâlâ’ya itaatın ön şartı Resulullah Aleyhisselâm’a itaat olduğu gibi, Allah-u Teâlâ’nın sevgisine mazhar olmanın ön şartı da O’nun Resul’ünü sevmek ve ona tâbî olmaktır.
Zira o “Allah’ın “Habib’i”dir:
“Dikkat ediniz! Ben Allah’ın Habib’iyim, bunu övünmek için söylemiyorum.” (Tirmizî)
Ona tâbi olan, ona sevgi, muhabbet gösteren, saygı, hürmet eden, itaat ve teslimiyetle bağlananlar ancak Allah-u Teâlâ’nın sevgisine mazhar olabilir.
Bu sevgiye mazhar olanlar onu en çok seven, ona en çok bağlanan, onun varisi olan Allah dostlarıdır. Evliyaullah Hazerâtıdır.
Onlar;
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)
Hadis-i şerif’inin tecelliyatına gerçek mânâda mazhar olmuşlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sevgisini, ona karşı gösterilmesi gereken hürmet ve edep tavrını en kâmil şekilde Evliyâullah Hazerâtı’nın yaşayışlarında, söz ve davranışlarında görebiliriz.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri’nin şu beyanları ne kadar arza şâyandır:
“Allah-u Teâlâ’ya karşı bir kusur işlediğim zaman, affeder diye ümidim olur. Fakat Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiği için ona karşı bir kusur işlersem, cidden beni affetmez diye korkarım.”
“Resulullah Aleyhisselâm’a hâl-i hayatında ne kadar tazim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tazim lâzımdır. Her hâl ve ahvalde hürmet vecibesini korumak gerekir. Ziyaretine giderken de, ‘Allah’ım, lâzım gelen tâzim ve edebi bana lütfet, senin lütfunla gideyim, bunu bana kolaylaştır ve kabul buyur.’”
“Rabb’im! Habib’ine karşı nasıl tazim etmem ve teslim olmam gerekiyorsa sen bu hâli bana lütfet. Senin lütfedeceğin bu sermaye ile Habib’ine öylece tazim edeyim ve teslim olayım!” diye niyaz ederim.”
Bir müslüman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i en yakınlarından hatta kendi canından daha çok sevmedikçe kâmil bir imana sahip olamaz.
“O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir.” (Ahzâb: 6)
Bu Âyet-i kerime Allah ve Resul’ünü canından çok sevmedikçe, çoluk çocuğundan daha üstün tutmadıkça, malından daha çok tercih etmedikçe gerçekten iman etmiş olunamayacağına dair açık bir ferman-ı ilâhidir.
Herkes bu aynada kendisine baksın, iman derecesini öğrensin, nerede olduğunu bilsin.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Ben her mümine kendisinden daha evlâyım.” (Müslim: 867)
Bunun sebebi, Sebeb-i mevcûdât oluşudur. İnsanın mânevî hayat bulmasına yegâne sebep onun “Rahmeten lil-âlemîn” olmasıdır.
O Allah-u Teâlâ’ya ulaştırmak için tek bir rehberdir. Eğer o lütuflar olmasaydı dalâlette ve karanlıkta kalınırdı. Senin nefsin cehenneme atılsaydı bundan daha büyük zulüm mü olurdu? Onun için gerçekten de kendi nefsinden evlâdır. Yalnız bilen için...
Bu sevgi ve teslimiyetin en güzel numunesi Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı’dır. Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e “Anam-babam sana feda olsun yâ Resulellah!” diyerek canlarından, mallarından, her şeyden geçmişlerdir.
“Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça kâmil mümin olamaz.” (Buhârî-Müslim)
Bir müslümanın imanı; Resulullah Aleyhisselâm’ı canından çok sevmekle; ona teslim olup ona karşı hürmet ve edepte kusur etmemekle, hatta arzularını dahi onun tebliğ ettiği şeylere tâbi kılmakla kemâle erer, tamam olur.
“Sizden hiçbirinizin arzuları benim tebliğ ettiğim şeylere tâbi olmadıkça iman etmiş olmazsınız.” (Buhari)
Allah-u Teâlâ, Peygamber’ine itaatı, tâbi olmayı, onu canlardan da cananlardan da aziz tutmayı emir buyurduğu gibi; onu büyük tanıyıp saygı gösterilmesini, tâzimde bulunulmasını, tebcil olunmasını, değer verilmesini ve yüceltilmesini de bizzat emir buyurmaktadır:
“Ey insanlar! Allah’a ve Peygamber’ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp saygı gösteresiniz.” (Fetih: 9)
Kim ki bu emr-i ilâhîyi yerine getirirse Hazret-i Allah’a ve Resul’üne itaat edip iman etmiş olur. Fakat bu ilâhî emri yerine getirmeyen çok iyi bilsin ki bu saâdetten mahrum kalmıştır.
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin huzurunda âdâba riayet etmek ve onu gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Ona karşı gösterilmesi gereken hürmet ve edep tavrı onun hem bizzat Zât-ı âli’lerini hem de onun sünnetini, Hadis-i şerif’lerini kapsar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!” (Haşr: 7)
Onun ilâhî hükümleri uygulama ve açıklamasında hata aslâ bahis mevzuu olamaz. Çünkü o, bizâtihi Allah-u Teâlâ’nın tasarrufu altındadır. Sünnet-i seniye Resulullah Aleyhisselâm’ın Rabb’inden aldığı risaleti tebliğden ibarettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her sözü ilâhî bir vahye isnad eder.
“O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm: 3-4)
Ona itaat etmek, getirmiş olduğu hüküm ve esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniye’sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Sünnet-i seniyye’me tâbi olmayan benden değildir.” (Münâvi)
Bu Hadis-i şerif mucibince; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her emr-i şerif’ine ittiba etmek gerekir.
Bunları yapmayıp kayıtsız şartsız teslim olmayan, Sünnet-i seniyye’ye riayet etmeyen ümmetlik dâvâsını kaybetmiştir. Çünkü “Onlar benden değil” buyurduğuna göre onları ümmet olarak kabul etmiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i canımızdan fazla sevmedikçe;
Yaşadığını ruhen yaşamadıkça;
Nefse tatbik ettirmedikçe;
Gerçek ümmeti olduğumuzu nasıl ispat edebiliriz?
“Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanıp ‘Bilemiyorum! Biz Allah’ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.’ derken bulmayayım.” (Tirmizî)
Hadis-i şerif’ten anlaşılıyor ki bu gibi edepsizlikler gıyabında dahi olsa onu incitip üzer.
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
“İnkâr edenler ve Peygamber’e baş kaldırmış olanlar, kıyamet günü hak ile yeksan olup yerin dibine geçirilmeyi ne kadar isterler ve Allah’tan hiçbir söz gizleyemezler.” (Nisâ: 42)
Binaenaleyh ona iman etmenin şart olduğu; emirlerini emir, nehiylerini nehiy bilmeden yapılan imanın kabul olmadığı; ona sevgi, saygı ve hürmet göstermeden imanın kemale eremeyeceği, onu incitip üzenlerin azap göreceği Kur’an, Sünnet ve icma ile sabittir.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e saygısızlıkta ve hürmetsizlikte bulunan kimseyi aşağıların aşağısına indireceğini, rezil ve rüsvay edeceğini haber veriyor.
“Allah’a ve Peygamber’e muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.” (Mücâdele: 20)
Allah-u Teâlâ Zât-ı akdes’i ile Resulullah Aleyhisselâm’ı bir tutmuş, ona yapılan muhalefeti kendisine yapılan muhalefet gibi saymıştır.
Bu hakikatler Ashâb-ı kiram’ın yaşayışı ile de sabit olduğu halde tarih boyu bu hakikatin hilafına hareket eden münafıklar, allâmeler, türemeler, fitneler zuhur etmiştir.
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’a Allah-u Teâlâ’nın verdiği değeri veremeyen, bu değerden mahrum kalan, kendi nefislerinin arzusunu ilâhî hükmün yerine koyan bedbahtlardır:
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Bugün, bu âhir zamanda; bu gibi fitneler ve küfür hareketleri ayyuka çıkmış; Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve nehiylerini, Hadis-i şerif’lerini kabul etmeyen; ona iman etmeyi şart görmeyen; ona karşı takınılması gereken hürmet ve edep tavrını takınmayan; onu sıradan beşer gibi gören, göstermeye çalışan imansız türemeler, allâmeler, ahir zaman önderleri ortalığı istilâ etmiştir. Sosyal medyanın ortaya çıkması ile beraber eline mikrofonu alan birçokları da bilip bilmeden ahkâm kesmeye başlamıştır.
Çok tehlikeli bir zaman. Zira çok imanlar yanıyor.
“İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer.” (Hacc: 3)
Resulullah Aleyhisselâm’ın rehberliğini kabul etmeyenlerin, Allah-u Teâlâ’nın ona verdiği değeri vermeyenlerin, ona saygı ve hürmet göstermeyenlerin rehberi şeytandır.
Bugün ortalığı bu gibiler istilâ etmiştir.
Dikkat ederseniz küffar milletleri de küfürlerinin iktizasından olarak o nura düşmanlık etmişler, iftira ve hakaretlerde bulunmuşlar, müslümanların imanını çalmak için ona imanı lüzumsuz gösteren fitnelere teşvik ve destek olmuşlardır. Hatta mübarek naaşlarını kaçırmak için tertiplerde dahi bulunmuşlardır. Vatikan onu karalamak için milyarlarca dolar paralarla özel teşkilât bile kurmuştur.
Bugün küffar Batı’da ortaya çıkan Kur’an’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a hakaret eylemlerinin kaynağı buradan gelir.
Binaenaleyh bugün yaşanan birçok fitnenin, ilim adı altında yapılan ifsadın, münafıklığın, ihanetin, din adına yapılan ahlaksızlığın, din adına yapılan terörün hemen hepsinin ortak noktasında; Resulullah Aleyhisselâm’a iman ve teslimiyette, onun aziz hatırasına ve emirlerine riayet ve hürmetteki eksiklik yahut inkâr vardır. Onun arzusunun yerine nefsinin arzusunu koyanların arkadaşı artık nefis ve şeytandır.
Bu gibiler çok büyük bir fitne, çok büyük bir ateş çıkartıyorlar ve insanları bu ateşe çağırıyorlar; yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateş...
“Onları ateşe çağıran imamlar (önderler) kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim: 6)
Bu fitne ve ateşten korunmanın en birinci şartı; Resulullah Aleyhisselâm’a tam bir teslimiyetle tâbi olmak, gerek emir ve nehiyleri, gerek manevî şahsiyeti ve hatırası karşısında büyük bir tâzim, hürmet ve edep tavrı takınmaktır.
Bir müslüman kesinlikle bilir ki; bu edep tavrını göstermeyen bir kimse, Resulullah’tan uzaktır, Allah’tan uzaktır. Asla bu gibi kimselerden ilim tahsil edilmez. Asla bunların fikirlerine itibar edilmez.
Ezcümle;
Bir insan Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğini kabul edip ona iman etmedikçe, “Allah’a inanıyorum, Kur’an O’nun gönderdiği kitaptır” dese dahi müslüman olmaz. “Muhammedü’r-resulullah” demediği müddetçe küfürdedir, kâfirdir.
Allah’a, Kur’an’a, Resulullah’a inandım diyen bir müslüman, “Müslüman olmak için Muhammedü’r-resulullah demek şart değildir” dediği an dinden çıkar, kâfir olur. FETÖ gibi.
Onun şefaatini, onu vesile kılmayı inkâr eden, ona tâzim ve saygıyı şirk gibi gören ve adetâ bu temel üzerine bir inanç, yeni bir din kuranlar kâfirdir, müslüman değildir. Vehhâbiler gibi.
“Bir kimse Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetini, Hadis-i şerif’lerden birini hafife alır (...)sa kâfirdir.
....
Bir kimse Peygamber Efendimiz’in saçından bahsederken ‘saçcık’ der ve bununla ona hakaret kasd ederse kâfirdir.
....
Bir kimse Peygamber (s.a.v.) kabağı severdi der de, bir başkası da ben sevmiyorum derse, sevmiyorum diyen kâfir olur.
....
Peygamberimizin sözünden bahsederken, ‘şu adam şöyle şöyle diyor’ diyen kimse kâfirdir.” (Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî -kuddise sırruh-, “Câmiu’l-Mütûn fi Hakki Envâi’s-Sıfâti’l-İlâhiyye ve’l-’Akaidi’l-Mâturidiyye ve Elfâzi’l-Küfri ve Tashihi’l-a’mâli’l-’Acibiyye”, s. 80-82)
Resulullah Aleyhisselâm’a aşağılama niyeti ile “Arap” diyenlerin, İslâm dini’ne “Arap dini” yakıştırması yapanların;
Günümüze kadar intikal eden sakal-ı şerif’lerini “Kıl” diyerek tahkir etmek isteyenlerin;
Ondan bahsederken “O adam” diyen vehhabilerin;
Sünnet-i seniyyeyi, Hadis-i şerif’leri hafife alanların;
“Muhammedü’r-resulullah demese de olur.” diyen FETÖ’nün;
Ve buna mümasil ortaya çıkan türlü türlü türemelerin durumu budur. Bunların İslâm’la, müslümanlıkla hiçbir ilgileri yoktur, kalmamıştır.
Binaenaleyh bir müslüman ilmi kimden aldığına çok dikkat etmeli, Resulullah Aleyhisselâm’a karşı, onun Hadis-i şerif’lerine karşı zerre saygısızlık gösteren, allâme geçinerek ahkâm kesen kişilerden yırtıcı bir hayvandan kaçar gibi kaçmalıdır.
“Yırtıcı bir kurt, bir sürüye saldırdığı gibi, bunlar da dine ve millete öyle saldıracaklar. O zaman milletin hali nice olur?” (Sözler ve Notlar 6 s: 134)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Zancılardan önce, yani zanlarıyla konuşanlardan önce ilim öğreniniz.” (Buhari)
Allah’ım muhafaza buyursun. İmanın şakası yoktur. Ebedî hayat hiçe müncer olur. Son pişmanlık fayda etmez.
“Allah’a karşı yalan uydurandan ve kendisine gelmiş olan doğruyu yalanlayandan daha zalim kim olabilir?
Cehennemde kâfirler için bir yer yok mudur?” (Zümer: 32)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in varisi ve vekili olan Allah dostlarının en büyük vasıflarından birisi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan aşk mertebesindeki sevgi ve bağlılıkları, ona karşı göstermiş oldukları en yüksek bir saygı, hürmet ve edep tavrıdır.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri “Nûr-i Muhammedî -sallallahu aleyhi ve sellem-” isimli eserine başlarken şu hürmet ve tâzim ifadelerini kullanmışlardır:
“Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm öyle bir varlıktır ki, her türlü tasavvurumun ve kuvve-i beşeriyemin fevkindedir.
Ancak âcizliğimi itiraf eder affına sığınarak neşre başlarım.” (Nûr-i Muhammedî -sallallahu aleyhi ve sellem-, Hakikat Yayıncılık)
Bu ne büyük bir mahviyet, ne büyük bir sevgi ve saygıdır.
Bir başka beyanlarında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı edep ve hürmetini şöyle ifade etmişlerdir:
“Onun hiçbir zerresine benim aklım ermez. Elhamdülillâh ki Allah-u Teâlâ bu hakikati idrak ettirmiş. Onu Allah-u Teâlâ kendi nurundan yarattı, o nurdan mükevvenatı donattı. İnsan mahlûktur, o nura eremeyişi mahlûk oluşundandır.
Onun için diyoruz ki:
‘Rabb’im! Ona nasıl teslim olmam ve tâzim etmem icabediyorsa, ona öylece teslim olayım ve tâzim edebileyim.’”
“Allah’ım! Habib’ine karşı öyle bir iman ver ki; zannettiğim gibi değil onu nasıl halketmişsen olduğu gibi iman edeyim. Evvelâ onu bilemediğimi bileyim.”
Hazret-i Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i Allah-u Teâlâ göndermiştir. Nasıl ki Hazret-i Kur’an’ı göndermiş ise, Resul’ünü de O göndermiş ve ona iman etmeyi kendisine imanla birlikte şart koşmuştur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Peygamber’ine -sallallahu aleyhi ve sellem- imanı, itaati, teslimiyeti, kendisine yapılan iman, itaat ve teslimiyet mesabesinde zikretmiş, Peygamber’e muhalefetin âkıbetini de haber vermiştir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamber’ine, Peygamber’ine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği Kitab’a iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisâ: 136)
“Allah o Peygamber’i ümmî Araplar’dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir. O Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Cum’a: 3)
“Müminler o kimselerdir ki, Allah’a ve Resul’üne iman etmişlerdir. Sonra şüpheye düşmemişler, Allah yolunda canları ile malları ile cihad etmişlerdir. İşte onlar sâdıklardır.” (Hucurât: 15)
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Şâhit olarak Allah yeter. Muhammed Allah’ın Peygamber’idir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (Fetih: 28-29)
“Sizden her kim de Allah’a ve Resul’üne itaat edip sâlih amel işlerse, onun ecrini de iki kat veririz. Ona bol bir rızık da hazırlamışızdır.” (Ahzab: 31)
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resul’üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin.” (Enfâl: 20)
“Ey iman edenler! Allah ve Peygamber’i sizi, size hayat verip canlandıracak şeylere çağırdığı zaman icabet edin.” (Enfâl: 24)
“Resul’üm! Onlara söyle: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve merhamet edicidir.’” (Âl-i imran: 31)
“Benim yaptığım sadece Allah katından olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğ etmektir. Kim Allah’a ve Peygamber’ine isyan ederse, ona içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin: 23)
“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, işte onlar Rabb’leri katında sıddîklar ve şehitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır. Kâfir olup da âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar da cehennem halkıdırlar.” (Hadîd: 19)
“(Ey insanlar)! Rabb’iniz tarafından bağışlanmaya; Allah’a ve Peygamber’ine inananlar için hazırlanmış, genişliği yerle gök arası kadar olan cennete koşun! Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadîd: 21)
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve Peygamber’e inanın ki; size rahmetini iki kat versin, ışığında yürüyeceğiniz bir nur ihsan etsin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Hadîd: 28)
“Bu, onların Allah’a ve Resul’üne karşı çıkmalarından ötürüdür. Kim Allah’a karşı gelirse, bilsin ki Allah’ın cezalandırması çetindir.” (Haşr: 4)
“Allah’a ve Resul’üne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok daha hayırlıdır.” (Sâff: 11)
Kur’an-ı kerim Âyet-i kerime’lerinde ve Hadis-i şerif’lerde; Peygamber’imiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Allah katındaki yüce mertebesine, Allah-u Teâlâ’nın ona verdiği en büyük bir değere, ahlâk ve faziletine, ona bahşedilen üstünlüklere dair birçok beyan ve buyruk vardır. Bu ilâhî hakikatleri değişik vesilelerle dergilerimizde müteaddid defalar yayınladık.
Bu sayımızda bunlarla beraber; hususiyetle Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gösterilmesi gereken teslimiyet, iman ve edep tavrını Kitabullah’tan, Sünnet-i Resulullah’tan ve başta Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendilerimiz olmak üzere Ashab-ı Kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın hayatından örneklerle arzetmeye çalışacağız.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz âdeta mücessem bir Kur’an-ı kerim idi. Her sözü, her hareketi ilâhî ahkama göre idi.
Kuran-ı kerim vahiy olduğu gibi Hadis-i şerif’ler de vahiydir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Necm: 3-4)
Buharî’nin rivayetine göre Cebrâil Aleyhisselâm, Resulullah -s.a.v.- Efendimiz’e Kur’an-ı kerim’i indirdiği ve öğrettiği gibi sünnet’i de indirmiş ve öğretmiştir.
“Ben de sizin gibi bir beşerim. Ancak bana vahyolunuyor.” (Kehf: 110)
Abdullah bin Amr -r. anh- buyururlar ki:
“Resulullah -s.a.v.- Efendimiz’den her ne işitirsem yazardım. Kureyşliler beni bundan menetmek istediler. Dediler ki;
‘Sen her şeyi yazıyorsun. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ise beşerdir. Rızâ halinde de gazap halinde de söz söyler.’
Bu tenbih üzerine yazmaktan bir müddet vazgeçtim. Nihayet bu durumu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e arzettim.
Mübarek parmağını ağzına götürerek:
“Yaz! Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, buradan hak sözden başkası çıkmaz!” buyurdu.” (Ebu Dâvud: 3646)
Resulullah Aleyhisselâm’ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür.
Ona itaat, onun Sünnet-i seniyye’sine uymaktan ibarettir. Bunun içindir ki Sünnet-i seniyye’ye uymak imanın gereğidir.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahlâkı sorulduğunda:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dı.” buyurdular. (Müslim)
Kuran-ı kerim’in bütün hükümleri onun yaşayışında görülmektedir.
Onu inkâr eden, Kur’an’ı inkâr etmiş demektir.
•
Resulullah Aleyhisselâm’dan meydana gelen işleri Allah-u Teâlâ kendi zâtına izafe etmiştir.
Nitekim Bedir’de Cebrâil Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine atmıştı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu. Âyet-i kerime’de:
“Resul’üm! Sen atmadın, Allah attı.” buyuruluyor. (Enfâl: 17)
Allah-u Teâlâ Resul’ünü kabul etmeyen kâfirlere kesinlikle rahmet ve merhamet nazarıyla bakmıyor.
Şöyle buyuruyor:
“Bilmiyorlar mı ki, Allah’a ve Resul’üne karşı koyan bir kimseye elbette içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır.
İşte bu en büyük rüsvaylıktır.” (Tevbe: 63)
Allah-u Teâlâ kendisine ve Resul’üne karşı gelenlere en büyük rezilliği, rüsvaylığı vaad ettiği gibi, Resul’üne iman etmeyenlerin “kâfir olduğunu” ve bu kâfirler için hazırladığı azabı Âyet-i kerime’sinde haber veriyor:
“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)
Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır, ne de azaplarında bir gevşeme ve hafifleme bahis mevzu değildir.
“Çünkü onlar Allah’a ve Peygamber’ine karşı koydular. Kim ki Allah’a ve Peygamber’ine karşı koyarsa, bilsin ki Allah’ın azabı şiddetlidir.” (Enfâl: 13)
Allah-u Teâlâ Peygamber’ine itaat etmeyen kâfirleri sevmediğini ferman buyuruyor:
“Resul’üm! De ki: ‘Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.’ Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i imran: 32)
“Allah sevmez” hükmü en ağır bir hükümdür.
Resulullah Aleyhisselâm’ı kabul etmeyenlerin durumu budur.
Allah-u Teâlâ’ya itaat edip Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmezseniz, Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmediğiniz için, O’na itaat etmiş olmazsınız. Resulullah Aleyhisselâm’a iman ve itaat etmedikçe bu Âyet-i kerime’ye inanmış olmuyorsunuz. İnanmadığınız için küfre sapmış oluyorsunuz ve resmen kâfir oluyorsunuz.
Bu her şeye amildir:
Saygı ve hürmet, sevgi ve muhabbet, itaat ve teslimiyet.
Kayıtsız şartsız teslim olmayan, onu her şeyden üstün tutmayan, onu gönülden sevmeyen asla hidayete eremez, hakikate ulaşamaz, dünya saâdetine, ahiret selâmetine erişemez.
“Allah’ın Peygamber’inden geri kalmak, onun canından önce kendi canlarını düşünmek yakışmaz.” (Tevbe: 120)
Resulullah Aleyhisselâm’ın bu yüce mertebesine iman etmeyen, onu sıradan bir beşer gibi gören İbn-i Teymiyye ve benzeri kötü âlimlerin tesiri ile ortaya çıkan fitne ehli türeme grupların ise İslâm’la hiçbir alâkaları yoktur, dünyaya verebilecekleri bir medeniyet numunesi de yoktur. IŞİD örneğinde olduğu gibi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i numune almayan, onun Allah katındaki büyük mertebesini ve nuraniyetini, ruhaniyetini tanıyıp sünnetine bilâ kayd-u şart sarılmayanlar yoldan çıkmışlar, hak ve hakikatten uzaklaşmışlardır. Böylece fitne, fesat batağına batan bu güruhlar İslâm’a ve müslümanlara büyük zararlar vermişlerdir.
Öyle bir zamandayız ki; alim sıfatıyla ortaya çıkan niceleri televizyonlara çıkıyor, koltuklarına kuruluyor ve Kur’an-ı kerim tefsir etme iddiasıyla konuşuyorlar.
Peygamber Aleyhisselâm Efendimiz’den muhabbetle, hürmetle bahsetmeyen, ism-i âlilerini anarken tâzimde bulunmayan, Hadis-i şerif’lerini kafasına göre “Bu sahih değildir.” diye inkâr etme cüretinde bulananlar, irşad değil ifsat ehlidir.
Bu gibiler hakkında yukarıda da arzettiğimiz Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca, koltuğuna yaslanıp ‘Bilemiyorum! Biz Allah’ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.’ derken bulmayayım.” (Tirmizî)
Bu gibilere dikkat ederseniz üslûplarından Resulullah Aleyhisselâm’a bağlılık ve teslimiyetleri olmadığını görürsünüz.
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.” (Bakara: 9)
Zira nefisleri içten içe büyük bir varlık ve benlik davası, ben biliyorum iddiası güder. Bu gibilerin imanları suretadır.
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” (Müslim)
Bu gibi kimseler bir parça ilim tahsil eder ve fakat o ilmi nefsine mâleder, o ilim kendisininmiş gibi gösterir. Nefsini ilâh edindiği için aslında gizliden gizliye allahlık dâvâsına girişir. Bunu halk bilmez, fakat Allah-u Teâlâ bildiği için Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)
Hâşâ “Ben Allah’ım!” demiyor da, bir şey bahane edip kendisini gizliyor. Meselâ Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i beğenmez, Allah-u Teâlâ’nın nurunu küçük görür, din-i İslâm’ı kendisine mâleder. O aslında Allah-u Teâlâ’yı bile beğenmez. Fakat oraya kadar gidemez de, nefis allahlık dâvâsı güttüğü için, kendisini herkesten yüksek görür. Kendi varlığını ortaya koymak için, kendisinden başka varlıkları silmek ister. Kendisinden daha büyük kimse görmediği için; artık din de o, iman da o, ihlâs da odur. Başka hiçbir şey tanımaz, hiçbir şey kabul etmez. Çünkü gizliden gizliye allahlık dâvâsı güdüyor. O küfre kayalı çok olmuştur. Ehil onu bilir, kendisi bilmez. Bu böyledir, İslâm’dan kayanlar böyle kaydı. Bütün yanılanlar işte bu noktadan yanıldılar.
Cenâb-ı Hakk bunları bize tanıtıyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm’ı yahut onun bir emrini değil kabul etmemek; ona karşı gerekli hürmet ve edebi göstermeyen bir kimse hakiki imandan mahrumdur.
Zaten dikkat edilirse zamanımızdaki münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetini hafife almak, Kur’an-ı azimüşan’ı tahrif etmek, ümmet-i Muhammed’i sapıklığa götürmek istemektedirler. Bunu kendileri için en büyük vazife edinmişlerdir.
Bunun içindir ki gökkubbe altında en şerli insanların âhir zaman ulemâsı olacağını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize diğer bir Hadis-i şerif’lerinde haber vermişlerdir:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mâmur, fakat içleri hidayetten mahrum kalacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Bu Hadis-i şerif yeryüzünde bunlardan daha kötü bir insan olmadığına dair açık bir beyandır.
Cenâb-ı Hakk Ashâb-ı kiram’ı dahi ikaz etmiş, Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna girmenin ne demek olduğunu, nasıl bir makama mülâki olduklarını duyurmak için Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Peygamber’e hususi bir şey arzedip konuşmak istediğiniz zaman bu konuşmanızdan önce fakirlere sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet sadaka verecek bir şey bulamazsanız üzülmeyiniz. Şüphe yok ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
Hususi konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz da mı bunu yerine getirmediniz? Fakat Allah sizi affetti. Şu halde namazı kılın, zekâtı verin. Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücâdele: 12-13)
Diğer bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Ey iman edenler! Allah’ın ve Peygamber’inin huzurunda öne geçmeyin. Allah’tan korkun.” (Hucurât: 1)
Onun adını, onun sünnetini, onun Hadis-i şerif’lerini edep gözetmeden diline dolayıp tartışanların durumunu buradan kıyas edebilirsiniz.
Allah-u Teâlâ Resul’üne hitap ederken nasıl bir saygı ve edep gösterilmesini ikaz ediyor. İnananlara duyuruyor.
“Ey iman edenler! (Peygamber’e hitâp ederken): “Râinâ=Bizi de dinle!” demeyin, “Unzurnâ=Bizi gözet!” deyin. Söylenenleri dinleyin. Kâfirler için elem verici bir azap vardır.” (Bakara: 104)
Ona tevazu ile hitap etmeyen, onu incitecek şekilde konuşan bir kimse için bu Âyet-i kerime aynı zamanda bir tehdid-i ilâhi’dir.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem’ine saygı, hürmet ve tâzim etmenin ne kadar gerekli olduğunu göstermek üzere şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden yüksek çıkarmayın.” (Hucurât: 2)
Konuşurken sesleriniz onun sesinin vardığı hadden ileri geçmesin. Böylece onun sizden ileri ve önde olduğu açıkça ortaya çıksın. Bu şekilde hareket ederek nübüvvet makamına gereken saygıyı gösterin.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Peygamber’i kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” (Nûr: 63)
Onun şanına hürmet ve yüksek makamına saygı göstermek için en güzel şekilde hitap etmeleri emir buyurulmaktadır.
“Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi, onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın.” (Hucurât: 2)
Birinci Âyet-i kerime’de ileri geçmek yasaklandığı gibi, bu Âyet-i kerime’de ise onunla akran gibi konuşmak, haddi aşmak ve aynı seviyede olmak yasaklanmıştır.
Bu Âyet-i kerime nazil olduğunda Sıddîk-ı Ekber -radiyallahu anh-;
“Yâ Resulellah! Vallâhi ben bundan sonra Allah’a kavuşuncaya kadar sana gizli veya gizli gibi konuşurum.” demiştir.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de Resulullah Aleyhisselâm ile öyle yavaş konuşur olmuştu ki, sormayınca işittirmezdi.
“Yoksa farkına varmadan âmelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurât: 2)
Çünkü Resulullah Aleyhisselâm’a saygısızlığa ve sıkıntıya sebep olan şeyler insanı küfre götürür, küfür ise bütün iyi âmelleri iptal eder.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim imanı kabul etmezse ameli boşa gider.” (Mâide: 5)
Sesi yükseltmek saygısızlık kastıyla hafife alarak olursa açık küfürdür. Fakat açık küfür olmamakla beraber, bazı söz ve davranışlar vardır ki, küfür kastıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini içinde bulundururlar. Resulullah Aleyhisselâm’a sıkıntı vermek de böyledir.
Bu Âyet-i kerime inince, yaratılış itibariyle yüksek sesle konuşan Sâbit bin Kays -radiyallahu anh-;
“Ben cehennemliklerdenim!” diyerek üzgün bir şekilde evine kapanmıştı.
Resulullah Aleyhisselâm Sa’d bin Muaz -radiyallahu anh-a:
“Sâbit ne haldedir, rahatsız mı?” diye sordu.
O da:
“O benim komşumdur, rahatsızlığını bilmiyorum.” dedi ve gitti, sordu.
Sâbit -radiyallahu anh-:
“Bu âyet indirildi. Bilirsiniz ki ben sizin en yüksek seslinizim. Demek ki ben cehennemliklerdenim.” cevabını verdi.
Sa’d bin Muaz -radiyallahu anh- bunu gelip haber verince Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
“Ona git ve söyle! Sen cehennemlik değilsin, bilâkis sen cennetliksin.” (Buhârî)
Hâlbuki Sâbit bin Kays -radiyallahu anh- Bedir harbine katılmış çok hitabeti kuvvetli bir Ashâb-ı kiram idi...
Nitekim yakında çıkan bir harpte şehit oldu.
Ashâb-ı kiram’ın yetişmesi nasıl? “Ben Resulullah’a karşı sesimi yükselttim, helâk oldum.” diyor. Onlar böyle duymuşlar, böyle anlamışlar, bu şekilde edebi tahsil etmişler ve binaenaleyh saadete ermişler.
Bizim halimiz ne olacak?
Allah-u Teâlâ daha sonra sesi kısmaya teşvik ederek bu edebe riâyet eden müminleri büyük bir mükâfât ile müjdelemiştir:
“Resulullah’ın huzurunda seslerini kısan kimseler, Allah’ın gönüllerini takvâ için imtihan ettiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfât vardır.” (Hucurât: 3)
Allah-u Teâlâ bu gönüllere, imtihan eden kimsenin davrandığı gibi muamele etti ve onların takvâ ve ihlâs sahibi olduklarını ortaya çıkardı.
“Resul’üm! Sana odaların ötesinden seslenenlerin çokları düşüncesiz kimselerdir.
Eğer onlar sen yanlarına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Hucurât: 4-5)
Resulullah Aleyhisselâm’a karşı büyük bir hürmet ve tâzim göstererek huzurunda seslerini kıstıkları için ahirette pek büyük sevaplara ve nimetlere kavuşacaklardır.
Bu ilâhî ihtarlar üzerine Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın kalpleri titremiş, kendilerinden geçmişler, Resulullah Aleyhisselâm’ın gerek huzur-u saâdetlerinde ve gerekse gıyabında fevkalâde hürmetkâr, son derece edepli bir tavır takınmışlardır.
Hazret-i Zeyneb -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in düğün yemeğinde dâvetliler geliyor, yemeğini yiyor, çıkıp gidiyordu. Herkes dağıldıktan sonra bir topluluk konuşmaya daldılar ve oturup kaldılar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayâ ve edebinin üstünlüğünden ötürü zamansız oturuşlarının kendisine ağırlık verdiğini söylemekten çekiniyordu. Tekrar gitti geldi. Üçüncü defa gittiğinde çıktılar.
Hâne-i saâdet’lerine geldiğinde Âyet-i kerime’ler nâzil oldu:
“Ey müminler! Bundan sonra Peygamber’inizin evlerine yemeğe dâvet olunmadıkça vakitli-vakitsiz girmeyin. Dâvet edildiğiniz zaman girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın, söze sohbete dalıp kalmayın. Çünkü bu haliniz Peygamber’i üzüyor, o da size bir şey söylemekten utanıyor. Allah ise gerçeği açıklamaktan çekinmez. Peygamber’in zevcelerine herhangi bir şey soracağınız vakit perde arkasından sorun. Böyle yapmakla hem sizin gönülleriniz hem de onların gönülleri daha temiz kalır.” (Ahzâb: 53)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in her emr-i şerif'i, insanlara maddî ve mânevî hayat veren bir dâvet hükmündedir. Bu dâvet Allah-u Teâlâ'nın dâvetinden başka bir şey değildir.
Ebu Saîd bin Muallâ -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Mescidde namaz kılıyordum. Beni Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- çağırdı. Namazı bozup gidemedim. Sonra yanına vararak:
‘Namazda olduğum için geç kaldım yâ Resulellah!’ dedim.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
“Allah Kur’an-ı kerim’de:
‘Ey iman edenler! Allah ve Resul’ü size hayat verecek bir şey için sizi çağırdığında hemen icabet edin!’ (Enfâl: 24)
Buyurmadı mı?’ diye ikaz etti.
Sonra bana:
‘Ey Said! Ben mescidden çıkmadan sana bir sûre öğreteceğim ki, o Kur’an’ın en büyük sûresidir.’ buyurdu. Sonra elimi tuttu. Mescidden çıkmak istediği sırada:
‘Yâ Resulellah! Hani bana büyük bir sûre öğretecektiniz?’ dedim.
Buyurdu ki:
“O sûre ‘Elhamdü Lillâhi Rabbi’l-âlemin’ sûresidir. Seb’u’l-mesâni yani mükerreren nâzil olmuş yedi âyet ve bana verilmiş olan Kur’an-ı azim’dir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1672)
Öyle bir hayat ki, yalnız dünya hayatını değil, hayat-ı ebedîye'yi kazandıran bir hayattır.
Dünyada ulvî hayat, ahirette de ebedî hayat.
Dikkat ederseniz Resulullah Aleyhisselâm çağırdığında namazda dahi olsa namazı bozup hemen davete icabet etmesi gerektiğini Âyet-i kerime ile ikaz buyuruyorlar.
Ne kadar ince, ne kadar hassas bir mesele.
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’sinde kendisinin yanında Peygamber’ini de katıyor. O böyle halketmiş, böyle dilemiş. O’nun Resul’ünü kabul etmeyenlere ne oluyor ki? Allah’ın yanında Resul’ünü -hâşâ- bir postacı gibi görmek, göstermek isteyenlere ne oluyor ki? Bunlar Allah’ın yaratışını beğenmeyen, O’nun Habib’ine O’nun verdiği değeri vermeyi kibirlerine yediremeyenlerdir.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri “İslâm Dini ve Vehhabilik Dini” isimli eserinde bu Âyet-i kerime’yi arzettikten sonra vehhâbilerin şahsında bu gibi kimselere şöyle sesleniyorlar:
“Size bu Âyet-i kerime'leri hatırlatıyoruz. Bu hayat; hayat-ı ebediyedir, ruhun dirilmesi ve gıdalanması demektir. Biz sizin bu hayata nâil olmanızı istiyoruz. Siz ise bu icabetin şirk olduğunu söylüyorsunuz.
Eğer siz bu ilâhî emirleri de çiğnerseniz; hayat şöyle dursun, size vefat var. Bu öyle bir vefat ki, ebedî hayatın vefatıdır. Her ne kadar kendinizi yaşıyor zannediyorsanız da canlı cenaze olduğunuzu bilin. Zira ruhunuz ölmüş, vaktinizi bekliyorsunuz ve müşrik olarak yaşıyorsunuz.” (s. 308)
Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a ne kadar büyük değer verdiğinin, onu ne kadar yücelttiğinin ve müslümanlardan bu değer ve yüceliğe göre hareket etmelerini emir buyurduğunun en byük delillerinden birisi de Ahzâb Sure-i şerif’inin 56. Âyet-i kerime’sidir.
Allah-u Teâlâ, kulu ve resulü Muhammed Aleyhisselâm’ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini, yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Bu Âyet-i kerime’de apaçık bir emir var. Allah-u Teâlâ bizzat kendisi ve melekleri Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-u selâm getiriyor. Bu ise Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük iltifât-ı ilâhî’dir. Kâfirler ise küfrediyorlar.
Binaenaleyh Cenâb-ı Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in İsm-i şerif’leri anılınca “Allahümme salli ala seyyidina Muhammed” diye salâvât-ı şerife getirmek her müminin üzerine vâcibdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Cenâb-ı Allah’a, O’nun razı olduğu halde kavuşmak isteyenler bana çokça salâvât göndersinler.” buyuruyorlar. (Münavi)
Bir kimseyi çok anan, onu çok seviyor demektir. Kişi her zaman sevdiği ile beraber olur.
•
Peygamber’ine Allah-u Teâlâ’nın salâtı; onu en yüce makamda anması, onu rahmeti ile rızâsı ile tebcil, tebrik ve tâzim etmesidir.
Meleklerin salâtı ise; istiğfarda bulunmalarıdır. İnsanlarınki de öyledir.
Ne yüce mertebedir ki, onu yaratan ona salât-ü selâm getiriyor, sevgili Peygamber’ini anıyor, tebrik ediyor. Ulvî makamındaki melekler de onun için mağfiret diliyorlar, senâ ediyorlar.
Bu nimet ve şereften üstün bir ikbal ve ikram düşünülemez.
Sonra da süfli âlemdeki insanlara Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getirmelerini emrediyor.
Her şeyden evvel biz çok salât-ü selâm getirmekle Habib’ine ümmet olmaya çalışalım. Ama muhabbetle olacak. Demek ki önce muhabbet. İkincisi teslimiyet; her emrine, her Sünnet-i seniyye’sine. Üçüncüsü çok çok salât-ü selâm... Bunu yapana, bunu sevene Allah-u Teâlâ hem kendi sevgisini, hem de Habib’inin sevgisini nasip eder.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te:
“Kıyamet günü insanların bana en yakın olanı, üzerime çok salât gönderendir.” buyuruluyor. (Tirmizî: 484)
Bir kimseyi çok anan, onu çok seviyor demektir. Kişi her zaman sevdiği ile beraber olur.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyurulmaktadır:
“Yeryüzünde Allah’ın gezici melekleri vardır. Ümmetimin selâmını bana tebliğ ederler.” (Nesâî)
Müminler bu sayede kendilerini zulmetten nura kavuşturan, ulvî ufukların kapılarını açan peygamberlerine; salât ve selâmlarını, hürmet ve tâzimlerini, övgü ve senâlarını, minnettarlıklarını arzetmiş oluyorlar.
Bu vesile ile de Allah katında itibar kazanmış, birçok ecir ve mükafatlara nâil olmuş oluyorlar.
Sâdık müminler asırlar boyu o Nur’un aşkında ve şevkinde yaşamışlar, ona karşı besledikleri muhabbet bağından bir an olsun ayrılmamışlar, salât-ü selâm ile tebcil etmekten geri durmamışlardır.
Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz’in bir beyanları da şöyledir:
“Hazret-i Peygamber’e salâvat getirmek günahları, suyun ateşi söndürmesinden daha çabuk yok eder. Ona selâm göndermek pek çok köle âzâd etmekten daha faziletlidir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i sevmek ise riyâzet ve mücahededen veya Allah yolunda kılıç sallamaktan daha üstündür.”
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Ey insanlar! Peygamber size Rabb’inizden hak ile gelmiştir. O halde kendi hayırınıza olarak hemen ona iman edin. Eğer kâfir olursanız, göklerde ve yerde ne varsa şüphesiz ki hepsi Allah’ındır. Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Nisâ: 170)
“Resul’üm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Ne var ki insanların çoğu bilmezler.” (Sebe: 28)
Muhammed Aleyhisselâm’ın nübüvveti yalnız Araplar’a ve sadece Ashâb-ı kiram devrine münhasır olmayıp; her devre, her millete, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara ve cinleredir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah o Peygamber’i ümmî Araplar’dan başka, henüz kendilerine erişip ulaşmamış bulunan diğer bütün insanlara da göndermiştir.” (Cum’â: 3)
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar uzanan bir irşad sahasına gönderdiğini beyan buyuruyor. Onun içindir ki; ne bir yahudi, ne bir hıristiyan, ne bir putperest hiç kimse iman etmedikçe kurtulamayacaktır. Çünkü onu duymayan hiçbir fert yok.
“Resul’üm! De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği Peygamber’iyim.’” (A’râf: 158)
“Biz seni insanlara Peygamber olarak gönderdik. Buna şâhit olarak Allah yeter.” (Nisâ: 79)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde: “Biz seni gönderdik.” buyuruyor. Resulullah Aleyhisselâm’ın vazifesi bütün insanlara İslâm’ı duyurmaktır. Zira o, Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman etmek gerektiğini bildiren bir emirle gönderilmiştir. Bu emr-i ilâhî’yi nazar-ı itibara alıp iman edenler, saâdet-i ebediyeye erdiler. İman etmeyenler küfürde kaldılar. Allah-u Teâlâ bunun bizzat şâhidinin de Zât-ı akdes’i olduğunu beyan buyuruyor.
“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resulullah Aleyhisselâm’ın, ümmetleri hakkında nefislerinden de ileri olduğunu; muhtereme hanımlarının ise müminlerin mânen anneleri bulunduğunu bildiriyor:
“O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir. Zevceleri ise müminlerin anneleridir.” (Ahzâb: 6)
Çünkü müminlerin mânen hayat bulması ve yaşaması, ancak ve ancak o Zât-ı âlî sayesinde mümkündür.
Madem ki o insanın öz nefsinden evlâdır, şu halde bütün insanlardan üstündür.
Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş görünüyor iseler de imandan mahrumdurlar.
Peygamber hakkı, müminlerin kendi öz nefislerinden, ana, baba, evlât ve bütün insanların hakkından daha büyüktür. Çünkü müminler, onun sayesinde ebedî cehennemden kurtulmuş, hidayete onun sayesinde ermişlerdir.
Onun bütün müslümanların üzerinde umumî bir velâyet hakkı vardır. Niçin?
Müminlerin mânevî babası olduğu için.
İnsanın mânevî hayat bulmasına da, âlemlerin rahmete ermesine de yegâne sebep onun Rahmeten lil-âlemîn olmasıdır. Âlemlerin hayatı, Allah-u Teâlâ’nın ona verdiği nur ile kâimdir.
O, Allah-u Teâlâ’nın nurudur, âlemlerin gurur ve surûrudur.
Allah-u Teâlâ onun hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Resul’üm! Biz senin şânını yükselttik.” buyurdu. (İnşirâh: 4)
Bu şeref yalnız ona mahsustur. Allah-u Teâlâ onu her şeyden azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve her şeye tercih etmiştir.
Mevcûdâtın en şereflisi ve faziletlisi olduğu gibi, kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkâtın en şereflisi ve faziletlisidir.
Kıyamete kadar gelecek insanların tamamı, onun irşad sahası içindedir. Zaman ve mekânın efendisidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ümid edebilirsin ki, Rabb’in seni bir Makam-ı Mahmud’a gönderecektir.” buyuruyor. (İsrâ: 79)
Makam-ı Mahmud en büyük şefaat makamıdır. Bu makam Resulullah Aleyhisselâm’a mahsustur.
Vehhabiler ve benzeri âhir zaman türemeleri bu Âyet-i kerime’yi, Resulullah Aleyhisselâm’ın şefaatini inkâr ediyorlar. Onun şefaatinden mahrum kalmak isteyen, cehennem odunu olmak isteyenler kendileri bilirler.
Oysa o öyle bir makamdır ki, Halık-ı Azimüşan yalnız ve yalnız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşetmiştir. Hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnud olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ: 109)
Bu makam Resulullah Aleyhisselâm’ın insanlara şefaat etmek üzere çıkarılacağı, herkesin hamd ile yüceltileceği livâ-i hamd altında muazzam şefaat makamı demektir. O makamda günahkârlara ve biçarelere şefaat edince mahşer halkı tarafından Resulullah Aleyhisselâm pek çok senâ olunacağı için o makama “Mahmud” denilmiştir.
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ine hitaben Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Sana Rabb’in, sen razı oluncaya kadar verecek.” buyuruyor. (Duhâ: 5)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a şefaat etmesi için çok büyük lütuflarda bulunacak, iman edenler kurtulacak.
Resulullah Aleyhisselâm’ın şefaatı sayesinde Allah-u Teâlâ o gün, inananları kurtarıp içinde bulundukları şiddetli ve dehşetli halin ağırlığından rahata kavuşturacaktır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Kıyamet günü geldiğinde (Umumi surette) şefaat ederim ve ben ‘Ey Rabb’im! Kalbinde hardal tanesi kadar imanı olanları cennete koy!’ diye niyaz ederim. Bunlar cennete girerler. Sonra ben ‘Ey Rabb’im! Hardal tanesinden az imanı olanları da koy!’ diye yalvarırım.”
Enes bin Malik -radiyallahu anh- der ki:
“Az bir imanı...” buyurduğu sırada ben Resulullah Aleyhisselâm’ın parmaklarına bakar gibi idim. O parmaklarını birbirine bitiştirerek işaret ediyordu.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 2186)
“Her peygamberin bir duâsı vardır. Allah’a onunla duâ eder. Ben duâmı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklıyorum.”(Müslim: 334)
Mahşerde ilâhi mahkemenin bir an evvel başlaması için en büyük şefaatte bulunacak olan Muhammed Aleyhisselâm’ın bu şefaat-ı uzmâ’sı mahşerdeki bütün insanlara ve cinlere şâmildir.
Şefaat bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezayı gidermek için hakkında yapılan bir iltimas ve istirhamdan ibarettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz olduğu gibi, Allah-u Teâlâ’nın dilediği zâtlar da bu hususta şefaat edeceklerdir.
Günahı sevabından çok olduğu için cehenneme girmeyi hak eden günahkar müminlere; Allah-u Teâlâ’nın izni ile peygamberler, sıddıklar, âlimler, şehitler şefaat edeceklerdir.
O kime şefaat yetkisi verirse, ancak o şefaat edebilir. Bu yetki O’na aittir.
“O’nun katında, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaatı fayda vermez.” (Sebe: 23)
O gün melekler de şefaat için izinlidirler. Sadece Allah-u Teâlâ’nın kendilerinden razı olduğu kimselere şefaat ederler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar, Allah’ın râzı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler ve O’nun korkusundan titrerler.” (Enbiyâ: 28)
Şefaat ancak şefaata ehil olanlara fayda sağlar. Ehil olmayanlara o gün hiçbir şefaatçının şefaatı fayda vermez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Şefaat edeceklerin şefaatı onlara bir fayda vermez.” (Müddessir: 48)
Bir şefaatı daha vardır ki, bu şefaat sebebiyle bir kısım müminler hiç hesap görmeden cennete girerler.
Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin en mükemmel bir imtisal numunesi olduğunu Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor ve beşeriyete duyuruyor:
“Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ve Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir numunedir.” (Ahzâb: 21)
Bütün iş ve icraatlarda, ibadet ve taatlerde numune olarak insanlara o yeter.
Ashâb-ı kiram’ına cihadı emrederken, kendisi de ordunun önüne geçerek bizzat savaşlara katılmıştır.
Eline birçok mal geçtiği halde hepsini dağıtmış, sonra da zenginlere infak ve sadakayı emretmiştir.
Hem emsalsiz bir devlet başkanı, hem en başarılı bir muallim, hem en cesur bir kumandan, hem en müşfik bir âile reisi, hem en zengin, hem en fakir...
Her kim ne şekilde olursa olsun, Resulullah Aleyhisselâm’ı incitirse, Allah-u Teâlâ’yı incitmiş olur.
Allah-u Teâlâ onu rahatsız edenleri, dâvetine kulak vermeyenleri, emirlerine aykırı hareket edip yasaklarından kaçınmayanları ve bu hususta ısrar edenleri Âyet-i kerime’lerinde çok çetin bir azapla tehdit ediyor:
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da ahirette de belâlarını bulacaklar, ebedî bir azaba uğrayacaklardır.
“Allah’ı ve Peygamber’ini incitenlere, Allah dünyada da ahirette de lânet etmiştir. Onlara alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzâb: 57)
Peygamber’e yapılan eziyet Allah’a yapılan eziyettir. Onun için onu incitenlere, saygısızlık edenlere lânet ve alçaltıcı bir azap vardır. Bu alçaltıcı cezalar işledikleri cürümün ne kadar büyük olduğunun en büyük bir delilidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
‘Onlar kimlerdir yâ Resulellah?’
Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)
Bu Hadis-i şerif müslümanlar arasında türeyecek olan fırkaları ve biri hariç hepsinin cehennemde olduğunu haber vermektedir.
Resulullah Aleyhisselâm’ın ve ashabının yolundan gitmeyenlerin, onların yolunu yol, izini iz kabul etmeyenlerin cehennemlik yetmiş iki fırkadan birinde olduğu anlaşılmış oluyor.
Resulullah Aleyhisselâm’a hürmet ve saygı göstermeyenler bu yetmiş iki fırkadan olduklarını, cehennemlik olduklarını bilsinler. Zira ashabın yolunda böyle bir yol ve iz yoktur. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı’ndan Resulullah Aleyhisselâm’a saygısızlık, edepsizlik, hürmetsizlik asla yapılmamıştır, görülmemiştir,
Gönüldeki gerçek imanı açığa çıkaran en büyük ölçü, en büyük delil, Allah’ın ve Peygamber’in hükmüne rızâ göstermektir. İnananlar tereddüt etmeksizin boyun eğerler. Bu ise, Allah’a ve Peygamber’ine karşı takınılması gereken edep tavrıdır.
Asr-ı saâdet’te iki kimse huzur-u Nebevî’de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen:
“Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer’e gidelim.” dedi ve Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in yanına vardılar.
Lehine hüküm verilen:
“Yâ Ömer! Biz Peygamber Aleyhisselâm’a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı olmayıp reddetti.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
“Böyle mi oldu?” diye sordu, öteki “Evet” dedi.
Bunun üzerine:
“Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden ayrılmayın.” diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi.
Râzı olmayı reddedeni bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına kaçtı ve:
“Yâ Resulellah! Vallâhi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti.” dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Ömer’in bir mümini öldürmeye kalkışacağını sanmazdım.” buyurdu.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:
“Hayır, öyle değil!... Rabb’in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ: 65)
Âyet-i kerime’sini indirdi. (İbn-i Kesir)
Tasavvur buyurun, onlar daha Âyet-i kerime gelmeden, bu hükmü gönüllerinde hissedercesine yaşıyorlar. Çünkü iman etmişlerdi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-a, Resulullah Aleyhisselâm’ın verdiği hükmü beğenmeyenin bir vuruşta boynunu vurduran iman ve teslimiyetidir.
“Allah ve Peygamber’i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah’a ve Peygamber’ine baş kaldırıp isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab: 36)
Resulullah Aleyhisselâm’ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve hevesine uyarak konuşmaz.
Bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve talimat kıyamete kadar geçerlidir.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin hüküm verdiği bir hususta kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resul’ünün emir ve arzusuna boyun eğmek, “İşittim ve itaat ettim!” demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
İhtilafların çözümünü Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a arzetmek ilâhî bir emirdir.
“Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu hemen Allah’a ve Peygamber’e arzedin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız!” (Nisâ: 59)
Çünkü itaat imanın gereğidir. Anlaşmazlık halinde Kitab-ı kerim’e ve Sünnet-i seniyye’ye başvurmak da itaatin gereğidir.
Bir hadise meydana geldiğinde önce Kur’an-ı kerim’e bakılır, eğer hükmü varsa kabul edilir. Yoksa Sünnet-i seniyye’ye bakılır, hükmü bulunursa kabul edilir.
Allah-u Teâlâ ve Peygamber’i bir hüküm verdiklerinde müminlere tercih hakkı tanınmamıştır. Allah-u Teâlâ, Peygamber’inin verdiği bir hükme güven duymayandan ve en küçük bir sıkıntı duymadan teslim olmayandan iman sıfatını kaldırmıştır.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine başvurmayı müminlere farz kıldığı gibi, onun verdiği hükümlerden dolayı müminlerin içlerinde herhangi bir sıkıntının yer etmesini de haram kılmıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.” (Nûr: 51)
O itaatkâr müminler, dünya saâdetine, ahiret selâmetine ererler, umduklarına nâil olurlar, korkunç âkıbetlerden emin bulunurlar.
“Kim Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederse, Allah’tan korkar ve ondan sakınırsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nûr: 52)
Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmeyen nimetlere erenler ancak bunlardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri ve hısım akrabaları da olsa, Allah’a ve Resul’üne muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.
Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Rivâyet edildiğine göre Ebu Kuhâfe Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e dil uzatmış, Ebu Bekir -radiyallahu anh- de bunu işiterek onun göğsüne şiddetli bir şekilde vurmuş, hatta onu bayıltmıştır.
Bu Âyet’in daha çok Ebu Ubeyde bin el-Cerrah -radiyallahu anh- hakkında nâzil olduğu söylenir. Bunun nedeni ise Cerrah’ın Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e sövmesi, oğlu Ebu Ubeyde -radiyallahu anh-in de kendisine yüklenerek onu öldürmesidir.
Abdurrahman bin Ebu Bekir ise babasına şöyle demişti: “Babacığım, Bedir günü savaş esnasında bir ara seni öldürmeye yol bulmuştum. Fakat ben seni öldürmekten vazgeçtim.” Şöyle buyurdu: “Amma şayet ben seni bu halde iken bulsaydım, o an seni öldürmeden bırakmazdım!”
(Bu rivâyetler için bakınız: Hakîm et-Tirmizî, “Nevâdirü’l-Usûl”, c. 1, s. 619; İbn-i Kesîr, “Tefsîr”, c. 3, s. 467)
Bir rivâyete göre de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-le sözleşme yapan küçük bir ordu ile karşılaşılmıştı. Ne zaman ki düşman kuvvetlerinden bâzıları Resulullah -aleyhisselâtü ves-selâm-a dil uzatıp hakaret etmeye başladılar, Ensâr’dan bir şahıs bu düşmanlara: “Benim anneme ve babama istediğiniz kadar sövün, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bir şey söylemeyin.” dedi. Onu aşağılar gibi konuşup daha çok sövmeye başladılar.
Bu şahıs dayanamayıp tek başına onlara hücum etti. Onların arkasında bulunan bir kimse aralarına dalarak onu öldürdü.
Döner dönmez bunu hemen Resulullah Aleyhisselâm’a anlattılar. Onlar sanki kendi eliyle kendini tehlikeye atmış gibi düşünürlerken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Yarın mağfirete uğrayıp, koltuğuna yaslanarak Allah’la yüzyüze görüşecek bir şahısla ilgili olarak siz hâlâ neler düşünüyorsunuz!” (Nesâî, Sünen)
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı dinin esaslarını doğrudan doğruya Kur’an-ı kerim’den alırlardı. Açık bir hüküm bulamazlarsa, hemen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sorarlardı. Hem sağlığında hem de vefatında onun Sünnet-i seniyye’sine uymanın farz olduğuna dair icmâ ederek söz birliğine vardılar.
Kur’an-ı kerim’de Resulullah Aleyhisselâm’a vahyolunan bir hüküm ile bizzat Resulullah Aleyhisselâm’ın kendisinden sadır olan hüküm arasında ayırım yapmazlar ve her ikisine de uymanın farz olduğuna inanırlardı.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- bir hadise hakkında bir sünnet bilmiyorsa çıkar ve müslümanlara:
“Bu mevzu hakkında Resulullah Aleyhisselâm’dan bir sünnet bileniniz var mı?” diye sorardı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, fetvâ işleriyle uğraşan diğer Ashâb-ı kiram, onların yolundan giden Tabiin-i kiram da böyle yapardı.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Ey insanlar! Doğru görüş Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın görüşüdür. Allah-u Teâlâ ona gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise zandan ve tekliften ibarettir. Sünnet, Allah ve Resul’ünün koyduğu yoldur. Yanlış bir görüşü ümmet için sünnet haline getirmeyin.”
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Muâz bin Cebel -radiyallahu anh-ı Yemen’e vali olarak gönderirken ona:
“Ey Muâz! Ne ile hükmedeceksin?” diye sordu.
O da “Allah’ın Kitab’ı ile.” diye cevap verdi.
“Orada bulamazsan?” buyurdu.
Muâz bin Cebel -radiyallahu anh- “Peygamber’in sünneti ile.” dedi.
“Orada da bulamazsan?” diye sorduğunda “Kendi reyimle ictihad yaparım.” dedi.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah’a hamdolsun ki Peygamber’inin elçisini O’nun râzı olduğu şekilde muvaffak kıldı.” buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
Cebrâil Aleyhisselâm, Ebu Bekir -radiyallahu anh- Hazretleri’nin kalbinde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı ne kadar sevgisi olduğunu öğrenmek istiyor ve Allah-u Teâlâ’dan niyaz ediyordu. Cenâb-ı Hakk ona imtihan etmesini emretti.
Bir bayram günü Ebu Bekir -radiyallahu anh- Hazretleri en yeni ve kıymetli elbiseler giyinmiş olarak yolda gidiyordu.
Cebrâil Aleyhisselâm, âmâ bir insan kılığında yolun kenarında oturmuş vaziyette durmakta idi.
Ebu Bekir -radiyallahu anh- Hazretleri tam yanından geçerken:
“Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın sevgisi için bana bir şey vereni Hakk Teâlâ affetsin!” diyerek seslendi.
Ebu Bekir -radiyallahu anh- Hazretleri bu sözleri duyunca hemen üzerinde bulunan cübbesini çıkarıp verdi ve:
“Bu sözleri tekrar söyler misin?” diye sordu.
Cebrâil Aleyhisselâm aynı sözleri tekrarlayarak duâsına devam etti.
Ebu Bekir -radiyallahu anh- Hazretleri ise sözleri tekrar duyunca bu sefer elbisesini çıkarıp verdi.
Bu duâyı tekrar söyletip ayakkabısını da verince üzerinde ancak örtünecek kadar bir elbisesi kalmıştı.
Yolda bu şekilde kalan Ebu Bekir -radiyallahu anh-, oradan geçmekte olan Bilâl-i Habeşi -radiyallahu anh-den rica ederek evine gitmesini ve kendisine giyecek bir şeyler getirmesini istedi.
Bilâl-i Habeşi -radiyallahu anh- eve doğru giderken yolda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gördü.
Resulullah Aleyhisselâm, Bilâl-i Habeşi -radiyallahu anh-in nereye gittiğini bildiği için şöyle buyurdu:
“Yâ Bilâl! Ebu Bekir’in elbisesini alan Cebrâil Aleyhisselâm’dır. Bana olan sevgisini ölçmek için böyle yaptı.”
Bilâl-i Habeşi -radiyallahu anh- Hazretleri eve vararak aldığı bir takım elbiseyi, Ebu Bekir -radiyallahu anh- Hazretleri’ne getirerek teslim etti.
Bu arada Cebrâil Aleyhisselâm da Kâinatın Efendisi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzuruna varıp elinde bulunan elbiseleri vererek:
“Ey Allah’ın Resul’ü! Ebu Bekir’i imtihan için böyle yaptım, bu elbiseleri alın!” dedi.
Daha sonra Ebu Bekir -radiyallahu anh-, Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna geldi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cebrâil Aleyhisselâm’ın yaptıklarını anlatarak elinde bulunan elbiseleri gösterip;
“Yâ Ebu Bekir! Al elbiselerini! İmtihanı kazandın. Kardeşim Cebrâil seni imtihan etti. Bana olan sevgini öğrenmek istemişti.” buyurdular.
Bunun üzerine, Ebu Bekir -radiyallahu anh- Hazretleri:
“Ey Allah’ın Resul’ü! Ben o elbiseleri senin sevgin uğruna verdim. Şimdi tekrar nasıl geri alabilirim? İstediğiniz yere verin!...” dedi.
Bunun üzerine elbiseyi ihtiyaç sahibi bir fakire hediye ettiler.
Rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün hastalanmıştı. Bunu duyan Ebu Bekir -radiyallahu anh- hemen ziyarete gitti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i hasta görünce dayanamadı ve eve döndüğünde duyduğu üzüntü ve teessüründen dolayı o da hastalanıp yatağa düştü.
Hiçbir şeyi yokken muhabbet ve teslimiyeti o kadar çok idi ki o hastalık halini üzerine çekmişti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şifâ bulup iyileştiğinde Ebu Bekir -radiyallahu anh-in hasta olduğunu işitti ve onu ziyarete gitmek istedi.
Ebu Bekir -radiyallahu anh-e:
“Resulullah Aleyhisselâm seni ziyarete geliyor!” denildiğinde o peygamber aşığı yatağından fırladı ve hiçbir şey yokmuş gibi üzerindeki canlılık ve tarifsiz bir aşk içinde kapıya koştu. Hastalığından kurtulmuş ve üzerinde hastalık namına bir eser kalmamıştı. Resulullah Aleyhisselâm’ı kapıda karşıladı ve içeriye buyur etti.
Resulullah Aleyhisselâm’ı sapasağlam ayakta gören Ebu Bekir -radiyallahu anh-in yüzünde güller açtı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hayretle:
“Yâ Ebu Bekir! Senin hasta olduğunu söylemişlerdi.” buyurdu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e aşk ve muhabbette tam bir teslimiyet ile bağlı olan Ebu Bekir -radiyallahu anh-, Resulullah Aleyhisselâm’ın ziyaretinden mest olmuş bir halde şu muazzam kelimeler ile mukabelede bulundu:
“Yâ Resulullah! Sevgili dostum hasta oldu onu ziyaret ettim. Ona üzüntümden ben de hastalandım.
Sevgilim iyileşip afiyet buldu, ben de iyileşip afiyet buldum.”
•
İbn-i Ebu Müleyke anlatıyor:
“Ebu Bekir -radiyallahu anh- devesinin sırtında iken bazen elinden devenin yuları düşerdi ve deveyi mahmuzlayıp çökertir, yuları alırdı.
“Bize emretseydin de verseydik.” dediklerinde:
“Benim sevgilim -sallallahu aleyhi ve sellem- bana halktan hiçbir şey istemememi ferman buyurmuştu.” derdi.” (Ahmed bin Hanbel)
•
Hakk’a nasıl tazim ettiyse, o Nur’a da öyle tazim etti.
Yanından hiç ayrılmadı. Ona gönülden bağlanarak “Bağlılık numunesi” oldu. Onun bir yanılmasının, kendi doğru ve hâlis amelinden daha değerli olduğunu bilerek “Keşke Muhammed Aleyhisselâm’ın bir sehvi olsaydım.” buyurmuştu.
Bir beyanları da şöyle:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in hiçbir sünnetini terk etmedim. Eğer terk edersem, hak ve hidayetten sapıtmaktan korkarım.”
•
Mekke fethedildiği gün yaşlı ve âmâ olan babası Ebu Kuhâfe’yi Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına getirdi. İslâm üzerine biat için Resulullah Aleyhisselâm’a elini uzattığında, Ebu Bekir -radiyallahu anh- ağlamaya başladı.
“Niye ağlıyorsun ya Ebu Bekir?” diye sorunca;
“Babamın yerine amcanız Ebu Talib’in müslüman olmak üzere biat için elini uzatması ve Allah’ın seni sevindirmesi benim daha çok hoşuma giderdi, onun için ağlıyorum.” cevabını verdi.
•
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-, Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-e; “Bu mertebeye nasıl ulaştığını” sorduğunda şöyle cevap vermişlerdi:
“Hiçbir an Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in iki kaşının arasını gözlerimin önünden ayırmadım.”
Aşk ve muhabbette, teslimiyet ve bağlılıkta en zirvede olan Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz öyle bir hale gelip bürünmüşler ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in haliyle hallenir bir güzelliğe bürünmüşlerdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle beyan buyurmuşlardır:
“(Benî İsrail zamanında) Bir adam öküz üzerine binmişti. Bu sırada öküz o adama başını çevirip (Allah’ın izni ile dile gelerek):
‘Ben bunun için yaratılmadım, tarla sürmek için yaratıldım.’ demişti.
Ben hayvanın böyle söylediğine inandım, Ebu Bekir ve Ömer de inandılar.
Bir defasında da bir koyunu kurt kapmıştı. Çoban kurdu peşi sıra takip etti (ve koyunu bıraktırdı.)
Bunun üzerine kurt çobana hitap ederek:
‘Elbette yırtıcı hayvanların sürüye saldırdığı bir fitne günü gelir. O fitne gününde koyunun benden başka çobanı bulunmayacaktır. (Acaba o gün) koyunu benden kim kurtarır?’ dedi.
Ben kurdun böyle söylediğine inandım, Ebu Bekir ve Ömer de inandılar.”
“Resulullah Aleyhisselâm bu kıssayı buyurduğu sırada Ebu Bekir ve Ömer orada yoktular.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1049)
Öyle bir iman sahibi olmuşlar, öyle bir teslim olmuşlar ki; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mevzuyu anlatırken yanlarında olmadığı halde Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve Ömer -radiyallahu anh- Efendilerimiz’in hususi isimlerini zikrederek onların bu hadiseyi duydukları takdirde hiç tereddütsüz, sorgulamadan, kayıtsız şartsız bir teslimiyet ile iman edeceklerini vurgulayarak gerçek imanın bu şekilde olduğunu hem Ashâb-ı kiram Efendilerimiz’e hem de kendisinden sonrası için Ümmet-i Muhammed’e göstermektedirler.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde müminleri şöyle tanıtıyor:
“O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir.” (Ahzâb: 6)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’in elinden tutmuştu;
“Yâ Resulellah! Sen bana canımdan başka her şeyden daha sevgilisin.” deyince buyurdular ki:
“Hayır! Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, ben sana canından daha sevgili olmadıkça imanın kemâle ermez.”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Öyle ise, şu anda yâ Resulellah! Sen canımdan da sevgilisin.” diyerek bağlılığını ifade etti.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Yâ Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi.” buyurdular. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2069)
İşte bu en büyük delildir. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz böyle söylerse, Resulullah Aleyhisselâm ona böyle söylerse acaba bizim durumumuz ne olur? Bu hususu ibretle kıyas etmemiz gerekiyor.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Hiçbir kimse ben kendisine babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar kâmil mümin olamaz.” buyuruyorlar. (Buhârî)
Binaenaleyh bir müslüman iman kapısından girdiği an ona otomatikman Resulullah Aleyhisselâm’ın sevgisi ihsan olunur. Zira onu sevmeden onu “Canlardan da cananlardan da aziz tutmadan” iman kemale ermez. Bu sevgi esasında oradan gelir. Allah ve Resul’ünden gelir.
Düşman bir Arap kabilesi olan Lihyanlılar, İslâm tarihindeki meşhur Reci’ hadisesinde esir ettikleri mücahidlerden Hubeyb bin Adiyy -radiyallahu anh- ile Zeyd bin Desinne -radiyallahu anh-ı götürüp Mekkeliler’e sattılar. Her ikisi de Bedir’de Kureyş’in ileri gelenlerini öldürmüşlerdi.
Zeyd -radiyallahu anh-ın idamında müşriklerin bütün ileri gelenleri bulunmuştu.
Başını alacak kılıcın tam sıyrıldığı anda Ebu Süfyan kendisine:
“Doğru söyle! Şimdi senin yerinde Muhammed olsa, onun öldürülmesini tercih eder miydin?” dedi.
Zeyd -radiyallahu anh- hiç tereddüt etmeden:
“Asla!... Ben öleyim de Peygamber’imin vücuduna bir diken bile batmasın!” diye cevap verdi.
Ebu Süfyan bu imanı görünce ister istemez şu hakikati itiraf etti ve:
“Hiç kimse Muhammed kadar arkadaşları tarafından sevilmemiştir!” diye bağırdı.
Zeyd -radiyallahu anh-ı dininden döndürmek için oka tutmuşlarsa da, bu onun imanını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Daha sonra da Bedir’de öldürülen Ümeyye bin Halef’in oğlu Safvan’ın kölesi tarafından şehid edildi.
Hubeyb -radiyallahu anh- bir müddet Mâviye adındaki azadlı bir kadının evinde hapis tutuldu.
Sonradan müslüman olan Mâviye der ki:
“Ben Hubeyb’den daha hayırlı bir esir görmedim. O zaman Mekke’de üzüm bulunmadığı ve kendisi de zincire bağlı olduğu halde, kendisini üzüm salkımından üzüm yerken gördüm. Herhalde bunu ona rızık olarak Allah veriyordu.” (Buhârî)
Öldürmek için Hubeyb -radiyallahu anh-ı Harem bölgesinden dışarı çıkarıp Tenim’e götürdüler. Öldürüleceğini anlayınca hiç metanetini bozmadan izin istedi, iki rekât namaz kıldı, o andan itibaren idam edilecek müslümanların namaz kılması âdet oldu.
İslâmiyet’ten vazgeçmesi şartıyla serbest bırakılacağı kendisine bildirildi. Hubeyb -radiyallahu anh- ise:
“Benim için ölmek, dinimden dönmekten daha hayırlıdır.” dedi ve direğe çekilerek şehid edildi.
Hubeyb -radiyallahu anh- son dakikalarında: “Allah’ım! Burada selâmımı Resul’üne ulaştıracak bir yüz göremiyorum. Bari selâmımı ona sen ulaştır!” diye duâ etti.
O anda Resulullah Aleyhisselâm ashâbı ile oturuyordu. “Ve aleyhisselâm!” buyurdu.
Orada bulunanlar: “Yâ Resulellah! Kimin selâmını aldın?” dediler. “Kardeşiniz Hubeyb’in selâmını.” diye cevap verdi ve “Kureyş Hubeyb’i şehit etti.” buyurdu.
Onlar öyle seviyorlardı, o sevgi ile imanlarına iman katıyorlardı.
Abdullah bin Huzâfe -radiyallahu anh-i alaycı ve çirkin hareketleri var diye Resulullah Aleyhisselâm’a şikâyet ettiler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Onunla uğraşmayın. Siz onun içini bilmezsiniz. O Allah’ı ve Resul’ünü sever.” buyurdu.
•
Abdullah bin Zül-Bicâdeyn -radiyallahu anh- Medine’de vefat etti. Yıkanıp kefenlendikten sonra, tabutu omuzlara alınınca Resulullah Aleyhisselâm:
“Onun nâşını güzelce taşıyın. Allah da ona hoş muâmele etsin. Çünkü o Allah ve Resul’ünü seviyordu.” buyurdu.
Mezar kazılırken de:
“Mezarını genişçe kazın ki, Allah ona bol rahmet ihsan etsin.” buyurdu.
Ashâb-ı kiram’dan bazıları: “Yâ Resulellah! Ölümüne üzüldün.” dediler.
“Evet. Çünkü o Allah ve Resul’ünü seviyordu.” buyurdu. (İbn-i Mâce)
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Sahabe-i kiram’dan muzipliği ile meşhur Nuayman -radiyallahu anh-i getiriyorlar. İçki haram kılındıktan sonra hemen içkiyi bırakamadığı için kendisine had uygulanmıştı. Yine içtiği için sahabeden biri ona lânet edince Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Onu bırakın, hayırdan başka bir şey söylemeyin. Ben onda Allah ve Resul’ünün sevgisini görüyorum.” buyurdular.
Başka bir rivayette onun hakkında;
“O Allah ve Resul’ünü sever.” buyurmuşlardır.
Sevgi her şeye âmil, imanın en sağlam kulpu, onun için sevgimizi, saygımızı kaybetmememiz lâzım, önce Hazret-i Allah’a sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, sonra onun sevdiklerine.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerine erişip lâtif meclisleri, şerefli sohbetleri ile şerefyab olan, o Nur’un pervaneleri olan Ashâb-ı kiram efendilerimiz; bir anda öyle bir ruh seviyesine çıktılar ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i canlarından da aziz bildiler. O Nur’dan öyle bir ziyâ aldılar ki, ona fedâ edilmeyecek tek bir şey tanımadılar. Onun yolunda çoluk-çocuklarını, vatanlarını terkettiler. Değil mallarını, canlarını bile feda etmekten haz duydular. Sevdiler de sevdiler. Cihan tarihinde onun kadar seven ve sevilen bir insan yoktur.
Ashab-ı kiram, Resulullah Aleyhisselâm’a tam bir teslimiyetle iman etmişlerdi. Zira onlar Allah-u Teâlâ’nın hükmünü içlerinde yaşıyorlardı. Onlar imanın, fıkhın, akaidin adeta canlı ve mücessem haliydi. İslâm’ı bizzat Resulullah Aleyhisselâm’dan öğrenmişlerdi. Bu öğrenme zahiri öğrenmeden ibaret değildi. O nurdan kalplerine, manevî varlıklarına mütemadiyen ilim, irfan, feraset dolduruyorlardı. Daha doğrusu onları dolduran Hazret-i Allah idi.
Bu iman, bu nur ile o Resul’e -sallallahu aleyhi ve sellem- öyle büyük bir sadakat öyle büyük bir aşkla bağlanmışlardı ki; Bedir Savaşı’nda; müşriklere karşı az bir kuvvete sahip oldukları ve büyük zorluklarla karşılaşacaklarını bildikleri hâlde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize şöyle söylemişlerdi:
“Yâ Resulellah! Allah sana ne emrettiyse yerine getir. Bize denizi geçelim desen, seninle birlikte geçeriz. Dünyanın öbür ucuna gidelim desen, seninle beraber gideriz.
Kavminin Musa Aleyhisselâm’a dediği gibi‘Sen ve Rabb’in varın savaşın, biz burada oturacağız’demeyiz, fakat biz deriz ki ‘Sen dilediğin yere git, seninle beraber olacağız.”
Onlarda iman böyleydi. İman zaten bu. Resulullah Aleyhisselâm’a sevgisiz, teslimiyetsiz iman olmaz.
Resulullah Aleyhisselâm’ı bu derece sevmenin mükâfatı da unutulacak gibi değildir.
Bu en yüksek mertebedir. “Peygamberlerle beraber olmak” mertebesidir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Beni seven cennette benimle beraber olur.” (Tirmizî)
“Kıyamet ne zaman kopacak ya Resulellah!” diye soran bir zâta:
“O gün için ne hazırladın?” buyurdular.
O da: “Hiçbir hazırlığım yok. Fakat ben Allah’ı ve O’nun Peygamber’ini çok severim.” dedi. Bunun üzerine ona şu müjdeyi verdiler:
“Öyle ise sen, sevdiklerinle berabersin.”
Hadis-i şerif’i rivayet eden Enes bin Malik -radiyallahu anh- der ki:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu haberine sevindiğimiz gibi hiçbir şey bizi sevindirmedi.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1495)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah sevgisine vasıta olduğu için, onu seven Allah-u Teâlâ’yı sevmiş olur.
Dostun dostu da dosttur.
Kimde onun muhabbeti varsa onda hayat vardır. Kim ki ona tâbi olursa dünya ve ahiret azabından emin olur, iki cihan saâdetine erer, Hakk’ın yüce zâtına yaklaşır, yakınlık bulur, hakikate varır.
O Allah-u Teâlâ’nın “Mahbub”u olduğu için, yolunda bulunup izinde gidenler de “Mahbubiyet” derecesine ulaşır.
Çünkü bir kimse sevdiği bir kimsenin ahlâkını başkasında gördüğü zaman onu da sever.
“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel birer arkadaştırlar!” (Nisâ: 69)
Kureyş’in reisi Ebu Süfyân, Hudeybiye Anlaşması’nın müddetini uzatmak için Medine-i münevvere’ye gelmişti. Ancak Resulullah Aleyhisselâm’la doğrudan görüşmeye cesaret edemiyordu. Ne yapacağını düşünürken, daha önce iman edip Resulullah Aleyhisselâm’la evlenen kızı Ümmü Habîbe -radiyallâhu anhâ-nın yanına gitti. Ondan Resulullah Aleyhisselâm’la kendisi arasında aracılık yapmasını isteyecekti.
Ümmü Habîbe -radiyallâhu anhâ- babasını karşıladı, içeriye aldı. Fakat Resulullah Aleyhisselâm’ın oturduğu yere onu oturtmak istemediği için, minderi toplayıp kaldırdı. Bunun farkına varan Ebu Süfyan içerleyerek: “Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu.
Ümmü Habibe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz: “O Resulullah’a âittir. Sen ise müşriksin, pissin. O mindere oturmaya lâyık değilsin!” diye cevap verdi. Çünkü bir müslümana göre akrabalık başka şey, iman birliği daha başka şeydi.
Kızının bu davranışı karşısında Ebu Süfyan: “Vallâhi kızım, bizden ayrılalı sana bir hâl olmuş, sen çok değişmişsin!” demek zorunda kaldı.
Ashâb Resulullah Aleyhisselâm’ın oturduğu mindere dahi bir müşriği oturtmuyor.
Bugünkü kendini müslüman zanneden müşrikleri buradan kıyas edebilirsiniz.
Mescid-i nebevî’nin ilk yapıldığında minberi yoktu. Resulullah Aleyhisselâm hutbe okurken bir hurma kütüğüne dayanırdı. Minber yapılıp da hutbelerini artık orada vermeye başlayınca bu kütük, yüklü devenin feryadına benzeyen bir ses ile inlemeye başladı. Resulullah Aleyhisselâm’ın minberden inip onu okşaması üzerine ancak sustu. (Buhârî)
Bu hâdise üzerine mescidde bulunan sahabeler kütüğün başına üşüşerek rikkat ve heyecanla ağlaştılar, mescidin içi çalkalandı. Resulullah Aleyhisselâm’ın emri üzerine minberin altına bir çukur kazılıp oraya gömüldü.
Bir hurma kütüğüne bakın, bir de Resulullah Aleyhisselâm’ın hatırasına hürmeti şirk gibi göstermeye çalışan bugünkü türemelere bakın. Bunlara sorsanız bu gibi rivayetleri inkâr ederler. Çünkü kalpleri katılaşmış. Resulullah sevgisi olmayanda kalp ne arar, iman ne arar? Ruhları ölmüş haberleri yok.
Urve bin Mesud -radiyallahu anh- müslüman olmadan önce Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nı görmüş ve arkadaşlarının yanına döndükten sonra intibalarını şöyle anlatmıştı:
“Ey kavmim dinleyin! Vallâhi ben muhtelif kralların huzuruna çıktım. Kisrâ’nın, Kayser’in, Necâşî’nin yanlarına girdim. Vallâhi Muhammed’in ashâbının gösterdiği saygıyı, hiçbir kralın ashâbında rastlamadım. Vallâhi tükürecek olsa mutlaka onlardan birinin eline düşüyor, bunu alıp yüzlerine bedenlerine sürüyorlar. Bir şey emretse hepsi birden koşuyorlar. Abdest alsa suyunu kapmak için neredeyse kavga ediyorlar. Konuşsalar, onun yanında seslerini kısıyorlar. Ona hürmeten dikkatle yüzüne bakmıyorlar. Bu adam size makul bir teklifte bulunuyor, onu kabul edin.”
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-in babası Mâlik bin Sinan -radiyallahu anh- Uhud Harbi’nde yaralanan Resulullah Aleyhisselâm’ın yarasını tertemiz yapıncaya kadar yüzünün kanını emip yuttu. Resulullah Aleyhisselâm: “Tükür onu!” dediyse de o:“Vallahi onu asla tükürmem!” dedi.
Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm:
“Kim cennet ehlinden birine bakmayı arzularsa buna baksın!” buyurdu. (Beyhakî)
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
“Vallahi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i, berber tıraş ederken gördüm. Ashâb’ı etrafını çevirmişti. Bir tek kılın, birinin elinden başka yere düşmesini istemiyorlardı.” (Müslim: 2325)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aslı nurdur. Aslı nur olduğu için Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, onun vücudunu da nûr yapmıştır. Sakal-ı şerif’i de nurdur, ne yanar, ne çürür.
Binaenaleyh onun her bir teli ümmet-i Muhammed için en büyük bir hediyedir. Çünkü nûrdan bir zerredir.
Onlar onun bir kılını dahi en kıymetli bir şekilde ölünceye kadar sakladıkları gibi; nesline de, ümmet-i Muhammed’e de hediye bırakmışlardır. Bu sebepledir ki “Sakal-ı şerif”ler günümüze kadar gelmiştir.
•
Büyük İslâm dilâveri Halid bin Velid -radiyallahu anh-, Yermük Savaşı’nın iyice kızıştığı bir sıra sarığını düşürmüştü. Ortalık biraz sakinleşince sarığının bulunup getirilmesini emretti. Tekrar tekrar aradılar ve nihayet buldular. Pek eski bir şeydi. Böyle değersiz bir sarığı buldurmak için, niçin ısrarla arattığını sordular. Şunları söyledi:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le umre yapıyorduk. İhramdan çıkarken mübarek saçlarını tıraş ettirdi. Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- kesilen saçları kapmak için adeta yarış ediyordu. Mübarek alnından kesilen saçları herkesten önce alıp işte bu sarığın içine koydum. Bu sarık başımda olduğu halde, bugüne kadar katıldığım hiçbir savaşı kaybetmedim.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 2/160)
Halid bin Velid -radiyallahu anh- Hazretleri, o nuru yakından tanıdığı ve çok iyi bildiği için; o nurun bir zerresinin, bir kılının yüzüsuyu hürmetine Allah-u Teâlâ kendisini hıfz-u himâye edeceğine kani idi. Allah-u Teâlâ onu her tehlike ve her belâdan korudu. En büyük sıkıntılardan onu selâmete erdirdi. En müthiş harplerin de kazanılmasına vesile oldu. Buna âmil olan Resulullah Aleyhisselâm’a olan bağlılığı ve üzerinde taşıdığı emanettir.
•
Hazret-i Muâviye -radiyallahu anh- ölüm döşeğinde iken şu sözleri söylemiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte sefere çıktığım olurdu. Kendileri abdest bozar ve abdest alırsa ellerine suyu ben dökerdim. Bir defasında gömleğimin omuz başından yırtıldığını görerek:
‘Yâ Muâviye! Sana bir gömlek giydireyim mi?’ buyurdu. ‘Hay hay yâ Resulellâh!’ dedim. Bunun üzerine bana bir gömlek giydirdi. Onu bir defadan başka giymedim ve o gömlek bendedir.
Yine bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- tıraş oldu. Kesilen saçlarını ve tırnak kesintilerini aldım. Bunları bir şişe içine koydum. Öldüğüm zaman yavrucuğum beni yıka, sonra bu saçlarla tırnakları benim gözlerime ve burnuma koy. Daha sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in gömleğini kefenimin altına gömlek yerine koy. Eğer bana bir şey fayda verecekse bunlar fayda verir.” (Sahih-i Müslim Tercümesi ve Şerhi. C 1, sh 456)
•
Ubeyde es-Selmânî -radiyallahu anh- da şöyle buyururlar:
“Resul-i Kibriyâ -sallallahu aleyhi ve sellem-in mübarek vücudundan ayrılan bir tüyü, benim nazarımda yerin üstünde ve altında bulunan bütün altın ve gümüş hazinelerinden daha kıymetli ve daha sevimlidir.”
Nur her şeyden kıymetlidir. Her şey mahva ve helâke mahkumdur. Nur baki olduğu için her şeyden üstündür. İşte bu üstünlüğünü en yakınları bildi ve takdir etti. Başkası bilemez. Kim bilir? En yakınları bilir ve takdir eder.
•
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz Resulullah Aleyhisselâm’ın saçlarından bir miktar saçı bir şişe içinde koruyordu. Ashâb-ı kiram’dan bir kimseye nazar değse veya başına bir musibet gelse, hemen Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e, içinde su bulunan bir kap gönderir, o da bu saç tellerini suya batırırdı. Sonra bu suyu alır, şifa dileyerek ve bereket umarak içerlerdi. (Buhârî)
Resulullah Aleyhisselâm’ın sözleri, fiilleri ve takrirleri şeriatta kaynaktır.
Onun Allah katındaki mevkisi ile tevessül etmekten başka, onun âsârı ile tevessül ve teberrük kıyamete kadar devam edecektir.
•
Sa’d bin Muaz -radiyallahu anh- Bedir günü Resulullah Aleyhisselâm’a gelerek:
“Yâ Resulellâh! İstersen sana bir gölgelik yapalım ve binek hayvanlarını da hazırlayalım, sen orada otur. Biz düşmanla savaşalım. Eğer Allah bizi düşmana galip getirirse ne âlâ! Zaten istediğimiz de budur. Yok eğer aksi olur da mağlup olursak, sen hayvanına biner, Medine’ye dönersin. Oradakiler de seni en az bizim kadar sevmektedirler. Eğer senin harbe katıldığını bilselerdi, harpten geri kalmazlardı. Allah seni onlarla kuvvetlendirdi. Onlar sana yardımcı olur, seninle beraber savaşırlardı.” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm onun bu sözlerinden çok memnun oldu ve ona hayır duâda bulundu. Daha sonra Resulullah Aleyhisselâm’a, altında oturacağı bir gölgelik yapıldı.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- (annem) Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ-nın evine girer de, o yokken yatağında uyurdu. Bir gün yine gelerek onun yatağında uyudu. Hemen Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ-ya giderek: ‘İşte Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- senin evinde, senin yatağının üzerinde uyudu.’ dediler. Hemen akabinde Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ- geldi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- terlemiş ve teri yatağın üzerindeki bir deri parçasına toplanmıştı. Derhal çantasını açtı, teri kurulamaya ve onu kavanozuna sıkmaya başladı.
Derken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- uyandı ve:
‘Ne yapıyorsun ey Ümmü Süleym?’ diye sordu.
Ümmü Süleym -radiyallahu anhâ-: ‘Yâ Resulellâh! Çocuklarımız için bunun bereketini umuyoruz.’ diye cevap verdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
‘İsabet ettin!’ buyurdu.” (Müslim: 2331)
Resulullah Aleyhisselâm bu sözü ile, bu hareketi benimsediğini göstermektedir.
Buhârî ve Nesâî’nin rivayetlerine göre Enes -radiyallahu anh- son anlarında kefenine sürülecek hanûta bundan katılmasını vasiyet etmiştir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldığı zaman Medine’nin hizmetçileri içlerinde su bulunan kaplar olduğu halde kendisine gelirlerdi. O da hiçbirini ihmal etmeden, kaplara elini batırırdı. Bazen sabahları hava soğuk olurdu, buna rağmen yine de elini o kaplara daldırırdı.” (Müslim: 2324)
Çünkü onlar, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in mübarek, nurlu elini kovaya sokması ile Allah-u Teâlâ’nın her türlü bereket ihsan edeceğini çok iyi biliyor ve bunda hiç şüphe etmiyorlardı.
Bir insan birçok hatalara, günahlara düşebilir. Fakat bunları idrak ettikten sonra Hazret-i Allah’ın en sevgilisine sığınırsa, onun sevgisinden ötürü o kimsenin duâsını Allah-u Teâlâ reddetmez. Böylece ebedî kurtuluşa erer. Ceza görmeden ebedî lütuf ve saâdetine vesile olur.
İşte bu, hep Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini çok sevdiğinin ve ona sığınılması gerektiğinin ifadesi ve gerekçesidir.
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah’tan tevbekâr olarak günahlarının bağışlanmasını isteselerdi ve Peygamber de kendileri için af isteyiverseydi, elbette Allah’ı affedici ve merhametli bulurlardı.” (Nisâ: 64)
Bu ilâhi emir, onun ahirete intikali ile kesilmez ve son bulmaz. Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki; Allah-u Teâlâ’nın tevbeleri kabul etmesi ve onlara mağfiret edici olması, Resulullah Aleyhisselâm’a gelmelerine, huzurunda mağfiret dileğinde bulunmalarına ve Resulullah Aleyhisselâm’ın da onlar için istiğfar edivermesine bağlıdır.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm elbette:
“Onlara duâ et. Şüphesiz ki senin duân onlar için sekinettir (huzur kaynağıdır). Allah işitendir, bilendir.” (Tevbe: 103)
Emr-i şerif’i gereğince, kulları tarafından duâ ve yalvarışa vesile ve vasıta olur. Onun yapacağı duâ, müminlerin kalplerinin huzur ve sükun bulmasına sebep olur.
Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.
Onların bereketleri, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam etmektedir. Çünkü tasarruf devam eder.
Gözü görmeyen bir kişi Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“Yâ Resulellah! Beni iyileştirmesi için Allah’a duâ buyur.” dedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ona “Abdest almasını iki rekât namaz kılmasını sonra da şu duâyla duâ etmesini” emretti.
“Allah’ım! Peygamber’in rahmet peygamberi Muhammed ile sana yönelerek yalvarıyorum. Gözümün açılması için yâ Muhammed senin ile Rabb’ime yönelmiş bulunuyorum.
Allah’ım! Onu bana şefaâtçi kıl.”
Ve devamla:
“Bir ihtiyacın olduğunda hep aynısını yap.” buyurdu.
O kimse bu duâ ile duâ edip kalktığı zaman görmeye başladı. (Tirmizî)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz kıtlık baş gösterdiğinde, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in amcası Hazret-i Abbas -radiyallahu anh- ile tevessül ederek:
“Yâ Rabb’i! Kuraklık içinde kalınca Peygamber’imiz ile sana tevessül ederdik. Bize yağmur verirdin. Şimdi onun amcası ile tevessül ederek senden niyaz ediyoruz, bize yağmur ihsan et!” diye duâ ederdi ve yağmur yağardı. (Buhârî)
Hazret-i Allah Habib-i Ekrem’inin yüzü suyu hürmetine onun aslına da bu lütfu bahşetmiş.
Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim.” (Ebu Nuaym - Hilye)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ümmet-i muhteremesi’ne Hazret-i Allah’ın lütuf, rahmet ve merhametine nail olmaları için Zât-ı şerif’ini vesile kılmalarını bizzat vasiyet ediyor. Çünkü Hazret-i Allah onun yüzü suyu hürmetine yapılan niyaz ve duâları reddetmez.
Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmeti üzerindeki tasarrufu hayatlarında olduğu gibi vefatlarında da aynen devam etmektedir.
Allah-u Teâlâ şehidler için dahi;
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Bilâkis onlar diridirler.” (Âl-i imran: 169)
Buyuruyorken Resulullah Aleyhisselâm’ı ölü sananlar ruhları ölmüş canlı cenaze olduklarının farkında olmayanlardır.
“Biliniz ki Resulullah aranızdadır.” (Hucurat: 7)
O herhangi bir beşer gibi değildir. O nur olduğu için; rûhâniyeti ve nûrâniyeti her zaman aramızdadır. Onun rûhâniyeti âlemleri ihata etmiştir. Bu bâtının da bâtını bir mânâdır.
“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?” (Âl-i imrân: 101)
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre; bu Âyet-i kerime’lerden, o Nur’un kıyamete kadar bâki kalacağı anlaşılmış oluyor. “Aramızda” olan onun rûhâniyeti ve nûrâniyetidir.
Cesedi yok ama, nuraniyeti, ruhaniyeti aramızda, Ümmet-i muhteremesine tasarruftadır.
Bir Hadis-i şerif’lerinde;
“Öldükten sonra da hayatta olduğum gibi bilirim ve anlarım.” buyurmaktadırlar. (Deylemi)
Şüphesiz ki bu Âyet-i kerime’lerde sizin anlayamadığınız birçok mânâlar vardır. Fakat ehli olanlar bunu hem biliyor, hem görüyor, onun tasarrufunu da âşikâr olarak görüyor. Bütün bu gizli mânâlara âşina olanlar vardır.
O “Sirâc-ı münîr”in vekili olan mürşid-i kâmil’ler de o nuru taşıdıkları için, hem Nur’u bilirler, hem de o nur sayesinde esrâr-ı İlâhî’yi çözerler. Kudsî ruh ile desteklendikleri için birçok şeylere vâkıftırlar. Çünkü onların muallimi Allah-u Teâlâ’dır.”
Binaenaleyh iş gören O’nun nûrudur, O nûrdur.
Ona bahşettiği nuru vekillerine de verdiği için o da o nuru taşıyor.
Allah-u Teâlâ kimi sevmiş, seçmiş, çekmiş, emânetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu kime takmışsa, vâris-i enbiyâ işte onlardır.
Allah-u Teâlâ bu ilâhi emanetin kimlerde bulunduğunu beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır: 32)
Senden sonra ümmetinden olan kullarımızın içinden seçip beğendiğimiz, süzüp çıkardığımız kulları ona vâris kıldık. Senin ümmetin en ileri süzme ümmet olduğu gibi, onların içinde en seçkinleri de bu “Vâris”lerdir.
Hâtem-i veli’de de tecelli etmiş, ona da Resulullah Aleyhisselâm’a verdiği nuru vermiş, verdiği için bütün âlemleri o nur ihata etmiştir. O nur onda da mevcuttur. Tam varistir. Hâtem olduğu için. Hem ümmeti, hem vekili, hem nurunu taşıyor.
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri bu nuru şöyle tarif ediyorlar:
“”Ey Peygamber! Biz seni bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)
Resulullah Aleyhisselâm’ı kimi insanlar işitir, kimisi bilir, kimisi de bulur. Nasibi olan işitir, işitmesini derinleştiren bilir, kimisi de onu bulur. Nerede bulur? Muhabbetiyle gönlünde bulur. Amma bulanlar çok nadirdir.
“Hazret-i Allah’ı aradım, hiçlik içinde buldum.
Resulullah’ı aradım, Allah-u Teâlâ’nın nûrunun içinde buldum.”
Bu nuru size tarif etmem mümkün değildir. Zira irfan anlatmakla, okumakla husule gelmez. Allah-u Teâlâ’nın dilemesiyle, göstermesiyle husule gelir.”
•
“Acizliğimizi itiraf edelim de, bizi yoktan var eden, nimetlere gark eden Sahib’imizi bilmeye çalışalım, Hazret-i Allah’a kul, Resul’üne -sallallahu aleyhi ve sellem- ümmet olmaya çalışalım.
İtimat edin samimi olarak söylüyorum; ben daha kendime kulum diyemedim, ümmetim de diyemedim. Desem zaten hükmü yok. O’nun demesi lâzım. O sana “Kulum” derse kulusun. Habib-i Ekrem’i -sallallahu aleyhi ve sellem- “Ümmetim” derse ümmetisin.
Hep niyazım şu ki; “Allah’ım ne olur, Zât’ına kul, Habib’ine ümmet eyle.” diyorum. Siz ne yapıyorsunuz? Ben bunu kalbimden, en derin muhabbetimle bu hakikatleri ifşa ediyorum, itiraf ediyorum.
Onun için gözümüzü açalım. Hazret-i Allah’a kul, Habib’ine ümmet olmaya çalışalım. Bu da ancak rıza ile olur. Rızaya nâil olmak için de, rızaya mucip iş ve hareketlerde bulunmamız şart... Lâfla olmaz.” (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, “O’nun Yolu, Onun İzi”, s. 395)
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelir ki, insanlardan bir topluluk savaşır. Onlara ‘İçinizde Peygamber Aleyhisselâm’ı gören kişi var mıdır?’ diye sorulunca ‘Evet vardır!’ diye cevap verilir. Nihayet ordu içindeki Sâhâbî’ye hürmeten zafer verilir.
Sonra bir zaman daha gelir. Onlara da ‘İçinizde Resulullah Aleyhisselâm’ın Ashâb’ını gören kişi var mıdır?’ diye sorulur. ‘Evet vardır!’ diye cevap verilir ve zafer müyesser olur.
Sonra bir zaman daha gelir, yine harp edilir. Onlara da “İçinizde Resulullah’ın Ashâb’ını görenleri gören var mı?” diye sorulur. Bu defa da “Evet vardır!” denilir. Yine fetih müyesser olur.” (Buharî)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın Ashâb’ını gören bir kimsenin hürmetine zafer ihsan ediyor. Buradan kıyas edin; Resul’üne ne kadar değer vermiş, onun durumunu ne kadar yüceltmiş.
Oysa bugün ortaya çıkan cahiller ona herhangi bir beşer muamelesi yapıyor. Bir vehhabî çıkıyor Resulullah Aleyhisselâm’dan bahsederken “O adam” diye hitap ediyor, o an dinden, imandan çıkıyor. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın, Resulullah’ın huzuruna hangi yüzle çıkacaklar?
Bu Hadis-i Şerif Resulullah Aleyhisselâm’ın bir mucizesidir. Müslümanlar Din-i İslâm’a bağlı kaldıkları müddetçe her zaman ve mekânda Hazret-i Allah’ın yardımlarına mazhar olacakları da anlaşılmış oluyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resul’üm! Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.” buyuruyor. (Fetih: 1)
Bu muzafferiyet kıyamete kadar devam eder.
Bir Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Ne mutlu beni görüp iman edene! Ne mutlu beni göreni görene!” (Ahmed bin Hanbel)
Görene ne mutlu!
Göremeyene, görmek istemeyene ne yazık!
Asr-ı saadette her gün ona bakıp göremeyen birçok müşrik vardı. Bugün de bakıp göremeyen birçok müşrik var.
Resulullah Aleyhisselâm ümmetinin fesada düştüğü bir zamanda sünnet-i seniyyesine sarılanlara yüz şehid sevabı verileceğini haber vermişlerdir.
Bir şehid sevabını idrak etmek o kadar müşkil iken fesad zamanı sünnet-i seniyye’ye sarılanlara vaad edilen yüz şehid sevabını tasvir etmek asla mümkün değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim fesada düştüğü bir zamanda Sünnet-i seniyye’me sarılanlara yüz şehid sevabı vardır.” buyuruyorlar. (Beyhakî)
İşte o zaman.
Bir tarafta fesad ehli ve cehennem. Diğer tarafta yüz şehid sevabı.
Bugün ortaya çıkan fesad ehilleri müslümanları yüz şehid sevabından mahrum etmek istiyorlar.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Sünnet-i seniyye-i Nebeviyye’ye sarılan mümin cennete dâhil olur.” (Münâvi)
Ona tâbi olmak, hem Allah sevgisinin delili ve tezahürü, hem de Allah tarafından sevilmenin sebebidir.
Âyet-i kerime’de:
“Resul’üm! Onlara söyle! Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 31)
Allah-u Teâlâ, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine mutlaka itaat etmeyi emrediyor. Ve kendi sevgisini ona tâbi olmaya bağlıyor.
Ancak ona tâbi olanlar Allah-u Teâlâ’nın sevgisine mazhar olurlar.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanlık garip olarak başladı, başladığı gibi garip olarak avdet edecektir.
Ne mutlu o gariplere!” (Müslim)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ilâhî davayı tebliğe başlayınca müşrik, kâfir birçoklarının hedefi olmuş, işkence, zulüm, alay, hakaret, iftiralara maruz kalmıştı.
O zaman onu yalnız bırakmayan, ona inanan, onunla beraber olan, bütün işkencelere karşı onunla beraber göğüs geren, ona ve davasına sahip çıkan bir avuç arkadaşı, sahabesi idi.
Onlar, o garipler ona sahip çıktılar.
Bugün de aynı durum yaşanıyor. Resulullah Aleyhisselâm’ın “Garip olarak avdet edecektir.” buyurduğu devirdeyiz. Resulullah Aleyhisselâm’a, İslâm’a yapılan hakaret ve iftiralara, İslâm’ı yıkmaya çalışan küffara, küffarın yapamadığını yapmaya çalışan din ve vatan bölücülerine karşı, Allah-u Teâlâ’nın bu devirde gönderdiği Hatem-i veli canı pahasına adetâ tek başına kalemle mücahede ve mücadele etti. Ona, onun bu mücadelesine, kalemle cihadına onun yanındaki garipler sahip çıktılar. Bugün de bu mücadeleye devam ediyorlar, sahip çıkıyorlar.
O gariplik de bir rütbe.
Zira Resulullah Aleyhisselâm “Ne mutlu o gariplere!” buyuruyor.
Ne büyük bir müjde!
Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt etmeyen Ashâb-ı güzin -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın yanında, daha sonraki devirlerde de müslümanlar derin bir aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Benden sonra birtakım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını vermeye can atar.” (Câmiüs-sağir)
Muazzez ism-i şerif’leri o günden bugüne milyarlarca insanın dillerini tezyin edip durmakta, getirmiş ve neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır. Hiçbir devirde, hiçbir zaman, hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve olmamaktadır. Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören âşık görmeyen âşık.
Bir kâfirin bu sevgiyi anlaması mümkün değildir. Çünkü nasıl ki Resulullah Aleyhisselâm’a sevgi imanın alameti ise ona buğz ve düşmanlık da küfrün alâmetidir.
Küffar İslâm Peygamber’ini sevmez ve hatta kin besler, zira gayet iyi bilir ki müslümanlığın temeli ve selameti Resulullah Aleyhisselâm’a olan bağlılıkla, ona olan sevgi ile kaimdir. Bu sebeple Resulullah Aleyhisselâm’ı karalamak için, ona olan sevgi ve imanı bozmak için her türlü plan ve entrikayı çevirmek ister. Bunun için milyarlarca para harcamaktan çekinmez.
Küffarın Resulullah Aleyhisselâm’a düşmanlık yapması kendi tıynetinin icabıdır. Ancak kendisine müslüman sıfatını yakıştıranların Resulullah Aleyhisselâm’a yapılan iftirayı, hakareti hoş görmesi aslında bu sıfata sahip olmadıklarının en bariz bir göstergesidir.
Küfrü hoş görme uğruna Resulullah Aleyhisselâm’a hakareti hoş görenler de onlardandır. Küfür ehli ile bir ve beraberdir.
“Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardandır.” (Mâide: 51)
Zaten bunlara bu yüzden küffar her türlü desteği verir. İslâm dünyasında, Resulullah Aleyhisselâm’a imanı lüzumsuz gören her fitne grubunun küffar tarafından büyük bir destek görmesinin sebebi budur. Hepsinin ortak noktası müslümanların gönlündeki Resulullah Aleyhisselâm’a olan bağlılık ve sevgiyi, Resulullah Aleyhisselâm’a iman ve teslimiyeti zayıflatmaya çalışmaktır.
İşte bu sevgi, bu bağlılık olmayınca ortaya her türlü fitne, her türlü vahşet, her türlü entrika, her türlü yalanlar saçılıyor. İslâm dünyası türlü türlü fitnelerle çalkalanıyor.
Dikkat ederseniz, dinden çıkanlar Resulullah Aleyhisselâm’a sevgi, saygı ve bağlılıklarını kaybettikleri için; küffarla rahat işbirliği yapıyor, küffarın adına ajanlık yapmaktan, küffardan para almaktan çekinmiyorlar.
Bugün ortaya çıkan her bir din bölücüsünde, âhir zaman âlimlerinde, sahte müslümanlarda bu hâinliği rahat bulabilirsiniz.
Asıl adı Yusuf olan Nâbî, tevâzusundan dolayı adını Osmanlıca’da “Hiç!” veya “Yok!” anlamına gelen iki sözcükle mahlaslaştırmıştı: “Nâ” ve “Bî” Nâbî...
Tasavvuf terbiyesi görmüş olan Peygamber âşığı Nâbî, Hacc’a gitmek üzere bir kısım devlet erkanıyla birlikte yola çıkar.
Medine-i Münevvere’ye iyice yaklaştıkları bir gece, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir an önce ulaşma özlemiyle yanan Nâbî’nin gözüne uyku girmemiştir. Fakat kafiledekilerden bazıları ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, uyumaktadırlar. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini bir türlü hazmedemeyen ve çok üzülen Nâbî, içinden gelen bir ilhamla aşağıdaki kasideyi söyler.
Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere’ye girerken, Ravza-i Mutahhara’nın minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanı bitirince Osmanlıca bir kaside okumaya başlar. Nâbî, dikkat eder, okunan kendi şiiridir, fakat bu şiiri daha Medine’ye gelmeden yolda yazmıştır. Hemen minarenin kapısına koşar. Müezzine; “Allah aşkına, okuduğun bu kasideyi nereden öğrendin!” der.
Müezzin şöyle cevap verir:
“Bu gece rüyâmda Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gördüm, bana dedi ki:
“Ümmetimden Nâbî adında bir şair, benim hakkımda şu kasideyi yazdı, hoşuma gittiği için bunu okumanı arzu ediyorum.”
Ben de rüyâmda Efendimiz’den öğrendiğim beyitleri aynen okudum.”
Nâbî, sevincinden bayılıp düşer. O, bu iltifata, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e duyduğu edep ve muhabbetten dolayı nâil olmuştur.
“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu / Nazar-gâh-ı İlâhî’dir Makâm-ı Mustafâ’dır bu.
Felekde mâh-ı nev Bâbü’s-Selâm’ın sîne-çâkidir / Bunun kandîli Cevzâ matla-ı nûr u ziyâdır bu.
Habîb-i Kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazîlette / Tefevvuk-kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil / Amâdan açtı mevcûdât dü-çeşmin tûtiyâdır bu.
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha / Metâf-ı kudsiyândır cilve-gâh-ı enbiyâdır bu.”
“Edebi terk etmekten sakın. Zira burası Allah-u Teâlâ’nın sevgilisi olan Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bulunduğu yerdir. Bu yer, Hakk Teâlâ’nın nazar evi, Resul-i Ekrem’in makamıdır.
Gökyüzündeki yeni ay, O’nun kapısının yüreği yaralı aşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile o Peygamber’in nurundan doğmaktadır.
Burası Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir. Fazilet yönünden düşünülürse, Allah-u Teâlâ’nın arşının en üstündedir.
Bu mukaddes yerin mübarek toprağının parlaklığından, yokluk karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar iki gözünü körlükten açtı. Zira burası kör gözlere şifa veren sürmedir.
Bu dergâha, edebin şartlarına riayet ederek gir. Zira burası, büyük meleklerin etrafında pervane olduğu ve Peygamberler’in hürmetine eğilerek öptüğü tavaf yeridir.”
Görülüyor ki, Âyet-i kerime’lerde, Hadis-i şerif’lerde, Ashâb-ı kiram’ın yaşayışında, onların izinden giden hakiki müslümanların hayatında “edep” tavrının ne kadar mühim bir yeri vardır. İmana taalluk eden yönü vardır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz;
“Edep, ilimden önce gelir!” buyurmuşlardır.
Bu sebeple tasavvufta edep üzerinde çok durulmuştur.
“Edep bir taç imiş nûr-i Hüda’dan,
Giy o tacı emin ol her belâdan,
İlim-İrfan meclisinde aradım, buldum talep,
İlim en gerideymiş, illâ edep, illâ edep...”
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri de “Edep”in ehemmiyetini şöyle tarif buyurmuşlardır;
“İnsanın bedenindeki ruhtur, enbiyâ ve evliyânın göz ve gönül nurudur, şeytanın katilidir, insanla hayvanı birbirinden ayıran en önemli vasıftır.”
“En büyük sevgi Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a ve sonra Vekil’inedir.
Hazret-i Allah’a edep gerekiyor. Resulullah’a edep gerekiyor. Hazret-i Kur’an’a edep gerekiyor.
Kitabullah’a olan edep ahkâm-ı İlâhi’ye riayet etmektir.
Resulullah Aleyhisselâm’a olan edep hem Sünnet-i seniyye’sine sarılmak ve yaşamak, hem de vekiline tazim etmektir.
Mürşid-i kâmil’deki edep ise Allah-u Teâlâ’nın ona verdiği emanete riayet etmektir.
Onun için edep haline bürünürsek, yaşamak çok kolaylaşır. Edebi terk edersek işimiz iştir.” (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-, “Rütbe-i Bâlâ”, s. 322)