Şeyh Afîfüddin Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem" isimli eserinde Hâtemü'l evliyâ için bu mertebenin nasıl hâsıl olduğunu ve ona bu ismin nasıl verildiğini beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Bu ilim Hâtemü'r-rusül ve Hâtemü'l-evliyâ'dan başkasının değildir. Hâtemü'r-rusül gibi, aynı şekilde onun da Hâtemü'l-evliyâ olduğu nasıl söylenebilir? Hiç şüphe yok ki ondan sonra gelen ümmetinden bir kimse için, onun Hâtemü'l-evliyâ'lık mertebesi hâsıl olur. Dolayısıyla Hâtemü'l-evliyâ da böyledir, mertebesi (onunla) bir olunca, artık o da sayılı noksansız şahıslardan birisidir." ("Şerh-i Fusûs"; Şehid Ali Paşa, no: 1248, 24. yaprak)
Karanlıkta gökyüzüne baktığın zaman yıldız görülür. Hiç şüphe etmeyin ki o âlemdekiler de buradaki karanlığa baktığı zaman nuru görür, hiç şüphe etmeyin. Sen yıldızı görüyorsun, onlar nuru görüyor. Onlar gökyüzünün yıldızları, bunlar da yeryüzünün yıldızları. Çünkü o yıldızla halk yol bulacak. O yıldız olmazsa yol bulamaz.
•
Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'l-Fukûk" isimli eserinde Hâtemü'l-evliyâ ile Hâtemü'l-enbiyâ arasındaki şer'î bağlılığın mâhiyetini beyan etmek üzere şöyle buyurmuşlardır:
"Hâtemü'l-evliyâ, Hâtemü'r-rusül'ün şeriatına tâbi olduğu için şeriatı zâhirde ondan alır. Bâtında ise vahiy meleğinin Hâtemü'r-rusül'e onu aksettirdiği yerde, aynı kaynaktan alarak, şeriat hususunda Hâtemü'r-rusül ile denkleşir." ("Kitâbü'l-Fukûk fî Müstenedâti Hikemü'l-Fusûs"; 31. yaprak)
•
İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri "Kitâbu'n-Netîce" adlı eserinde Hâtem-i velî'nin mânevi cihetini, makam ve mertebesinin yüceliğini beyan eden önemli ifşaatlarda bulunmuş; bu velînin, büyük meleklerin ve kemâlât sahibi bazı zevât-ı kirâm'ın dahi kavrayamayacağı bir ilme vâris olacağını beyan buyurmuştur:
"Bazı ekâmil (kâmiller) vardır ki, ona ilm-i zâyid (ilmin ziyadesi) ihsan olunmuştur ki, havass-ı melâikede (seçkin meleklerde) umumen ve bâzı havass-ı beşerde (seçkin insanlarda) o ilim yoktur, Hatmü'l-evliyâ'nın ilmi gibi. Zirâ Hatmü'l-evliyâ Hâtmü'l-enbiyâ'nın derece-i velâyette mazhar-ı tâmmıdır (velâyet derecesindeki tam mazharıdır)." ("Kitâbu'n-Netîce"; c. 1, sh. 52; çeviren: Ali Namlı - İmdat Yavaş)
Bizim anlayacağımız, çözeceğimiz bir mesele değil. Bunun sırrını ancak ahirette göreceksiniz. Dünyada ne belli olur, ne anlaşılır, ne de söylenir, bunun sırrı ahirette belli olur. Burayı Mevlâ kapamış. Yalnız Resulullah -sallallahu aleyhi ve esellem- Efendimiz, Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri ve diğer zâtlar açmış. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- Hazretleri'nin: "Söylesem bu baş kesilir." dediği sırlardan bir tanesi de işte budur. Ahirette herkes görür ve bilir amma iş işten geçer. "Gördük, işittik, inandık!.." denilir amma geçti.
Dünyada çözülecek, halkın anlayacağı bir esrar değil. Mahlûka âit olmayıp Hâlik'a âit olan işler.
•
Ahmet Ziyâeddin Gümüşhânevî -kuddise sırruh- Hazretleri, Câmiu'l-Usûl isimli eserinin Zeyl'inde, kıyamete yakın bir zamanda zuhur edecek olan zâttan ve yapacağı büyük vazifeden haber vererek şöyle buyurmuştur:
"El-Hâtem, kendisi ile peygamberliğin sona erdiği kişidir. O da peygamberimiz Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-dir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Bir de tasavvufta 'Hâtem'ül-velâye' vardır ki, âhir zamanda gelecek ve onunla velâyet son bulacaktır. Bu zâtla dünyanın ıslâhı mümkün olacaktır." ("Câmi'ul Usûl"; s. 333, çeviren: R. Serin)
Allah-u Teâlâ murad ettiği zaman, O'nun nuru ile O'nun muradı ile her şey olur.
Çünkü Allah-u Teâlâ bu nuru göndermeseydi, halk ne tarafa sapacağını bilmiyordu. Fakat bu nur eline geçenler ayıldı. Tabii ki bu da Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri'nin buyurduğu gibi nasiptar olanlara âittir. Nasiptar olanlar nasibini alır, susamış olanlar suyunu içer, nasibi olmayanlar onu göremez.
•
Afîfüddîn et-Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu'l-Hikem li'l-Afîfüddîn et-Tlimsânî" adlı eserinde yer alan bir beyanında; çok ince sırlardan bahsetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Hâtemü'l-veli, velâyeti nedeniyle, iki tuğladan birini gümüş olarak görür. Bu ise onun, hakkındaki tâbîliğe kendisiyle eriştiği nübüvvet makâmını görmesinin zaruretinden ileri gelir. Bu da gümüş bir tuğladır. Başka bir tuğla yeri daha görür ki; o da (onun), vasıtasız olarak Allah'tan almasını sağlayan şeydir.
Ancak, (Hâtemü'r-rusül'ün) velâyet makâmı nübüvvet makamından daha yüksek olunca; ona tahsis edilen nübüvvet'le ilgili tuğlanın gümüş bir tuğla, diğerinin ise altın bir tuğla kılındığı söylendiği gibi; Hâtemü'l-evliyâ'ya teslim edilen velâyetin, altın tuğlayı ziyadelik kılan şeyin aynısı kendisine teslim edildiği için, Resul için de aynı şekilde altın olduğu söylenemez. O (Hâtemü'r-rusül) ancak, kendisine onu hâsıl kılan şeyle alâkalı olmakla vasfedilebilir." ("Şerhü'l-Fusûs li'l-Afîfüddîn et-Tlimsânî"; Şehid Ali Paşa, nr.: 1248, 26a-26b yaprağı)
Demek ki o tuğla Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in velâyetinin tuğlası imiş. Bir de gümüş tuğla arzediliyor, o da risâletin tuğlası. Onun velâyeti altın olduğu için, o altın da oraya intikal etiği için oradan geliyor.
Altınlığın husule gelmesi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in velâyetinin nübüvvetinden üstün olmasından dolayıdır. O velâyet de intikal ettiği için, o altınlık oraya da intikal ediyor. Bu üstünlük, Resulullah Aleyhisselâm'a verilen velâyetin intikal etmesinin bir neticesidir. İntikal ettiği için bu fazileti üzerinde topluyor.
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm'ı yaratmazdan evvel iki hâtem halketmiş ve nurunu lütfunu bu iki hâtemde yerleştirmiştir. Ezelden iki hâtem halketmesinin gizli sebep ve sırları da budur. Bu ise bilinecek, çözülecek bir iş değildir. Niçin? Hakk'tan geldiği için.
•
Şeyh Abdürrezzâk el-Kâşânî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerhü'l-Kâşânî alâ Fusûsu'l-Hikem" adlı kitabında; kendisini nübüvvet duvarını tamamlayan son tuğla sûretinde gören Hâtemü'l-enbiyâ Aleyhisselâm'a nisbetle; Hâtemü'l-evliyâ'nın da kendisini, velâyet duvarını tamamlayan altın ve gümüşten yapılmış iki tuğla sûretinde göreceğini beyan buyurmuştur:
"Rüyâ misâl âlemiyle ilgili olduğu için, o kendisinden sözettiğimiz şeye göre meydana gelen; her hakîkatin biraraya toplanış sûretiyle ilgili bir temsildir.
Peygamber Aleyhisselâm'ın kendi peygamberliği hakkındaki durumu, nübüvvet duvarı ancak kendisiyle kemâle eren tek bir tuğla şeklinde temsîl olunmuştu. Velâyet sûreti ile zuhûr etmeyince de, yalnız Hâtemü'l-enbiyâ olmuştu. Daha sonra ise onun, onu izhâr edeceği için Hâtemü'l-evliyâ'dan uzak olmayan, velâyet tarafı ile ilgili olan yeri temsil edilecektir.
Velâyet'in Hâtem'i, kendi makamını altın bir tuğla sûretinde görürken; Hâtemü'r-rusül'ün şeriatıyla meşrûiyyet kazanmasın-dan ötürü, zâhir sıfatı yönüyle, onun makâmını ise gümüş bir tuğla sûretinde görür. Zira o, ona tâbî olduğu zâhir sûretiyle değil, bâtında Allah'tan alma hususunda Muhammedî şerîata tâbi biri olarak zuhur edecektir. Lâkin onun, suret yönüyle ilgili olan benzerliği de temsil edilmiştir. Ay nûrunu güneşten elde ettiği gibi; onlar (veliler) de onun velâyetini kaynak edinip ondan istifade ettikleri için, onun velâyetine 'Velâyet-i şemsiyye' (Güneş velâyeti) adı verilir; diğer velilerin velâyeti ise 'Velâyet-i kameriyye' (Ay velâyeti) diye isimlendirilir." (Şerhü'l-Kâşânî alâ Fusûsu'l-Hikem; Ayasofya, nr.: 1901, 21a-21b yaprağı.)
Hazret'in bu beyanlarından anlaşılıyor ki; Resulullah Aleyhisselâm'a âit o tuğlanın içinde Hâtem-i evliyâ da mevcuttu. Binaenaleyh onda olan ona intikal etti. Oraya intikal ettiği için bu sefer intikal eden yerde kaldı. O altın tuğlanın içinde gizlilik var, o gizlilik de Hâtem-i evliyâ idi. Yani o tuğlanın içinde o da vardı. Asıl tuğlayı o tamamlayacak.
Bu intikalin küllîsi Resulullah Aleyhisselâm'a âittir. Fakat o nübüvveti ve risaleti kullandı, velâyeti kullanmadı. Amma o hepsine mazhardı. Velâyeti ona bıraktığı için, o da o altın tuğlaya dahil olmuş oldu. Bütün hususiyetler velâyettedir.